20 Mayıs 2010 Perşembe

BDP Doğru Siyaset Yapamayınca…

Anayasa değişikliği görüşmelerinde çelişki ve çatışmaların en fazla AKP ile CHP-MHP bloğu arasında geçmesi beklenirken, BDP en fazla tartıştırılan parti oldu. AKP anayasa paketini meclisten geçirmek için her yola başvururken, CHP ve MHP paketi geçirmemek için aynı yollara başvurdu. Ne pakete karşı ne de paketi destekleyen tutumuyla BDP ise paketi daha da geliştirmek gerektiğini savurarak eleştirmesine rağmen, taleplerini çok fazla kimseye dinlettiremedi. Bundan dolayı gerekli olan toplumsal taban örgütlenmesini yapamadı. Bundan dolayı da kamuoyu anayasa paketi karşısında BDP’nin ‘evetçi’ mi yoksa ‘hayırcı’ mı olduğuna bir türlü karar veremedi. BDP de bunu yeterince izah edemedi. Bundan dolayı kimi zaman tarafsız, kimi zaman da ‘hayırcı’ kanattaymış gibi değerlendirilmesine neden oldu.
BDP, aslında anayasa değişikliğini en fazla destekleyen parti konumunda. Ama AKP’nin hazırladığı paketi yetersiz buluyordu. Bundan dolayı seçim barajının düşürülmesi, TMK’nın yeniden gözden geçirilmesi ve TMK mağduru çocukların serbest bırakılması, siyasi parti kapatmalarının zorlaştırılması ve hazine yardımının adil yapılması gibi bazı anayasal ve yasal değişiklik ve düzenlemelerin yapılması gerektiği yönünde görüş ve önerilerini sunmuştu. Bu konuda AKP ile ortak bir çalışma içine girmeye hazır olduklarını da beyan etmişlerdi. Anayasa değişikliği konusunda tutumları netti. Hatta birçok BDP milletvekili anayasa değişikliği konusunda AKP ile ittifak geliştirmeye dahi hazır olduklarını belirtmişlerdi.
Şimdi bakıyoruz, BDP değişim karşıtı, statükocu cephenin içinde görünüyor. Birçok yazar bu durumu bir paradoks olarak ele alıyorlar. Aslında ortada bir paradoks yok. BDP’nin statükocu güçler ile uzlaşma durumu da yok. Ortada AKP’nin BDP üzerinden yaptığı farklı hesaplar bulunuyor.
Anayasa paketi görüşmelerinde AKP’nin kendi içinde birkaç fire verebileceğini de göze alarak, BDP gibi değişimden yana olan ve bu konuda bir ittifaka hazır olduğunu belirten bir partiyle uzlaşması ilk başta akıllıca görünüyor. Ama özünde böylesi bir ittifak AKP için çok tehlikeli. Çünkü Türkiye kamuoyu yıllardır iki temel tehdit unsuruyla terbiye edilmeye çalışılmış. Bunlardan biri ‘bölücülük’, diğeri ‘irtica’. BDP bugün bile ‘bölücülükle’, AKP’yse ‘irticala’ bağlantılandırılmaya çalışılan iki legal parti. Her ikisinin anayasa mahkemesindeki davaları da bu nedenden ötürü. Kamuoyunda bu kadar teşhir edilmiş iki farklı anlayıştan yargılanan iki ayrı partinin bir araya gelmesi, her iki partinin teşhirinin yapılmasını kolaylaştıracağı gibi, bu durumdan en fazla etkilenecek olan parti de AKP olacak.
Çünkü AKP her şeyden önce bir parti gibi görünse de bir blok veya bir cephe örgütlenmesini andırıyor. Sadece Milli Görüşçülerden oluşan bir oluşum değil. İçinde Kürşat Tüzmen gibi ülkücü gelenekten gelenler ile Ertuğrul Günay gibi sol gelenekten gelenleri ve Dengir Mir Mehmet Fırat ve Mehmet Şimşek gibi Kürt kökenlileri de barındırıyor. Bu yapısıyla AKP biraz daha bir koalisyon partisine benziyor. Hassas bir denge üzerinden ilerliyor. Dengeleri biraz zorladıklarında dağılma ile yüz yüze gelme ihtimali en yüksek parti durumunda.
AKP, statükocular karşısında değişim gücü olmak için de olsa BDP ile değil bir ortaklığa gitme, yan yana dahi dursa bu durum AKP içindeki ülkücü kanadı hareketlendirecektir. Partiyi bölünmeyle yüz yüze getirecektir. BDP’nin yüzde altılık oyunu kazanmak isterken, milliyetçi kanadın yüzde on civarındaki oyunu kaybetme riskini getirecektir. Üstelik biri ‘irtica’, diğeri ‘bölücülükle itham edilen iki partinin bir araya gelmesi kolay teşhiri yapılacak ve muhalefete malzeme verecek bir durum olacaktır.
AKP bundan dolayı BDP ile değil ittifak kurmak, bir arada görünmekten dahi kaçıyor. Paketin 8’inci madde gibi bazı maddelerinin riskli olduğunu bilinmesine ve bu konuda Şırnak Milletvekili Hasip Kaplan “Acil kan ihtiyacı olduğunda devreye gireriz” diyerek, açık çek vermesine rağmen AKP BDP’den destek istemedi. İstemedikleri içinde parti kapmayı zorlaştıran madde meclisten geçirilemedi. Böylesi bir riskin olduğunu bile bile AKP kurmayları, sırf BDP ile birliktelik görüntüsü vermemek için destek istemediler. Aynı maddenin ilk tur görüşmesinde oylamaya sembolikte olsa katılan beş BDP’li için bile ‘katılmasalardı da olurdu’ imasında bulunmuşlardı.
8. maddenin ikinci tur oylamaları sonucunda 8. maddenin kabul edilmemesine neden olan AKP’nin retçi milletvekillerinin, BDP’lilerin ilk turda maddeyi desteklemelerine tepki olarak ikici turda ‘hayır’ oyu vermedikleri yönünde spekülasyonlar yapılıyor. Bu tutumlarıyla parti yönetimine, BDP’den uzak durmaları gerektiği yönünde mesaj verdikleri bile dillendiriliyor.
Ortaya çıkan durumuysa AKP, başka bir biçimde lehine çevirme arayışına girdi. Bu sefer de ‘statükoculardan en fazla Kürtler mağdur olmalarına rağmen BDP, anayasa paketini desteklemeyerek Kürtlerin baş düşmanı statükocular ile uzlaştı’ gibi sözlerle BDP tabanını referandumda kendi cephesine akıtma çabasına girdi. Bunun sonucunda BDP’yi medya yoluyla tartıştırmaya başladı.
Sorunun kökenindeyse AKP’nin BDP’yi yok sayan, onun genel başkanlarıyla görüşmeyi dahi hazmedemeyen, öneri ve tekliflerini görmezden gelen, yaklaşım yatıyor. Yoksa anayasa değişikliği paketi hazırlanırken BDP’nin görüş ve önerileri de biraz dikkate alsaydı BDP paketi desteklemeye hazırdı.
AKP bunu yapmadı. BDP’ye ‘seni tanımıyorum’ dedi. Ardından, pakete ya ‘evet’ ya da ‘hayır’ deme ikilemiyle yüz yüze bıraktı. Farklı bir alternatifin oluşturulması da engelledi. Hal böyle olunca sonuç hayır oldu. Bu sefer de ‘vay… BDP neden hayır dedi’ deniliyor. Sanırım bunun dışında başka bir sonuç beklemek hata olur.

Ali Gündoğdu

Ahlak Bir Toplumun Cimentosu Gibidir



Kapitalizmin daha çekirdek halindeyken siyasal iktidar ve hukuksallığın fideliğinde oluştuğunu tüm gözlemler doğrulamaktadır. Kapitalizm her iktidar ve hukukundan yararlandığı gibi, işine geldiğinde en tutucu savunucusu kesilmiş; çıkarlarını zedelediğinde ise, her tür komplo yöntemleriyle -gerektiğinde devrimci eylemlere katılmak da dahil- devirmekten çekinmemiştir. Bazen en gözü kara devrimcilik oyununa da katılmıştır. Faşist darbecilikten sahte devlet komünizmi darbeciliğine kadar -özellikle bunalım ve kaos dönemlerinde- iktidar savaşlarını gerçekleştirmiştir. Tarihin en kapsamlı sömürgecilik, emperyalizm ve imparatorluk savaşlarını yürütmüştür. 

Hiçbir ekonomik biçimin kapitalizm kadar iktidar zırhına ihtiyaç duymadığını, kapitalizmin iktidarsız oluşamayacağını önemle belirtmeliyiz. Ekonomi-politik ‘bilimciler’, kapitalizmin en temel özelliği olarak, tarihte ilk defa iktidar dışında ekonomik yöntemle, sermaye-emek gönüllü birlikteliğiyle kârın, artık-ürünün-değerin oluştuğunu iddia ederler. Hem de başat bir varsayım olarak. Burada en az emek teorisi kadar saptırılmış bir söylemle karşı karşıyayız. Bir yerlerden barışçıl tarzda sermaye oluşturulmuş; yine barışçıl ilişkiler sonucunda köylüler, serfler, zanaatkârlar üretim araçlarından kopup bir araya gelerek, adeta mutlu ve devrimci bir evlilik yaparcasına, faktörel değerler olarak bir sentez oluşturup yeni ekonomik biçimi tarih sahnesine çıkarmışlardır. Öykü aşağı yukarı böyle yazılmaktadır. Kocaman ekonomi-politikçilerin sağlı sollu karargâhlarında gerçekleştirilen tüm metinlerde bu idea ‘amentü’ değerindedir. Bu idea olmadan ekonomi-politik olamaz. Buna bir de pazarda rekabeti ekledin mi, dört dörtlük bir ekonomi-politik kitabını ana ilkeleri bağlamında yazdın demektir. 
Kendim bir şey idea etme gereği duymuyorum. Sosyolog ve tarihçi olarak Fernand Braudel’in Maddi Uygarlık araştırması (ki, otuz yıllık komple bir emeğin üç ciltlik muhteşem bir eseridir), çok kapsamlı gözlemleri ve mukayeseli yaklaşımıyla bunu net biçimde yalanlamaktadır. Braudel’in bu eserindeki birinci ideası, kapitalizmin pazar karşıtı olduğudur. İkincisi, kapitalizm gırtlağına kadar güç, iktidar bağlantılıdır. Üçüncü olarak, başından beri endüstri öncesi ve sonrasında hep tekeldir. Dördüncü olarak, kapitalist içten ve alttan rekabetle değil, dıştan ve üstten tekellerle -talanla- dayatılmıştır. Kitabın anafikri budur. Eksik, katılmadığım yanları olsa da, anlatım yönü ve özü itibariyle en değerli bir tarih-sosyoloji yorumudur. Sınırlı da olsa İngiliz ekonomi-politikçileri, Fransız sosyalistleri ve Alman tarihçi ve felsefecilerinin sosyal bilime yönelik tahribat ve saptırmalarını düzeltmede iyi bir giriştir.
Gönüllü ve serbest rekabet ortamında emek birikimlerini ve güçlerini birleştirerek, kapitalist ve işçinin gerçekleştirdiği bir ekonomik düzen yoktur. Masal ve öyküler bile gerçek’ten bu denli uzak düşmemiştir. Tek tek ve grup, sınıf olarak kapitalist sayabileceğimiz tüm unsurlar ve sahip oldukları ekonomik güçler, bir saniye iktidarın koruması olmadan ayakta duramazlar ve iktidar ellerinde durmaz. Yine iktidarın en kapsamlı kuşatması olmadan, hiçbir kent pazarında serbest rekabetle ne mal alışverişi, ne işgücü üzerinde bir pazar söz konusudur. En önemlisi de serfin, köylünün ve kent zanaatkârının toprak ve tezgâhından koparılışı acımasız ve adaletsiz bir zor ortamı oluşturulmadan geliştirilemez, gerçekleştirilemez. Avrupa’da neredeyse 14. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar boydan boya bu toprak ve atölye emekçilerinin anaları gibi bağlı oldukları bu geçim araçlarından koparılışı isyanlar ve ihtilallerle karşılanmıştır. Binlerce insan idam edilmiş, milyonlarca insan iç savaşlarda öldürülmüş ve hapishane ve hastanelerde çürütülmüştür. Bunlar yetmemiş, aralarındaki mezhep ve ulus savaşlarıyla ortam kan deryasına dönmüştür. Sömürge savaşları ve emperyalist savaşlar bilançoyu konsolide etmiştir. 
Tüm bu zor etkenlerinin kapitalizmin doğuşundaki dıştan dayatmalı tekelci talancı karakteriyle ilişkisi gayet iyi gözlemlenmekte ve açıkça görünmektedir. Hangi ekonomik-politik retoriği bu gerçekleri tersyüz edebilir? 
Gerçekleri daha somut görebilmek için, kapitalistleri zafere götüren on altıncı yüzyıl savaşlarını yakından gözlemlemek gerekir. Yüzyılın başlıca iktidar ve savaş faktörleri Habsburg sülalesinin İspanya kolu imparatorları, Fransa’dan Valois sülalesi kralları, İngiltere’de Norman kökenli kralların yerine geçen Anglo-Sakson Stuartlar hanedanı ve en ilginci ve zincirleme reaksiyon başlatacak olan daha ismi bile konulmamış Hollanda’nın yeniyetme Orange Prensliği.
Müslümanların İspanya’dan kovulmasından (1500’lere doğru) güç alan ve hızla imparatorluğa koşan bu Alman kökenli Habsburglu kral ve imparatorlar, kendilerini Roma’nın mirasçısı olarak görüyorlar. Özellikle Konstantinopolis’in 1453’te Osmanlı sülalesinin eline geçmesi ve Osmanlılarla yürütülen savaşın başını Avusturya Habsburglarının çekmesi bu ideaya gerekçe olarak kullanılmaktadır. Fransız Valois kral sülalesi de imparatorluk ateşine tutulmuştur. 

