16 Mayıs 2010 Pazar

Türk Devleti ve ABD’nin Savaş Planları


PKK’nin üst düzey gerilla komutanlarına yönelik suikast planları ve ABD ve Türk özel birliklerinin gerilla sahalarına yönelik ani nokta operasyonlarına yönelik hazırlıklar yapılmaktadır. 



Irak seçim sonuçları işgal demokrasinin bir başarısı olarak gösterilmeye çalışılsa da gizli ittifak ve planlarla sandıktan çıkan oylar ABD’nin istediği biçimde olmuştur. ABD, Irak seçim sonuçlarıyla Irak merkezli Ortadoğu’yu yeniden dizayn etme planını devreye soktuğu görülmektedir. Bu planın en önemli figüranları olan aynı zamanda  ‘her şekilde kullanılabilir Türk devleti ve Güney Kürdistan yönetimini’ ABD’nin aynı çatı altında bir araya getirme çabaları bu plan kapsamında öne çıkmaktadır.
Güney Kürdistan ile Türk devleti arasındaki ilişkilerin geliştirilmesi ABD’nin çıkarları açısından bir zorunluluktur. Bu nedenle PKK’nin bölge politikalarında belirleyici bir güç konumunda olmasını istememektedir ve bu sorundan bir an önce kurtulmayı savunmaktadır.
Seçim sonuçları üzerinde oynanan oyunlarla Kerkük ve Musul, Kürtlerin elinden alınmıştır. KDP ve YNK’nin dar aşiretsel çıkarlarına Kerkük ve Musul feda edilmiştir. Plan gereği Hewler, Duhok ve Süleymaniye ile sınırlandırılmış ve Sünni ve Şiiler tarafından çepe çevre kuşatılmış Güney Kürdistan yönetimi, Türk devletine daha fazla yakınlaştırılmıştır. ABD’nin Kürt planı şimdilik başarıyla sürmektedir. Türk devletinin kucağına itilen Güney Kürdistan yönetimi, kendi soyuna ihanet eden keklik misali diğer parçalardaki Kürtlerin avlanması için kandırılmaya çalışılmaktadır. PKK konusunda Türk devletinin istediği biçimde “daha net tutum” göstermesi istenmektedir.
Güney Kürdistan yönetiminin son dönemlerde yaptığı açıklamalarda ve Türk devleti ile geliştirdikleri ilişkilerde bu oynanan oyunun bir figüranı haline getirildiği görülmektedir. Kerkük ve Musul’u kaybeden Güney Kürdistan yönetimi kendi varlığını Türk devleti ile geliştireceği ilişkilerde görmektedir. Bu nedenle PKK’nin varlığını Türk devleti ile geliştireceği ilişkiler önünde büyük bir engel olarak görmektedir. Şii ve Sunilere karşı Kerkük ve Musul konusunda, Türk devleti ile de PKK’nin tasfiyesi konusunda gizli anlaşmalar içerisindedir.
Güneyli Kürt örgütleri, PKK ve Kuzey Kürdistan Kürtlerinin tasfiyesini hedefleyen Türk devletinin “Yeşil Türkçü partisi” AKP’nin açılım politikalarına destek verdiklerine yönelik açıklamaları oynanan oyunların ne kadar büyük ve tehlikeli olduğunu göstermektedir. Bir süre önce Neçirvan Barzani’nin Türk devletine, “Irak hükümeti bize % 17’lik petrol hakkımızı vermiyor. Gelin % 50’sini sizinle paylaşalım, bizi koruyun” dediği hatırlanırsa, ABD ve Türk devletinin planlarına Güney Kürdistan yönetiminin ne derecede istekli ve kararlı olduğunu göstermesi açısından önemlidir.
PKK’nin tasfiyesi konusunda oluşturulan 4’lü mekanizma çerçevesinde tırmanan Türk devleti ve Güney Kürdistan yönetiminin ilişkileri, Hewler’de Türk konsolosluğunun açılması, karşılıklı ziyaretlerle önemli bir düzeye gelmiştir. Tüm bu politikalar Güney Kürdistan’ın Türk devleti tarafından tanınması anlamındadır. Tabiî ki bu resmi olmayan tanıma Türk devletinin isteklerine boyun eğmiş, kafesteki keklik haline getirilmiş Kürdün tanınması anlamına gelmektedir.
KDP ve YNK’nin aşiret kültürüne dayalı sahip olduğu ‘tek tip siyaseti’ ve ‘tek tip Kürt anlayışı ile AKP hükümetinin  ‘tek tip Yeşil renkli Türkçü’ siyaseti ve yaratmaya çalıştığı ‘tek tip yeşil Kürtçülüğü’ ortak noktalarda bir araya gelmektedir.
Güney Kürdistan hükümetinin kendi içyapısından kaynaklı gittikçe iradesizleşen ve başka güçlerin özellikle Türk devletinin piyonu haline gelen durumu oldukça tehlikelidir. Kendi Kürdünü inkâr eden, katleden bir devletin başka bir Kürt iradesini muhatap alması hangi koşullarda mümkün olabilmektedir, bir araya gelinen ortak noktalar, varılan anlaşmalar neler olabilir? Elbette bu soruların cevapları oynanan oyunların anlaşılmasında önem taşımaktadır.
Bir süre önce KDP genel başkan yardımcılığı dışında resmi bir görevi bulunmayan Neçirvan Barzani’nin “siyasi ve ticari ilişkileri geliştirmek” yalanıyla Petrol Bakanı Dr. Aşti Hewrami ve yerel hükümet dış ilişkiler sorumlusu Felah Mustafa ile birlikte Türkiye’ye getirilmesi nasıl izah edilebilir. Bu hükümetin başbakanı, varken Neçirvan Barzani’nin hangi sıfatla Türkiye’ye gittiği merak konusudur. Neçirvan Barzani’ye birinci sınıf devlet protokolü uygulanmıştır. Türk devletinin başbakanı Tayyip Erdoğan, Dışişleri bakanı Ahmet Davutoğlu ve MİT yetkilileri ile görüşmüştür. Peki, neyin karşılığında bu devlet protokolü uygulanmış ve üst düzeyde görüşmeler olmuştur?
Tek gündemin PKK olduğu bu ziyarette neler konuşulmuş, hangi konularda anlaşmalar yapılmıştır?
•             Maxmur kampının boşaltılması için kamp içinde provokasyon hazırlama bu çerçevede ABD askerlerinin BM gücü olarak kampa müdahale etme planları yapılmış mıdır? 
•             Neçirvan Barzani’nin Türkiye’ye getirildiği sırada Maxmur kampında yaratılmak istenen provokasyonun tesadüf olması mümkün müdür? 
•             Kampı hedef alan bu olaylarda KDP ve Türk istihbaratının, PKK’den kaçanların işbirliği açık bir şekilde açığa çıkmamış mıdır?
•             Neçirvan Barzani’nin planları arasında Güney Kürdistan sınırlarında HPG gerillalarının konumlandığı alanların Türk ordusu tarafından işgal edilmesi, ardından buralara Peşmergelerin tampon bölge işleviyle yerleştirilmesi, Türk ordusunun gerekli gördüğü durumlarda medya savunma alanlarına operasyon yapmasına göz yumulması planları var mıdır?
•             KDP’nin kendi denetimindeki şehir ve köylerde MİT’in faaliyetlerine izin verilmesi,  olanak sağlanması ve medya savunma alanlarındaki köylülerin Türk istihbaratına çalışması için projeler sunulmuş mudur?
•             Görüşmeler sonrasında basına yapılan açıklamada, ziyaretin ekonomik ve siyasi ilişkilerin geliştirilmesi çerçevesinde olduğu söylenmiştir. Güney Kürdistan hükümetinin başbakanı olduğu halde bir partinin genel başkan yardımcısı olan Neçirvan Barzani’nin Türk devleti ile resmi düzeyde bir ilişki kurması bu temelde anlaşmalar yapması nasıl mümkün olmaktadır. Bu ilişkilerin geliştirilmesi Neçirvan Barzani’ye mi kalmıştır?
Güneyli Kürt örgütlerinin yapısını az çok bilenler şu gerçeğin asla değişmeyeceğini de bilirler: Güney Kürdistan’da demokrasi görünümlü bir hükümet kurulsa da asla aşiretler konfederasyonu olan ‘partiler’ üstü olamayacaktır. Son sözü hükümetin başbakanı değil parti başkanı söyler. Neçirvan Barzani’nin KDP genel başkan yardımcısı sıfatıyla Türk devleti tarafından Türkiye’ye getirilmesi, hükümeti ilgilendiren her türlü konuda muhatabın KDP olduğunu, sözde kurulan Güney Kürdistan hükümetinin hiçbir ciddiyetinin olmadığını göstermiş olması açısından önemlidir. 
Türk devleti, Neçirvan Barzani’yi neyin karşılığında muhatap almaktadır. PKK dışında hiçbir konuda Güneyli Kürt örgütlerini muhatap alması mümkün değildir. 
Suni ve Şii’ler ile 36. paralele sıkıştırılan KDP ve YNK aynı zamanda Güney Kürdistan’da yine Türk devletinin destek verdiği Goran ve Yekgurtu İslami ile KDP ve YNK’yi iradesizleştirmiştir.  Türk devleti, Neçirvan Barzani'ye 'Kerkük ve Musul’u kaybettiniz. Irak seçimlerinde yenilgiye uğradınız. Artık elinizde pazarlık yapacak hiçbir gücünüz yok. PKK'ye karşı ortak tutum dışında bir seçeneğiniz yok' demektedir.
Neçirvan Barzani’nin Türkiye’ye getirilmesi ve yapılan pazarlıklarda en dikkat çeken ve tehlikeli olan ise Güney Kürdistan bölge başkanı aynı zamanda bu görevde olmasına rağmen KDP genel başkanlığı görevini de sürdüren Mesut Barzani’nin Türkiye’ye davet edilmesidir. 
Yakın bir zamana kadar Mesut Barzani hakkında Türk devlet yetkililerinin aşağılayıcı açıklamaları yanında Türk basının da hakaret dolusu haberler unutulmuş görünmektedir. Mesut Barzani’nin Türkiye’ye davet edilmesi PKK karşıtlığında oynanan oyunun son perdesidir. Bu davet Neçirvan'ın hazırladığı plana resmiyet kazandırma girişimidir. PKK'ye karşı yapılan anlaşmaların uygulanabilmesi Güney Kürdistan bölge başkanı Mesut Barzani'nin tavrına bağlıdır. Ziyaretin kabul edilmesi ve Mesut Barzani'nin bu plan karşısında takınacağı tutum gelişmelerin yönünü belirleyecek ve netleştirecektir. 
Türk devletinin başbakanı Tayip Erdoğan’ın, ABD ziyareti, Güney Kürdistanlı Kürt örgütlerinin Türkiye’ye getirilmesi kapsamlı bir saldırı planının ön görüşmeleri olarak değerlendirilmektedir.
5 Kasım 2007 yılında da benzeri bir diplomasi trafiği yaşanmıştı. Güneyli örgütlerle Zaxo ve Silopi’de görüşmeler yapılmıştı. Ayrıca TC başbakanı Tayip Erdoğan ABD’ye giderek George Bush ile görüşme yapmıştı. Bu görüşmelerde PKK’nin tasfiyesi için bir dizi eylem planı hazırlanmıştı. 21 Şubat 2008’de TC ordusunun ABD’den aldığı izin ve destek doğrultusunda Güney Kürdistan’ı işgal etmişti. 8 gün süren savaşta TC ordusu HPG gerillaları karşısında büyük bir hezimet yaşayarak geri çekilmek zorunda kalmıştı.
Türk devleti bir yıldır Türkiye ve Kürdistan’da sürdürdüğü siyasi soykırım operasyonlarıyla tasfiye planın ilk aşamasını uygulamaya koymuştu. Şimdi ise yapılan tüm hazırlıklar, son darbenin vurulacağı askeri operasyon kapsamında yapılmaktadır.
PKK’ye vurulması düşünülen son darbe,  para kaynaklarının kurutulması, propaganda kanallarının etkisizleştirilerek devre dışı bırakılması ve yapılan askeri hazırlıklar çerçevesinde sürdürülmektedir. Demokrasi ve insan haklarını dillerinden düşürmeyen Avrupa devletleri PKK ve Kürtler söz konusu olduğunda ABD politikalarına alet olmaktan geri durmamışlar ya da bizzat içinde yer almışlardır.
Bu devletler tarafından PKK’nin Kürt halkı tarafından desteklendiği gizlenmeye çalışılarak yardımlar “zorla gasp” olarak gösterilmekte, PKK yöneticilerinin uyuşturucu işiyle uğraştığı şeklinde kirli bir propaganda yapılmaktadır. 
ABD ve Türk devleti Güney Kürdistan ve Doğu Kürdistan sınırında uyuşturucu ticareti yapan bazı kişileri tutuklayarak, PKK ile ilişkili olduklarını gösterme arayışını sürmektedirler. Yakalananlar. MİT ve CIA elemanları tarafından sorgulanarak, ele geçen uyuşturucuların PKK’ye ait olduğunu söylemeleri halinde serbest bırakılacakları teminatı verilmektedir.
Avrupa ülkelerinin de içinde yer aldığı Türk devleti ve ABD’nin PKK’ye karşı geniş bir alanda yürüttüğü tasfiye konsepti çerçevesindeki işbirliği, askeri ve istihbarat alanında da sürdürülmektedir.
Kuzey ve Güney Kürdistan’da casus uçaklar ve insana dayalı istihbarat ağı güçlendirilerek PKK’nin üst düzey gerilla komutanlarına yönelik suikast planları ve ABD ve Türk özel birliklerinin gerilla sahalarına yönelik ani nokta operasyonlarına yönelik hazırlıklar yapılmaktadır. 
İsrail’den kiralanan Heron insansız keşif uçakları Kuzey Kürdistan dağlarında gerillanın denetiminde olan alanlarda bir süredir keşif-istihbarat faaliyetini yürütüyordu. Birkaç ay önce İsrail’den alınan 10 Heron uçağı daha getirildi. Motorları güçlendirilen ve havada kalış süreleri uzatılan bu uçaklara Aselsan tarafından lazer güdümlü füzelerin takılması planlanmaktadır. 
İsrail’den alınan Heronlar yanında, ABD’nin Afganistan ve Pakistan’da Taliban’a karşı kullandığı MQ-9 Reaper” modeli Pradatör insansız keşif ve suikast uçaklarını Türk devletine satacağını açıklanmıştı. MQ-9 Reaper Pradatör uçakları iki adet lazer güdümlü Hellfire füzesi taşıyor. Görülen hedef savaş uçaklarına gerek kalmadan anında füzeler tarafından vurulmaktadır. ABD’ye ait MQ-9 Reaper Pradatör uçakları medya savunma alanları üzerinde 2007 yılı ortalarından beri uçurulmaktadır. Bu uçaklardan alınan istihbarat görüntüleri “anlık istihbarat” olarak Türk ordusuna veriliyordu. Türk devleti ABD’den, anlık istihbaratla birlikte Pradatörler tarafından görülen PKK gerillalarının vurulmasını istemektedir. Daha çok da PKK’nin üst düzey kadrolarının hedeflenmesi istenmiştir.
Bunun yanında Türk ve ABD uçakları tarafından medya savunma alanlarına küçük paraşütlerle GPS (Global Positioning System) özelliği olan yer bildirim cihazları atılmaktadır. Bu cihazlar atıldığı alanda tarama yaparak her türlü ses ve telsiz frekanslarını tespit ederek yerlerinin bulunmasında role görevi görmekte elde edilen bilgiler uydu üzerinden Süleymaniye ve Duhok’ta bulunan ABD üslerine aktarılmaktadır.
ABD ve İsrail tarafından havadan keşif istihbaratının Türk ordusuna sağlandığı 2007 tarihinden itibaren Türk ordusunun elinde olan 40 km menzili olan obüs topları modernize edilerek mekanik olan mesafe ayarları bilgisayar sistemli otomatik koordinat sistemleriyle değiştirilmiştir. Keşif uçaklarından verilen koordinatlara göre nokta atışları yapabilecek düzeye getirilmiştir.
Türk ordusu tarafından kullanılan ve operasyon bölgelerine gönderilen 120 ve 81 mm’lik havanların başlıklarına, 40 km’lik obüslere, süper kobra helikopterlerinin füzelerine kimyasal içerikli başlıkların takılarak gerilla alanların vurulmasının hedeflendiği bu temelde ABD’nin Türk devletine izin verdiği söylenmektedir.
Medya savunma alanlarında PKK’ye karşı hava ve yerden yürütülen istihbarat çalışmalarının yanında Güney ve Kuzey Kürdistan sınırlarına 16 yeni karakolun inşa edilmesine başlanmıştır. Karakol inşaatının sürdüğü alanlara 3.500 civarında uzman çavuş, astsubay ve subaylardan oluşan özel kuvvetlerle birlikte 13 bin askerin konuşlandırılacağı ifade edilmektedir.
Topyekûn imhanın, savaş hazırlıklarının sürdürüldüğü, sınır kesimlerine askeri yığınakların yapıldığı bu şartlarda  “açılım” adı altında ifade edilenlerin tasfiyeden başka bir anlama gelmediği yapılan askeri ve diplomatik hazırlıklara bakılarak çok daha iyi anlaşılmaktadır. Bu saatten sonra AKP hükümetinin ‘açılım’ yalanı daha fazla sürdüremeyeceği açığa çıkmıştır. Ya diyalog ve çözüm olacaktır ya da savaş..!
Kürtlerin de artık ara bir seçeneği ve sabrı kalmamıştır. Diyalog ve çözüm çabaları siyasi ve askeri soykırım operasyonlarıyla engellendiği sürece savaş kaçınılmaz hale gelecektir.

