25 Mayıs 2010 Salı

Otomobil, Köprü ve Kentin Ölümü...

Üçüncü bir boğaz köprüsü yapılacağı ve 6 milyar dolara mâl olacağı ilan edilince, bazı tepkiler de ortaya çıktı: İtirazlardan biri köprü için 6 milyarın çok olduğuna dairdi, yeni bir rant ve yağma alanı yaratıldığından söz edildi. Yeni köprünün ortaya çıkaracağı ekolojik tahribatla ilgili itiraz da önemliydi. Bazıları da güzergâhla ilgili kaygılar belirtti. Bu tepkiler elbette haklı ve yerinde. Hükümet ve üç dört ve daha çok köprü yapılmalıdır diyen cepheyse, üçüncü köprüye karşı çıkmanın ilerlemeye, kalkınmaya karşı çıkmak demeye geldiğini, velhasıl bunun gericilik olduğunu söylüyorlar... Elbette bir köprü için 6 milyar harcamak tam bir yağma ve talandan başka bir şey değildir. Mesela neden 850 milyon dolar değil de 6 milyar dolar sorusu haklı olarak akla geliyor. Bunun bir yağma vesilesi olduğu da doğru, ormanları, bitki örtüsünü yok edeceği de... Fakat asıl sorulması gereken soru başka... Köprü yapılmasını kim neden istiyor? Köprünün görünen ve bilinen yapılma gerekçesi kent trafiğini rahatlatmak... Enerji sorununu çözmek üzere de Mersin Akkuyu’da yapılacak 20 milyar dolarlık nükleer santral için kollar sıvanmış durumda. Rusya Federasyonuyla anlaşma geçtiğimiz günlerde imzalandı. Nükleer santralle ilgili de itirazlar var, bunun bölge turizmine zarar vereceği için itiraz ediliyor, yoksa itiraz bizzat tam bir felaket olan ve yapılması için hiç bir haklı gerekçenin olmadığı nükleer santrale değil, ‘yer seçimine’... Başka yere yapılsın deniyor... Santrali ve köprüyü engellemek için yargıya başvurulacağı da söyleniyor. Kimi kime şikayet ettiklerini sanıyorlar? Kanunları yapanlarla çekleri imzalayanlar son tahlilde aynı güç ve iktidar odakları değil mi? Eğer politik mahiyette bir saldırıyla karşı karşıya iseniz, ona hukuk yoluyla karşı koyamazsınız. Bu sınıflı burjuva toplumunda hukuka hak ettiğinden çok önem atfetme yanılgısıdır.

Ne köprü trafik sorununu çözmek için, ne de nükleer santral enerji sorununu çözmek için gündeme geliyor. Sermayenin yeni yağma ve talan alanlarına ihtiyacı var. Bu yüzden başka yerde başka gerekçeler aramanın mânası yok. İnsan taşıması özel arabaya dayanıyorsa ve ulaşım politikası da otomotiv-petrol kompleksinin çıkarına göre belirleniyorsa ki, öyle, daha çok köprü yapılması kaçınılmaz ama trafik sorununu çözmek için değil, petrol ve otomobil üreticisi dev şirketlerin, büyük inşaat şirketlerinin kârlarını büyütmek, arsa spekülatörlerini zengin etmek için... Aynı şekilde nükleer santral de enerji sorununu çözmek için değil... Asıl gerekçeyle görünen ve afişe edilen gerekçe ayrımını yapamadığınız zaman aldatılmak, oyuna gelmek, velhasıl başkasının borusunu öttürmek kaçınılmazdır.

Başlangıçta araba ancak ayrıcalıklı sınıfın kullanabildiği lüks bir maldı. Bilindiği gibi lüks mal demek, sıradan insanların, emekçi sınıfların sahip olması mümkün olmayan şeyler anlamındadır. Mesela herkesin bir şatosu, deniz kenarında özel plajlı villası olamaz. Bu iki bakımdan imkânsızdır: birincisi,  sıradan, mütevazı emekçi insanlar zar-zor geçimlerini sağlayabildikleri için, o kadar büyük harcama yapmaları eşyanın tabiatına aykırıdır. Zaten birilerinin şato-yalı, vb. sahibi olması başkalarının onlara sahip olmadığı, yoksul olduğu durumda mümkündür, mâlûm birinin zenginliği diğerinin yoksulluğunun sonucudur; ikincisi, ekolojik sınır itibariyle de herkesin deniz kenarında özel plajlı villaya, yalıya sahip olması mümkün değildir. Herkesin villa için ortalama 30 metre uzunluğunda sahili sahiplendiğini düşünün, 80 milyon nüfuslu bir ülke olsa ve aileler 4 nüfustan oluşsa, bu 20 milyon aile ve 20 milyon villa demektir ki, 20 milyonu 30’la çarptığınızda 600 milyon metre uzunluğunda sahil gerekecektir... Lüks malla ilgili bir husus da bir şeye çoğunluk sahip olduğunda artık lüks olmaktan çıkmasıdır. Araba Henry Ford’la birlikte işçi aristokrasisinin ve orta sınıfın da kullanabildiği bir ulaşım aracı haline gelince iş zıvanadan çıktı, araçla amaç yer değiştirip ters-yüz oldu. Petrol kartellerinin özel kullanım için araba üretilmesinde çıkarı vardı. Çıkarı olan bir başka kesim de oto-yol ve köprü yapan büyük inşaat şirketleridir. Ama bunların arasında Çin duvarı yoktur elbette. Mesela Ford Marka arabanın mucidi, otomobil baronu Henry Ford, Nazi Almanyasının otoyollarını inşa etmişti ve Naziler tarafından 1938’de ‘Büyük Kartal Nişanı’yla ödüllendirilmişti. Daha 1923’lerde Hitler Henry Ford için: “Biz Heinrich [Henry] Ford’u faşist partinin Amerika’da büyümüş lideri sayıyoruz” demişti. Bir başka vesileyle de Hitler: “Henry Ford benim esin kaynağım’ diyecekti...