Roma’nın gerçek mirasçısı olarak kendilerini görmektedir. İngiltere Krallığı ve Hollanda Orange Prensliği bu iki imparatorluk tarafından yutulmamak için bir nevi pro-ulusal kurtuluş savaşlarını vermektedir. Peşi sıra İsveç Krallığı, Prusya Prensliği ve hatta Moskova Prensliğinin Çarlık yükselişi benzer hareketler olarak kendilerini duyuracaklarıdır. İngiltere Krallığı ve Orange Prensliği 16. yüzyıl başlarında İspanya ve Fransa kralları tarafından gerçek bir yutulma tehlikesi ile karşı karşıyaydılar. Eğer bu eylemler başarılı olsaydı, İngiltere ve Hollanda başta olmak üzere, Kuzeybatı Avrupa kentlerinin kapitalistik gelişmelerinin İtalya’nın Venedik, Cenova ve Floransa kentlerinin konumuna düşmesi yüksek bir olasılıktı.

İtalya’nın çok güçlenmiş bu kapitalist kentlerinin tüm İtalya çapında kapitalizmin zaferini sağlayamamalarının temel etkeni siyasal güçsüzlükleriydi. Daha doğrusu, İtalya üzerinde (dolayısıyla kent zenginlikleri üzerinde) İspanya, Fransa ve Avusturya kral ve imparatorlarının yürüttüğü egemenlik ve fetih savaşları, bu kentlerin boyun eğmesiyle sonuçlanmıştır. Söz konusu kentler sınırlı bir ekonomik ve siyasi güçle yetinmek zorunda kalmışlardır. Dolayısıyla hem İtalyan birliği gecikmiş, hem de kapitalizmin İtalyan deneyimi yarım kalıp tüm ülkede yaygınlaşamamıştır. Geçici de olsa, burada zor belirleyici rol oynamıştır. Karşılık olarak ve her kapitalistik unsurun içine girdiği gibi, İtalyan kent kapitalistleri de siyasal egemenlikten vazgeçirilmeleri karşılığında bu devletleri finans yoluyla kendilerini bağlayıp “al gülüm ver gülüm” politikasına alet olmaktan çekinmemişlerdir. Çünkü kapitalizm yeni dini para > para (PP) etrafında şekillenmektedir. 
İngiltere Krallığı ve Orange Prensliği yenilmediler. Bu yenilmemede kapitalist unsurların hem devleti kredilendirmeleri, hem de devletle birlikte oluşturdukları gemi ulaşım sanayi başat rol oynadı. Kara gücü değil, deniz gücü üzerinde yoğunlaşmaları kendilerine zaferin yolunu açtı. Bu süreçte çok önemli iki stratejik gelişme ortaya çıkmıştır: 
1- İngiliz Krallığı ve Hollanda eyaletleri kapitalist tarzda yeniden örgütlenen ve eylemleşen devlet modeline ağırlık verdiler. 

Düzenli vergilerle beslenen, bütçesini denkleştiren, rasyonel bir bürokrasiye ve profesyonel bir orduya dayanan ilk örnekler oldular. Üstün deniz güçleriyle İspanya ve Fransa’nın deniz gücünü yendiler. Atlas Okyanusu ve sonraları Akdeniz’deki egemenlikleri, sömürge savaşlarının da kaderini belirledi. İspanya ve Fransa’nın düşüşü böyle başlar. İspanya ve Fransa krallarının karadaki başarıları, borçlanmaları nedeniyle astarı yüzünden pahalı Pirus zaferlerine döndü. Kapitalist ekonominin de kaderini belirleyenin İngiltere ve Hollanda’nın iktidar yapılanmasındaki yenilikler olduğu genelde kabul gören bir yorumdur. Bir kez daha görüyoruz ki, kritik bir dönemeçte siyasi zor ekonomik biçimlenme üzerinde belirleyici rol oynayabiliyor. İtalyan kentlerinin başaramadığını, Londra ve Amsterdam kentleri başarıyor.
2- İngiltere ve Hollanda’nın siyasi erkine zıt bir gelişme, bu yüzyıldaki İspanya, Fransa ve Avusturya imparatorluk devletlerinde yaşanmaktadır. 

 Bu üç devlet de daha çok Roma modeline benzer bir imparatorluk kurmak sevdasındaydılar. Aralarında hem yoğun akrabalıklar hem de çelişkiler vardı. İngiltere Krallığı bu sevdadan erken kurtuldu. Avrupa imparatorluğu yerine gözünü dünya imparatorluğuna dikti. Ama kapitalist sistemin zaferine dayalı olarak İspanya, Fransa ve Avusturya devlet rejimleri her ne kadar modern monarşiler olmaya doğru birçok reform yaşasalar da, öz itibariyle eski toplumlara göre şekillenmiş siyasal araçlardı. Modern bir vergi, bürokrasi ve profesyonel ordu oluşturmaktan uzak idiler. Bütçeleri denk değildi. Sürekli borçlanıyorlardı. Kapitalist gelişmenin yol açtığı huzursuzlukları çözmede yetersiz kaldılar. Kapitalistlerinin kendilerini tam desteklemeleri şurada kalsın, borç ve iltizam nedeniyle aralarında yoğun çelişkiler oluşuyordu. Feodal aristokrasiyle merkezileşme, monarşik krallık hamlesi nedeniyle çelişkiler daha da yoğundu. Kent-kır çelişkisi nedeniyle de bütün toplum ayağa kalkmıştı. İsyanlar bile bu monarşileri nefessiz bırakmaya yeterliydi. İngiltere ve Hollanda’nın el altından muhalifleri desteklemesi, birçok devrimin patlak vermesine yol açıyordu. Tabii amaç ve sonuçlar bazen çok farklı oluyordu. Tıpkı Büyük Fransa Devriminde olduğu gibi. 
İtalya’da kapitalist ekonominin siyasal-toplumsal zaferini önleyen aynı güçler, Fransa, İspanya ve Avusturya monarşileri; İngiltere ve Hollanda kent kapitalistleri tarafından finanse edilen verimli devlet modelleri karşısında defalarca yenilgiye uğramaktan kurtulamadılar. Çok açıkça bir kez daha ekonomik biçimle zor sistemleri arasındaki ilişkilerin stratejik sonuçların doğuşunda belirleyici rol oynadıklarını gözlemlemekteyiz. Zor, iktidar ve ekonomi arasındaki ilişkilerin anlaşılması açısında 16. yüzyıl Avrupa’sı tam bir laboratuar işlevi görme konumundadır. Adeta tüm uygarlık tarihi mezarından uyanıp kendi öz öyküsünü anlatır gibidir. Şunu söyler gibidir: Kendini (16. yüzyıl Avrupa’sı) anladığın kadar, beni de anlamış olursun!
Zor ve ekonomi arasındaki ilişkinin tarihsel-toplumsal gelişiminin kısa bir özeti konuyu daha iyi açıklığa kavuşturacaktır.

a- Uygarlık öncesi toplum çağlarında ‘güçlü adam’ın ilk zor örgütlenmesi sadece hayvanları tuzağa düşürmedi.

Kadının duygusal emeğinin (göz nurunun) ürünü olan aile-klan birikimine de göz koyan yine aynı örgütlenmeydi. Bu ilk ciddi zor örgütlenmesidir. El konulan, kadının kendisi, çocukları ve diğer kan hısımlarıydı; hepsinin maddi ve manevi kültür birikimleriydi; ilk ev ekonomisinin talanıydı. Bu temelde proto-rahip şaman, tecrübe sahibi şeyh ve güçlü adamın zor örgütünün el ele verip, tarihin ilk ve en uzun süreli ataerkil hiyerarşik (kutsal yönetim) gücünü oluşturduğunu tüm benzer aşamadaki toplumlarda gözlemlemekteyiz. Sınıflaşma, kentleşme ve devletleşme aşamasına kadar toplumsal ve ekonomik yaşamda bu hiyerarşinin belirleyici rol oynadığı açıktır. 
b- Sınıf-kent-devlet oluşumuyla başlayan uygarlık sürecindeki ekonomik biçimlenmeye, rahip-kral-komutan olarak kişiselleştirebileceğimiz güç odağına devlet denilmektedir.

Kurum olarak din-siyaset-askerlik iç içe geçmiş biçimde iktidarı oluşturmaktadır. Bu güç sisteminin en temel özelliği, kendi ekonomisini devlet komünizmi biçiminde örgütlemesidir. Henüz Max Weber tarafından kullanıldığını görmeden, benim de ‘firavun sosyalizmi’ dediğim bir ekonomi söz konusudur. Kalıntı halinde anacıl ekonomi ataerkil-feodal aşiretsel ekonomide varlığını sürdürmektedir. Firavun sosyalizminde insanlar yanlınkat köle olarak çalıştırılmaktadır. Hakları, ölmeyecekleri kadar birer çömlek kâsesi çorbadır. Halen kalıntısı bulunan eski tapınak ve saray binalarında binlerce köle kâsesine rastlanması bu ilişkiyi doğrulamaktadır.
Devlet biçiminde zor, ulaştığı her alanda ekonomik anlamda ne bulursa talan etmeyi hakkı olarak görmektedir. Talan, bir nevi zorun diyeti olarak düşünülmektedir. Zor tanrısal ve kutsaldır. Ne yapsa haktandır ve helaldir. Özellikle ana şekillenme merkezli olan Ortadoğu, Çin ve Hint uygarlıklarında siyasi üstyapı veya kast, bir nevi altyapıyı ekonomi olarak değerlendirip, her tür yönetim gücünü kendinde görmektedir. Pazar, rekabet henüz oluşmadığı gibi, günümüzdeki anlamıyla ekonomik sektör diye bir kavram da oluşmuş değildir. Her ne kadar ticaret varsa da, bu eylem devletler arası ana işlevden biridir. Ticaret özelleşmiş olmaktan uzaktır. Devlet tekeli aynı zamanda ticaret tekelidir. Pazar kentleri çok istisnai olarak devletlerin tampon bölgelerinde ancak zaman zaman boy vermektedir. Onlar da kısa süreler içinde kent devletlerine dönüşürler. Bu süreçte ticaret kervanlarla yapıldığı için, ‘güçlü adamın’ daha sonra ‘kırk haramiler’, ‘korsanlar’ ve ‘eşkıyalar’ın soygunu da en az devlet soygunları kadar geçerlidir.   
c- Grek-Roma uygarlığında özerk kent, pazar ve ticaretin yaygın ve yoğun bir hal aldığını görmekteyiz. 

Uruk ve Ur’un mirasını devralan Babil ve Asur despotizmi, ekonomiye belki de ilk defa ticaret acenteleri (bir nevi pazar-karum-kâr kavramlarının iç içeliği söz konusu) açarak uygarlığa yeni bir katkıda bulunmuşlardır. Zaten ticaret kolonileri Uruk ve hatta öncesine kadar gitmektedir. Değişimin artması ve pazarın oluşumu, Asur devletinin ilk görkemli imparatorluk olarak tarih sahnesine çıkışını hazırlar. İmparatorluklar esas olarak ekonomik yaşam için duyulan güvenlik ihtiyacına cevaptır. Asur’da ekonominin bel kemiği ticaret olduğu için, ticaret ve karumları, imparatorluk tarzında bir siyasi örgütlenmeyi gerektirmiştir. Tarih Asur İmparatorluğunu en gaddar imparatorluk, despotizm örneği olarak değerlendirir ki, yine temel ticaret tekelciliği dediğimiz taslak halindeki kapitalizmdir. Asur ticaret-tekel kapitalizmi üstyapıda en gaddar imparatorluk yönetimini getirmiştir.
Grek-Roma siyasi erki, Asur mirasına Fenikelilerden kalma kent ticaret kolonileri mirasını da ekleyerek, daha gelişkin bir siyası üstyapıyla ekonomik altyapı oluşturmayı başarmışlardır. Değişim yaygınlaşmış, özerk kent, pazar, ticaret ve rekabet sınırlı da olsa devreye girmiştir. Kırları dengeleyecek kadar bir kentleşmeye tanık olmaktayız. Kırlar artık değişim amacıyla kentler için daha çok artık-ürün ürütmektedirler. Dokuma, gıda, maden ticareti gelişmiştir. Özellikle yol ağları Çin’den Atlas Okyanusuna kadar örülmüştür. İran’daki siyasi erk doğu-batı ticareti nedeniyle kalıcı bir tüccar imparatorluğuna dönüşmektedir. Grek ve Roma’yı hegemonya altına alacak kadar zorlamışlardır. Çin, Hint ve Orta Asya kavimlerinin ve siyasi erklerinin batıya doğru istila hareketleri önünde temel benttir. Batının da doğuya karşı istilasının önünde aynı bent işlevini sürdürecektir. İskender ve ardılları ancak kısa bir zaman diliminde (M.Ö. 330-250) bu bendi yıkıp baraj kapaklarını açabileceklerdir.
Greko-Roma uygarlığı, kapitalist ekonominin ilk örneklerine en çok rastladığımız mekânı da temsil eder. Kentlerin özerklik derecesi, pazarda değişim ve fiyat belirlenmesi, büyük tüccarların varlığı kapitalizmin eşiğine kadar gelindiğini gösterir. Gerek kırsal alanın kent karşısındaki gücü, gerek imparatorluk örgütlenmesi (esas olarak kır ekonomisine dayanırlar) kapitalistlerin hâkim toplumsal sistem haline gelmelerine engel olur. Kapitalistler azami büyük tüccar seviyesinde kalırlar. Üretime ve endüstriye müdahaleleri çok sınırlıdır. Ayrıca siyasi erkin sıkı engellemeleriyle karşı karşıyadırlar. Efendiye bağlı kölelik henüz güçlü konumunu yaşamakta olup, işgücünün serbest yaşama şansı yok denecek kadar azdır. Kadınlar cariye olarak, erkekler de tüm bedenleriyle köle olarak alınıp satılıp. Köle ekonomisinin tek belirleyici gücünün şiddet olduğu tartışmasızdır. Sadece bir ekonomik değer olarak kölelerin varlığı, şiddet-ekonomi (artı-ürün gaspına dayalı ekonomi) ilişkisine hiçbir tartışmaya yer vermeyecek kadar açıktır. Çin ve Hint ilkçağ sisteminde siyasi ve askeri kast kuruluşundan kapitalist sömürgeciliğe kadar, altındaki tüm toplumu bir nevi ekonomik sektör olarak görüp çalıştırarak yönetmeyi temel görevleri ve doğal hakları saymakta, daha doğrusu tanrısal hakları olarak görmektedir.
Ekonomi sözcük olarak Antikçağ Grek-Helen dünyasına aittir. Aile yasası olarak anlamlandırılması bir yandan kadınla bağlantısını dile getirirken, diğer yandan geleneksel siyasi erkin konumunu da açığa vurmaktadır. Onlar ekonominin üstünde tıpkı kapitalizm çağında tekellerin oynadığı rolü siyasi tekeller olarak oynarlar. Şu hususu önemle belirtmeliyim ki, siyasi tekelle ekonomik tekel arasında sıkı bir korelasyon (bağlam) olup, birbirini genel olarak gerektirirler. Atina ve Roma’nın siyasi gücü paradoksal olarak bir anlamda çok büyük olduğu için kapitalizme kapalıdır. Diğer yandan kır karşısında çok küçük olduğu için, kent kökenli bir ekonomik biçime güç getirememektedirler. Uygarlığın bu dönemi kapitalistleri tanımakla birlikte, sistemsel gelişmelerine henüz elvermemektedir. 
d- Ortaçağ İslam uygarlığında ticaret çok ağırlıklı bir role erişmiştir. 