Yasin Kılıçkaya

Devrimcilerin takımı Bundesliga'da


 
Almanya’da Hamburg’lu liman işçileri tarafından kurulan ve devrimcilerden oluşan taraftar grubuyla bilinen St.Pauli uzun yıllar sonra Almanya'nın en üst ligi Bundesliga’ya çıktı.

Alman İkinci Futbol Ligi’nde Greuther Fürth’ü 2 Mayıs’ta deplasmanda 4-1 yenen Hamburg kentinin St. Pauli takımı, kuruluşunun 100’üncü yılında yeniden Birinci Lig’e yükselmeyi başardı.

Anti-faşist tavrı ile bilinen St.Pauli taraftarları farklı takımların nazi taraftarlarıyla büyük çatışmalar yaşıyor. Pauli, son olarak 2009’un aralık ayında ırkçı taraftarlarıyla bilinen Hansa Rostock'u deplasmanda 2-0 yenmiş ve Pauli’nin golünü atan Türk futbolcu Deniz Naki kendisine ırkçı tezahüratlarda bulunan Rostock taraftarına ‘boyun kesme’ işareti yapmıştı. Bunun üzerine Rostock ve Pauli taraftarları arasında büyük çatışmalar yaşanmıştı.

Kulüp taraftarları aynı zamanda cinsiyetçiliğe karşı bir kültürü benimsiyor ve kulüp başkanı Corny Litmann da eşcinsel.

Hamburg şehrinin ikinci büyük takımı olan Pauli liman işçilerinin ağırlıklı olduğu bir semtte kurulmuş. 80’li yıllardan beri üniversiteliler ve sanatçıların verdiği destekle taraftar grubu sol bir kimliğe bürünmüştür. Kulüp futbol dışındaki çeşitli branşlarda da takımlara sahip.

Tanıl Bora’nın St.Pauli hakkında 2006 yılında Radikal’de çıkan yazısı:

Şükür ki St.Pauli yaşıyor

Hamburg'un liman ve kerhaneler, barlar semtinin kahverengi-beyaz renkli şen kulübü FC Sankt Pauli, kendine mahsus bir külttür. Taraftarlarının kararlı anti faşist tavrı, her partiden daha güvenilirdir. Millerntor tribünündeki -skordan bağımsız- neşeli hayat ve coşkulu destek, dillere destandır. 1910 doğumlu kulübü kült yapan, müthiş başarıları değil, futbolu sevme ve 'yorumlama' biçimiyle oluşturduğu bu kendine özgü kültürüdür.

St. Pauli, hep bir asansör hayatı yaşadı. 1977'den 2002'ye dek toplam 7 sezon oynadığı Bundesliga'ya 5 kez çıkıp düştü! 2002'deki son düşüş feci oldu. Büyük bir mali krize girdi. 2004 yılında kulüp, 3. Lig'den mahalli kümeye düşmemek için mücadele ediyordu. 36 ayda üç kat birden inip dibe vuran bir asansör: Yerli bir kült kulübü, Göztepe'yi hatırlatan bir irtifa kaybı.

Fakat St. Pauli ruhu kendini gösterdi. Kulübün 'ortamından' gelen bir ekip, vaziyete el koydu. Genç takımın hocası Andreas Bergmann, takımı orta sıralara taşımayı başardı. Düşünün ki, o feci zamanda bile seyirci ortalaması 17 bindi!

St. Pauli için içelim
Başkan Corny Litmann'ın akıllı hamleleri de, mali açıdan da biraz nefes almalarını sağladı. Tiyatro yöneticisi Litmann, 'Almanya'nın ilk açık eşcinsel kulüp başkanı olmakla' övünüyor kendi adına değil, 2002 sonunda kriz koşullarında yönetimi üstlenmeden önce 25 yıl tribünden izlediği kulübü adına. 22 Ocak'ta Frankfurter Allgemeine'de yayımlanan söyleşisinde 'teknik olarak futboldan anlamadığını, zaten böylesinin iyi olduğunu' söylüyor: "Belki bir oyuncunun karakter olarak St. Pauli'ye uyup uymadığını söyleyebilirim, fakat sportif kararları teknik yöneticiler vermeli." Litmann ve arkadaşları, belediyeden, sponsorlardan, olabilecek herkesten destek sağlamak için koştururken, St. Pauli ruhuna uygun kitlesel katılımlı kampanyalar da gerçekleştirildi. Örneğin 'Retter' (kurtarıcı) yazılı tişört kampanyası: Kulübü seven binlerce futbolsever, St. Pauli'nin kurtuluşuna katkıda bulunmak için bu tişörtlerden satın aldı. 'St. Pauli için içelim' eylemi ve bağış kampanyası, tam St. Pauli'likti! Hayat boyu kombine kart uygulaması, öyle. Bayern Münih'le ayarlanan dostluk maçı da, St. Pauli'ye maddi katkı sağladı ve kamuoyuna onun 'ehemmiyetini' hatırlattı.

Litmann, "Kulübün sonsuz sayıda yaratıcı taraftarı var. Bu kampanyaların dışarıya dönük temsilini ben üstlendim ama aslında çok sayıda insanın katkısı var bu işlerde" diyor. 'Camianın potansiyelini harekete geçirme' fikrinin hakikat olmasıydı, St. Pauli'yi kurtarma kampanyası.

Şimdi kulüp 3. kümede kafaya oynuyor. Bu hafta Erfurt'a yenildiler ama 2. lige terfiyi sağlayan ilk iki sıranın 2 puan arkasında, 3. sıradalar. Teknik direktör Bergman "Çıkamazsak da paniğe kapılmamalıyız" diyor. Zira artık 'beka mücadelesi' eşiğini aştıklarını, geleceği inşayla uğraştıklarını söylüyor.

Ara transferde, 2. lig lideri Alemania Aachen'i bırakıp 9 yıl sonra St. Pauli'ye dönen Jens Scharping'in sözleri, nasıl havaya girildiğini gösteriyor: "O karıncalanmayı hissetmek, Millerntor'a çıkmanın şehvetli tadını yeniden almak istiyorum." Hırvatistan Milli Takımı'nda da forma giyen Bremenli Ivan Klasnic'in, 8 yıl oynadığı St. Pauli hakkında Kicker'e söylediklerini de ekleyelim: "St. Pauli özel bir kulüptür. Taraftarlara bir bakın, yeter: İşsizden banka müdürüne kadar, herkes yan yana. Millerntor'da ilişkiler aile gibidir. 2001'de Bremen'e geldiğimde, St. Pauli'yi gözlerimde yaşlarla terk etmiştim. Bir gün geri döner miyim, bilmem. St. Pauli'nin bir sonraki sene hangi ligde olacağını hiçbir zaman bilemezsiniz ki! Fakat kararım karar; yeter ki bir derece yapılabilirliği olsun, bu kulüp için tekrar oynayacağım. Çünkü St. Pauli mitosu beni de bırakmıyor bir türlü."

İlaç gibi hasılat
Klasnic bu sözleri, Bremen'in St.Pauli'yle oynayacağı kupa çeyrek finalinden önce sarf etmişti. St. Pauli, 2. Ligin orta sıralarında yer alan Wacker Burghausen'i, 2. Lig'de şampiyonluğa oynayan VfL Bochum'u (4-0) ve koca Hertha BSC Berlin'i (uzatmalarda 4-3) eleyerek gelmişti buraya. Ve geçtiğimiz çarşamba gecesi, yoğun tipiden elektriklerin kesildiği, aydınlatması sağlanan stadın çevresinin kapkaranlık olduğu dramatik bir maçta, Werder Bremen'i de 3-1'le geçerek yarı finale yükseldiler! 1 milyon avro gelir getiren çeyrek final, 1.8 milyon borcu olan kulübe ilaç gibi geldi. Yarı finalde iki katını bekliyorlar.

Şükür, Eray Özer'in de söylediği gibi St. Pauli orada duruyor. Durmakla kalmıyor, galiba yine yola çıktı, geliyor. Her halükârda, şu âlemde bize göstereceği çok şey var.

Radikal

Aşağıdaki iki video St.Pauli’nin taraftarlarıyla ilgili. İlkinde Liverpoollu taraftarların You’ll Never Walk Alone şarkısı Alman taraftarlar tarafından söyleniyor. İkinci videoda ise taraftarlar takımlarını destekliyor.