Fordist üretimin devreye sokulması, orta sınıfların ve işçilerin de araba sahibi olmaya başlamasıyla, özellikle de 1945-1975 kapitalist genişleme döneminde araba üretimi akıl almaz bir hızla arttı. Artık XXI’inci yüzyılın başında dünya ölçeğinde her gün doğan çocuktan daha çok otomobil üretiliyor. 2000 yılında yollarda 500 milyon özel araç hareket halindeydi. 1990’da sadece OECD ülkelerinde toplam araç sayısı [araba, kamyon, kamyonet, otobüs, minibüs...] 360 milyondu.

Bir ölüm makinası olarak otomobil
İlk otomobil kazası 23 Eylül 1899’da New York’ta meydana geldi. 1990’lı yıllara gelindiğinde araba kazasında ölen insan sayısı 17 milyon, 2002’de de 20 milyondu... Bu sayının birkaç katı yaralı ve sakatı da hatırda tutmak gerekir. Aynı şekilde bu rakamın savaşlarda ölen insan sayısıyla karşılaştırılması anlamlı olabilir.  Fakat arabanın öldürdüğü sadece bu kadar değil, araba çevreyi kirleterek, kenti tahrip edip yaşanmaz hale getirerek, Üçüncü Dünya veya şimdilerde “Güney” denilen ülke halklarını sömürerek de öldürüyor. Otomobil üretiminde kullanılan malzemenin çoğu yoksul ülkelerden geliyor, otomobili yürüten petrolün en büyük kısmı da... Bir araba yılda bir tondan fazla oksijen emiyor ki, bu dünyadaki tüm otomobillerin bir yılda yaklaşık 1 milyar ton oksijen emmesi demek. Bir araba atmosfere yılda yaklaşık 4 ton karbondioksit bırakıyor, bu da dünyadaki tüm araçlardan yılda atmosfere 4 milyar ton karbondioksit bırakılması demek. İşte ‘sera etkisi’ denilenin başlıca nedeni... Araba kenti de öldürüyor. Toplu kamu taşımacılığını [tren, tramvay, metro, otobüs] yok ediyor. Oysa kollektif ulaşım özel ulaşımdan 25 kat daha az yer kaplıyor, daha az enerji tüketiyor, daha rahat, daha güvenli ve daha sosyal... Yollar, caddeler, sokaklar, kaldırımlar arabalar tarafından işgal edilince, kentin birçok yeri garaj ve park yerine dönüşünce [araba siloları densin], kentin havası zehirlenince ve her şey arabaya göre düzenlenir hale gelince, kent de yaşanmaz bir yer haline gelip, kent olmaktan çıkıyor. Kentlerin göbeğinden oto-yolların geçmesinden daha saçma bir şey olabilir mi? Araba aynı zamanda bir yabancılaşma aracı ve asosyal, zira arabasına binip, kapıyı kapatan kişi, bencil bir kişiliğe dönüşüyor ve toplum sorunlarına yabancılaşıyor... Bir çok savaşın gerisinde de petrol-otomobil kartellerinin olduğu da mâlum...
O halde bunca kötülüğün kaynağı olan araba neden tartışma konusu yapılmıyor? Neden itiraz edilmiyor ve gereği yapılmıyor? Elbette ulaşım herkesin hakkı ve ‘demokratikleştirilmesi’de gerekiyor ama bunun özel arabaya dayandırılması, bir enerji kaynağının [fosil yakıtlar] tükenmesi, trafik tıkanıklığı, çevrenin kirlenmesi, insan sağlığının bozulması, çok sayıda ölüm, sakatlanma, bu arada kentin de ölümü pahasına sürdürülmesi nasıl gerekçelendirilebilip-savunulabilir? Kaldı ki, trafiğe dahil olan araba sayısı arttıkça araba kullanmanın varlık nedeni de ortadan kalkıyor zira, özellikle büyük kentlerde daha hızlı gitmek için binilen araba, günün bazı saatlerinde ve bazı yollarda ortalama yaya yürüme hızı seviyesine kadar iniyor. İnsanların ortalama olarak gelirlerinin üçte birini araba için harcadığı [araç satın alma, yakıt, bakım, vergi, sigorta, vb.] da dikkate alınırsa ve bu harcamalar için gerekli çalışma zamanı da yolda harcanan [kaybedilen] zamana eklenince sonucun tam bir saçmalık olduğu apaçık ortada... Araba [otomobil] ve petrol endüstrisi kompleksinin çıkarı daha çok otomobil üretilmesini gerektiriyor ve onların çıkarı otomobilin başat ulaşım aracı haline getirilmesini gerektiriyor. İkinci neden de insânî yabancılaşmayla ilgili. Araba tutkusu iflah olmaz bir hastalık ve insanların zenginleri taklit etmesiyle ilgili. Herkes milyarderleri, milyonerleri, büyük gaspçıları taklit etmek istiyor, ‘ayrıcalıklılar sınıfına terfi etmek istiyor ve bunun mümkün ve gerekli olduğuna da inanıyor... Bu yüzden de gezegen hızla tahrip ediliyor ve GSMH’nın ne kadar arttığından, ekonomilerin ne kadar büyüdüğünden, ne kadar hızlı kalkınıldığından söz ediliyor... Geniş bir kitle otomobil kullanır hale gelince, araba ‘lüks’ olmaktan çıkınca, ayrıcalıklı olmak için artık en pahalı arabaya sahip olmak gerekiyor. Bu yüzden araba sahibi olanlar arasında da lüks araba sahibi olanlarla olmayanlar arasında bir ayrışma ortaya çıkıyor. Farklı olma hastalığı insanları bu sefer de çok pahalı arabalara yöneltiyor. Nitekim 4x4 saçmalığı tam da bulunla ilgili. Bunun anlamı ben ortalama insanın binemediği arabaya biniyorum demek. Şimdilerde benim çocukluğumdaki kamyonların büyüklüğünde arabalar [cipler] kentlerin ana caddelerinde boy gösteriyor... Özel araba savunucularının bilinen gerekçesi bunun bir “özgürlük kaynağı” olduğu, istediği yere, istediği hızla istediği zaman gidebilme, istediği yerde durabilme, vb. Bu görüşte olanlar arasında maalesef Marksist solcular da var. Aslında sözü edilen özgürlüğün şimdiki dünyada pek bir reel bir karşılığı yok. Bu, arabanın sağladığı özgürlükten bahsederken, arabanın neden olduğu sayısız bağımlılıkların göz ardı edilmesinden kaynaklanıyor. Arabanın neden olduğu bağımlılıkların ve kötülüklerin yanında sağlanan özgürlüğün pek bir kıymet-i harbiyesi yok. Veya ne pahasına ‘özgürlük’ denecektir...