 Hz. Muhammed ve İslam dini ekonomik açıdan ticaretle oldukça bağlantılıdır. Bizans ve Sasani İmparatorlukları arasında sıkışan Arap aristokrasisinin ticaret kökenli gelişmesi, İslamiyet’in çıkışında temel sosyal ve ekonomik etkendir. İslamiyet’in doğuşundan itibaren kılıcı esas aldığı bilinmektedir. Yahudiler ve Asur’dan kalma Süryanilerin ticaret ve para üzerindeki hâkimiyeti onlarla çelişkilerini açıkça ortaya koyar. Zaten iki siyasi tekel olarak Bizans ve Sasanilere nefes aldırmamaktadır. Tarihin bu aşamasında ve kadim mekânda zor ile ekonomi arasındaki ilişkiyi çarpıcı kılmaktadır. Ortaçağ bir nevi İslam çağıdır. Ticaret için güvenlik imparatorluk tarzını gereksindiği kadar, önünün aynı nedenle engellendiğinin de farkındadır. Ticari sermayenin kapitalist üretim biçimine dönüşümünü sürekli engellemektedir. Kırsaldaki toplumsal örgü, din ve ahlakın sıkı kontrolündedir. Kentlerde kazandığı sınırlı serbestliği siyasal güce dönüştürememektedir. Yaygın bir kent-pazar ağı olmasına ve kentler çok büyümesine rağmen, İtalyan kentlerine benzer bir konumu aşacak güçte değillerdir. Sorun kesinlikle teknolojik değildir; dinsel ve siyasal tekel kaynaklıdır. Tüccarın sık sık müsadereye tabi tutulması sistemin gereğidir. İslamiyet’in kapitalizmi doğurmaması, lehinde düşünülmesi gereken bir husustur. Halen kapitalizme karşı en ciddi engel rolünü oynaması, eğer olumlu tarafından değerlendirilirse (İslam ümmet anlayışı-kavimler enternasyonalizmi, faize karşıtlık, yoksullara yardım vb. gibi hususlar), toplumsal özgürlük projelerine önemli bir katkı sunabilir. Ama mevcut İslam radikalizminin sağ ve ekonomik milliyetçilik yüklü bir neo-İslam kapitalizmini bağrında taşıdığını iyi görmek gerekir. 
İslam uygarlığını kültürel olarak Avrupa’ya taşıyan, Endülüs Emevi önderlikli Araplar ve Berberilerdir. Ekonomik-ticari olarak aktaranlar ise İtalyan kent tüccarlarıdır. Osmanlılar ancak siyasi tekel anlamında sınırlı ölçüde taşımışlardır. Etkileri, daha çok Avrupa’nın siyasi ve dini güçlerinin, Osmanlılara karşı başarılı olabilmek için kapitalizme daha fazla sarılmaları biçiminde olmuştur. Osmanlılar olmasaydı, belki de Avrupa’nın dini ve siyasi tekelleri bu denli kapitalist ekonomik, siyasal ve askeri örgütlenmeye mecbur kalmazlardı. Bir kez daha gücün gücü doğurduğunu, onun da ekonomik biçim arayışlarını hızlandırdığını görüyoruz.
Avrupa’da kapitalizmin doğuşunda Ortadoğu’nun belirleyici katkısı Hıristiyanlıkla bağlantılıdır. Bu konuyu Özgürlük Sosyolojisi’nde genişçe değerlendirmeyi umduğumu belirterek, Max Weber’in eserini (Protestanlık Ahlakı ve Kapitalizm) hatırlatmakla yetiniyorum. İlave olarak Ortadoğu’nun 10. yüzyıla kadar Avrupa’nın ahlakını belirlemeyi tamamladığı, feodal Avrupa’nın doğuşunda temel rol oynadığı (hem siyasi hem dini), Haçlı Savaşlarıyla bir kez daha Ortadoğu’nun Avrupa’ya taşındığı belirtilebilir. Tüm bu hususlar olmazsa olmaz belirleyici özellikleridir. 
Bu çok kısa tarihi-toplumsal özetleme 16. yüzyıl değerlendirmemizle birleştirildiğinde, siyasal erk ve kapitalizmin doğuşu üzerindeki etkisi daha iyi anlaşılmaktadır. Bazen geciktirici, engelleyici, bazen de hızlandırıcı ve hatta döllendirici olduğu rahatlıkla belirtilebilir. En fazla kapitalist sistemde devlet tekeli = kapitalist tekel formülüne yaklaşır. 
Hukukla yeni sistemin ilişkisine birkaç cihetten kısaca değinmekte yarar vardır. Hukuk genelde ticaret, pazar ve kent ilişkileri geliştikçe kendini dayatan bir kurumdur. Hukukun devreye girdiği toplumlar, ahlakın aşındığı, zorun rolünün arttığı ve kaosa yol açtığı, eşitlik probleminin yoğunca hissedildiği toplumlardır. En büyük ahlaki ve eşitliğe dair sorunlar kentlerde gelişen sınıflaşma ve pazar etrafında oluştuğu için, devlet düzenlemesinde hukuk kaçınılmaz olur. Hukuk olmadan, devlet yönetimi imkânsız olmasa da, son derece zorlaşır. Tanım olarak hukuk, devletin siyasi güç eyleminin kalıcı, kurallı ve kurumlu bir biçim almış hali olarak değerlendirilebilir. Bir nevi donmuş, sakin, istikrar kazanmış devlettir. Devletle en çok bağı olan bir kurumdur. Ticaret-devlet bağlantısı doğuşundan kapitalistleşmeye kadar hep ilerleyerek, karmaşıklaşarak sürüp gelmiştir. Babil toplumundan Roma’ya kadar hukuk diyebileceğimiz kanun metinleri düzenlenmiştir. Ağırlıklı olarak mal ve can kayıplarını düzenlemektedir. Hukuk hem siyasetin sorunlarını hafifletmeye,  bazen de tersine çoğaltmaya hizmet eder. Görevi, sanıldığının aksine, her vatandaşına eşit yaklaşımından ziyade, fiili eşitsizlikleri meşrulaştırıp kabul edilebilir seviyede kesinleştirme ve dokunulmaz kılmadır. Özcesi, hukuku siyasal erk tekelinin kalıcı düzenlenmesi olarak tanımlamak gerçeğe daha yakın bir yorumdur. 
Ahlakla ilişkisi daha çok önem taşır. Ahlak bir toplumun çimentosu gibidir. Ahlakı olmayan hiçbir toplum yoktur. Ahlak insan toplumunun ilk örgütlenme ilkesidir. Esas işlevi, analitik zekâ ile duygusal zekânın toplumun iyiliği için nasıl düzenleneceği, nasıl ilke ve tutumlar haline getirileceği ile ilgilidir. Tüm topluma eşit düzeyde, ama farklılıkların rolünü, hakkını da gözeterek davranır. Başlangıçta toplumun kolektif vicdanını temsil eder. Hiyerarşi ve siyasi erkin devlet olarak kurumlaşması, ahlaki topluma ilk darbeyi indirir. Sınıf bölünmesi ahlaki bölünmenin de temelini hazırlar. Ahlaki problem böyle başlar. Siyasi elit bu problemi hukukla çözmeye çalışırken, rahipler dinselleştirerek yanıt bulmaya çalışırlar. Hem hukuk hem de din bu açıdan ahlakı kaynak olarak alır. Nasıl ki siyasetin, siyasi gücün kalıcı, kurallı ve kurumlu mekanizmaları hukuku teşkil ediyorsa, din inşacıları da aynı işlevi ahlak kaynaklı kalıcı, kurallı ve kurumlu başka bir inşayla, yani dinle ahlaki krizi çözmek isterler. Aralarındaki fark, hukukun yaptırım gücünün olması, dinin ise bu niteliğinin olmayıp vicdan ve tanrı korkusunu esas almasıdır.
Ahlak insanın seçim kabiliyetiyle ilgi olduğundan ötürü özgürlükle yakından bağlantılıdır. Ahlak, özgürlüğü gerektirir. Bir toplum esas olarak ahlakı ile özgürlüğünü belli eder. Dolayısıyla özgürlüğü olmayanın ahlakı da olmaz. Bir toplumu çökertmenin en etkili yolu, ahlakıyla bağlantısını kopartmaktır. Dinin etkisinin zayıflatılması ahlak kadar çöküntüye yol açmaz. Onun boşluğunu bir nevi din haline gelmiş çeşitler ideolojiler ve politik felsefeler, ekonomik yaşantılar doldurabilir. Ahlakın bıraktığı boşluğu ise, ancak mahkûmiyet ve özgürlük yoksunluğu doldurabilir. Ahlakın teorisi olarak etik veya ahlakiyat, temel felsefi problem olarak varlığı, giderek daha yakıcı hale gelmiş ahlakı incelemek ve yeniden esas rolüne kavuşturmakla görevlidir. İşlevini doğru ortaya koymak kadar, temel yaşam ilkesi haline gelene dek önemini yitirmeyen bir sorun olarak toplumdaki yerini koruyacaktır. 
Siyasi iktidarla bağlantılı olarak hukuk ve ahlaka ilişkin bu kısa tanımlamalar, kapitalist ekonominin doğuşu söz konusu olduğunda büyük önem taşırlar. Din ve ahlak, hatta feodal hukuk aşındırılıp yer yer kırılmadıkça, kapitalist ekonominin toplumda tutunması zordur. Burada eski üst sınıf din ve ahlakını savunduğumuz anlaşılmasın. İleri sürdüğümüz, büyük dinlerin ve büyük ahlaki öğreti ve törelerin kapitalizm gibi bir sistemi, rejimi kendi ilkeleriyle bağdaşır bulmalarının çok zor olmasıdır. Siyasi güç bile bu konularda sınırlı bir etkiye sahiptir. Din ve ahlakın yıkımı siyasi erkin de sonunu getirir. 
16. yüzyılda reformasyon, hukuk ve ahlak felsefesine ilişkin bu tartışmalar açık ki kapitalizmin doğuşuyla ilgilidir. Siyasi çatışmaların, gücün konumunun tanımını özce yaptığımız için tekrarlamakdan kaçınacağım.
Protestan reformasyonu ve beraberinde yol açtığı büyük tartışma ve savaşların sonuçları, Yeniçağ Avrupa’sının kaderini belirleyen en temel etmenlerin başında gelmektedir. Max Weber Protestan ahlakının rolünü değerlendirirken, bence en önemli noktayı ihmal etmiştir. Protestanlık kapitalizmin doğuşunu kolaylaştırmıştır. Ama genelde dine ve ahlaka, özelde de Katolikliğe büyük darbe vurmuştur. Kapitalizmin bütün günahlarından Protestanlık da az sorumlu değildir. Dini ve Katolikliği savunma anlamında belirtmiyorum; toplumu daha savunmasız bıraktığını idea ediyorum. Protestanlık nerede gelişmişse, oralarda kapitalizm sıçrama yapmıştır. Bir nevi kapitalizmin Truva Atı rolünü oynamıştır.
Protestan reformasyonunun yol açtığı olumsuzluklara ve yarattığı yeni Leviathan’a karşı çağın bazı düşünürleri ilk ciddi uyarıları yaparlar. Bunlardan Nietzsche’yi kapitalist moderniteye karşı tutum alan ilk öncü olarak değerlendirmek daha gerçekçi olacaktır. Bu düşünürler anti-kapitalist özgür toplum ve özgür birey arayışçıları olarak önemlerini günümüzde de sürdürmektedirler.
Hukuk tartışmalarında başı çeken Hobbes ve Grotius, yeni Leviathan’a (kapitalist devlet) yol açmak için hukuku yeniden teorikleştirmişlerdir. Bütün şiddet tekelini devletin eline vermek, toplumu silahsızlandırmaktır. Sonuç, tarihin hiçbir dönemiyle kıyaslanamayacak ölçüde artan merkezi ulus-devlet gücünün faşizme kadar tırmanmasıdır. Egemenliğin bölünmezlik kuralı, devlet dışındaki tüm toplumsal güçleri erksiz bırakmanın teorisidir. Kapitalist canavara karşı toplumu tarihte eşi görülmemiş biçimde öz savunma araçlarından yoksun kılmadır. Bu iki düşünürün, özcesi insanı insanın kurdu olarak ilan edip, bununla birlikte monarkın tekelci güç konumunu muştulamaları, tüm cephelerden kapitalist tekelin önünü açma işlevini görmüştür. Tekrarlarsak, siyasal tekel = ekonomik tekeldir. Machiavelli, hiçbir örtüye sığınma gereği duymadan, siyasi başarı için gerektiğinde hiçbir ahlaki kurala bağlı kalınmamasına cevaz veren diğer önemli bir 16. yüzyıl düşünürüdür. Faşizme varacak ilkeyi yüzyıllarca önce dile getirmiş oluyor. 
Yanlış anlaşılmaması açısından, tüm reformasyon çabasını suçladığım, eleştirdiğim idea edilmemelidir. Dinin reformasyonunun yalnız birkaç defa değil, sıkça yapılması gereğini savunuyorum. Yıllardır özellikle Hıristiyan reformasyonundan daha derin ve sürekli bir İslami reformasyon hareketine ihtiyaç olduğunu söylüyorum. Açık ki, bu çaba kapasite ve kişilik gerektirir. Ama Ortadoğu despotizmini aşmak açısından zorunlu bir görevdir. Ayrı bir cilt olarak düşündüğüm ‘Ortadoğu Demokratik Konfederasyonu’ çalışmamda bu ve benzeri birçok alanı tartışmaya çalışacağım.
Rönesans ve Aydınlanma hareketlerini açmak bu satırların fazla ilgilendiği bir görev değildir. Çünkü bunlar farklı yüzyılların hareketleridir. Ayrıca kapitalizmle ilişkilendirilseler bile, bu ilişki ancak dolaylı olabilir. Yine genelleme yapmak doğru olmaz. İçlerinde kapitalizme yol açmak kadar, yolu kapamak isteyenler de vardır. Kapitalist unsurların muhaliflerini para gücü ile asimile etmeleri anlaşılır bir husustur. Tıpkı iktidarın bağlamak istemesi gibi. Ama yakılmayı göze alacak kadar büyük özgürlük filozofları, reformatörler (Bruno, Erasmus), ütopyacılar, komüncüler olarak da bu dönemler tüm insanlığın hizmetindedir. Bir kez daha tekrarlamalıyım ki, Rönesans, Reformasyon ve Aydınlanma çağında tüm uygarlıklar ayağa kalktılar. Yeniden dirildiler. Kendilerini dillendirip resimlediler, melodileştirdiler; tanrılaştılar, kullaştılar; savaştılar, barıştılar; yendiler, yenildiler. Ama sonuçta yüzyıllardır toplumun yarıklarında, marjinal köşelerinde pusuya yatan kapitalistik öğeler, bu mahşer yüzyıllarının karmaşasında en hazırlıklı örgüt ve maddi güç sahipleri olarak, ortamı şiddet, para ve zihniyet çalışmalarıyla istismar ve asimile ederek, gerektiğinde zorla egemenliğine alarak kapitalist sistemi zaferle taçlandırmışlardır. Günümüze kadar da bu zafer yürüyüşünü sürdürmektedirler.