'Askere Gitme, Kardeş Kanı Dökme'

İstanbul’da düzenlenen Barış İçin Vicdani Ret Kurultayı 28 gençin vicdani reddini açıklamasıyla sona erdi. Kurultayın ardından Taksim'de yapılan yürüyüşte "Askere gitme kardeş kanı dökme" sloganları atıldı
Barış İçin Vicdani Ret Buluşmasında 28 genç vicdani reddini açıkladı. Vicdani reddini açıklayanların 8'i kadın. 1 kişi Antakya'dan mektup yollayarak, bir genç ise savaskarşitlari.org sitesine gönderdiği mektupla reddini açıkladı. Böylece Türkiye'deki vicdani retçilerin sayısı 117'ye yükseldi.
Vicdani retçiler, politik, vicdani, ahlaki nedenlere dayandırdıkları retlerinin amacını, "savaşa ve militarizme karşı ve kardeş kanı dökmemek için" olarak belirttiler.
Vicdani retçilerin isimleri şöyle: Ali Toprak Ekber, Aslı Candan, Berk Yeter, Ceyhun Erdem, Deniz Erbak, Eray Güven, Ezgi Aydın, Furkan Çelik, Mazlum Çelik, Onur İşitmez, Ozen Gökşin, Sercan Kerinç, Yusuf Şahin Serdaroğlu, Onur Can Sönmez, Deniz Şimşek, Hüseyin Şirin, Murat Aydın, Banu Yıldız, Furkan Mustafa, Burcu Aslan, Ali Haydar Akdeniz, Yaren Bozkır, Utku Aydın, İlyada Erkuş, Canan Özyılmaz, Gürşad Özdamar, Ahmet Ertuğrul Güneş ve Eyüp Erol.
Buluşmanın ardından Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi'nden Taksim tramvay durağına bir yürüyüş gerçekleştirildi. Yüzlerce kişi, sözlerini bir kez de sokakta söyledi. Yürüyüşte, "Askere gitme kardeş kanı dökme", "Enver Aydemir serbest bırakılsın" pankartları taşındı. Yüzlerce kişi, Barış İçin Vicdani Ret Platformu'nun simgesi beyaz tülbentlerini salladı, sık sık, "Askere gitme kardeş kanı dökme", "Yaşasın halkların kardeşliği", "Biz Ordu'ya ancak fındığa gideriz" sloganlarını attı.
Vicdani reddini açıklayan Eray Güven yaptığı açıklamada, Türkiye'nin halklar mozaiği motifinin, mermerleştirilmeye çalışıldığını belirterek, "İlker Başbuğ konuştu, çocuklar öldürüldü, Başbakan konuştu analar yerlerde sürüklendi. Konuşmayanlar, konuştukları zaman susturulanlar bu ülkenin vicdani anaları, babaları, kardeşleridir. Oğlunu 'peygamber ocağı' dedikleri kışlaya gönderirken, çocuklarına kına yakan anneler, gördüler ki ocaktan tabut içinde fidanları geliyor. O ocakta kan vardır, gözyaşı vardır. Ellerine pimi çekilerek bomba verildi çocuklarımızın. İntihar etti denildiğinde sırtına kurşun sıkıldığını gördü. Artık mızrak çuvala sığmıyor" dedi.
Barışın ancak acıyı yaşayanlar tarafından getirileceğini anlatan Güven "Barış İçin Vicdani Ret Platformu olarak vicdan sahibi herkesi yanımıza, barışı örmeye çağırıyoruz. Analarımızın ağlamaması, gençlerin ölmemesi için 28 genç vicdani reddimizi açıkladık. Savaş değil barış, ölüm değil çözüm için vicdanlarımızın sesini dinledik" diye belirtti. Açıklamanın ardından retçiler, tulum eşliğinde horona durdu.- ANF

Bekaroğlu: Vamık Volkan bir Ozel Harpçi

Türklerin dünyaca ünlü bilim adamı ve AKP’nin ‘açılım’ politikasının mimarlarından Prof. Dr. Vamık Volkan’ın bir özel harpçi olduğu ortaya çıktı. İddiayı ortaya atan isim ise Saadet Partisi eski milletvekili Mehmet Bekaroğlu.

Yeni Harman Dergisi’ndeki yazısında Mehmet Bekaroğlu, savaşın, çatışmaların, faili meçhul cinayetlerin en yoğun yaşandığı yıllarda Vamık Volkan’ın Özel Harp Dairesi’nde çalıştığını belirtti. Hatta Bekaroğlu, ünlü bilim adamının ‘Politik Psikoloji Merkezi’ projesinin de fikir babası olduğunu ve bu MGK’ya raporlar yazdığını kaydetti.

‘’Savaşın danışmanlığını yaparken bugün barışın danışmanı olabilir mi? Bu kabul edilir, normal bir şey mi?’’ diye soran Bekaroğlu, 'Politik Psikoloji Merkezi’nin bugün hala tam olarak ne işler yaptığını kimsenin bilmediğine dikkat çekiyor.


Ünlü bilim adamı Vamık Volkan, geçtiğimiz Ağustos ayında Ankara’da İçişleri Bakanı Beşir Atalay olmak üzere hükümet yetkilileriyle görüşmelerde bulunmuştu. Volkan ‘açılım’ politikasının gündeme geldiği sırada basına verdiği demeçlerde, ‘’bu sürece Abdullah Öcalan kesinlikle dahil edilmemeli, af çıkartılmamalı. Bu sürecin hiçbir yerinde olmamalı. Abdullah Öcalan, Kürt sorununu ortaya çıkardı’’ ifadeleriyle dikkat çekmişti.

Volkan'ın ayrıca PKK ile mücadele yöntemleri ve PKK lideri Abdullah Öcalan'ın 'kişiliğiyle' ilgili yazdığı makale ve kitaplar bulunuyor.

AKP hükümetinin 'açılım’ ve PKK ile mücadele konularındaki politikasının gizli isimlerinden olduğu belirtilen Volkan’ın aslında bir özel harpçi olduğu ortaya çıktı. Bekaroğlu’na göre Volkan sadece Türkiye’de değil CIA ve Pantagon’un bazı projelerinde yer aldığı, bazı devletlere etnik sorun ve ‘’terörle’’ ilgili danışmanlık yaptı.

‘ÖZEL HARP DAİRESİNDE ÇALIŞIYORDU’

AKP’nin son dönem politikasına yönelik sert eleştirileriyle dikkat çeken Saadet Partisi eski milletvekili Mehmet Bekaroğlu’nun yazısı şöyle:

‘’Dün savaş tamtamları çalanların bugün barış şarkıları okumaları ilk bakışta güzel gibi görünüyor. Sokaktaki insan için söyleyecek bir söz yok elbet, siyasetçiler ve siyasete soyunan gruplar da ‘dün dündü bugün bugündür’ diyebilirler. Ancak akademisyen, uzman, yazar, gazeteci, sanatçı gibi unvanlar taşıyan aydınlar böyle davranınca durup düşünmek gerekir. Yoksa aydınlar gerçekten bıçak gibi midir; onlarla adam da öldürülebilir, cerrah neşteri olarak kullanılarak ameliyat da yapılabilir mi? Gerçekten bu kadar basit mi; bir bilim insanı dün savaşın danışmanlığını yaparken bugün barışın danışmanı olabilir mi? Bu kabul edilir, normal bir şey mi?

Birçok örneği var ama yukarıdaki soruları ünlü psikiyatr, ‘politik psikoloji uzmanı’ Prof. Dr. Vamık Volkan’ın ‘Kürt açılımı’ konusunda aldığı pozisyon nedeniyle sordum. Konu ile ilgilenenler, izleyenler bilir, şimdi ‘açılım ve barış’ için önerilerde bulunan bu ünlü ruhbilimci, savaşın en şiddetli olduğu, kanlı çatışmalar ve faili meçhullerin yoğun olarak yaşandığı günlerde, Başbakanlığa bağlı olarak oluşturulan ‘Politik Psikoloji Merkezi’ projesinde yer almış, bu projenin fikir babalığı ve danışmanlığını yapmıştı. Merkez, Başbakanlığa bağlıydı ama esasen Genel Kurmay’da, daha doğrusu ‘Özel Harp Dairesi’ bünyesinde çalışıyor, Milli Güvenlik Kuruluna da raporlar hazırlıyordu. Dahası, bir söylentiye göre, Merkez’in çalışanları bazı operasyon ve sorgulamalara da katılıyordu. Ayrıca Vamık Volkan’ın ABD’de CİA ve Pantagon’un bazı projelerinde yer aldığı, bazı devletlere etnik sorun ve terörle ilgili danışmanlık yaptığını biliyoruz.

‘VOLKAN YİNE SAHNEDE’

Yine de “Politik Psikoloji Merkezi”nin Türkiye’de tam olarak neler yaptığını kimse bilmiyor. Ancak o günlerde kirli savaş bütün acımasızlığı ile davam ediyordu, binlerce faili meçhul cinayet o dönemde işlendi, köy boşaltmaları, işkenceler hep o dönemde yaşandı. Yine psikolojik savaşın tüm yöntemleri bu dönemde tecrübe edildi. Aczmendilerin, Ali Kalkancıların, Şevki Yılmazların ve Fadime Şahinlerin sahne aldığı 28 Şubat postmodern darbesi de bu döneme denk gelir.

Şimdi dönem değişti, ülkede barış rüzgârları esiyor; “Politik Psikoloji Merkezi” çoktan kapatıldı, burada çalışan bilim insanlarından henüz bir ses çıkmadı ama Prof. Vamık Volkan yine sahnede. Geçtiğimiz aylarda Kürt açılımıyla ilgili Cumhurbaşkanı Gül ve İçişleri Bakanı Atalay ile görüşmelerde bulundu, hükümete yakın araştırma merkezlerinde seminerler verdi, basın yayın kuruluşlarında görüşlerini açıkladı. Gazeteler, Profesör Volkan’ı “politik psikoloji kavramının geliştiricisi, ABD’de en prestijli ödüllerinden birinin sahibi” diye tanıttılar.

SAVAŞ GÜNLERİNDE ŞAHİNDİLER

Bu çerçeveden başka bilim insanları, aydınlar da var. Örneğin; yine savaşın çok yoğun yaşandığı dönemde “Kurşun yiyen de sıkan da” çıkışını yapan bir başbakanın ünlü danışmanı, şimdilerde büyük bir gazetede demokrasi, özgürlük ve açılımın en hızlı kalemlerinden biri oldu. Bu büyük gazete eskiden o kadar ‘büyük’ değildi ama savaş günlerinin en şahinlerindendi. Şimdi ise ‘demokrasi ve barış’ın sözcülüğünü yapıyor.

Çok ilginç, müthiş öğretici, akıl almaz işler oluyor. Bu gazeteyi çıkaran grubun televizyonlarından birinde öteden beri yapılan tekrarlanıyor, “Tek Türkiye” ve “İsimsiz Kahramanlar” adlı dizilerde milliyetçilik ve militarizmin zirvelerine çıkılıyor. Aynı grubun bir başka televizyonunda ise artık liberal aydınlar safına katılmış olan profesyonel danışmanlar, demokrasi ve barışın manifestolarını okuyor. Ama kimse sesini çıkarmıyor, ‘Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu?’ diye soran yok.

Daha başkaları da var; dün şimdi sabah akşam sövdükleri Aydın Doğan’ın gazetelerinde muhabir olan ve zamanın raconuna uygun şekilde, komutanların uçaklarında karargâh karargâh gezerek savaşın şahinlerine methiyeler düzenler bugün Ergenekon uzmanı oldular, şimdilerde muhafazakâr medyanın başköşelerine kurulmuş barışın ve demokratik açılımın militanlığını yapıyorlar. Bavul bavul belgeye ulaşıyor, cilt cilt kitaplar yazıyorlar.

Şimdi değişmek moda, artık herkes yenilikçi. Ortalık ‘büyük sorgulamalardan sonra doğruyu bulup hidayete erenler’den geçilmiyor. İtirafçılar baş tacı ediliyor: “Değiştiler, artık gerçeği gördüler.” “Ama…” diyecek olanlara derhal müdahale ediliyor: “Eskileri eşelemeyelim, şimdi bir terapi sürecinden geçiyoruz, kötü olanları unutalım, güzel şeyler düşünelim.”

“Büyük sorgulamalar.” Elbette böyle bir şey yok. Sadece o bayağı ikiyüzlülükle karşı karşıyayız. Bunlar bildiğimiz her dönemin insanları.

Çok eskilere gitmeye gerek yok. Şu yakın zamanlar içinde bu tiplerin onlarca örneğini göstermek mümkün. Gazete arşivlerini şöyle bir karıştırın; öncesinde Ecevit ve Demirel’e alkış tutan onlarca aydının 12 Eylül sonrası Kenan Evren’in huzurunda el pençe divan durduklarını görürsünüz. Daha sonra Özal’ı pohpohlayanlar da aynı insanlardı.