Özel araba çılgınlığına, dolayısıyla otomobil-petrol emperyalizmine itiraz etmeden, üçüncü, dördüncü, beşinci... Köprüye itiraz etmenin bir kıymeti harbiyesi olmayacağı gibi [kaçınılmaz olarak gerisi gelecektir],  kapitalizme itiraz etmeden ve bir alternatif önermeden de özel arabaya itiraz etmek beyhudedir. Kapitalizme itiraz etmeden nükleer santrallere karşı çıkmak da öyle. Demek ki, sorunların çözümü, radikal olmayı, şeyleri ve olguları kaynağında tartışabilmeyi, asıl sorulması gereken soruları soracak yüksekliğe çıkabilmeyi gerektiriyor. Aksi halde sorunların da çözümsüzlüklerin de büyümeye devam etmesi ve dünyanın her geçen gün daha da yaşanamaz hale gelmesi kaçınılmaz... 

FİKRET BAŞKAYA'NIN GÜNLÜĞÜ


http://groups-beta.google.com/group/iddaa-bayileri?hl=tr         den alinmistir

Sadece Trabzon'da 53 bin Çerkes Öldü

Jineps Gazetesi Yayın Kurulu Üyesi Yaşar Güven, Çerkeslerin yaşadığı dramın 21 Mayıs 1864'te Rusların gerçekleştirdiği soykırımla sınırlı olmadığını söyledi

Osmanlı'ya gelen Çerkesler de sefil haldeler. Sadece Trabzon'da 53 bin Çerkes'in öldüğü anlaşılmaktadır. Türkiye'nin dört bir yanında toplu mezarlara rastlamak mümkün.

Çerkesler, Çerkes tavuğu, Çerkes kızları ve Çerkes Ethem ile bilinir. Onların da köylerine 'Vatandaş Türkçe Konuş' tabelaları asıldığını, isimlerine yasak konduğunu bilmezler.

Çerkesya'da 'mutedil sosyalizm' vardı

Çerkes tavuğu, Çerkes kızları ve 'Çerkes Ethem' dışında, Çerkesler bir de 'devletçilikleri' ile bilinir. Ne iç ne dış kamuoyu, tarihin kaydettiği en büyük soykırım ve sürgününün Çerkeslere uygulandığını bilmediği gibi, zorunlu geldikleri bu topraklarda bir kez daha sürgüne uğradıklarını, onların da köylerine 'Vatandaş Türkçe Konuş' tabelaları asıldığını, Çerkes isimlerine yasak konduğunu, bir dönem Çerkes olduklarını bile gizleyecek kadar baskı altında kaldıklarını bilmezler.

Tarihsel toprakları Çerkesya'da çok toplumlu bir kültürü, halk meclisleri ve yazılı olmayan bir anayasayla halkın kendi kendini yönettiği bir 'devlet' anlayışını içselleştirmiş Çerkesler, bugün ise darmadağın oldukları diasporada var olma mücadelesi veriyor.

Çerkeslerin tek gazetesi, aylık Jıneps Gazetesi'nin yayın kurulu üyesi Yaşar Güven'e, Çerkes sürgününü ve Çerkes Ethem'den, Hamidiye Alayları'na yakın tarihin bellettiklerini sorduk.

Güven'in yanıtları eminim, Çerkeslere ilişkin ezberleri bozduracak ve yakın tarihi bir kez daha sorgulatacak.

21 Mayıs Çerkesler için ne ifade ediyor?

Çok uzun yıllar süren Kafkasya-Rusya savaşının sonunu ifade eder 21 Mayıs. Çerkesler o tarihte yenilgiye uğruyorlar. Rusya on yıllardır geliştirdiği politikaların sonucunda stratejik olarak çok önemli gördüğü Karadeniz sahillerini boşaltmak istiyor. Yöntem de belli. Ya Çerkesleri Kafkasya dışına çıkartacak ya da kendi istediği bölgeye yerleştirecek. 21 Mayıs uzun yıllar süren savaşın sonu ve Çerkeslere uygulanan sürgünün doruklarına çıktığı gündür. O tarih aynı zamanda zaferi kazanan Çarlık Rusya'sının Soçi'ye yakın Kızılçayır mevkiinde zafer kutlaması yaptığı yerdir. Kızılçayır'da çok yoğun savaşlar yapılmıştır ve çayırın rengi gerçekten de kızıla boyanmıştır. Aslında sürgünün başlangıç tarihi değildir 21 Mayıs. Öncesinde de sonrasında da sürgün olagelmiştir. 21 Mayıs sembolik bir gündür. Hem Kafkasya'da hem diasporada anılır.

Sürgünle birlikte soykırım iddiası da var...

Mağdur edilen halk hakkını aramalıdır. Dünya çapında araştırmacıların sonucuna, (Bunların içinde Fransız, İngiliz, Alman ve hatta Ruslar bile var.) dönemin Çarlık Rusya'sının komutanlarının yazışma ve toplantı notlarına baktığımızda çok açık ve net şekilde 'Ya yok edeceğiz, ya da süreceğiz' anlayışı görülecektir. 1948 BM Soykırım Sözleşmesi'ne baktığınızda ve bahsettiğim bu belgeleri incelediğinizde sonuca varmanız için hukukçu olmanız bile gerekmiyor. İfade edilen belgeleri göz önüne aldığınızda Çerkeslere soykırım uygulandığı apaçık ortadadır.

Çerkesler ne zamandan beri orada yaşıyordu?

Bu konuyla ilgili yapılmış çok ciddi araştırmalar var. Prof. Ruslan Beklozov 'Çerkeslerin Etnik Tarihi' kitabından, başka bir çok biliminsanının yaptığı araştırmalardan, hatta Antik dönem Yunan ve Roma tarihçilerinin yazdıklarından ortaya çıkan tablo şudur: Çerkesler bölgenin otokton halkıdır. Karadeniz'in kuzeyi yani Azak denizi dahil olmak üzere Kafkasya'da yaşayan halklardır. Tarihsel araştırmalardan, arkeolojik kazılardan bu yerleşik halkın Kimmerler, İskitler, Meotlar ve Sindlerle beraber o bölgede yer aldığını göstermektedir. Halkların birbirinden etkileşimi sonucunda bir iç içe geçme durumu da var. Kimmerler, İskitler, Alanlar... Alanların torunları Osetler halen oradalar. Grek ve Roma etkileri de var. Yani bilinen en eski tarihten beri oradadır Çerkesler.