Lazistan ve Hidroelektrik Santralleri (HES)Projeleri

Doğu Karadeniz bölgesinde Devlet Su İşleri tarafından yapılması planlanan yaklaşık 450 adet Hidroelektrik Santralleri proje ve etüd aşamasında bulunmaktadır. Sadece Rize ilinde şu anda yapımı söz konusu olan 62 adet Hidroelektrik Santralleri projelendirilmiştir. Kaçkar Dağlarından beslenen ve birbirine oldukça yakın olan Fırtına, Arılı, Çağlayan, İyidere, İkizdere ve Arhavi derelerinde DSİ tarafından su kullanım hakları sözleşmelerei ile verilerek enerji üretim amacı güden yaklaşık 62 Adet Hidroelektirik Santralı projesi bulunmaktadır.
Ve bu projeler uygulanırsa!

Şu anda;

1-    Sadece bu derelerde yumurtlama alanı bulunan ve yaşayan, Uluslararası Bern Sözleşmesine göre avlanması yasak olan benekli Deniz Alası (Salma trutta labrax) yaşam alanında su kalmadığı için yokolacaktır.

2-    Hes projelerinin yapılacağı bu vadilerde yaklaşık 62 adet HES için açılacak yollarda patlatılacak dinamitler, kesilecek ağaçlar sadece bu vadilerde değil tüm D. Karadeniz havzasında telafi edilemeyecek ekolojik yıkıma neden olacaktır.

3-    Bölgede yaşayanların gözlemledikleri, vadilerdeki derelerde akan suyun her yıl sürekli olarak azalmasıdır. Eesti taş köprülerin yüksekliği bu konuda bize yardımcı olur. Suyu sürekli azalan dereler üzerinde yapılacak HES’lerin ömrü ne kadar ekonomik olur düşünmek gerekir.

4-    19 adet HES’in yapılacağı Çağlayan vadisindeki gibi suyun bir kısmının tüneller ile Arhavi-Kapisre Deresine aktarılması sonrası kalan suyun da tüneller ile yer değiştirmesi neticesi vadilerde de sucul hayat sona erecektir.

5-    Suya dayalı tarım olan çay ve fındık, kivi gibi geleneksel, bölgeye has tarım yapılamayacağından yöre halkı başka bölgelere göç etmek zorunda kalacaktır.

6-    Sadece Çağlayan Vadisinde yapılacak 19 adet HES suyun tamamını kullanacak, vadiye küçük kollardan gelen su ise yazın tamamen kuruyacağı için vadide ekolojik denge bozulacak vadi bataklık haline dönecektir.

7-    Binlerce yılda, su ile oluşmuş, su yoksa, yaşamın olmadığı D. Karadeniz bir daha eski haline gelmesi mümkün olmayacak şekilde yok olacaktır.

8-    Sadece Rize ilinde yapılacak 62 adet HES’lerin elektrik iletim hatları nedeni ile oluşacak elektrik ve manyetik alanların çevre ve insan sağlığı üzerinde olumsuz etkileri olacağı açıktır. 1986 yılında meydana gelen Çernobil nükleer kazasından sonra bir bakanın “Çayda radyasyon yok, gönül rahatlığı ile içebilirsiniz” diyerek halkı yanlış yönlendirmesinin etkisiyle bugün D. Karadeniz kanser belasına binlerce can vermiştir. Bu nedenle, üzerimizden geçecek iletim hatlarının meydana çıkaracağı elektromagnetik alanların insan sağlığına olumsuz etkileri göz ardı edilemez olacaktır.

9-    Yukarıda saydığımız olumsuzluklar, küresel ısınmanın dünyamızın en önemli sorunu olduğu bu günlerde, gelecekte bölgemizin can simidi olabilecek eko turizmi, HES’lerin yapımı ile yok olacak, ekolojik yapı bitecektir. Buna en füzel örnek, Turizm ve Orman Bakanlığınca yıllar önce Turizm alanı ilan edilen ve İl Özel İdaresince mesire yeri olarak planlanıp bir dinlenme tesisi yapılan Gürcüdüzü’ne 1600 mt mesafede Paşalar HES’in taş ocağı kırma ve eleme tesisi ruhsatı verilmesidir. Sadece bu uygulama bile ülkemizde daha çok kazanma hırsının engel tanımadığınında bir göstergesi olarak da görülebilir.

10-    Kaldı ki bu projeler uygulansa (62 adet HES) üretilecek enerji sadece bir Keban Barajı’nın ürettiği enerji kadar olup, Türkiye’nin elektrik üretiminin sadece %2’si civarındadır.



Abu Çağlayan ve Arılı Vadileri de Kaçkar Dağlarının orman ekosistemi içinde olup, Paşalar HES ve diğer HES Projeleri ile orman alanları insan eli ile parçalanmış, yaban hayatın yaşamı azaltılmış olacaktır.

Paşalar HES’te suyun 5900 mt tünel ile transferi neticesinde; su hızı, derinliği ve ıslak çevrede meydana gelecek değişiklikler sucul ekosistem açısından çok önemlidir. Abu Çağlayan Deresi, Fırtına Deresi ile birlikte Mart-Nisan aylarında Deniz Alalarının göç ettiği ve Ağustos- Ekim aylarına kadar kaldıkları sulardır. Çağlayan Deresi, Salma Trutta ve bu türün denize göç eden cinsi Salma Trutta Labrax olarak bilinen ve endemik bir tür olan ve 1984 yılından bu yana sürekli olarak avı yasak olan türlerin giriş yaptıkları birkaç dereden biridir. Paşalar HES inşa edilirse Çağlayan Deresi su kalitesinin bozulması neticesi bu tür balıkların yaşama şansları kesinlikle ortadan kalkacaktır.

AĞAÇ KESİMİ:

ÇED Raporunda kesilecek ağaç sayısı 157 olarak verilmiştir!

Paşalar HES Projesinde etkilenecek alan 143 hektardır. Ağaç yoğunluğu hektar başına 667’dir. Buna göre bu projede etkilenecek ağaç sayısı 95.381 adettir.

Projede tesislerin kapladığı alan 5.85 hektar olup burada etkilenecek ağaç sayısı da 3.901 adettir.

Mevcut 19 km yol ile yeni yapılacak 5 km yol için kesilecek ağaçlardan bahsedilmemektedir.

19 km yol 15 mt: 28.5 hektar

5 km yol 20 mt: 10 hektar

Yollar için toplam 38.5 hektar 667 adet: 25.676 adet ağaç kesilecek.

Toplam kesilecek ağaç sayısı: 25.676 + 3.901= 29.577 olacaktır.

Ayrıca üretilecek enerjinin enterkonekte sisteme bağlanması için 12 km yüksek gerilim hattı inşa edilmesi gerekiyor.

12 km 50 mt: 60 hektar

60 hektar 667: 40.000 ağaç kesilecektir.

Yani Paşalar HES içn toplam olarak: 29.577 + 40.000 = 69.577 ağaç kesilecektir.

Dogada suyun üretimi, orman ve yüksek dağ ekosisteminde olmaktadır. Yağmur ve kar şeklinde ekosisteme düşen yağışlar havzanın su verimini şekillendirir. Ormanlık alanların çevrelerindeki alanlara oranla %15 ile %50 daha fazla yağış aldığı, aldıkları yağışın %44’ünü kullanılabilir su ürünü haline getiridiği bilinmektedir. Ayrıca orman ekosistemlerinin, suyun depolandığı toprağı erozyondan koruduğu, sel ve taşkınlıkları büyük ölçüde azalttığı görülmektedir.

Yani kısaca Paşalar HES için 69 bin ağaç kesilecek, planlanan diğer 19 HES’ler içinde ortalama bu miktarda ağaç kesileceğini varsayarak D. Karadeniz de sadece Abu Çağlayan Vadi havzasında ağaç kalmayacağını (1300.000) söyleyebiliriz.

 

Laz Halk Dansları - Horonlar

Doğu Karadeniz'de oynanan halk oyunlarına genel olarak Horon denilmektedir. Hora, Grek kökenli kelimedir ve Anadolu dillerine geçmiştir.(1) Laz dilinde bu kelime 'horon oynamak' anlamına gelen "oxoronu" fiili ile ifade edilirken, Lazca bilmeyenler arasında horon tepmek, horon oynamak, horon kırmak, horon vurmak şeklinde kullanılmaktadır.

Doğu'da Hopa-Pazar arası, Batı'da ise Çayeli ve Trabzon arasındaki bölge, tarihsel, kültürel ve dilsel olarak farklılıklar taşır. Bu; horona, kullanılan enstrümanlara, oyunların ritm ve figür özelliklerine de yansımıştır. Rize'den itibaren Trabzon ve Giresun yörelerinde enstrürnan olarak kemençe, davul-zurna ve kaval, Çayeli'nden doğuya doğru gidildikçe Pazar, Hemşin, Furtuna Vadisi, Ardeşen, Fındıklı, Arhavi ve Hopa'da tulum, Artvin yöresinde ise ağırlıklı olarak tulum ve akordeon kullanılmaktadır. Çayeli, tulumla oynanan horon ile kemençe ile oynanan horon arasındaki sınır konumundadır. Ömer Asan, "Eskiden Of'ta  tulum ve zurnanın da çalındığını ama her nedense yasaklandığını söylerler"(2) diyerek çarpıcı bir noktaya işaret eder. Geçmişte, tulumun Karadeniz'in batı yörelerinde de çalındığı ancak dinsel nedenlerden ötürü yasaklanıp unutturulduğu bilinmektedir. Sınırlı düzeyde yapılan alan araştırmalarında Gümüşhane'nin Karadeniz'e yakın yerleşim birimlerinde, Rize Merkez'e bağlı köylerinde kemençenin yanında tulum da kullanılmakta ve bununla horon oynanmaktaydı. Doğu Karadeniz'de yapılacak detaylı bir alan araştırması yörenin folklorik özellikleri hakkında ilginç ve çarpıcı sonuçlar ortaya çıkaracaktır ve bu yönüyle bölge bakir bir alandır.
Lazlar Doğu Karadeniz'in sahil şeridinde ve sahile çok uzak olmayan köylerde yaşarlar. Geçmişte denizcilik, kendir, pirinç, mısır ekimi yaparlar, gurbete çıkarlardı. Bugün çay tarımı, balıkçılık ve fındık üretimi ekonomik altyapıyı teşkil eder. Geçiş bölgesinde yaşamalarından dolayı tarih boyunca yabancı kültürlerle etkileşimleri daha yoğun olmuştur. Lazlar'da yakın zamana kadar kan davasına rastlanabiliyordu. Atmaca avlamak, ehlileştirmek ve atmacayla avlanmak Doğu Karadeniz bölgesinde Lazlarla özdeşleşmiş bir uğraştır. Gerçekte kendi içlerinde sert ve asabi bir doğaya sahiptirler. İşte bu sertlik ve asabiyet Lazlann horonlarına da yansımıştır. Kaçkar dağlarının eteklerinde yaşayan Lazlar yaylacılıkla da uğraşırlar. Bu coğrafyada yaşayan insanların doğayla oldukça uyumlu bir yaşamları vardır. Yine de Doğu Karadeniz halklannın dilsel, kültürel, sosyal, üretimsel ve tarihsel birlikteliğin ortaya çıkardığı ortak bir kişilik prototipine sahip oldukları gerçeğini de göz ardı etmemek durumundayız.
KEMENÇE VE TULUM
Kemençe ve tulumun kökeni, birçokları için önemli bir merak konusudur. Ortaya birbirinden farklı birçok görüş atılmasına rağmen inandırıcı bir tespitin varlığından bahsetmek pek mümkün değildir. Zira, bu görüşler karşıt  milliyetçi argümanlardan beslenmekte ve bilimselliği şüphe götürmektedir. Tulum, dünyanın birçok yerinde benzerlerine rastlanan bir enstrümandır; İskoçların Gayda'sı, Fransızların Cornemuse'si gibi.(3) Milliyetçi görüş, tulumun bir Türk halk çalgısı olduğunu iddia eder.(4) Fransızlar'ın fochette, İngilizler'in Kit adını verdiği yaylı çalgıyla akraba olan Karadeniz kemençesinin Anadolu'ya ne zaman geldiğini ve hangi yoldan girdiğini belirlemek güçtür.(5) Yine de bu enstümanların yerli olma ihtimallerini de hesaba katmakta fayda vardır.

Horon ise eski çağlardan beri Anadolu halkları tarafından bilinen ve oynanan bir oyun, hatta dinsel tören biçimidir. Ve muhtemelen Anadolu halkları ortak tanrılara ve benzer dinsel inanışlara sahip olmuşlardır.(6)

Lazlar tulum kadar kemençeyi de kendilerine yakın bulurlar ve kullanırlar. Ne var ki Lazların kullandığı kemençe Karadeniz kemençesine göre yapısal ve melodik anlamda farklılıklar taşır. Ayrıca Laz kemençesi ile Karadeniz kemençesinin çalış tavrında da farklılıklar vardır. Bu noktada Karadeniz kemençesi ve Laz kemençesi şeklinde bir ayrım yapmak mümkündür. Hemşinliler şarkılarına eşlik sazı olarak ya da horonda kemençe kullanmazlar.