Şimdilerde işleri takip etmek daha kolay; artık hafıza-i beşer nisyan ile malûl değil, çünkü internet var. Dün 28 Şubat günlerinde Çevik Bir’in gözüne girmek için Tayyip Erdoğan’a insafsızca çakanların bugün aynı Tayyip Erdoğan’ı göklere çıkarmak için nasıl taklalar attıklarını aynı anda izliyoruz.

Tiksinti geliyor, insanın midesi kalkıyor.

Bakınız “kurşunların dilini bilen” ünlü danışman ne demiş: “Namlunun ucuna asılı yaşamayı, her şeye gezden arpacıktan bakmayı hemen bırakmamız çok zor. Bu yüzden kan ve barut kokan sözleri, savaş deyimlerini siyasi dağarcığımızdan hemen çıkarmamız mümkün değil. Bir geçiş süreci ve alışma dönemi lâzım.” Diyor ama savaşın danışmanlığından barışın danışmanlığına çoktan geçmiş durumda.’’

Kurtler Sokaklarda Linc Ediliyor!!!!

12 Nisan’da Ahmet Türk’e Samsun’da yapılan yumruklu saldırıdan sonra, daha da arttı. Samsun’da kürtlere ait işyerleri hedef alındı, Giresun ve Gümüşhane’de Kürt işlerinin çalıştığı şantiyeler basıldı, 20 Nisan’ da Süleyman Demirel Üniversitesinde iki öğrenci linç edildi...
Kürt Avı
Türk ırk Devleti, özelinde AKP Hükümeti, demokrasi havariliğine soyunarak, anaların gözyaşlarının dinmesi, demokrasi ve kardeşlik adına, başta “Kürt Açılımı”, sonradan “Demokratik Açılım” ve en sonunda da “Milli Birlik ve Beraberlik Projesi” dediği bir süreç başlatmıştı.
Ancak tıkandı…
Çünkü “ Demokratik Açılım”, malum korkularından dolayı anlam kargaşası yaşamaya başladı ve geçmiş kanlı tarihlerine sadık olma kararı ile kısa bir sürede, süreç başlangıçtaki amacından uzaklaştı. Kirli yüzleri yine sahneye çıktı.
Amaç, Kürt Halkının iradesinin teslim alınmasıydı.
Ve anlaşıldı ki, zaten “Demokratik Açılım”, Kürtlere ve partilerine yönelik linç girişimlerini kapsamıyordu da.
Evet,
Batısıyla, doğusuyla Türkiye’de sokaklar kaynıyor.
Kürtlere yönelik linç girişimleri, Türkiye geneline yayılmaya başladı.
Sanki, “Kürt Avı” kampanyası başlatılmışcasına, peşpeşe gelişen organizli linç girişimi olayları yaşanmaya başladı.
En son linç girişimi de, Muğla’ da yaşandı.
AKP hükümeti, CHP ve MHP nin de kışkırtmalarıyla, sözde açılım süreci başladıktan sonra kürtlere yönelik linç girişimleri arttı. Özellikle, sözde demokratik açılım süreci başladıktan sonra sayıda artış gözlendi.
DTP nin kapatılması ardından sıkça yaşanan linç girişimleri, 12 Nisan’da Ahmet Türk’e Samsun’da yapılan yumruklu saldırıdan sonra, daha da arttı. Samsun’da kürtlere ait işyerleri hedef alındı, Giresun ve Gümüşhane’de Kürt işlerinin çalıştığı şantiyeler basıldı, 20 Nisan’ da Süleyman Demirel Üniversitesinde iki öğrenci linç edildi, Türkiye’nin batısında okuyan öğrencilere yönelik gözaltılar ve linç girişimleri çoğaldı.
En son Muğla’da yaşanan linç girişimi, tv kanalarında seyrederken bile çileden çıkaran görüntüler, gösteriyor ki, Türkiye Halkları, çok ciddi bir dönemeçe doğru gitmektedir.

Türkiye’nin batısında yaşamak, çalışmak, okumak Kürtler için zorlaşmaya başlamıştır.
Kürt kimliğine karşı gösterilen hoşgörüsüzlük, linç girişimleri, milliyetçi mahalle baskıları yüzünden , kürtler kendilerini güvenme hissetmemeye başlamışlardır. Otobüste, sokakta kürtçe konuşuklarında, ya da cep telefonlarına yükledikleri kürtçe bir melodi çaldığında etraftaki insanların rahatsız edici bakışları, kürtlerin gerilmelerine sebep olmaktadır.
Linç girişimleri, siyasi destekli olarak halkın gözünde meşrulaştırıldı. Türkiye devletinin başbakanı bile 2008 yılında İstanbul’da kürtlere karşı yapılan pompalı saldırıyı, vatani duyarlılık olarak değerlendirmemiş miydi?
Ahmet Türk’ e yapılan yumruklu saldırı olayından sonra, bir arkadaşımın başından geçen olay, yaşamın her alanında, batıda kürtlerin mutsuzlaştırdığının bir örneğidir. İşyerinden bir arkadaşı, ya ben de şimdi senin burnunu kırsam ne olur, yok ama kırmıyım, sonra kahpece arkadan kurşunlar sizinkiler beni, nemelazım, demiş, arkadaşa,
65 plakalı olduğu için çevrilen ve trafik kurallarının ihlali dışında, kürt kimliğinden dolayı polisler tarafından aşağlanan bir başka arkadaş,
Dersimli olduğu ve 23 Nisan’da dükkanına Türk bayrağı asmadığı için, çarşı esnafının önünde hakaret edilen ve hedef gösterilen bir başka arkadaş,
Ve daha çok arkadaş …
Bu ve benzeri olaylar, organizeli linç girişimleri, batıda yaşayan kürtleri aş peşinde koşmaktan ziyade, güvende olayım hissiyatına doğru itmiştir. Son yıllarda batıya olan göç oranlarına bakıldığında da , ciddi bir azalma görülmektedir.
Halbu ki Kürtler, bu topraklarda Türk halkının en yakın dostu olmuştur. Yaşadıkları katliamlar ve vahşetlere , kışkırtmalara rağmen kardeşçe bir yaşam için fedakarlık gösteren taraf olup, Türk halkı ile çatışmaya girmemiştir.
Tarihsel bir süreçten geçiyoruz. Bu sürecin iyi tahlil edilmesi gerekiyor.
Operayonlarla, uluslar arası pazarlıklarla, Kürt halkının varlığının, dilinin, kültürünün inkar edilmesi, kürt sorununun çözümsüz bırakılması, halkları karşı karşıya getirir. Çözümü orduya bırakmak, sorunu derinleştirip, kaoslaştırır.
Türk Devletinin, Kürt sorununun çözümü konusunda barışçıl ve demokratik yollardan uzak duruşu, konuyu orduya havale edişi ile başlayan çatışma ve operasyonlar, milliyetçi ve şoven duyguları tetikleyip, linç girişimleri gibi insan hakları ihlallerine uygun zeminler hazırlar.
Ya sonrası…
Türk Devletinin başbakanına soruyorum,
“Türkiye Devletinin kaybetmesine, daha büyük risk ve tehlikelerle karşılaşmasına tahammülüm yok.” diyordu. Ne oldu peki?
Tahammül sınırlarınız genişledi sanırım…
Unutmayın,
Ava giden avlanır…

Tijda XAKİS

Bilim Er Geç Dediğini Geçerli Kılar

Kapitalizmin doğuşunu ekonomik gelişmenin doğal bir sonucu sayan görüşler bu gruba girer. Özellikle Marksizm bu açıdan bir nevi ekonomizme indirgenmiştir.

Kapitalizmin doğuşunu ekonomik gelişmenin doğal bir sonucu sayan görüşler bu gruba girer. Özellikle Marksizm bu açıdan bir nevi ekonomizme indirgenmiştir. Öyle ki, kapitalizm hep sanki bir ekonomik modelmiş gibi algılanmaya çalışılmıştır. Ekonomi-politika adeta sosyal bilimlerin baş köşesine oturtulmuştur. Adı üstünde, modern devletin oluşumunda ekonomik yaşama ilişkin alınan bazı kararlar bilim olarak disipline edilmiştir.

Kapitalin, yani kâr getiren sermayenin pazarda oluşan fiyat istismarına dayalı olarak gerçekleştirilmesi, bu görüşün gelişiminde önemli bir rol oynamıştır. Sanki tarih, toplum, iktidar ve bir bütün olarak uygarlıksal gelişmeden ayrı bir kapitalist gelişme mümkünmüş gibi bir eğilim belirmiştir. Paradoksal olarak en çok anti-kapitalist geçinenler kapitalizmi hak etmediği bir konuma oturtarak, sözde kapitalizme karşı savaşmış oluyorlar.

İngiltere kökenli ekonomik-politikacıları anlamak mümkündür. Kapitalizmin zafere ulaştığı ülke olarak yeni ekonomiyi modelleştirmeleri beklenebilir. K. Marks’ın bu model üzerinde yoğunlaşması, İngiliz ekonomi-politikacılarının eleştirisi açısından önemli ve oldukça açıklayıcı olmuştur. Talihsiz olan, Marks’ın eserinin yarım kalması ve ardılı olan Marksistlerin de onu tam karikatürize etmeleridir. İktidar ve devletle kapitalizmin ilişkisini sistemlice çözümlememesi en temel eksiklik olarak belirtilebilir. İdeolojinin rolünü belirlemeye çalışmıştır. Kapitalizmin zihniyetine ilişkin yaklaşımları yer yer güçlüdür.

Fakat esas yanılgısı, çoktan entelektüel ortama damgasını vurmuş Aydınlanmanın gözde ideolojisi olarak pozitivizmin bakış açısını esas almasıdır. Fiziksel bilim gibi toplumsal bilimin de yapılabileceğine dair görüşe kanidir, inanmıştır, bundan kuşkusu yoktur. Bu yaklaşım çok değerli olan Kapital çalışmasını kısır kılmış, bir araştırmadan çok din kitabı gibi yorumlanmasına yol açmıştır. Müritlerin de yapacağı işler bellidir. Lenin’in emperyalizm, tekelci kapitalizm ve devlet-devrim yorumları Aydınlanma felsefesini aşamamış çabalardır. Yine birçok katkı sunan görüşe rağmen, kapitalist moderniteyi aşacak kapasiteyi ortaya koyamaması, Sovyet deneyiminin başarısız kılınmasında baş etkendir.

Anarşistlerin kapitalizm yorumları da ekonomik ağırlıklıdır. Kapitalizm ekonomik olarak mahkûm edilirse, sanki yıkılacakmış gibi bir eğilim içinde kalmışlardır. Pozitivizmle sakatlanmış anlayışlar: İşte bilimin kanunları vardır. Ekonomi de bir bilimdir. Dolayısıyla onun da kanunları vardır. Bu kanunlara göre, kapitalizm, bunalım üretmesi nedeniyle yaşayamayacak bir sistemdir. Yapılması gereken, bu kanunların işleyişini hızlandırmaktır. Sonuç, kapitalizm yıkılacak, komünizm kurulacaktır! Bu görüşlerin temelinde toplumsal gerçekliğin doğru tanımlanmaması yatar. Toplum genelde Aydınlanma ideolojilerinin çok dışında işleyen bir sistematiğe, hatta kaosa sahiptir. Ekonomi de dahil, tüm zihniyet ve kurumsal yapılarıyla pozitif tabir edilen bilimlerden nitelikçe farklı olması kadar, eylemli halinin çoğunlukla kaos niteliğinde olması; çok farklı yaklaşımlarla çözüm ve eylemleri gerekli kılar.

Bu eleştirilerin ışığında ekonomiyle kapital, yani sermaye düzeni arasındaki bağlantıları daha anlaşılır kılabiliriz. İlk yapılması gereken tespit, paradoksal gözükse de, kapitalizmi ekonomi saymamaktır. Kapitalizmi bir siyasi rejim olarak çözümlemek, bizi muhtevasındaki kârı kavramaya daha çok yakınlaştıracaktır. Burada iktidar ve devlet indirgemeciliğine düşmemek önemlidir. Yani ekonomizmden iktidarizme savrulmayacağız. Sosyolog Max Weber eğer Protestan Ahlakı ve Kapitalizm adlı değerlendirme yerine, kapitalizmi bizzat bir tarikat gibi yorumlasaydı, izah şansı daha artardı. Fernand Braudel, pazarda oluşan fiyatlar üzerinde tekel kurmakla kapitalizmin doğuşunu izah etmek ister. Marks’ınki de dahil, hepsi de önemli çözümlemeler olmakla birlikte, hep ekonomik bir izah zorunluymuş gibi yaklaşmaları temel eksiklikleridir.