Belgelerde Çerkeslerden 'dağlılar' diye söz edilmekte. Ayrıca Ruslar tarafından vahşi ve barbar olarak nitelendiriliyorlar. Bunu nasıl yorumluyorsunuz?

Daha egemen konumda olan halklar diğerlerini ezebilme şansına sahiptirler her zaman. Dolayısıyla Ruslar uluslararası boyutta Çerkesleri vahşi ve barbar olarak tanıtma yoluna gitti. Güney Afrika, Güney Amerika ve Ortadoğu da bunlara örnek çoktur. Emperyal devletler her zaman aynı söylemi kullanırlar. Tıpkı ABD'nin bugün 'medeniyet götürdüğünü' iddia etmesi gibi. Bu anlayış bugün de değişmedi.

12 Eylül sonrasında Kürtler için de dağlı tanımlaması yapıldı.

Evet, dağlarda yürürken 'kart kurt' sesleri çıkardıkları bile söylendi darbeciler tarafından. Kafkasya özeline dönersek, 'dağlı' demeleri çok doğal. Kafkasya'nın coğrafyası zaten dağ silsileleriyle örtülüdür, geçit çok azdır. Savaş döneminde Güney Osetya ve Kuzey Osetya arasındaki geçitlerin askeri anlamda çok önemli olduğu ortaya çıkmıştır. Hem savaş anlamında hem de ticari olarak önemlidir bu geçitler. Abhazya'nın çok uzun bir sahil şeridi vardır ama hemen arkasında müthiş bir dağ silsilesi görürsünüz. Dolayısıyla bu insanlar dağda da yaşamayı beceren, doğayla iç içe yaşayan, ovada ve 50 derecelik dağ eğiminde tarım yapmayı becerebilen bir halk. Dağlı tanımını pek çok yazar da kullanmış ama hepsi aşağılayıcı anlamda kullanmamıştır.

Sürgün ve soykırım yaşamış bir halk dünya kamuoyunda bilinmiyor, neden?

Çarlık Rusya'sı dönemin büyük gücü. İngiltere, Osmanlı ve Çarlık Rusya'sının anlaşmasıyla gerçekleşiyor sürgün. Osmanlı topraklarında çok ciddi bir yerleştirme politikası sonucunda

İç Anadolu'ya yerleştirilenler Doğu-Batı arasında, Balkanlar'a yerleştirilenler Hıristiyan ve Müslümanlar arasında bariyer oluşturuyor. Osmanlı-Rus harbi Rusya'nın lehine bitince Rusya anlaşmaya şöyle bir madde ekletiyor: 'Balkanlar'daki Çerkes halkını oradan tehcir edin.' Oradaki Çerkesler ikinci bir sürgünle Anadolu ve ağırlıklı olarak Ortadoğu'ya sürülüyorlar. Bu arada Kafkasya'dan Osmanlı'ya başka bir göç daha yaşanıyor. Osmanlı'ya gelen Çerkesler de sefil haldeler. Çünkü Osmanlı böylesi yoğun bir sürgüne hazırlıklı değil. Bölgede çalışan Fransız doktorların ve BM çalışanlarının belgelerinden sadece Trabzon'da 53.000 civarında Çerkesin öldüğü anlaşılmaktadır. Türkiye'nin dört bir yanında, sahil kesimlerinde toplu mezarlara rastlamak mümkün. Osmanlı bütçesinden yeterli bir pay ayrılmamış ya da ayrılmışsa da paşalar arasında yok olmuş

1923 sonrasında ise 'ulus devlet' ile ciddi baskılar başlıyor. Kürtlere yapıldığı düşünülen baskılar aynı şekilde Çerkeslere, Gürcülere, Lazlara ve diğer halklara da uygulanıyor. Tüm köylerde 'Türkçe konuş' tabelaları asılıyor. 1923'te Manyas ve Balıkesir civarından Çerkes Ethem bahanesiyle iç sürgüne tabii tutulmuş 14 köy var. Doğu Anadolu'ya gönderiliyorlar. Ama mecliste çıkan ciddi tartışmalar sonucu geri dönüyorlar. Bütün bu baskıların sonucunda sadece Çerkesler değil tüm halklar sindiriliyorlar. Çerkesler 1950'lere kadar örgütlenemiyorlar. Dernekleşme çabaları başlıyor. O zamanlar müthiş bir iç disiplin var. Çocuklarını okula yollayan aileler çocuklarına 'Sakın Çerkes olduğunu söyleme, belli etme.' diyor. Bizim bir üst kuşağımız bunun canlı örneğidir. Bu ve benzeri baskıların sonucunda biraz mahcup bir tavır içine girdi Çerkesler. Kendilerine uygulanan zulmü, sürgünü ve soykırımı ifadede zorlandılar. Sürgünün bilinç haritasına yazılması çalışmasını sonraki kuşaklar uğraştı ve bu çaba devam edecek. Dağa, taşa, toprağa yazılacak.

Çerkesler niye hem 'hain', hem de devlet işbirlikçisi olarak tanınıyor?

Sorunun içinde yanıt da var. Hem hain ve hem de işbirlikçi olunur mu? İşine gelince hain, işine gelince işbirlikçi... Ama işbirlikçi olunca 'Çerkes' oluşun gizli, hain deneceği zaman 'Çerkes' açık. Burada kısaca Ethem olayına göz atalım. Kurtuluş Savaşı'nın başlangıç döneminde Mustafa Kemal'in silah arkadaşlarından biri Rauf Orbay'dır. Rauf Bey Abaza'dır ama ne hikmetse kimse bundan bahsetmez. Onun çabalarıyla Ethem ilk direniş cephesini kuruyor. İrili ufaklı 14 civarında isyanı bastırıyor. Bu isyanların içinde Çerkes Aznavur isyanı da var. Düzce isyanında bazı Çerkes ve Abazayı idam sehpasına çektiriyor Ethem. Bir çok Çerkes, Ethem'in aslında Çerkesler'e büyük zarar verdiğini, bir ihanet varsa bunu kendilerinin sorgulaması gerektiğini düşünmektedir.