HORONLAR

Çayeli - Hopa arasında ise Mtzanu, Anzheli, Memethina, Alikha, Hemşini, Bakhva (Bakhoz), İki ayak, Ğvandi, Rize, Phaphilati, Mimikhi (Kaçkar), Kotuna, Paaçkul (Kız horonu), Yali horonu, 3harişka, adı ile bilinen horonlar tulumla oynanmaktadır. Ayrıca, her bir horonun köyden köye değişebilen versiyonları vardır. Mesela Mtzanu horonunun, Eski Mtzanu ve Yeni Mtzanu olarak bilinen versiyonları vardır.(a)

Halk arasında en çok bilinen oyunlar Hemşin ve Rize horonlarıdır. Kemençe ile oynanan oyunlarda görülen omuz titretmelere tulumla oynanan oyunlarda sık rastlanmaz ya da bireysel tavır olarak karşımıza çıkar. Tüm horon türlerinde hareketler sert ve hızlı olmasına rağmen tulumla oynanan oyunlarda hareketler yuvarlaktır, ani ve keskin dönüşler yoktur. Bütün vücut aynı anda aynı yöne doğru hareket eder.

Horon sadece erkekler, sadece kızlar ya da kız-erkek karşık olarak da oynanmaktadır. Karışık oyunlar Hemşinlilerde yaygınken geleneksel kalıpların egemen olduğu yerlerde halen kız-erkek ayrımı yapılmaktadır. Eğer bir kız horon oynayacaksa yakınlarının kolunda oynamayı tercih eder. En azından böyle davranması beklenir. Son dönemde bu durumun yavaş yavaş aşıldığını söylemek yanlış olmayacaktır. Bunun yanında yaşa göre de horon oynayanlar ayrılırlar. Genelde yaşlıların daha otantik horon oynadıkları düşünülür. Bu yüzden kimi düğünlerde gençlerin katılımı olmaksızın sadece yaşlıların horon oynamaları beklenir.

Düğünlerde, asker uğurlama gibi bazı özel günlerde, yayla şenliklerinde horon oynanmaktadır. Kırk sene evveline kadar, özel zamanları beklemeksizin bir eğlence biçimi olarak horon oynandığı anlatılır. Her köyde tulumcu bulunurdu. Horon, doğal yaşamın vazgeçilmez bir parçasıydı. Zaman geçtikçe ekonomik koşulların zorlaşması, göçün yaygınlaşmasıyla horon oynama alışkanlığı da gerilerneye başladı. '70'li yılların başlarında köy düğünleri artık tarihe karışmaya, düğünler şehirlerdeki salonlarda yapılmaya başlandı. Özellikle 1990'a kadar olan süreç, geleneksel değer ve alışkanlıkların bir kenara bırakıldığı, şehirleşmeyle birlikte modernleşme eğilimlerinin üst noktaya sıçradığı bir dönemdir. Ancak son yıllarda halk arasında horona karşı ilginin, düğün salonlarında horona ayrılan zamanın arttığı ve özellikle gençlerin modern danslara oranla horona daha çok ilgi gösterdikleri görülmektedir.

Batum - Hopa - Çxala üçgeni


Burada Batum - Hopa - Çxala arasında tulumla oynanan horonlara ayrıca değinmek gerekir. Zira, bu horonlar diğer tulum kuşağı horonlarına göre benzerlikler kadar oynanış şekilleri ve figürlerde farklılıklara sahiptir. Hopa ve Ardeşen'i tulum kuşağı horonları için iki ayrı merkez olarak kabul edersek karşımıza iki farklı horon kuşağı çıkacaktır. Hopa merkezli horonların yaygınlık alanı Hopa ile sınırlı değildir. 93 Harbi dolayısiyle Batum - Hopa - Çxala üçgeninden Marmara bölgesine göç eden geniş bir Laz kitlesi de bu horonları oynamaktadır.

Horoncu şahsiyetler


Çoğumuz için horonu cazibeli kılan horonun kendisi kadar horoncu şahsiyetlerdir. Mesela, Arhavili Yaşar Turna kemençe çalmadaki ustalığı kadar horonculuğu ile de ün yapmış unutulmaz bir isimdir.
  • Bakhva (Bakhoz) :  Adını, Furthuna vadisi Laz köylerinden Bakhva ya da Bakhoz'dan almıştır. Son derece dinamik bir horondur.
  • Rize: Adını Rize kelimesinden alır. 5/8 ritmdeki horonların en bilinenidir. Arhavi yöresinde bu horon Rize-Pazar adıyla bilinir. Bu da horonların yöreye göre farklı isimlendirilebildiğini göstermesi açısından iyi bir örnektir.
  • Kotuna (b) : ...
  • Paaçkul:  Daha çok Ardeşen ve Furthuna vadisi köylerinde bilinen bir horondur. ...
  • Tzarişkha (c): Adını Pazar ilçesine bağlı Tzarişkha adlı köyden alır. Tarz olarak diğer horonlara göre farklıdır. Oldukça düşük  tempolu bir danstır.
  • Dumli: Adını Dumli adlı bir şahıstan alan bir horondur. Ardeşen, Çamlıhemşin, Pazar civarında horonculuğu ile bilinen birisidir. Horona eşlik eden bir şarkı bulunmaktadır. ...
  • Memethina (d): Adını Memethina adlı bir şahıstan alan bir horondur. Kaynağı bilinmemekle beraber, diğer horon adlarının isimlendirilmesine dayanarak, Memethina adlı bir kişiye atfen bu horonun adlandırıldığını söyleyebiliriz. Özellikle Arhavi'de iyi bilinen, ve tulum eşliğinde oynanan bir horondur. Tarz olarak Hemşin isimli horona benzer.
  • Hemşin: Adını Hemşin yöresinden alan ve oldukça yaygın olarak bilinen bir horondur.
  • Alikha: (Ali + kha) -kha Lazcada isimlerin sonuna konan bir ektir. Alikha, Memethina'da olduğu gibi bir horona isim olmuştur.
  • Mtzanu: Furthuna vadisinde bir Laz köyünün adıdır. Eski Mtzanu ve Yeni Mtzanu olmak üzere, ritim ve melodik olarak farklı versiyonları vardır.
  • Phaphilati: Bugünkü Pazar'da bir Laz köyünün adıdır. Rize horonuna benzer bir horondur. Horonun en tipik karakteristiği kollar yukarıda iken birden aşağıya salınması ve aynı anda horonun durmasıdır. Ayrıca, Arhavi'de Phaphilati adını taşıyan bir köy ve aynı ada sahip bir horon vardır ki bu horon Pazar  Phaphilati horonundan farklıdır.
  • Anzhel: Rize - İkizdere'de bir köyün adıdır. Ancak bu horon Pazar ve Ardeşen çevresinde bilinir. Ardeşen'de oldukça yaygın bir horon olarak karşımıza çıkar.
  • Mimikhi: Furthuna vadisi Laz köylerinden Mtzanu'da bir ailenin ve aynı zamanda bir horonun adıdır. Duygu dolu ve düşük tempolu bir melodisi vardır. Tarz olarak Rize isimli horona benzerlik gösterir. Bu horon Kaçkar adıyla da bilinmektedir.
  • Tolikçeti: Furtuna vadisi Laz köylerinden Tolikçeti'nin adıyla anılan bir horondur. Melodisi bilinmekle beraber geniş çevrelerce bilinen bir horon değildir.
  • Ğvandi: Furthuna vadisi Laz köylerinden Ğvandi'nin adıyla anılan bir horondur. En önemli özelliği horona hareketli bir şarkıyla eşlik edilmesidir. Son dönemlerde yaygınlaşmıştır.
Eskiden, Pozoni Vadisi'nin[e] uzak köylerinde Zeçifina (Zülküf) adında horoncu bir adam yaşıyordu. Zeçifina, horonu oldukça yavaş bir tempoda ve kendine has tarzıyla yorumlayışı sayesinde bu bölgede bir isim haline gelmiş ve artık günümüzde de temposu düşük horonlar "Zeçifina horonu" adı ile adlandırılır.

HORON BİR İBADETTİR KARADENİZ'DE

Horon sadece bedenle oynanan bir halk dansı değildir. Horoncular bedenleri ile değil, ruhları ile oynarlar. Beden hareketleri ruhsal coşkunun bir tezahürüdür. Horoncu kendini tulum sesinin ritmine ve derinliğine bırakır. Bu şekilde saatlerce horon oynamaya devam eder. Gün ortasında başlayan bir horonun ertesi günün sabahına dek sürmesi ruhsal bir motivasyonu zorunlu kılmaktadır. Aksi takdirde beden çok çabuk yorulacak ve horon kısa sürecektir. Bu yüzden ruhsal motivasyonu yakalayamayanlar uzun süre horon oynayamazlar. Tulum sesinde insan ruhuna hitap eden bir derinlik vardır. Horonun oynanma süresi uzadıkça horoncuların mistik bir havaya bürünmelerinden bu kolayca gözlemlenebilir. Horonu seyreden bir kişi dinsel bir tapınma töreninde olduğunu düşünebilir. Özellikle horonda belli bir süre geçtikten sonra oyuncular ruhsal bir havaya bürünürler. Horoncu, horonun belli bir aşamasından sonra trans haline geçer, büyük bir coşkuya kapılır. Zikir törenlerinde hedef; yaradana ulaşmak olsa da horoncunun asla böyle bir amacı olmaz. "Dionysos ilk koralarını Anadolu 'da Tmolos dağında kurduğunu söyler. Sonra Euripides, türlü vesileler bularak Dionysos için Anadolu 'da yapılan dansları, horonları tanımlar. Nasıl el ele verip halka halka tepinirlermiş, nasıl ayaklarını; yere vurunca başlarını havaya atarlarmış. Koro başı "Euhay!" diye bağırınca nasıl kendinden geçesiye hora teperlermiş!" (7)

Evet horon her yönüyle dinsel bir ayini hatırlattığı için olacak günah olduğunu savunanlar hep var olmuş. İnanca göre, horon oynayan birinin namaz kılabilmesi için boy abdesti alması gerekmektedir. Kimileri, horon oynamadıkları gibi, zevk alarak horon seyredilirse günaha gireceklerine de inanırlar.

Horon bir isyan, bir başkaldırı olarak nitelendirilmiş din adamları tarafından. Bu, o kadar etkili olmuş ki, belli bir yaşın üzerinde olanlar, hacca gidenler, sakal bırakanlar dine dönüşün bir göstergesi olarak önce horon oynamamak için yemin etmişlerdir. Birçok tulumcu, din adına tulum çalmayı bırakmıştır. Bazı durumlarda tövbe ettiği halde kendini tutamayıp horona katılan ve akabinde sakal kesenlere dahi rastlamak mümkündür. Halk arasında söylenen "tulum şişer saruk baştan düşer"(8) sözü horona karşı geliştirilen dinsel tepkiyi çok açık bir biçimde ortaya koymaktadır. Bugün Rize'de, Trabzon'da tulum çalınmamasının bir nedeni de dinsel baskı altında tutulmasıdır. Bu da gösteriyor ki din, Doğu Karadeniz'de dilsel, kültürel asimilasyonda çok önemli bir role sahip olmuştur.

Dinsel yaklaşımların bu derece katı olması, addi bir soruya yol açmaktadır. Din adamlarının horonla alıp veremedikleri şey neydi? Neden horona bu denli karşı durdular? Yoksa horon, Doğu Karadeniz halklarının bir zamanlar dinsel ayinlerinde oynadıkları bir oyun muydu?

Evet. "Lazlar, baharda ekime başlarken, sonbaharda hasat sonu, denize çıkmadan önce, savaş öncesi ve sonrasında "oxvame" adı verilen tapınma yerlerine gider, yırtınırcasına horon oynarlardı. Oxvame, köyün yüksek ve düzbir yerinde bulunurdu".  Bu ifadeler Lazların çok tanrılı dinsel inanışlarında horonun dinsel tapınma biçimi olduğuna dair göstergelerdir. Sadece Lazlara özgü olmayan bu duruma, komşularında da rastlanır. Hemşinlilerin Ağustos ayında yayladan inişlerde kutladıkları Vartivor şenlikleri iyi bir misal teşkil eder. Bu şenlik bir hafta kadar sürer ve şenlik boyunca horon oynanır.

TULUM ŞİŞER HORON TUTUŞUR

Tulum şişer, sağ el üstte olacak şekilde eller tutulur, bir çember oluşur. Böylece horon tutuşmuş olur. Alanın genişliği oranında çok sayıda insan oyuna katılabilir. Katılan biri oyunu bozmayacak kadar horonu iyi bilmek zorundadır. Her horonda bir horonbaşı bulunur. Bu kişi oyunu çok iyi bilen, konuşmasıyla oyuna ahenk katan, liderlik özelliğine sahip biri olmalıdır. Horonun akışı, yönetimi, temposu, hangi figürün kaç kez tekrarlanacağı ve sonrasında hangi figüre geçileceğı tamamen bu kişi tarafından belirlenir. Horonbaşlarının kişiliği horonun da kişiliği olur. Tulumcu oyunun akışına göre tulum çalar. Tulumcuyu gayrete getirmek için onu öven, bazen de kızdırmak için onu yeren sözler söylenir. Horon sırasında horonbaşı dahil herkesin söyleyeceği sözler tulumun melodisine uygun olmak zorundadır. Horon sırasında konuşulmaz. Horonbaşı oyunu bozan birini dışarı atabilir. Bu, horondan atılan için hoş bir durum olmasa da çoğu zaman gurur meselesi yapılmaz.

Horoncular da oyunun ritmine uygun anlamlı ya da anlamsız sesler çıkarabilirler, horonbaşına, tulumcuya ya da dışardan birine sataşabilirler. Karşı tarafta aynı şekilde melodiye uygun olarak cevap verebilir. Bu da oyunların neşeli, keyifli ve ahenkli geçmesine yardımcı olur. Horon esnasında türküler söylenir. Bir grubun söylediği türküler bir başka grup tarafından tekrarlanır.