Bana göre kapitalizm başından beri askeri-siyasi-kültürel olarak örgütlenmiş, başta maddi birikimler olmak üzere toplumsal değerleri gasp etme kurnazlığını örgütleyen eski bir geleneğin, Batı Avrupa’da 16. yüzyıldan itibaren giderek hakîm bir toplum biçimlenmesi haline gelmesidir. İlk güçlü adamın etrafındaki çapulcu grupla ana-kadın etrafında oluşan toplumsal değerleri gasp etmesi geleneğinin modern halkası olarak da tanımlayabiliriz bu doğuşu. İngiltere ve Hollanda’da, daha önceki İtalyan şehir devletlerinin başını çeken Cenova, Floransa ve Venedik kentlerinde, ilk kapitalist gruplar devletle iç içe bir tarikat gibi özel yaşam biçimleri olan, sağladıkları yeniliklerle para üzerinden vurgun yapma ustalığını gösteren, dünyanın her tarafına yayılmış pazarlarda oluşan fiyatlarla oynayarak muazzam değer gasp eden, gerektiğinde ve sıkça zor uygulamaktan geri kalmayan, kurgusal zekâsı gelişmiş grupların bir eylemidir. Bunlara kimi yerde hanedan, aristokrat ve burjuva da denilebilir. İlk ve ortaçağ haramilerinden yegâne ve önemli farkları, ağırlıklı olarak kentlerde üslenmiş olmaları, devlet otoritesiyle iç içe geçmeleri, zoru gerektiğinde daha örtülü ve ikinci planda kullanmalarıdır. Görünüşte ekonominin kuralları vardır. Onlar da bu kurallara göre zekâları ve eldeki ilk paralarıyla kâr yapıyorlar. Kapitalin tarihi doğru incelendiğinde, bu yaklaşımın tam bir masal değerinde olduğu görülecektir.

İlk birikimlerin gerçekleştirildiği sömürge savaşlarında hiçbir ekonomik kural yoktur. Portekiz, İspanya, Hollanda, İngiltere, Fransa, daha önceleri Venedik, Cenova gibi kentlerin kolonileri düpedüz tamamen zora dayalı ilk kapital birikimlerini sağlamışlardır. Hem yakın ülke pazarlarında, hem sömürge alanlarında bu gerçekleri tespit etmek zor değildir. Kırk haramilerden de sonradan efendilikler türemiştir. Beyler oluşmuştur. Modern kırk haramilere de burjuva efendiler demek, modadan öteye bir ağırlık teşkil etmez. Ekonomi bilimi denilen disiplinler işin özünü örtülü kılmayı temel işlevleri olarak sürdürürler. Hangi teori bu konularda başarılı sunum yaparsa, başyapıt olarak o etüt edilecektir, ödüllendirilecektir. Hiçbir bilim ekonomik olgu bilimi kadar gerçeklerle oynamamış, gerçekleri tersyüz etmemiştir. Kurgusal aklın en büyük saptırmasına kapitalist ekonomi-politika alanında rastlamaktayız. Kapitalist modernite tümüyle böylesi bir kalpazan bilimi üzerinde yükselme lüksüne sahip tek sistemdir.

Ekonomi veya maddi hayat nesnelerinin elde edilmesi, canlılığın en temel sorunudur. Ekonomi evrimin gerçekleşme malzemesidir. Canlı sistemi, metabolizma ile dış ortamdan edindiği kendi sindirim sistemine uygun ihtiyaç nesneleriyle devamlılığını sağlar. Evrensel bir kuraldır; farklılaşmayla evrim yaşamın sürekliliğini sağlar. Bir türün aşırı çoğalmasını önlemek ve diğer türler üzerindeki istilayı, dolayısıyla yok edilmelerini engellemek için belli bir dengeyi hep gözetmiş veya mümkün kılmıştır. Farelerin aşırı üreyip tüm bitkileri yok etmelerini yılan engeliyle, koyun, keçi ve tüm benzer sığır sürülerinin aynı eylemini et yiyen yırtıcılarla dengeleyip olanak hazırlamış, onların türsel gelişmesine geçit vermiştir. Doğal evrim niye böyle yapıyor sorusuna ancak sonuçlarına bakılarak cevap verilebilir. Bana göre bunun en temel nedeni, canlılar sisteminin gelişerek sürekliliğini sağlamaktır. Buna doğanın vahşeti mi, yoksa adaleti mi denilebilir? Bu ayrı bir tartışma konusudur. Yine derin bir zekânın ürünü müdür, yoksa ilkel olmayla mı bağlantılıdır? Metafizik kapsama dahil edilsin mi, edilmesin mi hususu, bana göre anlamlı ve üzerinde analitik zekâyla düşünülecek evrenselliğe ilişkin sorunlardır. Varoluşçulukla da bağlantılandırılabilir.

Bu sorulara verilebilecek en önemli yanıt, evrimin yetkinleşmeyi hep gözettiğidir. Bir anlamda evrenin, zamanın akışında yetkinlik, mükemmellik arayışı gözetilir, arzu edilir gibidir. Aksi halde insana kadar evrimi, ayrıca insanın dar toplum halindeki gelişmesini nasıl izah edebiliriz? Eğer hep aslanlar veya sığırlar olsa ve ortalığı istila etseydi, yaşamın sürmesi ilkel yosunlar düzeyinden öteye gidemezdi. Muhteşem evrim insana kadar evrimle vicdan, ahlak diye bir oluşuma da geçit vermiştir. Nedir anlamı? Merhamet ve adalet! Bu ilkenin özü de şöyle ifade edilmiştir: “Fikir bir olsaydı, kuzu ile kurt bir arada yaşardı.” Burada da bir evrensellik gizlidir. Kuzu ile kurdun kardeş olması mümkün müdür? İnsan eylemi bunun mümkün olduğunu kanıtlamıştır. Yani insanın, insanın kurdu olamayacağını (kapitalizmin vahşet ilkesi) düşünmek ve eylemek, bizzat insan olmanın vazgeçilmez hedefidir. Kaldı ki, bir dönem kuzuyla kurdun atası aynıydı. Ayrılık sonra gelişti. İkisi neden tekrar en azından kardeşçe birliğe doğru yol almasınlar? Bu en azından teorik olarak mümkündür ve örneklerine de bolca rastlamaktayız.

Bu hususları şunun için söylüyorum: Kapitalizmin doğuşunun evrimde gözlediğimiz sayısı çok sınırlı vahşi diyebileceğimiz örnekleri kendisine vesile yapmasının bir anlamının olamayacağı açıktır. Daha da çarpıcı cevap, ilk yosunlardan kara yosunlarına, onlardan görkemli ağaçlara, bu arada otla beslenen milyonlarca hayvanlar sistemine (birbirlerini yemeyen hayvanlar) yol açmasını örnek almayıp, birer evrim kanseri olarak da yorumlanabilecek örnekleri mi insan yaşamı için örnek göstereceğiz? Doğal evrimle kapitalizmin doğuş teorilerine yer olmadığını belirlemek açısından, bu hususları ön açıklama olarak belirlemek durumundayım. Buna sürekli işsizler ordusunu büyütüp, ücret düşüklüğünü canlı tutmak gibi tersi ilke de dahildir.

İnsan türünün, toplumsallık temelinde varoluşunu sürdürürken, tüm evrimsel süreçleri bünyesinde tutarak eylemselleştiği biyolojik bir tespittir. Eğer bilimi pozitivizm dinine bulaşmadan yorumlayacaksak, muhteşem bir saptamanın da bu olduğunu iyice bellemeliyiz. İnsan türünün gerek bu özelliği, gerek ahlaki seçim, yargı özelliğini (özgür tercih imkânı) Özgürlük Sosyolojisi’nde tartışacağımı belirterek, toplumsal gelişmenin doğal evrime de ters olmayan RİTMİK GELİŞİMİNİ özetlerken aşırı kentleşmeye, onunla birlikte hiyerarşi ve sınıfsallıkla ur gibi büyüyen devlet ve iktidar odaklarına dayalı uygarlıksal yaşamın neden ‘aşırı aslanlaşma’ veya tersi ‘aşırı sığırlaşma’ kategorisine dahil etmemiz gerektiğini kanıtlamaya çalışacağım.

Her şeyden önce bu tip gelişmelerin evrimde köklerinin sınırlı da olsa bulunabileceğini, insanın tür olarak evriminde bunları bir nevi hastalık, sapma, kalıntı olarak da yorumlayabileceğimizi (yamyamlık) yine belirtmek durumundayım. Ayrıca evrimin doğal ritminin bu tarz olmadığını olanca açıklığıyla kavramalıyız. Genelde uygarlıkta, özelde kapitalizm aşamasında bir kalıntı özelliğinden yararlanarak toplumsal sistemin, ikinci doğanın oluşturulamayacağını da bağlantılı olarak çok açıkça ve sadece belirlemek değil (bu, akademisyenlerin önüne konulan görevdir), temelli bir yaşam ilkesi olarak yorumlamak esastır. Aksi halde toplumsal yorumlarımızı baştan sakatlamış oluruz.

Fernand Braudel kapitalizmin doğuşunu yorumlarken, bunu çok geniş bir gözlem gücüne ve mukayese imkânına sahip olmaya dayandırır. Ayrıca tarih, toplum, iktidar, uygarlık-kültür, mekânsal gelişme bütünlüğü içinde yorumlamasını oturturken, yöntem sorununa da açıklık getirir. Pozitivistik yaklaşımlara karşı ihtiyatlıdır. K. Marks, Aydınlanmanın derin etkisi altında pozitivistik bilimi esas almakla ekonomiyi bilim haline getirmede hayli iddialıdır. Bunda sosyolojinin henüz emekleme döneminde olmasının payını da dikkate almak gerekir. Bilimsel kesinlik ve çizgisel ilerlemecilik ‘amentü’ düzeyinde çoktandır zihinlere çakılmıştır. Romantizm bu çizgiyi yıkmaya çalışırken, tersine iradecilik sapmasına düşerek zihinsel problemleri daha da ağırlaştırır. Nietzsche’nin göreci, döngüsel ve duygusal zekâ ağırlıklı yaklaşımı fazla geliştirilmez. Bu zihinsel hengâme içinde liberalizm adeta cirit atar. Kapitalizm fiziksel bilimi (kimya, matematik, biyoloji dahil) pozitivizmle felsefeleştirirken, daha doğrusu dinleştirirken, sosyal gerçekliği liberalizmle aynı doğrultuda felsefeleştirir veya dinleştirir. İdeolojik savaşımı da bu temelde kazanarak, 19. yüzyılla birlikte sistemin küreselliği netleşir gibidir. Ekonomik savaş ise daha önce kazanılmıştır. Bu eleştiri ve yorumları biraz daha açalım.

Topluluklar zihinsellikleri içinde maddi ihtiyaç nesnelerini hep aramış ve geliştirmek istemişler; yemek, barınmak, çoğalmak ve korunmak temel kaygıları olmuştur. Önce bulduklarıyla yetinmek, mağaralarda barınmak, göl ve orman kenarlarında daha iyi korunmak, doğurgan anaya öncelik tanımak bu temel ihtiyaçlar nedeniyledir. Avcılık da giderek devreye girer. Hem korunmak hem de etle beslenmek bu kültürü geliştirir. Fakat toplumsallığın başından itibaren kadın toplayıcılığıyla erkek ağırlıklı avcılık arasında bir gerginliğin, farklı kültürel evrimlerin geliştiğini gözlemek mümkündür. İki tarafta da tek yanlı gelişme, birinde ‘aslan erkek’, diğerinde ‘sığır kadın’ kültürüne adım adım birikim sağlar. İlk farklı ekonomik anlayışlar böyle temellenir. Neolitik dönemde kadın kültürü zirveye çıkar. Son buzul döneminden sonra, yani M.Ö. 15 binlerden itibaren, özellikle Zagros-Toros sisteminde (eteklerinde) varolan çok zengin bitki ve hayvan türleri adeta cennet gibi bir yaşam kurgusuna yol açar. Bu dönem günümüze kadar sürecek olan toplumsal gelişmenin ana nehri olarak, yazılı tarih ve uygarlıkla daha da farklılaşarak küreselleşmeye damgasını vurur. Günümüze kadar dil gruplarına dayalı gelişmeler de bu dönemin ürünüdür.

İnsanlığın bu uzun tarihinde kapitalizme ilişkin söylenebilecek tek önemli husus, avcılık kültürünün erkeği gittikçe hegemonlaştırmasıdır. Tespit edilebildiği kadarıyla M.Ö. 10 binlerde kalıcılaşan neolitik kültür kadın ağırlıklıdır. Toplayıcılık sürecinde mağaradan çıkıp yarı-çadırımsı kulübelere geçiş (mağara yakınlarında), bitki tohumlarını ekerek çoğaltma, giderek tarım ve köy devrimine yol açacaktır. Günümüzde yapılan arkeolojik kazılarla bu kültürün tüm Yukarı Mezopotamya’da, özellikle Zagros-Toros sisteminin iç kavislerinde (Bradostiyan, Garzan, Amanos ve Orta Torosların iç etekleri, Nevali Çori, Çayönü, Çemê Hallan kültürü) geliştiği gözlemlenmektedir. Artık-ürün çok sınırlı olsa da biriktirilmektedir.