Hayır. Kuvayi Milliyeciler ile padişah güçleri arasındaki çekişmede İstanbul yanlılarının gerçekleştirdiği isyanlar. Yozgat Çapanoğlu İsyanı sırasında Ankara aciz kalınca Ethem çağırılıyor. Ankara'da milli kahraman olarak karşılanıyor. Mecliste ayakta alkışlanıyor. O zamanlar 'Ethem Bey'dir, 'Çerkes Ethem' değildir. Adı yazışmalarda, Kuvayi Seyyare Komutanı Ethem Bey olarak geçer. Düzenli ordu ve Kuvayi Seyyare arasındaki çelişkilerin sonucunda Ethem'in isyan ettiği söylenir. Hayır. Ethem isyan etmedi, tasfiyesine karar verildi, çünkü ulus devletin oluşturulması aşamasına geçilmişti. Anadolu ayakları üzerinde dikilir hale gelmişti. Dolayısıyla Ankara'nın Ethem'e ihtiyacı kalmamıştı. Yunanlılara sığındığı söyleniyor. Bu doğru değildir. Ethem savaşmak istememiştir. Tek bir savaş yapmadan general olan İsmet İnönü politikalarıdır bunlar, sadece Ankara ve Meclis politikası değildir. Ethem, Yunan ordusunun karşısındayken geri dönseydi o düzenli birlikleri dümdüz ederdi. Bu gücü vardı. Çünkü birlikleri zaten neredeyse düzenli hale gelmişti. Topu, tüfeği vardı. Savaş yeteneği ve tecrübesi olan bir ordusu vardı. Bıraksaydı Yunanlılar Ankara'ya kadar gelirlerdi. Ethem, kendisine çok bağlı insanlarla bir toplantı yaptı, kendisinin tasfiye edileceğini anlamıştı. Savaşmamaya karar verdiğini, savaşın dışında kalacağını belirtti.

Çerkesler Hamidiye Alayları'nda yer aldı mı?

Hamidiye Alayları için; birlikler Kürt, subayları Çerkes dendi ya. Sanki Kürtler ve Çerkesler, Ermeni tehcirine karar verecekler. Böyle bir şey olabilir mi? Hamidiye Alayları'nda yalnız Kürtler, Çerkesler yok, bütün halklar var. O dönem Osmanlıda hangi halklar varsa, hepsi var. Bir ordudan bahsediyoruz... Türkiye-Ermenistan ilişkileri yumuşayınca bu işi birilerine ihale etmeye çalıştılar. Kime ihale edelim Çerkeslere, Kürtlere ihale edelim. O dönem zaten kendileri ezilen Kürtlerin, Çerkeslerin kendi kendilerine karar alıp, inisiyatif koyup uygulamaları mümkün olabilir mi. Çerkesler de Hamidiye Alayı'nda vardı, ama diğer halklardan ne kadar insan varsa o kadar. Ayrıca Çerkes kimliği ile yer almadılar orada.

Khase'de ortak karar alıyorlar

Çok toplumlu olan Çerkesya'daki yönetim şeklinden bahsedebilir misiniz?

Çerkesya'da bir yığın kabile var. Sadece Adıge, Abaza ya da Vubıh değil. Farklı halklar da var. Ve birbirleriyle dalaşmıyorlar. Çerkesler savaşçıdır ama saldırgan değildir, kendilerini savunma anlamında savaşçıdırlar. En ince, en hafif ve en dayanıklı zırhı üretmişlerdir. Kılıçlarıyla, kamalarıyla meşhurdurlar. Barış içinde yaşayan halk yazılı olmayan bir anayasaya sahiptir. 1500-1600'lere geri gittiğimizde de aynı kurallarla yönetilen halklar çıkar karşımıza. Her bir yerleşim biriminden temsilcilerin katılımıyla meclisler oluşturuyorlar. Adıgeler bu meclise 'Khase' adını verir. Bu meclisten ortak kararlar çıkarıyorlar. Bu kararları atlılarla, duyurucularla Kafkasya'nın her köşesine ilan ediyorlar... Sınır ihlalleri, toprak sorunu, hırsızlık gibi yaşama dair tüm sorunlar 'Khase'nin aldığı kararlardan çıkan kurallarla çözülmüştür. Bu yaşam biçiminin adı 'Habze'dir. Günümüzde ritüeller silsilesi gibi düşünülüyor. Nasıl evlenilir ya da cenaze kuralları gibi. Ama 'Habze' bu değildir. Kafkasya'ya giden pek çok seyyah ve araştırmacı çok net bir şekilde bir demokrasinin varlığından söz eder. Hapishanesi yoktur bu halkın. Feodalizm döneminden bahsediyoruz, her yerde hapishaneler varken Çerkesya'da suç işlenmiyor muydu da yoktu? İşleniyordu tabii ki. Ama 'Khase' kararlarının yaptırımları uygulanıyor. En ciddi ceza toplumdan uzaklaştırma yani yalıtma cezasıdır. Bundan daha ağır bir ceza olabilir mi?

Çok toplumlu, çok kültürlü, bir lider yerine kendi kendini yöneten bir yönetim anlayışından gelen Çerkesler bugün ne kadarını koruyabildi?

Diasporada çok dağınık bir yerleşim söz konusu. Adıgey, Abaza ve Ubıhlar bazında bakılırsa, en kalabalık oldukları yer Türkiye. O kapalı köy ortamında kendi kültürlerini hayata geçirebilmişler. Habze'yi yaşatma şansı bulabilmişler... Mesela bir örnek vereyim, kendi çocukluğumdan. Bizim köyde bir cinayet işlenmiş, babam da aza olduğu için olayları yakından biliyor. Ölen de öldüren de köyden. Çerkes mahkemesi kuruluyor. Abaza köylerinden bir Abaza, kasabadan bir Adıge, köyden de bir Adıge üç kişilik mahkeme kuruluyor. Bu mahkeme, o cinayeti işleyen aile ve ailenin yakın akrabaları olan üç ailenin köyden sürülmesine karar veriliyor. Ertesi gün at arabalarıyla aileler taşınıyor ve köyü terk ediyor. Yasal mahkeme belki yıllar sonra karar veriyor ama Çerkesler için asıl geçerli olan bu mahkemenin kararı. Ama bugün maalesef bu tür uygulamalar işleyemiyor.