Karadeniz insanı doğaya, horon Karadeniz insanına, Karadeniz müziği ise biraz da horona göre biçimlenmiş. Son yıllarda Karadeniz'de ortaya çıkan dilde, kültürde, müzikte ve sosyal yaşamdaki dejenerasyon beraberinde nitelik arayışlarını da ortaya çıkarmış. Zuğaşi Berepe, Kazım Koyuncu, Birol Topaloğlu, Fuat Saka, Volkan Konak gibi sanatçılar genelde Karadeniz, özelde Laz kültürü üzerinde tarihsel gerçekliğe yakışan ürünler ortaya koymaya başlamışlardır. Bölgenin etno-kültürel değerlerini gün ışığına çıkarmaya çalışan dergiler çıkarılmaya, kitaplar yazılmaya başlandı. Sevindirici gelişmeler olmakla birlikte halk kültürüne sahip çıkılmadığı sürece kültürel değerlerin süreç içinde eriyeceği açıktır.
(1) Kudret Emiroğlu. Trabzon.Maçka Etimoloji sözlüğü. 
  • (2) Omer Asan, Pontos Kültürü, s. 125.   
  • (3) Anabritannica. tulumla ilgili madde.
  •  (4) Bu konudaki milliyetçi görüş; tulum ve horonun orta Asya kökenli olduğu şeklindedir
  • (5) Sabahattin Eyüboğlu, Mavi ve Kara.   
  • (6) Anabritannica, kemençe ile ilgili madde.    
  • (7) Sabahattin Eyüboğlu, Mavi ve Kara.    
  • (8) Doğu Karadeniz'de bir halk sözü.    
  • (a) Mtzanu: Furtuna Vadisi'nde bulunan bir Laz köyüdür. Horon ve müzikte oldukça zengin bir altyapıya sahip olan bu köyde, çok sayıda horon türüne rastlamak mümkündür.    
  • (b) Kelimenin sonundaki "-na" ekinden dolayı bu kelimenin Lazcada kullanılan bir kelime olduğunu anlayabiliyoruz. Bu isim aynı zamanda Lazcada bir armut türünün de adıdır.    
  • (c) Lazcada Tzari  su + şkha  orta, orta yer isimlerinin birleşmesinden oluşan bir kelimedir.    
  • (d) (Mehmet + na) "Mehmet" adının Lazcadaki söyleniş biçimi "Memethi"dir. "-na" soneki ise Lazcada isimlerin sonu konarak sıkça kullanılır.    
  • (e) Pozoni vadisi:

Lazlar ve Fundamentalizm‏

Haklarında yanlış, çarpıtılmış ve/veya eksik bilgilere sahip olduğumuz, ülkemizin kuzeydoğu ucunun binlerce yıllık yerli halkı -T.C. Kültür Bakanlığı da artık, bu halkın 4 bin yıllık olduğunu kabul ediyor (1)- Lazlar'la ilgili her yazıda altının çizilmesinden gına gelmiş olsa da, inatla belirtelim;
Lazlar ne Pontos Rum kalıntısı mühtediler; ne de Müslüman Gürcü bir topluluk. Kimi, "bilim insanlığı" su götürür zatların bu halkı "kadim Türk boyu" olarak gösterme alışkanlığı da, az önce sayılan her iki sav gibi, bir halkın özgünlüğünü inkâr eden, o halkı kendi içinde eritme siyasetine payanda işlevi görecek şekilde kurgulanmış kof ve bayat resmi amentülerdendir. Lazlar bilimin üzerinde tartışma gereksinimi duymadığı bir netlikte özgün bir Güneybatı Kafkas halkıdır. Dilleri de Güneybatı Kafkas dillerinden Lazca'dır. Gürcü halkıysa onların yalnızca kuzenleridir (2), dedeleri değil...
Soğuk Laz Fıkraları

Lazlar, her daim ve hemen her çevrede olumsuz bir imaja sahip, aşağılayıcı fıkraların kurbanı olmuş bir garip halktır. Peki kendi halinde yaşayan bu insanlara bilerek veya bilmeyerek çeşitli kesimlerden neden saldırılar gelmektedir? Bir kere şunu en başta belirtmekte fayda var; Lazlar'ın beyninin az çalıştığıyla ilgili yaygın "efsanelerin" kaynağı bir tarihsellik taşıyor. Şöyle ki, Pontos, Roma ve Bizans dönemlerinde de Lazlar, egemen unsurlarca "barbar", "isyancı", "geri kültürlü" olarak aşağılanmakta ve dışarıdan bakan bir Grek için aşağı yukarı bu günkü gibi bir stereotip oluşturmaktaydı. Günümüzde hâlâ Yunanistan'da, 1924 mübadili Doğu Karadenizli Rumlara, yarımadanın yerlisi Yunanlılar'ca, "Lazoi" (Lazlar) denilmekte ve bu adlandırma bu topluluk için "salak", "cahil", "lafazan", vs gibi sıfatların kodu olma işlevi görmektedir (3). İlginç olansa Yunanlılarla hiç anlaşamayan Türk toplumunun, Lazlarla ilgili aşağılayıcı söylemlerde Yunan mirasına sahip çıkmasıdır. Türkiye'deki "gülünç" Laz imajı Karagöz ve Meddah oyunlarındaki "Laz" tiplemeleriyle de yeniden ve yeniden üretilip, güçlendirilmiş ve Lazların kendi kimliklerinden utanması için adı konmamış bir "içselleştirme kampanyası" devam ettirilmiştir. Aynı şekilde Gürcistan'da da Megreller'e benzer yakıştırmalar yapılıyor (4); ama bu Megreller'in kendilerini "mavi kanlı Lazlar" olarak görüp, yüceltmelerini engelleyemiyor. Benzer bir olgu Türkiye Lazları arasında da yaygın olup, Lazlar için Lazlık bir "ayrıcalık" ve gurur duyulan bir kimlik olmaya devam ediyor. Öyle ki Laz adı, bütün bir Orta ve Doğu Karadeniz sahil kesimi, Bayburt ve Gümüşhane'nin kuzeyi, Posof, Karadenizli Rumlar ve Abhazya dışındaki Batı Gürcistan halkları gibi heterojen ve farklı pek çok insan topluluğunu kapsayıcı bir "yerel üst kimlik" haline gelmiştir. Söz konusu insanların çoğu da bu adlandırmadan gocunmamaktadır. Bu da sorunun asıl kaynağının halklar arasında değil de, başka yerlerde aranması gerektiğini, Lazlar'a yapılan tüm olumsuz yaftalamaların ne denli patolojik bir vakanın ürünü olduğunu gözler önüne seriyor. Ama yine de birbiriyle çelişen ve son derece girift bir hal almış olan Laz imajıyla ilgili yargıların etraflıca araştırılması elzem görünüyor.

Aşırı Türk Milliyetçiliği

Lazlık ve Karadenizliliğin eşdeğer görülmesi düz mantığından kaynaklanan bu "mit"lere cevap olarak ilk elde belirtilmesi gereken Lazlar'ın daha 17. yüzyılda Ortodoksluğu bırakıp, Hanefı-Sünni Müslümanlığa geçtikleri gerçeğidir. Tüm Anadolu, evliya, şeyh, şıh, türbe, tekke ve benzerlerinden geçilmezken, Lazlar'da  bu inançların hemen hemen hiç olmaması ilginç doğrusu (5). Tarikatlar Lazlar içinde daha 8o'li yıllardan sonra bölgeye girebilmiş olan Nakşi ve Nur tarikatlarıyla sınırlı, bunların müritleri de Lazlar'ın geneli tarafından hiç de hoş karşılanmıyor. Ne var ki son birkaç yıldır ülkemizde yükselen fundamentalizm, Lazlar'ı da sonunda etkilemiş, tarikatlar geçmişe nazaran gözle görülür şekilde güçlenmiştir. Türkçülük hususuna gelelim şimdi de; çok açık bir gerçek ki ülkücü hareket Lazlar içinde hep zayıf kalmıştır. Türkiye de şovenist rüzgârların şiddetli esişi MHP'yi Lazlar'dan yüzde 1 oy almaktan kurtardı; ama sadece o kadar. MHP bölgede her zaman devrimci ve sol yapılar karşısında güçsüz ve kendi içine kapanık bir hal arz etti. Hatırı sayılır bir tabana sahip oldukları yerlerse yalnız Arhavi ve Hopa olarak görünüyor. (Hopalılar'a göre MHP, bu ilçelerde Lazlar ve Hemşinliler'den ziyade Poşalar'dan -Kafkas Çingeneleri-destek buluyor). Ancak tüm bunlara karşın İslamcı hareketler giderek Lazlar içinde büyüyor.

Son söz: Kimliğini ve dilini her geçen gün kaybetmekte olan bu halkı daha iyi anlayabilmemizde en büyük görev ülke aydınlarına düşüyor. Ama hemen şimdi, yarın çok geç!

1 bkz. Lazlar Belgeseli Afişi.
2 Aksamaz, A. İhsan, Dil-Tarih-Kültür- Gelenekleriyle Lazlar, Sorun Yayınları, İstanbul 2002, s.ıo.
3 Aksamaz, A. İhsan, a.g.e., s.89.
4 Dzhodzhua, Nugzar, Ben Bir Megrelim, Ogni Kültür Dergisi, Sayı 6, Eylül-Ekim 1994, s.6.
5 Aksamaz, A. İhsan, a.g.e., s.42.

Not: yazı 7.12.2007 tarihinde Birgün gazetesinde yayınlanmıştır.

"Biz Burada Yabancıları Sevmeyiz!"

Bir bütün olarak bakıldığında Türkiye halkının hoşgörülülüğü, kardeşlik anlayışı,kendinden olmayana sevgisi konusunda pek iyimser sayılmam. Hatta genelde farklı milliyet ya da dinî inançlardan olan insanlarla ilgili son derece olumlu ve sevecen konuşan insanlarımızın "ikiyüzlü" olabileceklerini ve bir "hoşgörülülük mastürbasyonu" hâli içinde bulunabileceklerini düşünecek kadar da şüpheci ve kötümserim de.
Çok bilinen bir örnek üzerinden gidecek olursak; mesela konu gayr-ı Müslimler olduğunda, geçmişte bir dönem bu yurttaşlarla aynı ortamda yaşamış olan insanların sözleri ekseri, artık gına getirtecek kadar standart olmuştur: "Bizim Ermeniler'le, Rumlar'la hiçbir sıkıntımız yoktu, gül gibi geçinir giderdik aynı mahallede. Onlar bizim iftarlarımıza katılırlardı, Müslüman çocuklar da Paskalya Bayramları'nda boyanmış yumurtaları toplamaya bayılırlardı. Hey gidi hey !.. Hele bir de Madam Şuşana vardı ki, onun çöreklerine hiç doyum olmazdı doğrusu!.." gibi... İyi güzel de madem bu kadar sıkıntısız yaşıyorduk, öyleyse bu ülkede 1915 Olayları gibi, 30'lu yıllarda Trakya'da Yahudiler'e baskı ve katliam gibi, Asurî katliamı gibi ya da 6-7 Eylül olayları gibi utançlar neden ve nasıl yaşandı. Devletin yaptıkları mâlum da, peki ekalliyetten vatandaşların çok sevildiği bu ülkede bu olaylarda rol alacak binlerce gözü dönmüş sivil insan nereden bulundu? Halkımız çok hoşgörülü ve sevgi dolu olduğuna göre, bu insanlar birden bire uzaydan mı indiler?
Şovenizmin İki Kompleksi: Çoğunluğun Narsisizmi ve Azınlığın Savunmacılığı

Emperyal bir devletin, koca bir imparatorluğun mirasçısı olan ve köklü bir geleneğe yaslanan Türk Devleti'nin milliyetçiliği elbette ki, haklı olarak "Sevr Paranoyası" teşhisi konmuş olan devâsı güç bir hastalığın koynunda büyütülmüş bir milliyetçiliktir. Bu milliyetçiliğin doğuşu, sömürgeci devletlerin Osmanlı İmparatorluğu'nu parçalama ve geçmişte kazanılmış toprakların bir bir elden çıkması gibi son derece travmatik bir döneme rast gelmiş, bu süreci de Anadolu'nun sömürgeleştirilmesi, yani artık "özbeöz Türk olan!"  toprakların da kaybedilmesi gibi bir vahamet hâli izlemiştir. 1. Dünya Savaşı döneminde düşman devletlerin işgalleri bir yana Türk milliyetçiliğiyle neredeyse yaşıt olan başta Ermeni milliyetçiliği olmak üzere Kürt milliyetçiliğinin de bağımsızlık hareketlerine girişmiş olması Türk milliyetçiliğinin travma hâlini kalıcılaştırmış ve onda süreğenleşecek olan paranoid ve agresif psikopatolojinin mayasını  ideolojinin hamuruna katmıştır. Bu sürekli "ihânet", "arkadan vurulma" ve "bölünme" paranoyası içinde gelişen ve cebelleşen Türk milliyetçiliği önceden kazanılmış olanların yarattığı narsisizmiyle, sonradan kaybedilmiş olanların kompleksini harmanlamış ve bu iki ruh hâlinin karışımından ortaya kompleksli bir narsisizm çıkarmıştır. Sözünü ettiğimiz ruh hâlini en iyi özetleyen şeyin Nihal Atsız'ın oğlu Yağmur Atsız'a yazdığı "vasiyet mektubu" olsa gerek, orada herkesi düşman belleyen lâfız, Türk milliyetçiliğinin bir manifestosu da sayılabilir aslında, herksin bildiği "Türk'ün Türk'ten başka dostu yoktur!.." anlayışı hem o mektupta, hem ideolojide, hem de genel olarak sıradan bir Türk'ün günlük hayatında kendini açıkça göstermektedir.