Ekonomi, kavram olarak olmasa bile, öz olarak belki de ilk defa bu tarz birikime dayandırılabilir. Bilindiği gibi, eko-nomos kelimesi Yunanca aile, hane yasası demektir. Kadın etrafında ilk yerleşik tarımsal ailelerin doğması ve çok az da olsa başta dayanıklı gıdalar olmak üzere saklama, ambarlama imkânı ile birlikte ekonomi doğmaktadır. Fakat bu tüccar ve pazar için bir birikim değil, aile için bir birikimdir. İnsani olan ve gerçek ekonomi de bu olsa gerekir. Birikim çok yaygın bir armağan kültürüyle göz koyulacak bir tehlike öğesi olmaktan çıkarılmaktadır. “Mal tamah getirir” ilkesi herhalde bu dönemden kalmadır. Armağan kültürü önemli bir ekonomik biçimdir. İnsanın gelişme ritmiyle de son derece uyumludur.

Kurban kültürünü de bu dönemden başlatmak mümkündür. Tanrılar denen kavramın aslında artan verim karşısında toplulukların kendi kimliklerine saygının ve ilk ifade tarzının sonucu olarak geliştiğini gözlemek anlaşılır bir husustur. Verimlilik hamd etmeyi getirir. Kaynağı topluluk tarzındaki evrime dayandığına göre, kendini kimliklendirme, yüce kılma, dua etme, tapınma ve zihinsel dünyanın artan gelişmesi olarak sunma tarımsal devrimle derinden bağlantılı kültür öğeleridir. Arkeolojik bulgular bu görüşü çarpıcı biçimde doğrulamaktadır. Daha da somut olarak ana-tanrıça ve kutsal ana kavramları da doğrulayıcı bir etkendir. Kadın figürlerinin yaygınlığı bu gerçeği kanıtlayıcı etkenlerin başında gelmektedir.

Fakat korkulan tehlike daha sonra başa gelecektir. Tecrübeyle ve zihinsel gelişmeyle artan artık-ürün birikimleri armağanlarla tüketilemeyince, yine ağırlıklı olarak tetikte bekleyen avcı erkek, mesleğine ilave olarak bu artının ticaretini kafasına ve kültürüne yerleştirir. Farklı bölgelerde artan farklı ürünlerin birikimi, ticaret denen olguyu devreye sokar. Ürünlerin karşılıklı ihtiyaçları daha iyi giderme niteliği, meslek veya ikinci büyük toplumsal işbölümü olarak ticaret ve tüccarı doğurur. Çekiniklikle yüklü de olsa meşrulaştırır. Çünkü taşınan ürünler işbölümünü geliştiriyor. O da daha verimli bir üretim ve yaşamı mümkün kılıyor. Bir tarafta gıda ve dokuma, diğer bir tarafta maden yatakları çok olunca ticaret anlamlıdır.

Tarih M.Ö. 4000’lerden itibaren ticaretin yaygınlaştığını göstermektedir. Aşağı Mezopotamya’da ilk kent devleti olan Uruk sitesi etrafında (M.Ö. 4000-3000) gelişen uygarlığa bağlı olarak, İran’ın güneybatısındaki Elam’dan Yukarı Mezopotamya’da bugünkü Elazığ ve Malatya yörelerine kadar bir tüccar kolonileşmesine rastlamaktayız. İlk sömürgecilik kapısı bu biçimde açılıyor. Daha önce de M.Ö. 5000-4000 döneminde Uruk öncesi egemen kültür olarak El Ubeyd (devlet öncesi ilk ciddi gözlemlenen ataerkil kültür) koloniciliğine tanık olmaktayız. Ticaret ve kolonileşme iç içedir. Çanak çömlek, dokuma ürünleri karşılığında maden ve kereste ağırlıklı eşya nakledilmektedir. Tüccarla birlikte pazar da şekilleniyor. Eski armağan ve kurban sunma merkezleri yavaş yavaş pazara dönüşüyorlar. Farklı bölgelerin ürünleri arasındaki bir nevi ilkel fiyatlandırma ayrıcalığına kavuşan tüccara ilkel kapitalist diyebiliriz. Çünkü fiyat tayin etme olanağıyla hiç kimsenin o döneme kadar başaramadığı bir mal birikimine sahip oluyor.

Geçerken belirtmeliyim ki, yine ilk defa metalaşma sürecine mal değişimiyle ticaret etkinliği yol açmaktadır. Armağan ekonomisinden değişim değerine henüz geçilmemiştir. Toplum için esas olan, malların kullanım değeridir. Kullanım değeri, malların bir ihtiyacı giderme özelliğidir. İnsan için asli olan da bu değerdir. Değişim değeri hayli tartışmalı bir kavramdır. Doğru tanımlamak da büyük önem arz etmektedir. Bana göre, Marks’ta da dahil, değişim değerinin temeline emeği koymak çok tartışmalı bir konudur. İster soyut ister somut emekle tarif edilmeye çalışılsın, değişim değeri her zaman spekülatif bir yan taşır. Varsayalım ki, ilk Uruklu tüccar Fırat kıyılarındaki bir kolonisinde, çanak çömlek karşılığında taşlar ve maden bileşiklerini değiştirmeye kalkıştı. Değişim değerini önce kim belirleyecek dediğimizde, birincisi karşılıklı ihtiyaç derecesi, ikincisi tüccar inisiyatifi diyebiliriz. İhtiyaç arzusu yüksekse, tüccar malı dilediği gibi fiyatlandırabilir. Bire karşı iki yerine, rahatlıkla bire karşı dört koyabilir. Onu bundan engelleyecek bir etken söz konusu değildir. Kendi vicdanından başka, daha doğrusu gücünden başka. O zaman emeğin rolü nerede kalıyor?

Burada emek faktörünü tümüyle devre dışı bırakmıyorum. Fakat esas belirleyen olmadığını iddia ediyorum. Tarihteki tüm mal değişimlerinde bu hususu gözlemek mümkündür. Zaman zaman mal alışverişlerindeki özgür rekabete bağlı olarak, eşitlemeye yakın emek değerleriyle değişim sağlanabilir. Ama bu daha çok teorik bir emek-değer değişimidir. Fiiliyatta belirleyici olan spekülasyondur. Bazı durumlarda da aşırı mal birikimi olur. O zaman da değeri sıfırın altına düşer. Malı imha etmek için ilave emek gerektiren durumlarda, emeğin değeri yok oldu diyemeyeceğimize göre, emeğin temel belirleyici bir kıstas olmadığı ortaya çıkıyor. Yine kıtlık ve fazlalık yaratma şansı olan tüccar gücü belirleyici olmaktadır. Kaldı ki, mallar mallarla üretilir. Tarih boyunca binlerce adsız emekçinin birikimiyle bir mal üretilmektedir. Peki, hangi mekanizma bu donmuş emek sahiplerine hak ettikleri karşılığı ödeyecektir? Buna yaratıcı zanaatkârı, hatta tüm toplumsal etkinliğin gerekli olduğunu eklediğimiz zaman, canlı emek denilen emek türünün anlamlı bir fiyatı, dolayısıyla ücretlendirilmesi düşünülemez.

İngiliz ekonomi-politiğinin sakatlığı veya sahtekârlığı burada kendini ele vermektedir. Bilindiği gibi kapitalizmin sistem olarak ilk zaferini sağlayan, ada İngiltere’si ve Hollanda’dır. Kapitalizme meşruiyet kazandırmak için teorik bir gerekçeye ihtiyaç şarttır. Özellikle spekülatif kazanç olduğunu örtbas etmek için kabul edilebilir bir teori büyük önem taşır. Tıpkı ilk Uruk tüccar dinleri gibi mitolojik bir anlatımın yeni versiyonunu sunmak, sözde ekonomi-politik bilginlerine, özde ise kapitalizmin yeni dini icatçılarına düştü. İnşa edilen ekonomi-politik değil, yeni bir dindir. Giderek her dinde olduğu gibi kutsal kitabıyla ve dallı budaklı mezhepleriyle. Ekonomi-politik, kapitalizmin en değme kırk haramiler talanını bile geride bırakan spekülatif (fiyatlarla oynamak için mal birikimleri, bölgesel farkların kullanılması) karakterini örtbas etmek için geliştirilmiş, kurgusal zekânın en sahtekâr ve talancı eseridir. Emek-değer teorisi bu konuda tam bir av malzemesidir. Nasıl seçildiğini gerçekten merak ediyorum. En bellibaşlı nedeninin emekçileri oyalamak olduğu kanısındayım. K. Marks gibi birisi bile bu ava yemci olarak katılmaktan kendini alıkoyamamıştır. Bu eleştiriyi yaparken büyük acı duyuyorum. Fakat en azından kuşkularımızı belirtmek bilime saygımızın asgari gereğidir.

Bu hususları biraz daha açarsak şunları belirtebiliriz:

Tarihte ikinci büyük tüccar sıçramasına Asur kolonileri şahsında M.Ö. 2000’lerden itibaren rastlıyoruz. Denilebilir ki, hiçbir despotizm (kapitalizmin iktidarla bağını daha sonraki bölümlerde tartışacağım) Asur’daki kadar ticarete ve ticari kolonilere dayanarak uygarlık yaratmamıştır. Dönemin (M.Ö. 2000-600) en gelişkin ticaretini ve kolonilerini küresel boyutta (o dönemin küreselliği) ilk gerçekleştirenlerdir. Her ne kadar yaklaşık aynı dönemlerde arkasına Mısır uygarlığını alan Fenike tüccarları da ticaret ve kolonileştirmede son derece mahirlerse de ikinci planda kalırlar. İngiltere’nin yanında Hollanda veya Portekiz gibi, her ikisi de tarihte en azgın zorbalıklarla birlikte yürüyen ticaretle Kaf Dağı misali değer gasp etmişlerdir. Asur ve Fenike zenginliğinin ticaret ve zorbalıkla iç içe yürüyen tarihi araştırılsa, herhalde Avrupalı kolonicilerin (İspanya, Portekiz, Hollanda, İngiltere, Fransa, Belçika vb.) izini en iyi bu örneklerde yakalamak mümkündür. İnsan kelleleriyle kaleler ve sur duvarları yaptıklarını öve öve anlatırlar. Bu gasp temelinde oluşturdukları yaşam ahlakı ve kültürü halen Lübnan ve Irak’ın yakasını bırakmamakta, bu iki ülke en acılı savaşların konusu olmaktan kurtulamamaktadır. Roma Cumhuriyeti boşuna Kartaca’yı (Fenike ticaret kolonisi) dümdüz edip tarla haline getirmedi. Yine boşuna Medler Ninova’yı (M.Ö. 612’lerde) yerle bir edip bir viraneye dönüştürmediler.

Tüccar uygarlıklarına dikkat etmek gerekir. Tarihte savaşların ve devlet kuruluşlarının en temel nedenlerinin başında tüccar ve kolonilerinin emniyeti, daha doğrusu çıkarlarının korunması gelir. Bugünkü Ortadoğu (ne acıdır ki, ilk ticaret savaşlarını başlatarak –Irak, Uruk’tan gelir- son savaşını da halen en acımasız biçimde sürdürmektedir) savaşlarının temel nedeninin de özünde petrol ticaretinden kaynaklandığı iyi bilinmektedir. Daha çok sayıda örnek verilebilir. Ama gereği yoktur.

Kapitalizme doğru yol alırken ve uygarlık merkezi Avrupa’ya taşınırken, yine ticaretin başı çektiğini görüyoruz. Ortadoğu merkezli ticaret ve tüccar uygarlığı ortaçağda İslam’la yeniden bir hamle yapar. Bizzat Hatice ve sonra eşleştiği işçisi Muhammed, Asur kökenli Süryaniler ve Yahudi kökenli tüccar ve tefecilerle giriştiği rekabet sonucu, yine zor temelinde Mekke ve Medine’ye dayalı ticaret uygarlığının temelini atarlar. İslam dini örtüsü altında, kadim Ortadoğu kentleri ticaret etrafında yeni bir canlanma yaşar. Bizans ve Sasaniliğin yenilmesiyle Halep, Bağdat, Kahire ve Şam başta olmak üzere, büyük bir kent ve pazar ağına ulaşır. Çin’den Atlas Okyanus’una, Endonezya ve Afrika içlerine kadar ticaret ağları tam bir küreselleşmeyi yaşar. Yaygın bir meta ve para piyasası oluşur. Yahudiler, Ermeniler ve Süryanilerin elinde büyük para birikimleri gerçekleşir.