Son dönemde bir örneği yaşandı: Düğünlerde silah atımını yasakladılar. Çerkes düğünlerinde hem maddi hem pek çok can alan, yaralanmalara neden olan silah atma olayı nedeniyle bütün Çerkes köylerinin temsilcileri toplandı. Bir meclis oluşturuldu. Bu toplantıların sonucunda silah atılmama kararı alındı. Silah atılmasına izin verenin düğününün terk edilmesi, bu karara uymayan köyler varsa, oradaki düğünlere gidilmemesi gibi yaptırımlar olacağı da duyuruldu. Ve bu karar uygulandı.

Ama bugün Habze artık bir ritüele dönüşmüş durumda; düğünlerde, cenazelerde ve diğer özel günlerde uygulanan...

Mesela Çerkesya kendi iç dinamikleriyle gelişebilseydi, savaşa rağmen kendi vatanlarında yaşam devam edebilseydi ve Çerkesya'da yaşayanlar, feodalizm döneminden bugüne taşıyabilseydi, bugünkü yönetim biçimlerine alternatif bir model sunacaktı insanlığa.

General Berkok Paşa, 'Tarihte Kafkasya' kitabının yazarı ve avukat-yazar Rahmi Tuna 'Adıge Habze' adlı kitabında, Çerkesya bugüne gelebilseydi yönetim biçiminin 'Mutedil sosyalizm' olacağı konusunda görüş birliğindedir.

Çünkü kendi kendini yönetim, insanların içselleştirdikleri bir kültürdü. Bugün Çerkesleri devletçi diye eleştirenlere de ithaf olunur. Hatta, Çerkesya'da bir devlet olur muydu, bunu ayrıca tartışmak gerekir.

İnci HEKİMOĞLU

Ulus-devletler iflasın eşiğinde mi?

Avrupa'da devlet-ulus yaratmaya kalkanlar başaramayınca devlet yapılarını defalarca bakım ve onarıma aldılar, düzelttiler, yeni biçimler verdiler. Kimi bölgesel özerk yönetimlere, kimi federal yapıya yöneldi. Avrupa'nın birçok devletinde bu gelişmeler 1940'lı yılların ikinci yarısından itibaren hız kazandı. Bu değişimler dizisi kimi devlette 1960'larda, kiminde 1970'lerin sonunda ve özellikle 1980'lerde yeni boyutlar kazandı. Tarihi açıdan neredeyse her yirmi yılda devlet yapılarında reform yapıldı. Halkların istekleri kadar dünyadaki değişimler, toplumsal, bilhassa kültürel ve ekonomik ihtiyaçlar da bunu zorunlu kılıyordu. O günlerden bugünlere devlet-ulusların çatırdağı artık bir devlet sırrı değil.

Avrupa'da bugün devlet-ulus yapısı tümüyle terkedilmiştir, federal yapılı, yerinden yönetilen devlet yapıları benimsenmiştir. Avrupa'da çokdillilik, çokkültürlülük, çokrenklilik esastır. Hızlı kalkınmak, büyümek, rekabet edebilmek, 'kendi renklerini savunabilmek', çağın gereklerine yanıt vermek, işsizliğe çare bulmak, yatırımların ülkenin bütün bölgelerinde adil, dengeli ve eşit bir biçimde yapılabilmesini sağlamak, kültürel açıdan boşlukları doldurmak, gelişmek, gelirlerin ve zenginliklerin adil dağılımını garanti altına almak için reform gerekliydi. Devlet yapısındaki düzeltimlerle yetkiler merkezi devletle bölgesel karar mekanizmaları arasında paylaşıldı, paylaşılıyor. Bu bir süreçtir ve bu süreç devam edici niteliktedir. Örneğin Fransa Cumhuriyeti'nde merkezi devlet neredeyse her yıl kimi yeni yetkilerini daha bölge yönetimlerine devrediyor. Fransa'da ve diğerlerinde devletten ve bölgesel karar mekanizmalarından kim neyi daha iyi yapabilecekse o onunla görevlendiriliyor. Böylece yetkilerin kullanılmasında ve kararların uygulanmasında zaman kazanılıyor. Bunu değişik devletlerin deneyimlerinden bilen başka devletler ve hükümetleri benzer yolu izlemekte geçikmiyorlar. Çünkü hükümet olmak icra etmektir. Hükümet yapmak için vardır. Yapamıyorsa yoktur.

Bu bize ders olur mu? Gazetemiz yazarlarından M. Şehmus Güzel, ulus-devletlerin sorunlarını irdelediği 'Devlet-Ulustan Federasyona' adlı Kardelen Yayıncılık tarafından yayınlanan kitabında bu sorunun yanıtlarını arıyor. Güzel bu soruya yanıtı ararken devlet-ulusun tanımını yapıyor, devlet-ulus inşasındaki kimi sorunlara değinmek için Türkiye Cumhuriyeti devlet yapısını sorguluyor, devlet-ulus yaratılması için kullanılan yöntemleri eleştiriyor, Avrupa Birliği (AB) üyesi devletlerde federal veya özerk yönetimelere gidişin nedenlerini irdeliyor. Örnek olarak İtalya Cumhuriyeti, Belçika Krallığı, İspanya Krallığı ve Fransa Cumhuriyet'ini ele alıyor. Bu arada kendilerine özgü konumları sonucu Akdeniz Adaları'nı da özel olarak inceliyor. Kitap yazarımız Şehmus Güzel, devlet-ulus yapısının bittiği ve onu kopyalayarak alanlar için iflasın kapıya dayandığını tesbit ediyor. KÜLTÜR SANAT SERVİSİ