Yukarıda bahsettiğimiz Türk milliyetçiliğinin kompleksli narsisizminin karşısında da azınlığın geliştirdiği kompleksli savunmacılık durmaktadır. Örneğin Kürt milliyetçi hareketinin her fırsatta "şu bu olmazsa dünyayı başınıza yıkarız!" tarzı alışılageldik tehditkâr söylemleri bu milliyetçiliğin de bu psikolojik durumunu özetlemekte. Sözgelimi devlet Kürdistan'da sivilleri katlediyor diye metropollerde sivillere karşı eylemlere girişmek; ya da bölgede gerillalara karşı operasyonlarda orman yaklılıyor diye Batı'da orman yakmak, "solcu" olmakla ilgisi olmayan klasik küçükburjuva - milliyetçi bir tepkidir ve aynı zamanda bir kompleksi de açık etmektedir: "Siz yapıyorsanız, biz de yaparız!" Bu kompleksli savunmacılığın en uç hâli olan Batı'da sivillere zarar veren eylemler  "TC, Kürdistan'ı ateşe ve kana boğarken, Kürt halkı ve onun iradesi hiçe sayılırken, ulusal onuru zedelenmiş Kürt gençlerinin insayitifi ellerine alarak sivil vesaire dinlemeden şiddet eylemlerine girişmelerini kim engelleyebilir!" şeklinde meşrulaştırılmaya çalışılmaktadır. Ortada bir milliyetçilik varsa ezen ya da ezilen tarafında olması fark etmez, bu milliyetçilik, özündeki pragmatizm sebebiyle bu denli aşırı ve tehlikeli noktalara kolayca uzanabilmektedir. Kürt ve Türk milliyetçisi tabandan olan insanların nasıl bir psikoloji içinde olduklarını görmek için youtube'daki PKK yanlısı videoların altına yazılmış yorumlara birazcık bakmak yeterli olacaktır, orada iki milliyetçiliğin nasıl çatıştığı, insanların birbirlerini etnik aidiyetleri üzerinden nasıl aşağıladıkları ve birbirlerine nasıl küfrettikleri görülecektir. "Bu ülkede Türk - Kürt çatışması yok!" diyenler, en azından bu gibi platformlarda yıllardır bir çatışmanın olduğunu görecek ve Dolapdere'de ya da daha önce farklı yörelerde yaşanmış olan olayların nasıl bir arkaplâna sahip olduğunu anlayacaklardır.

Kısaca bir insanın kendi milletini  üstün görmesi ya da en azında görmek/göstermek istemesi olarak özetlenebilecek olan milliyetçilik anlayışı, sürekli olarak bir diğer millete karşı zafer isteği taşıdığı için öyle veya böyle kompleksli bir durumu kendi içinde barındırır. Çünkü milliyetçinin düşüncesinin tersi istikametinde gelişecek her olay, onun yüceltip parlattığı aidiyet onurunda yara açacak ve onu daha da saldırganlaştıracaktır.Örneğin çoğunlukla bilinçli bir milliyetçi söylem olmasa da Lazlar'a karşı geliştirilmiş olan aşağılayıcı bakış ve anlayış, zaten özünde kendi kimliğine - dışarıdan gelen bunu örseleyici hakaretamiz söylem sebebiyle karışık da olsa- karizmatik bir hegemoni ve onurluluk atfeden bir Laz tarafından yine son derece milliyetçi olan bir şekilde karşılanmaktadır. Bilindik bir örnekle açarsak; X milliyetinden kişi bir Laz'la "sizin kafanız 12'den sonra çalışmaz!" şeklinde dalga geçtiğinde, Laz da X milliyetinden bu şahısa, "12'ye kadar herkesten üstün, 12'den sonra da diğer milletlerinki kadar çalışır!" diye cevap  verir. Bu basit diyalog, yazı boyunca bahsettiğimiz milliyetçi olma hâlinin, onun kompleks, narsisizm ve hezeyanının en rafine örneği olabilir... Sonuç olarak milliyetçilik, her insanın beyninde bir köşede saklı duran ve yine girilmesi o beynin zihin polisleri tarafından kesinlikle yasaklanması gereken bir odadır!.. Bu da yetmez, lütfen o odayı kilitleyelim, bir zahmet o odanın anahtarını bir ineğe yutturalım, o inek de dağa kaçsın ve mümkünse o dağ da yansın, bitsin, kül olsun!..

İSMAİL GÜNEY YILMAZ

Onlarin Savasi

Türkiye’de üç savaş birden yaşanıyor; emekle sermayenin ‘sessiz savaşı’, ulusal haklarını arayan Kürdün savaşı ve sermaye grupları arasındaki egemenlik savaşı, yani onların savaşı…

Uluslararası finans çevrelerinin yayın organlarından biri olan Wall Street Journal, sermaye grupları arasındaki egemenlik savaşına, “Türkiye’de dinci ve laik elitler arasında(ki) kansız iç savaş” diyor.

AKP karşıtlarını Kemalist ya da darbeci, darbe karşıtlarını ise Fettullahçı ya da AKP’li sayan hatırı sayılır bir taraftar kitleyi de oluşturan bu savaşın tarihsel arka planına bir göz atmakta yarar var:

Hikaye, cumhuriyetin kuruluşuyla başlıyor. Cumhuriyetin kurucu gücü askerdir. Ve Kemalizm, kurucu gücün ideolojisidir. Bu yüzden Cumhuriyet sonrası – 'çok partili rejim' öncesi iktidara Kemalist iktidar deniliyor.

Kemalist iktidarın ilk işlerinden biri devlet eliyle milyonerler yaratmak olmuştur. “Efendiler, isteriz ki memlekette çok ve çok milyonerler olsun” sözü Mustafa Kemal’e aittir. Cumhuriyetin kuruluş aşamasında henüz ‘cılız bir çocuk’ durumunda olan burjuvaziyi büyüten Kemalist iktidardır. Denilebilir ki, Türkiye burjuvazisi, Kemalizmin eseridir.

Kemalist ideolojiyle büyüyen geleneksel sermaye, İkinci Savaş sonrasında, uluslararası sermayenin demokrasicilik oyununa dahil oldu ve böylece memleket ‘çok partili rejim’ ile tanıştı.

14 Mayıs 1950’de yapılan seçimde Kemalist parti CHP’nin yerini DP aldı. Fakat, ezici bir çoğunlukla iktidara çıkan DP’liler, zafer sarhoşluğu ile Kemalist geleneğe ‘dokunmaya’ başlayınca, 27 Mayıs 1960’da, cumhuriyetin kurucu gücü askerlerin gazabına uğradılar.

27 Mayıs Darbesi’nden sonra, artık “memleketi adam gibi yönetemezseniz darbemi yapar, tepelerim!” diyen bir ordu vardır ve kendini rejimin koruyucusu olarak vazifelendirmiş Kemalist ordu gerçekten de dediğini yapmaktadır.

Diğer yandan, 70’li yıllarda, uluslararası sermaye ile işbirliği içinde ‘mutlu mesut’ bir hayat sürdüren geleneksel sermayenin huzuru, küçük – orta sermaye gruplarının ‘yakınmaları’ ile bozulmaya başlar. Tekel dışı sermaye grupları, iktisadi hayatın neredeyse bütününü kontrol eden ve pastadan aldıkları payı büyütme bahsinde sınır tanımayan geleneksel sermaye yüzünden büyüme özlemlerini gerçekleştirememekte, dahası artan oranlarda erimektedir.

Bilindiği gibi, sermayenin bu ‘mağdur’ kesimleri siyasi bir güç oluşturma ihtiyacı duydular ve İslam ideolojisine sarıldılar. İslam ideolojisiyle siyaset yapan ve kendilerini ‘Anadolu sermayesi’ şeklinde ifade eden ‘mağdurlar’, bütün engelleme çabalarına karşın bir güç oluşturmayı başardılar ve memleket idaresine ortak olmaya başladılar.

Laik cumhuriyetin koruyucusu olduğunu düşünen ordu, İslam ideolojisini kullanarak siyaset yapan sermayenin ‘mağdur’ kesimleri ile egemen sermaye arasındaki çıkar çatışmasını büyük bir hassasiyetle izlemeye aldı. Ve görülen lüzum üzerine, “şeriat tehlikesinin önünü kesmek maksadı ile gerekli müdahalelerde” bulundu. Ordunun son etkili müdahalesi 28 Şubat 1997’de gerçekleşti.

Aynı dönemde, İslam coğrafyasında sosyalist ideolojinin önünü kesmek için İslam ideolojisini yayan ve İslamcıları destekleyen emperyalizmin Yeşil Kuşak Projesi revize edilmiş, bunun yerine Ilımlı İslam Projesi hazırlanmıştır. Ilımlı İslam Projesi’nin merkezi uygulama alanı ise Türkiye’dir.

ABD’nin ve AB’nin stratejistleri ve teşkilatçıları, Ilımlı İslam Projesi’nin Türkiye’deki uygulayıcısı olarak Fettullahcılar dahil pek çok cemaatle birlikte, yakın geçmişte ordunun hışmına uğramış Refah Partisi’nin yeni nesil kadrolarını ‘örgütlediler’ ve Türkiye siyasetine ‘nur topu’ gibi bir siyasi parti kattılar; AKP...

ABD’nin ve AB’nin aktif desteğini alan AKP işe çok hızlı başladı. Büyük Ortadoğu Projesi ve Ilımlı İslam başlığı altında kendisine verilen bütün ödevleri ‘başarıyla’ yerine getiren AKP, bir yandan da kendisini var eden ve ‘anlamlı kılan’ sermayenin ‘ehli müslim mağdur kesimleri’ni ihya etmeye başladı.

Uluslararası sermayenin gönüllü taşeronluğunu üstlenen eskinin şeriatçıları, ‘dünya işlerini’ öncelemeyi tercih ettiler; eskinin ‘mağdur’ sermaye grupları AKP sayesinde büyük bir hızla palazlandılar ve geleneksel sermaye erbabının 70 – 80 yılda ulaştığı düzeye 7 – 8 yıl içinde ulaştılar. Eskinin ‘mağdurları’ yeni egemenler haline geldiler.

Bu durum Kemalist ideolojiye yaslanarak bugünlere gelen geleneksel sermayeyi ve bağlaşık güçleri ‘harekete’ geçirmeye yetti. Ilımlı İslam Projesi’nin gözü kara uygulayıcısı AKP’ye karşı ‘şeriat tehlikesi’ vurgusuyla başlayan tasfiye eylemlerinin asıl nedeni budur.

Ne var ki, AKP tasfiye edilemiyor; tam tersine, AKP’yi tasfiye etmek isteyenler tasfiye edilme ‘tehlikesi’ ile karşı karşıyadır. AKP’nin tasfiyesine dönük bütün girişimler ABD ve AB tarafından engelleniyor; “memleketi adam gibi yönetemezseniz darbemi yapar, tepelerim!” rahatlığındaki ordunun bütün darbe planları deşifre ediliyor ve generaller darbe girişimi suçlamasıyla tutuklanıyorlar.

Velhasıl, toplum bilincine “dinci ve laik elitler arasında(ki) savaş” şeklinde yansıtılan bu savaş, gerçekte, seksen yıllık iktisadi ve siyasi egemenliğini Kemalist ideolojiye yaslanarak sürdüren geleneksel sermaye ile daha düne kadar ‘üvey evlat’ muamelesi gören ve fakat uluslararası sermayenin gözde taşeronu konumuna ‘yükseltilen’ AKP’nin sınırsız desteğiyle kısa sürede palazlanan Anadolu sermayesinin ‘ehli müslim’ hür teşebbüs erbabı arasındaki egemenlik savaşıdır.

Ve soru şudur; emeğin ve insanlığın özgür geleceğini dert edinen bir devrimci, bu savaşta nerede durur ve ne yapar?..

Kanımca bu soruya şöyle bir yanıt verilebilir: Emek dünyasının devrimcisi, öncelikle bağımsız siyasi duruşunu korumayı bilmeli ve mümkünse, sermaye grupları arasındaki egemenlik savaşı ile oluşan durumdan ‘devrimci bir vazife’ çıkarmalıdır. Fakat şayet bunu gerçekleştiremeyecek kadar zayıf bir durumdaysa, oturup ‘yazıklanabilir’, ama asla onların savaşında bir taraf olamaz!..

Sadık Varer

Bu Lazlar da Nereden Çıktı Şimdi???





Mehmedali Barış Beşli’yi kamuoyu Kazım Koyuncu ile birlikte kurdukları efsanevi Zuğaşi Berepe (Denizin Çocukları) Lazca rock grubundan beri tanıyor. Oysa Mehmedali Barış Beşli sadece bir müzisyen değil. Lazların Ogni dergisinden beri Laz dili ve kültürüyle ilgili bütün çalışmalarda var. Şimdi de Laz Kültür Derneği Başkanı. Barış Beşli ile yaptığımız görüşmede, Doğu Karadeniz gezisinde karşılaştığımız etnik gruplardan en azından birini tanımış olacağız...

»Samsun’dan öte herkes Laz sanılır. Bizse Lazlara Rize Pazar’dan sonra rastladık. Lazlar kim ve neden herkes Karadenizlilerin hepsini Laz zanneder?

Bu sanıyorum Bizans’tan beri süregelen bir yanlış adlandırma. Samsun’dan itibaren her halk doğuya doğru kendinden bir sonraki halka Laz demiş. Lazlar esas itibariyle Güney Kafkasyalı bir halk, Lazca diye bir dil konuşur. Lazca Güney Kafkas dillerinden bir tanesidir. Türkiye’de otokton olarak Pazar, Ardeşen, Fındıklı, Arhavi, Hopa ve Borçka’nın bir kısmında yaşarlar. Bunun ötesinde 93 harbi diye bilinen 1877-78 Osmanlı Rus Savaşları sonucunda Marmara Bölgesi’ne göç etmiş Lazlar vardır. Onlar da Adapazarı, Düzce, Hendek, Yalova, Sapanca, İznik, Gölcük, İzmit gibi şehirlerde yaşar. Bunun ötesinde gurbetçilik, iş bulma, öğrenim görme anlamında büyük şehirlere dağılmış Lazlar da var.

»Güney Kafkasya’da Gürcistan’da da yaşayan Lazlar var mı hâlâ?

Tabii. Türkiye-Gürcistan sınırını oluşturan Sarp Köyü vardır. Bu köy ikiye bölünmüş bir köydür. Her iki taraf da Laz’dır. Bunun ötesinde yine Gürcistan’da bir nevi Hıristiyan Lazlar olarak tanımlayabileceğimiz Megreller vardır ki Gürcistan Devlet Başkanı Sakaşvili’nin annesi de bir Mergel’dir. Gürcistan’da Megrellerin ciddi bir nüfusu vardır. Neredeyse Gürcistan’ın yarısından fazlası Megreller’den oluşur.

»Türkiye’de bir inanış daha var: Lazlar Müslüman Gürcüdür. Bunun doğruluk payı olabilir mi?