Avrupa tamamen bu mirasa dayanır. Ortadoğu’nun Müslüman tüccarları elinde bir hamle daha gerçekleştiren ticaret kültürünün 13. yüzyıldan itibaren İtalya’nın Cenova ve Floransa kentleri öncülüğünde Avrupa’ya taşındığına tarih tanıktır. Para ve ticaret bu kentlerin temel zenginlik nedenidir. Avrupa ile Ortadoğu arasındaki ticarete 16. yüzyıla kadar önderlik ederler. Tarihte belki de ilk defa hem kavram hem uygulama olarak kent ölçeğinde kapitalizmin küçük zaferlerini gerçekleştirirler. Bunda Akdeniz korsanlığı ve Akdeniz’in doğu-batı yakası arasındaki fiyat tekeli başrolü oynar. Yine zorbalığın gölgesinde spekülasyon atbaşı gitmektedir. Ticaret kapitale, kapital kente, kent pazara, pazar spekülasyonun genişlemesine yol açarak kapitalist uygarlığın şafağı atmaktadır. Bu aşamanın bir prototipi de klasik Athena-Roma çağında (M.Ö. 500- M.S. 500) yaşanmıştı. Bu çağda kapitalin zaferine ulaşılmaması, tarımın büyük ağırlığı ve din savaşlarından yenilgiyle çıkmalarından ötürüdür. İtalyan kent devletlerinde 1300-1600’lerde kapitalizmin başarılı deneyimi Kuzeybatı ve Kuzey Avrupa’ya doğru yayılmakta gecikmedi. İspanya zaten daha önce fethedilmişti. 16. yüzyıldan itibaren tüccarın uzun yol öyküsü ilk defa kentleri aşan ülke çapındaki zaferlerine zorladı.

Dünya çapında bir pazar oluşmuştur. Afrika ve Amerika sömürgeciliğe alınmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nu ekarte ederek, Atlas Okyanusu ve Güney Afrika üzerinden Hindistan ve Çin’e ulaşılmıştır. Avrupa yoğun kentleşmeye alınmıştır. İlk defa kentler tarıma galebe çalmaya başlamışlardır. Feodal krallıklar modern monarşik devlete dönüşmektedir. Son İslam İmparatorluğu Osmanlılar peş peşe yenilmektedir. Rönesans yine 14. yüzyılda İtalya’da başlamış ve tüm Avrupa’ya yayılmıştır. Dinde Reformasyon hareketi Avrupa’nın kuzey ülkelerinde başarıya ulaşmıştır. Din savaşları ilk defa çağlarını doldurmaktadır. Daha da önemlisi, tüm Çin, Hint, İslam ve hatta Afrika ve Amerika’nın kültürel ve uygarlık değerleri Avrupa’ya akıtılmıştır. Bir yandan modern devlet, diğer yandan uluslar doğmaktadır.

Kapitalizm zafere doğru yürürken, arkasına bu denli tarihi, kültürü, ticaret birikimini, uygarlığı, siyasi erki ve pazarlanmış dünya bütünlüğünü almaktadır. Kapitalist ekonomi için bu önkoşullar oluşmadan ve bu koşullara dayanmadan çıkış yapmak mümkün müdür? Mümkün olmanın ötesinde, kapitalin kendisi bile düşünülebilir mi? Tarih tıpkı Aşağı Mezopotamya’da Uruk sitesiyle başlayan kentleşme, sınıflaşma ve devletleşmeyle nasıl ilk adımını, Fenike ve İyonya’daki ticaret ve kentleşmeyle ikinci dev adımını atmışsa, bu sefer üçüncü büyük adımını tüm adı geçen koşullarla ideal hale gelen İtalya, Hollanda ve İngiltere coğrafi mekânında büyük ticaret, kentleşme, dünya çapında genişleyen pazar üstü ve karşıtı olarak kapitalist ekonomiye kalıcı zafer temelinde atmıştır. Halen ABD önderliğinde yaşanan bu gerçekliktir.

Fernand Braudel, ısrarla, kapitalist ekonomi pazar karşıtı ve büyük tüccar alanındaki spekülatif tekelci fiyat ayarlamasına dayalı ekonomi biçimidir derken, ekonomi denen gerçeklik konusunda K. Marks’tan daha fazla gerçeğe yakındır.

Tarih aynasından iktidarlaşmış, alabildiğine bünyesinde pazarı geliştirmiş, kentten kıra hâkim olmaya başlamış, din ve ahlaka bağlılığını ikinci plana atmış bir toplumsal gelişme ortamında, birikmiş metalara el koymanın inceltilmiş ve ideolojik ambalaja konulmuş talana dayalı bir ekonomik eylem türünü veya biçimini gözlemlemekteyiz. El koymanın bu yeni biçiminde şüphesiz pazarda buluşan arz-talep tarafından şekillenen fiyat ve fiyatın para aracılığıyla yansıtılması, eski dönemlere göre büyük bir ilerleme veya oyunculuk yeteneği kazanmıştır. İlk tefecilik ve sarrafçılık yerine, banka, senet, kâğıt para, kredi, muhasebe, şirketleşme hayli gelişmiştir ve bunlar modern çağın ekonomik ilmihalini oluşturan temel konulardır. Eksik kalan bilimsel izahtır. Onu da anavatan İngiliz ekonomi-politikacıları ve sonra yanlarına çektikleri paradoksal da olsa karşıtları, başta K. Marks olmak üzere sosyalistler inşa etmeye çalışmışlardır.

Kapitalist ekonomi denilen talan düzeni, tüm eski ve yeni dünyada toplumları ve coğrafyaları sömürgeleştirip yeniden köleleştirirken, tüm güç erklerini (dönemin devletlerini bir gasp biçimi olan borçlandırmayla) kendine bağlarken, tarihin en kanlı savaşlarını yürütürken, toplum bünyesi üzerinde her şeyiyle oynayıp hegemonyasını onaylatırken, onu eski topluma karşı devrimci ilan eden K. Marks ve ardılları ile benzer düşünce ekolleri bence bilim inşa etmiyorlar. Das Kapital kapitale karşı yazılmış en eksikli, dolayısıyla yanlış yorumlanmaya müsait kitaptır. Burada Marks’ı suçlamıyorum. Sadece eserinin tarih, devlet, devrim ve demokrasi boyutunun olmadığını, geliştirilmediğini söylüyorum. Yapısı gereği çok ‘bilimcil’ geçinen Avrupa aydınları, sübjektif olarak kasten olmasa da, objektif konumları gereği, Kapital (kitap olarak) temelli inceleme ve araştırmalarıyla anti-kapitalist temelde ‘emekçi’ denilen kesimler adına bilim ve ideoloji üretmediler. Liberalizm de çok iyi fark ettiği bu yetersizliklerini, kapital tahlilleriyle doğuşunda kapitalizmi devrimci ilan etmelerini mükemmel kullandı. Nitekim daha sonraları önce Alman sosyal-demokratlarını, ardından reel sosyalist sistemi (Rusya ve Çin dahil) ve en sonunda da ulusal kurtuluş sistemlerini asimile (modernist ideoloji gücüyle, ulus-devlet ve endüstriyalizmle) ederek, uğruna çok savaşılan sınıf savaşımını da kazandı. Liberalizm karşısında her üç akımın net bir yenilgisi söz konusudur ve ne yazık ki henüz bu konuda net bir özeleştiri yapılamamaktadır.

Bir söz vardır: Bilim er geç dediğini geçerli kılar. Eğer bu aydın metinleri, gerçekten başta işçi sınıfı olmak üzere, topluma ve tarihine karşı açılmış bir savaş olan kapitalizme ilişkin bilimsel nitelikte olsalardı, karşıt sisteme bu denli yenik düşmezlerdi. Daha kötüsü, mirasları böylesine ucuz harcanmazdı. Özgürlük Sosyolojisi’nde bu tartışmaları boyutlandıracağımı belirterek, burada ‘kapitalist ekonomi’ denilen gerçekleri daha iyi tanımlayarak işlevselliği içinde çözmeye çalışayım. Sermaye birikimine ilişkin çok kullanılan artık-ürün, artık-değer, emek-değer, ücret, kâr, fiyat, tekel, pazar, para başta olmak üzere belli başlı ekonomik lügatı açma gereği duymuyorum. Üzerinde sayısız inceleme yürütülmüş bu konuları, toplumsal ahlaki yaklaşımlarım gereği basitliği içinde bırakıp, esas açılması gereken etkenlerle uğraşmaya devam edeceğim. Ancak gerektiği ölçüde dokunmaktan da geri kalmayacağım.

Ekonomik bazda kâr-ücret, sosyal bazda burjuva-proleter kavramlaştırmaları, kapitalizm tarafından paramparça edilen insanlığın tüm tarihsel birikimini en acımasız ve ince yöntemlerle asimile eden ve sonunda soykırım ve nükleer dehşetle gezegene salan bir sistemi pozitivist tarz bilimselleştirmenin ilk adımlarıdır. Proleter denen unsurun tek başına emeğiyle değer yarattığını, daha sonra bir nevi sahibi olan sermayedarın para ve diğer araçlarının karşılığını bu değerden kâr olarak kopardığını bilimsel bir tespitmiş gibi ileri sürmek, ekonomizm yaklaşımının temelidir. Ekonomik indirgemecilik denen anlayış bu olsa gerekir. Tarih, toplum ve siyasal erkten bu denli kopuk bir değer tarifinin düşüncesi bile çok problemlidir. Bireyi sermayedar ve işçi olarak tanrılaştırsak dahi, değeri bu anlayışla oluşturamazlar. Ekonomik değerlerin tarihsel-toplumsal niteliği çok açıktır. Zaten değişimin ilk başlarda ayıplanmayla karşılaşması, fazlalıkların armağan edilmesi değere verilen kutsal anlam nedeniyledir. Halen hiçbir çiftçi “Ben ürettim” demez; “Atalarımın malını işleyip nasipleniyorum” der. Hatta “Tanrının nimetine hamd olsun” diyerek, kaynaktan ne anladığını basitçe ama sözde ‘bilimden’ daha anlamlıca ortaya koymaktadır.

Bir ananın, proleteri dokuz ay karnında taşıyıp binbir zahmetle işgücü haline getirinceye kadar verdiği emeğin karşılığını nasıl tanımlayacağız? Sermayedarın çalıp çırptığı binlerce yıldan kalma birikimlerle hazırlanan üretim araçlarının sahipliklerini ve paylarını nasıl belirleyeceğiz? Hiçbir üretim aracının değerinin pazarda satıldığı gibi olmadığını unutmayalım. Bir fabrikanın sadece teknik icatçılığı binlerce keşifçi insanın birikimli yaratıcılığının ürünüdür. Bunların değerini nasıl belirleyip kime ödeyeceğiz? Bunların toplumsal paylarını düşünmemek, ahlakı tamamen yadsımadan mümkün mü? Bu tarihi-toplumsal değerleri sadece iki kişi arasında paylaştırmak adaletle uyuşur mu? Kaldı ki, bu iki kişinin aileleri, toplumsal çevreleri vardır. Aileleri ve toplumsal çevreleriyle korunup kollanan bu iki kişi üzerinde bunların hiç mi hakkı yoktur? Soruları daha da yakıcı kılıp arttırabiliriz. Fakat bu kadarı bile kâr-ücret ikileminin ne kadar problemli olduğunu göstermeye yeterlidir.

Kâr ve ücretin sahiplerini bu sefer birer burjuva-proleter olarak ilişkilendirelim. Bu iki sınıfın doğuş aşamasında iki devrimci sınıf olarak eski topluma karşı yeni toplumu doğurttuklarını iddia etmek gerçeklerle ne kadar bağdaşıyor? Tarihte bu ittifakın hiçbir karşılığı yoktur. Sonra temel çelişki gereği karşı karşıya geldiklerini, köklü çatışma süreci anlamında doğrulatacak örnekler belirleyici olmayacak denli azdır. Olanlar da eski çatışma geleneklerinin devamıdır. Belirgin olan ve somut yaşam içinde gözlemlenen, tıpkı kölenin Firavun’un bedeninin bir eki olması gibi, işçinin burjuva karşısındaki pozisyonu da benzerdir. Tarihte efendisine karşı kölelerinin hiçbir başarılı eylemi yoktur. Çokça adı örnek gösterilen Spartaküs bile, son tahlilde efendi olma özlemindeki bir isyancıydı. Bundan farklı bir programının olmadığını biliyoruz.

Unutmamalıyız ki, binlerce yıllık köle-efendi ilişki mirasını devralan patron-işçi ilişkisi binbir ilmekle birbirine bağlı olup, öyle patrona karşı tek tük istisnalar dışında, köklü başkaldırılar ve zaferler sağlamış olmaktan uzaktır. İlişkiler ezici oranda patrona bağlılık temelinde sürdürülmüştür. İşçi başkaldırısı denilen olayların da çoğunlukla yarı-köylü ve işsizleştirmeye karşı olanlar tarafından geliştirildiğini bilmekteyiz. Başkaldırılar genel toplumsal etkilemelerle ilgilidir. Patron-işçi ilişkisine yansıyan da bu etkilerdir. Daha da önemli olan, işçinin patrona karşı hak mücadelesi (problemli olduğunu belirttik) değil, proleterleşmeye karşı, işçi ve işsiz olmaya karşı mücadelesidir. Proleterleşmemek, işçileşmemek, işsizliği kabul etmemek daha anlamlı ve etik bir toplumsal mücadeledir. Birer ezilen olarak köleyi, serfi ve işçiyi asla yüceltmemeliyiz. Yüceltilecek eylem ve ilişki, tersine köleleşmeme, serfleşmeme ve işçileşmeme biçiminde formüle edilmelidir. Efendileri tanıyıp ve tanımlayıp, daha sonra hizmetkârlarına mücadele önermek, tüm oportünizmlerin ortak eğilimidir. Tarih boyunca hak, emek mücadelesini boşa çıkaran bu zihniyetler olmuştur. Özcesi, bu ilk ‘bilim’ kavramlarıyla ne anlamlı bir sosyoloji yapmak, ne de başarılı bir toplumsal mücadele geliştirmek mümkündür! Bu hususları belirtirken emeği, değeri, kârı, sınıfı inkâr etmediğimizi, daha çok bilim inşasında kullanılma tarzlarını doğru bulmadığımızı belirtiyoruz. Yanlış bir sosyolojinin inşa edildiğini belirtmek istiyorum.