Suriye Devletinin Kurtleri Araplastirma Politikasi ve Demografi Oyunu

Suriye’de Kürtlerin yoğunlukta bulunduğu bölgelerden çıkarılarak Arapların yerleştirilmesinin hedeflendiği Arap Kemeri Projesi’ni yeniden gündemleştiren Suriye devleti bunu sağlamak için ekonomik yaptırımlara ağırlık verdi. Bölgeye dışarıdan Bedevi Araplar getirilirken, Kürtlere ise topraklarından göç dayatılıyor. KCK Rojava üyesi Kendal Afrin, “Kürtler bir taraftan siyasal ve ekonomik sorunlarla tutsak alınırken, diğer taraftan da Baas Partisi’ne üye olup ajanlaşmayı kabul ederek bu sıkıntılardan kurtulabilmenin imkanları sunuluyor” dedi.
Kürtlere karşı Suriye devleti Arap Kemeri Projesi’ni 1963’te ilk yürürlüğe koyduğunda, projeyi siyasal ve askeri yaptırımlarla geliştirmeye çalışıyordu. 7 Nisan 1972’de Hafız Esad askeri bir darbeyle iktidara el koyduğunda Suriye’de milliyetçi Arap Cephesi de parçalandı. Müslüman Kardeşler Hareketi ile Sünni Araplar, Alevi azınlığın iktidarını temsil eden Hafız Esad’a karşı muhalefet yapmaya başladılar. Baas Rejimi için tehdide dönüşen bu durum Kürtlere karşı sürdürülen Arap Kemeri Projesi’nin de aksamasına neden oldu. Baas Rejimi kendi içindeki muhalefeti bastırdıktan ve 16 Eylül 1998 günü Türkiye ile Adana’da yaptıkları antlaşma ile dünyadaki tecrit konumundan çıkma arayışlarına girdikten sonra Arap Kemeri Projesini yeniden uygulamaya koydu.
GİTSİN KÜRTLER GELSİN ARAPLAR
Proje’nin ilk halinde Suriye’de Kürt bölgesinin demografik yapısını Araplar lehine değiştirme ve Kürt asimilasyonu sağlama gibi siyasal ve sosyal hedefler bulunurken, son yıllarda projenin ekonomik hedefleri de kapsayacak şekilde genişletildiği edinilen bilgiler arasında. Genelde Kürtler, özelde Ecnebi ve Mektum Kürtler devlet işlerinde çalışamadıkları için geçmişte daha çok tarımcılıkla uğraşırlardı. Son yıllarda da kuraklığın etkili olmasından dolayı kendi geçimlerini sağlayacak kadar dahi ürün kaldıramadılar. Devlet de köylüye yardım etmeyince –ki, Ecnebi ve Mektumlara hiçbir dönemde yardım politikası yürütmedi- Kürtlerin büyük bir bölümü iş bulma umuduyla başka yerlere göç etmek zorunda kaldı.
PİLOT BÖLGELERDE GÖÇ YÜZDE 70
Suriye son yıllarda Kürtlere karşı ekonomik alanda ciddi bir baskı yaptığını, bu baskının sonucunda büyük kitlelerin göçe etmek zorunda kaldıklarını belirten KCK Rojava üyesi Kendal Afrin, bu uygulamalar ile Kürt bölgelerinin demografik yapısı ile ciddi bir şekilde oynandığının altını önemle çizdi. Kürt nüfusunun Cezire bölgesinde yüzde 70’inin, Afrin bölgesinde yüzde 30’unun göç etmek zorunda bırakıldığına dikkat çeken Afrin, Kürtlerden boşaltılan yerlere milliyetçi Bedevi Arapların yerleştirildiğini söyledi.
Afrin, Cezire bölgesinde ki göçün Afrin bölgesine nazaran daha yüksek olmasının nedenini ise Arap Kemeri Projesinin ilk uygulamaya geçirildiği dönemde Cezire mıntıkasının pilot bölge olarak seçilmesine bağladı.
EKONOMİK BASKILARLA GÖÇE ZORLANIYORLAR
Kürt göçünü yaratmak için Suriye 1963’ten beri bilinçli bir politika yürüttüğünü, ancak hiçbir dönemde bu kadar başarılı olamadığını belirten Afrin, şunları söyledi: “2006’da sebze fiyatları düştü. Bakıldı ki; ülke genelinde seracılar zarar edecek, seralarda yetişen sebzeler hastalık yapıyor gerekçesiyle, Cezire bölgesinde ki bütün sera alanları kaldırıldı. Arap bölgelerinde ki seralara ise hiç dokunulmadı. Bu uygulama ile Kürtler çok büyük zarlar ederken, Araplar kazanç sağladı.”
Uygulamanın sadece Cezire bölgesi ile sınırı olmadığını, genel bir uygulama olduğunu belirten Afrin, “Fırat suyu Halep’in doğusuna, 300 km kadar uzaklığa dahi götürülmesine rağmen, suya 30 km uzaktaki Kubane’ye verilmiyor. Buda yetmiyor, Fırat’a 7 km uzaklıktaki, Kubane köylerinin kendi imkanları ile sudan yaralanmalarına dahi izin verilmiyor” dedi.
DEMOGRAFİK YAPIYLA OYNUYORLAR
Yaratılan bu ekonomik baskılar nedeniyle Kürtlerin büyük kentlere göç etmek zorunda kaldığını belirten Afrin, buna karşıda boşalan bölgelere Derazor ve Rakka gibi bölgelerden getirilen Bedevi Arapların yerleştirildiğini söyledi. Bu şekilde demografik yapıda bir değişime gitmenin hedeflendiğini vurgulayan Kendal Afrin, “Bedevi aşiretler tarımcılıktan anlamadıkları için üretim güçlerindeki hızlı bir değişimin, bir tarım ülkesi olan Suriye’nin ekonomik durumunu olumsuz etkileyeceği sorunu var. Göçebeliği bir yaşam alışkanlığı haline getiren ve tarımdan anlamayan Bedevi Arapları yerleşik yaşama geçmeye ve tarımcılık yapmaya özendirmek gerekiyor. bu sağlanırken de muhtemel bir ekonomik krizin önlenmesi için tarımcılıkta iş gücü olarak Kürtlerin kullanılması önem kazanıyor” şeklinde kaydetti.
49. MADDE