Hayır. Belki Müslüman Megrel diyebiliriz ama Müslüman Gürcü dersek Gürcistan resmi ideolojisine paralel bir düşünceye sahip oluruz. Bir de şöyle yanlış olur. Sanki Gürcülerin hepsi Hıristiyanmış gibi bir anlam çıkar. Halbuki zaten Türkiye’de Müslüman Gürcü var ve onlar hiç de Laz değil. Nitekim Gürcistan’da Acara Özerk Bölgesi’nin özerkliğinin nedeni de halkın Müslüman olmasıdır.

»Lazlar Türkiye’de eski dinlerini bırakıp Müslümanlığı seçmiş. Ama gizli gizli eski dinlerini de sürdürüyorlar mı acaba?

Lazlar geçmişte Ortodoks Hıristiyan’dı. Hatta internette okudum. Bir Ortodoks kilisesinde 2003 yılında aziz ilan edilen Lazlar var. Bunun bir Gürcistan politikası olduğunu düşünüyorum. Çünkü Acara’da Müslümanlaşmayı kırmak için Lazlara eski dinleri hatırlatılıyor diye düşünüyorum. Lazlar geçmişte Ortodokstular ama ne derece dindardılar tartışılabilir. Şimdi Müslümanız ama ne derece Müslümanız bu da tartışılabilir. Elbette İslami dalgayla Müslümanlığını daha radikal yaşayanlar var ama Lazlar, koyu İslamcı değil.

Lazca konuşurken üzerimizde eski çok tanrılı dinlerin etkisi ortaya çıkıyor. Allah yerine Lazca’daki tanrıdan bahsederiz. ‘Ğormoti’ deriz. Bunlar çok fazla bilince çıkan şeyler değil ama önemli. Bunlarla birlikte çocukluğuma değin, hâlâ şeker bayramında ve kurban bayramında yaşlı ninelerimiz kırmızı boyalı yumurta dağıtır ki bu biliyorsunuz Paskalya geleneğidir. Bir sentez olmuş. Müslüman bayramında Ortodoks yumurtası dağıtmak gibi ya da Pazar’da ölüyü tabutla gömmek de hâlâ yaşayan bir gelenekmiş.

»Lazların bugünkü sayısı konusunda neler söyleyebilirsiniz?

Geçtiğimiz günlerde bir takım bilimsel ya da bilimsel olduğu iddia edilen raporlar yayımlandı. O raporlar Lazların sayısını 80 bin olarak verdi. O rakamlara nerden ulaşılmış, akıl sır erdirmek mümkün değil. Mesela Ardeşen’in nüfusu tek başına 50 bin. Bırakalım 93 göçmeni Lazları ve büyük şehirlerde yaşayanları, sırf demin bahsettiğim ilçelerde yaşayan Lazların nüfusu bile 200 bin. Bu nüfusun en az üç katının göç etmiş olabileceğini hesap ediyoruz. Çocukluğum Ardeşen’in Putra Mahallesi’nde geçti. Şimdi Putra’da ki nüfusun 3 katı İstanbul’da. Demek ki nüfus bildiğimiz eğitim, öğretim, iş gibi sebeplerle İstanbul’a, büyük kentlere göçüyor. 93 göçmeni Lazları da hesaba kattığımızda biz Türkiye’de 1,5 milyon Laz olduğunu düşünüyoruz.

»Peki yaşadığınız bölgedeki diğer halklardan belirgin bir farkınız var mı?

En önemli farkımız dilimiz. Bunun ötesinde geçmişe bakarak söyleyecek olursak Lazlar daha solda duruyorlardı. Yani Pazar, Ardeşen, Fındıklı, Arhavi, Hopa gibi ilçelerin hepsinde en azından CHP’li belediye başkanları işbaşında olurdu. Sağdan bir partinin belediye başkanı olması düşünülemezdi. Çayeli’nden ötesi rahattı bizim için. Bunlar daha çok geçmiş için geçerli. Bugün Çayeli ile Ardeşen arasında ne kadar fark var derseniz, onu bilemem. Şu an Ardeşen belediye başkanı AKP’li. Sağda da solda da siyasetçilerimiz var. Kendilerini nasıl tanımlarlar ama mesela Mehmet Bekaroğlu Laz’dır. Algan Hacaloğlu Laz. Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu da Laz’dır. Bizim derneğin onursal üyesidir.

»Lazcayı evde mi öğrendiniz? Çocuklarınıza Lazca öğretiyor musunuz?

Lazcayı evde öğrendim ama üniversite yıllarında Lazca çalıştım. Dış evlilikler arttıkça çocuklar ortak dil Türkçe’yi öğreniyor sadece. Ben de dış evlilik yaptım. Bir kızım var. Kızımla, ben ve annem sadece Lazca konuşuyoruz. Dış evlilik eskiden daha az kabul gören bir şeydi. Bunun dil üzerinde bir dezavantajı var. Bundan daha önemli bir etmen de insanların kafalarındaki tabular. Çocuğum Lazca bilirse okulda, dolayısıyla hayatta başarısız olur inancı. Ama köylülüğü devam ettiren Lazlarda evde hâlâ Lazca konuşuluyor ve çocuk ilk Lazcayı öğreniyor. Bir Ardeşenli olarak biraz iddialı konuşayım, şimdi Ardeşen’de bütün ilçelerden daha fazla Lazca konuşulur. Çünkü Ardeşen’in köy nüfusu fazladır ve köylüler Ardeşen ile bağlarını koparmamışlardır. Büyükşehirlere göçle birlikte ilçe merkezine de göç etmişlerdir. Bir de Ardeşen daha homojen Laz kenti. Ama Hopa’da mesela Hemşinliler var ve Lazlar daha az kendi dillerini konuşur. Elbette çocuklarımıza Lazca öğretmek için her şeyi yapıyoruz ama nereye kadar…

»Okullarda Lazca öğretilsin diye talebiniz var mı?

Elbette. Bu en temel hakkımızdır. Böylelikle bir kültürün yok olmasının önüne geçilebilir. Ancak Lazca eğitim talebimiz yok. Bu çok farklı bir talep. Biz Lazcanın bir ders olmasını talep ediyoruz, derslerin Lazca olmasını talep etmiyoruz. 35 harflik bir dilimiz var. Temel derdimiz atalarımızdan miras kalan dilimizi ve kültürümüzü çocuklarımızın öğrenmesi.

»Biraz da ağır siyaset… Türkiye’de düzenin resmi söylemi şöyle diyor: İşte Kürtlerin haklarını verirsek Lazlar da Çerkezler de, Hemşinliler de herkes bir şey ister… Bu cümle sizin için ne ifade ediyor?

Önce bu soruyla ilgili sizin sormadığınız bir soruya cevap vermek isterim. Tersinden başlamak isterim. Özellikle Kürt çevrelerinde dile getirilen bir tez var.

»Bu da olayın diğer yüzü. Bunu da cevabınızdan sonra soracaktım ama madem başladık...

Kürtler bir asli unsur meselesini dile getiriyor. Türkler ve Kürtler asli unsur. Öyle derseniz birilerini de tali unsur olarak görüyorsünüz. Bizim için bu kabul edilebilir bir yaklaşım değil. Üniversitede solcu öğrenciler tarafından dağıtılan Kürt ve Türk kardeşliği bildirilerinden tutun da 1 Mayıs bildirilerinde ‘küçük halklar’ hep tali görülür. Bu ülkede Kürt değilsen Türksündür yaklaşımı egemen anlayışın yaklaşımıdır ve yanlıştır. Elbette biz Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarıyız, ancak ne Türküz ne de Kürt. Ortak kimliğimiz ise Türkiyeliliktir. Herkesin kültürel arka planı ve kültürel kimlikleri yok sayılmamalı. Bugün TRT’de Kürtçe, Arapça, Boşnakça dillerinde yayın yapılıyor. Bizim talebimiz olmasına rağmen Lazca yayın yapılmıyor. Bize ayrımcılılık yapılıyor. Bir ülkede diğer dillere sağladığınız bütün imkânları, talep olduğunda bütün dillere sağlamak zorundasınız. Bunu yapmıyorsanız ayrımcılık yapıyorsunuzdur. Bu ülkede yaşayan herkes eşit olmalıdır yani eşit oranda hak sahibi olmalıdır. Ancak etnik kimliğin geliştirilmesiyle ilgili pozitif ayrımcılık yapılabilir. Biz Kürtlere verilmesin asla demeyiz. Şimdi asıl sorunuza gelirsek resmi ideoloji, bir hakkı tanımamak için, herkes ister diyerek perdeleme yapıyor. Olayı uzaklaştırma ve dağıtmak istiyor. Ciddi değil.

»Sizi bazen Pontuslularla da karıştırıyorlar. Belki Pontus’u diriltmeye çalışıyorsunuz diye negatif tepki de alıyorsunuzdur.


Şimdi TRT’nin Türkiye’de konuşulan dillerde yayın yapma kararı aldığı sırada gazetelerde Lazca yayın da yapılacağı haberleri yer alıyordu. Ama bu doğru çıkmadı. Lazca yayın hâlâ yok. Ama biz bir gazetede şöyle bir haber olduk: “Lazca yayın yapmak Pontus hevesini destekler…’’ Şimdi bu anlayışı nereye koyabilirsiniz? Bilemiyorum. Bu kadar cahillikle yazı yazılır mı? Lazlar kim, Pontus’lular kim? Bizim birbirimizle ne alakamız var? Belki de birbirimize ters şeyleriz. Adamın hiç bir şeyden haberi yok. Sonuçta Pontus bütün Karadeniz’in adıdır. Ancak Pontus’u siyasi hedef yapan bazı gruplar bu ismi kullanıyor olabilir. Bu bizim tamamen dışımızda. Bu bir MİT raporu haberiyse daha da acıklı bir durum. Bu mantıksız bir şey çünkü. Bizim siyasi anlamda Pontus’la da, Pontus’çulukla da bir alakamız yok. Ha tabii ki Karadeniz’de Rumca konuşan halk olabilir, bunlar bizim sadece kardeşlerimizdir. Bundan başka bir şey düşünemeyiz.

»Peki Laz fıkrası, Laz esprileri sizleri kızdırıyor mu? Her önüne gelen Temel fıkrası anlatıyor…

Pop çağından önce Laz fıkrası anlatmak gerçekten komikti. Ama şimdi her şey poplaştığı gibi Laz fıkraları da poplaştı. Televizyonlarda falan da programlar yapılıyor. İyice yozlaştı. Mesela her fıkraya Temel demiş ki diye başlarsanız daha komik bir şey anlatacağınız daha baştan bellidir sanki. Ya da bir köşe yazarı konu sıkıntısı çektiğinde başlıyor Temel fıkraları uydurmaya. Hem köşesini şenlendiriyor hem de günü kurtarıyor. Bu yaklaşımı kabul edemeyiz. Birilerini zeka özürlü vs görüp onun üzerinden popüler rant sağlamak doğru bir yaklaşım değil. Hele hele Karadeniz, Lazların ötesinde çok zengin bir kültürel yapıya sahiptir. Bununla alay edilemez.

Coğrafi koşullar, mesela çok dar ve yamaç bir kara parçasında yaşıyor olmak, şiddetli bir denizle karşı karşıya olmak, belki Karadenizlileri ya da Lazları biraz daha yaratıcı yapmış olabilir ama her halkın ayrı bir yaratıcılığı var. Bu Temel fıkraları çok da bizi anlatmaz. Zaten Temel Lazların değil. Belki Pontus’luların. Yunanistan’da da Pontus’lular için benzer fıkralar anlatılıyormuş.

»Peki Kazım Koyuncu? Zuğaşi Brepe?

Kazım Koyuncu Laz tabii. Zuğaşi Brepe Laz müziği yapmıyordu Lazca sözlü rock yapıyorduk biz. Ama geleneksel Laz şarkılarını rock versiyonuyla yorumluyorduk. Bildiğiniz tulum, kemençe Laz müziğinin bileşenidir. O bildiğiniz hızlı horon kemençesi değil. Horon da var o tv’lerde gördüğünüz, sıkı oyun Akçabat horonudur. Laz horonu değil. Laz horonu farklıdır. Kemençe ise daha ağır destanlarda çalınır.

»Ümit Kıvanç’ın yaptığı Kazım Koyuncu’nun hayatını anlatan ‘Şarkılarla Geçtim Aranızdan’ filminin sonundaki ağıttaki kemençe gibi mi?

İşte tabii o. O destanı söyleyen İsmana Paşa, Pazarlı’dır. Biz destan deriz ona, ağıt demeyiz tabii. Geleneksel Laz müziğinin tipik bir parçasıdır o.

»Şimdi sizin için Kazım Koyuncu hakkında bir şey söylemek mümkün olabilecek mi?

Kazım çok hassas bir meselemiz. Hâlâ onun bu dünyada fiziken var olmadığını kabul etmek hepimiz için çok zor. Her ne kadar onu kaybetme ihtimali olduğunu bilsek de bunu hiç kabullenememiştik. Belki taşlar zamanla daha fazla yerli yerine oturacak. Bu yıl Laz Kültür Derneği’nin Kazım’ı anmakla ilgili etkinlikleri bazıları tarafından eleştirildi. Kazım’a insanların sahip çıkması çok güzel bir şey. Kim olursa olsun, onu ne kadar tanırsa tanısın insanlar Kazım’a sahip çıktı. Ama Kazım’ın gerçekten nasıl bir adam olduğunu, bu dünyada ne yapmaya çalıştığını ancak onun tarihine iyi bakarak anlamak mümkün. Kazım, Zuğaşi Berepe diye bir grupta şarkı söyledi. Bu dilin yok olmaması için taraf oldu. Kazım Laz Kültür Derneği’nin fikir babalarından birisidir. Tabiî ki Laz Kültür Derneği, Kazım’a bu çerçevede sahip çıkacaktır. Bundan daha doğal bir şey olamaz. İnsanlar Kazım’ı siyasi ve kültürel kimliğinden soyutlamaya çalışıyor. Kazım bir Lazdı ve bu kültürel mücadelenin bir bileşeniydi. Kazım dünyaya soldan bakan bir adamdı. Bunları reddederseniz Kazım’ı reddedersiniz. Kazım’dan solculuğu ve Lazlığı koparttık mı arkada sadece güzel şarkı söyleyen iyi bir adam kalır. Ama Kazım bununla yetinmez. Benim için bunlar çok önemli. İnsanlar değerlendirme yaparken Kazım’a bir kez daha baksın. 


06 Temmuz 2008
Birgün Gazetesi