Bunu sağlayabilmek için 49. madde tanınan bir yasal düzenleme yaptıklarını belirten Afrin, “25 km derinlikteki alanlarda mülk alım-satımı Savunma Bakanlığının onayına bağlandı. Bu yasayla mülklerini satmak isteyen Kürtlere göz yumulurken Arapların mülklerini satmasına izin verilmiyor. Bir taraftan doğa koşullarından kaynaklı olarak yaşadıkları ekonomik sıkıntılar, bir taraftan yeni bir iş sahasına atılmak için mülklerini satıp sermayeye oluşturamama, bir taraftan devletin kendilerine iş vermemesi gibi birçok etken Kürtleri başkalarının tarlalarında çalışan amele durumuna düşürdü” dedi.
TOPRAKLARINDA KİRACI OLDULAR
1963’de çıkarılan Toprak Reformu Yasası ile Kürtlerin bir miktar toprağının kamulaştırıldığını hatırlatan Kendal Afrin, şunlara dikkat çekti: “Barede, Soğoneke, Kimare, Dermışmış, Basufane, Fafırtin, Beyiye, Zorete, Cılbre gibi birçok Kürt köyünün toprakları birileri tarafından satın alınmış. Fakat kimin satın aldığı, bu planı kimin yürüttüğü belli değil. Köylülerin ellerinde bir tek evleri kalmış. Köylüler kendi topraklarını şimdi kiracı gibi işletiyor. Torak sahibi veya sahipleri her kimse, istediği zaman köylüleri oradan da çıkarabilir”
YERİNDE ASİMİLASYON YÖNTEMLERİ
Aynı şekilde Kürt bölgelerinde Kürt öğretmenlerin görev almasına izin verilmediğine dikkat çeken Afrin, “Bundan dolayı da Kürt köylerinde öğretmen sıkıntısı yaşanıyor. Çünkü Araplar Kürtlerin köylerinde çok fazla görev yapmak istemiyorlar. Ortaya çıkan boşluk eskinden yerelden çıkarılan yedek öğretmenler ile doldurulurken, son yıllarda bunların da kendi illerinde görev yapmaları engelleniyor. Bu şekilde Kürt asimilasyonu gerçekleştirilmeye çalışılıyor” dedi.
Suriye’de yaşamını idame ettirmek için ajanlaşmanın kaçınılmazlığına dikkat çeken Afrin, “Kürtler bir taraftan siyasal ve ekonomik sorunlarla tutsak alınırken, diğer taraftan da Baas partisine üye yapılarak bu sıkıntılardan kurtulabilmenin imkanları sunuluyor. Örneğin; üniversiteyi bitiren ama Baas partisi üyesi olmayan bir gencin, vatandaş dahi olsa, iş bulma imkanı yok denecek kadar azdır. Genç eğer Baas partisi üyeyse iş bulmasının önünde bütün kapılar açılıyor. Bu şekilde Kürtler arasında Baas partisi üyeliği özendiriliyor. Baas partisi özünde radikal Arap milliyetçisi bir oluşum olduğu için partiye olan Kürtlere etnik kimliklerinden dolayı fazla güven duyulmuyor. Bu yüzden de Baasi olan Kürtlerden kendilerini ispatlamaları için ajanlık yapmaları bekleniyor. Kendi komşusunu, akrabasını, hatta kardeşini dahi devlete şikayet etmeyi dayatan bu sistem ile insanlar birbirinin korkusundan da olsa kendi etnik kültüründen uzaklaşır hale getiriliyor.”
KİMLİKSİZ VATANDAŞLAR: ECNEBİ KÜRTLER
1962 yılında yapılan Olağanüstü Nüfus Sayımı’nda Cezire bölgesinden yaklaşık 100 bin Kürtün Suriye vatandaşlığından çıkarıldını hatırlatan Afrin, bu sayının 2000li yıllarda 300 bine ulaştığını söyledi. KCK Rojava üyesi Afrin ancak Kürtlerin baskıları nedeniyle Suriye Devleti’nin 2005-06 yılları arasında Ecnebi Kürtlerin çok az bir kısmına yeniden vatandaşlık verirken, geri kalanı hala Ecnebiliği belgeleyen kırmızı bir kart ile hareket ettiğinin altını çizdi.
Afrin şunları belirtti: “Ecnebilerin hiçbir devlet işinde çalışmasına izin verilmezken, kendi isimleriyle mülk edinmeleri de yasak. Suriye vatandaşı olan birinin ismine ancak mülk edinebiliyorlar. Aynı şekilde, devletin vatandaşına yaptığı sosyal ve siyasal hakların hiçbirinden yararlanamıyorlar. Çocuklarının ilkokula kadar okumasına devlet yardımı yapılırken, ondan sonrasını aileler ancak kendi imkanları ile sağlayabilirler. Kendi imkanları ile üniversiteyi dahi bitirmiş, Ecnebi çocuklarının devlet dairelerinde çalışmaları kanunen yasak. Devlet kapitalizmi ile yönetilen Suriye’de özel şirketlerde çalışmaları ise imkansız. Devlet vatandaşlarına verdiği aylık kartlar ile yiyecek ve giyecek fiyatlarında indirim yaparken, Ecnebiler bu indirimden de yararlanamıyor, her şeyi kendi imkanları ile karşılamak zorunda kalıyorlar.”
ÜÇÜNCÜ SINIF VATANDAŞ: MEKTUMLAR
Suriye’de vatandaş kabul edilmeyen üçüncü bir kesim ise Mektum diye tabir ediliyor. KCAK Rojava Üyesi Afrin, bununla ilgili “Bunlar hiçbir resmi kayıtta isimleri dahi geçmeyenlerdir. Ki; resmi kayıtlarda isimleri bulunmadığı için evlenirken resmi nikah dahi kıyamıyorlar. 1962’deki olağanüstü sayımda hiçbir kayda geçirilmeyen bir kesimden oluşan Mektumlar’ın anne veya baba tarafından biri Suriye vatandaşı görünürken diğeri Ecnebiyse, doğan çocuklar Mektum sayıldığı için, sayıları her geçen gün artıyor. Devletin yanında hiçbir kayıtları bulunmuyor. Bu yüzden hiçbir resmi kayıtta isimleri geçmiyor. Ecnebilerin yararlandığı kısmi haklardan dahi yararlanamıyor, ilkokuldan yukarısını kendi imkanları ile bile okuyamıyorlar. Kimlik kartı yerine beyaz bir kart ile dolaşan bu kesimi, Suriye Devleti inkar ediyor” dedi.

Nihat KAYA -ANF