Toplumun ekonomik yaşamında kapitalizmin yeri en üst katlarda gerçekleşmektedir. Başlangıcında büyük tüccarın pazar üzerinde tekel fiyatlarıyla sermaye biriktirmesine dayanır. Sermaye, tarifi gereği, sürekli kendini büyüten parasal değerlerdir. Özellikle aralarında büyük fiyat farkı olan uzak pazarlar karşısında büyük değer birikimleri kapılır. Finans olarak devlete verilen borçların karşılığı olarak faiz ve iltizamla büyüme ikinci yoldur. Maden işletmeleri, kıtlık ve savaş dönemleri, palazlandığı diğer önemli alan ve dönemleridir. Ticaret dışında tarım, endüstri ve ulaşımcılıkta kârlı buldukça yer alır. Endüstri devrimiyle temel kâr alanları sanayi sektörü olur. Her iki dönemde de arz ve taleple oynayarak, hem üretimi hem tüketimi belirlemeye çalışır. Belirleyici olduğu oranda kâr oranlarını arttırır. Büyük ticaret ve sanayi, kapitalizmin başlangıç ve olgunluk süreçlerinin kâr alanlarıyken, günümüzde ağır basan sektör finanstır. Başlıca finans araçları olan para, senet, banka, kredi araçları kapitalist ekonominin hızlanarak kâr devrelerini kısaltmayı, yoğunlaştırmayı ve genişletmeyi sağlar. Böylelikle kâr oranlarında büyük spekülatif balonlar oluşur. Böylece de kriz süreçleri bu ekonominin ayrılmazları haline gelir.

İşsizliği çoğaltarak ücretleri düşürme ve ucuz çalışan ülkelere kayan yatırımlar, diğer kâr şişiren yöntemlerdir. Sonuç olarak kaynağını en eski avcı ve ticaret kültüründe bulan, fiyatlarla oynama gücü kazanarak gelişme şansı yakalayan, toplumsal denetimden ahlakı ve dini gevşeterek kurtulan, iktidarı borçla kendine bağlayan ve pazar üzerinde tekel kurarak gelişen bu ekonomi biçimi, nihai tahlilde talan ekonomisi olmaktan kurtulamaz. Kâr amacıyla endüstriye el atması, kâr oranlarına göre bir üretim ve tüketim yapısını esas alması, toplumsal bünye ve doğal çevre üzerinde gittikçe taşınması zor yükler yükleyerek yol açtığı krizler, çöküş ve çürümesinin doğuşundan itibaren yol arkadaşlarıdır. Şüphesiz ekonominin tümü değildir. Ne ticaret, tarım, sanayi, ne de dolaşım, teknikler ve pazarlar kapitalizmin icatları olmayıp, tersine ağır istismarına ve talanlarına uğrayan temel toplumsal ekonomik kurumlarıdır. Tarih ve uygarlıkla belirlenip politikayla iç içe bir yaşama sahiptirler.

Böylelikle ekonomizmin, kapitalist ekonominin tanımıyla ilgili gerçeği önemli oranda çarpıtan bir anlayış, düşünce eğilimi olduğunu belirlemeye çalıştım. Doğru tanımlamayı da ana hatlarıyla bu eleştiriler temelinde tarih-toplum, siyaset ve uygarlık-kültür bağlantılarıyla iç içe yorumlayıp, bir nebze de olsa aydınlatmaya çalıştığım kanısındayım.

Yeni Dönemde Kürt Sorunu Savaş ve Barış Kıskacında

Uzunca bir süredir Türkiye’nin gündemini meşgul eden Kürt Sorunun çözümü ve açılım tartışmaları, gelinen noktada kendi içindeki çelişkilerini ve açmazlarını çok daha fazla açığa çıkarmış bulunuyor. Gelişmeler gösteriyor ki yakın zamana kadar Türkiye gündeminin ilk sırasını oluşturan ve halende söylem düzeyinde devam ettiği iddia edilen Kürt sorununa devlet erki tarafında farklı tutum ve yaklaşımlar geliştirilmektedir. Daha düne kadar Kürt sorununun çözümü için ne pahasına olursa olsun birtakım adımlar atmayı planlayan ve bunun içinde toplumun büyük bir kesiminde barış umutlarını artıran AKP hükümeti, bir takım olumlu ve önemli gelişmelerin yaşanmasına yol açmıştır.
Barış gruplarının Türkiye’ye girişi tıkanan sürecin önünü açmadaki en önemli gelişme olmuştu. Bu gelişmelerin yaşanması, daha atılan ilk adımdır ve devamı gelecek diye açıklayan ‘ Devlet erkinin güvercinleri’, şimdilerde ise hayati öneme sahip bu gelişmeler sanki hiç yaşanmamış gibi  ‘Devlet erkinin en güçlü Şahinleri’ rolüne soyunarak Meclis oturumlarında, Meclis Başkanı öncülüğünde çok rahat bir şekilde savaş çığırtkanlığı yapabilmektedir. Türkiye ve Kürt ulusal mücadelesi çok kritik bir dönemece girmiş bulunuyor. Tabi ki sürecin bu noktalara varması kendiliğinde ve nedensiz gelişen bir durum değildir. En önemli neden Devlet aklının Kürt sorununda yıllardır takındıkları pozisyonun ötesine gidememeleridir.
Devlet erkinde Kürt sorununun çözümüne ilişkin görüş ayrılığının giderilememesi ve çözümü zamana yayarak gerçekçi bir çözüm modelinin ortaya konmamasıdır. Ayrıca Kürt sorununun çözümünde bir muhataplık problemi varmış gibi davranılması ve asıl muhatap olarak Kürt ulusal hareketi ve onun önderliğinin muhatap alınmaması ‘açılım’ denilen sürecin bugünkü şekle dönüşmesinde en önemli ve başat noktadır. Sonuçta ‘açılım’ süresinin başlatılmasından kısa bir süre sonra geçici bir süre esen ılımlı hava, statükocu güçlerin bastırması ve AKP Hükümetinin sorunu samimi bir şekilde çözmeye yanaşmak istememesi, farklı arayış ve ittifaklar içine girmesi mevcut çözüm umutlarının azalmasına ve bugün içinde bulunduğumuz savaş tamtamlarının yeniden çalmaya başlamasına neden olmuştur. Yaşanan tüm bu gelişmeler AKP hükümetinin samimiyetsiz, korkakça duruş sergilemesi ve bilinçlice tırmandırılan milliyetçi dalga karşısında yeniden statükocu devlet yapısına 360 derecelik bir dönüş yapılmasına yol açmıştır. Bilinçlice tırmandırılan milliyetçilik dalgasıyla savaş tamtamlarını yeniden Siyaset-Ordu ikilisi koro halinde çalmaya başlamıştır.
Baştan itibaren Kürt siyasi hareketini muhatap almamak için elinden geleni yapmaya çalışırken, öte taraftan tek bir somut adım atmadan Kürt siyasal hareketini bastırma, sindirme ve tasfiye etme amacıyla baskıların dozajını tırmandırmıştır. Sonuç DTP’nin kapatılması, KCK operasyonu, 1500 üzerinde legal Kürt siyasetçinin tutuklanması, taş atan çocuklarla cezaevlerinin dolup taşması, gerilla güçlerine yönelik operasyonların yoğunlaşması, demokratik eylemlerde birçok sivilin yaşamını yitirmesi, askeri operasyonlar sonucu birçok askerin öldürülmesi, barışa olan inancın toplum kesimlerince azalmaya başlaması gibi yeni bir sürecin yaşanmasına yol açmıştır. Süreç ilerledikçe hükümetin köylü kurnazlığı tarzında hesaplar yaptığı ve bunları hayata geçirmeye çalıştığı ortaya çıkınca Kürt siyasal hareketi de taleplerini ve tavrını çok net ortaya koymuştur. AKP hükümetinin basit hesabı, Kürt tarafına duruma göre havuç ya da sopa uzatarak bir ayrıştırmaya gidebileceğini umması ve işine gelen ‘makul’ Kürtlerle yoluna devam etmekti. Ama klasik bir deyimle evdeki hesap çarşıya uymadı. Bu politika tam tersine Kürtleri ayrıştırmak yerine baskıların artması sonucu ÖCALAN, PKK ve BDP’nin tabanını oluşturan Kürtler arasındaki bağın daha da güçlenmesine ve büyümesine yol açtı. Ama mevcut AKP hükümeti tüm bu gelişmelerden zerre kadar ders çıkarmamış olmalı ki, hala PKK’nin tasfiyesi için yoğun ittifak çalışmaları içerisinde. Kapalı kapılar ardında yeni askeri operasyonlar nasıl yapabilirim ve başarılı olabilirimin hesabı peşinde.
PKK’nin tasfiye edilmesiyle piyon Kürt muhataplarla bu süreci götürebileceğinin hayali içinde. AKP hükümeti şunu çok iyi bilmelidir ki, Kürt sorununun ve mücadelesinin ulaştığı bu gelişim evresini çözüme kavuşturmayan her hükümet gibi kendisinin de Kürt sorunuyla birlikte çözülmeye mahkûm olduğu bir gerçekliktir. Kürt hareketinin barışta ısrarının asıl nedeni halkların birbirini boğazlamaya kadar varabileceği bir sürecin içerisine girilmesidir. Açılım sürecinin gelişiminde Kürt ulusal hareketinin başlangıçtaki tutumunu değiştirmesi çok belirleyici bir gelişme olmuştur. Bu tutumun değişmesindeki başlıca sebep ise, başlangıçta Kürt ulusal hareketiyle müzakere yapılabileceğine dair izlenim ve mesajların verilmiş olması,  fakat sonradan buna ters davranılması ve tasfiye niyetlerinin açık biçimde görülmesi olmuştur. Bunun yanı sıra hükümetin yarattığı havaya rağmen, reform anlamına gelecek hiçbir adım atmaması da şüphesiz önemli bir etmendir. Aslında bırakalım reformu, hükümet zoraki girdiği bu yolda korkaklık ve gönülsüzlüğüyle dişe dokunur hiçbir düzenleme yapmamıştır. 
AKP “demokratik açılım” söylemini Kürt halkı nezdinde inandırıcı kılabilmek ve PKK’lilerin dağdan inişine açık kapı bırakabilmek için Habur’dan giriş yapan PKK’lilerin serbest bırakılmalarını sağladı. Hükümet bu adımı atarak “açılım” söylemine inandırıcılık kazandırmayı ve DTP’yi destekleyen Kürtlerin bir kısmını yanına çekmeyi hesaplıyordu. Ancak Kürt Halkı AKP’nin hesabını bozdu. PKK’li barış heyetini karşılamak üzere yüz binlerce Kürt, günlerce sokaklarda Barış grubunun gelişini kutladı. Kürt halkı, kimlik taleplerini ve barış özlemlerini muhteşem bir karşılama töreniyle ifade etti. Gerilla kıyafetleriyle halkı selamlayan PKK’lilerin Kürt halkı tarafından coşkuyla karşılanması Türkiye’yi yöneten statükocuları adeta çıldırtırken, AKP’nin Kürt örgütlerini marjinalleştirme ve tasfiye etme planlarını bir kez daha suya düşürdü. Bu gelişmeler üzerine ulusalcı kanat, başta asker-sivil bürokrasi, CHP ve MHP olmak üzere, denetimleri altındaki medyayı, kitle örgütlerini ve faşist çeteleri seferber ederek AKP’ye karşı yeni bir taarruz başlattı.
AKP tüm bu saldırılara karşılık uzun zamandır elinde tutmuş olduğu birçok belgeyi basına sızdırarak yeni bir dönemin ve psikolojik savaşı da kapsayan bir konseptin başlatıldığını da ortaya koymuştur. Her Ergenekon operasyonu sonrası, KCK operasyonlarının yapılması ya da tam tersi her KCK operasyonu sonrasında Balyoz, ıslak imza vb. operasyonların tesadüfî olmadığı ve bunun AKP hükümetinin ‘açılım’ sürecindeki başarısızlığı örtbas edebilmek amacıyla başlattığı yeni savaş yöntemi olduğu bilinmektedir. Bu yöntemle Kürt ulusal hareketiyle, derin devlet yapılanması arasında bir bağ bulunduğu havası yaratılmak istenirken, diğer yandan da gerçekleştirilen yoğun operasyonlarla Kürt Ulasal hareketi bastırılmaya, sindirilmeye ve tasfiye edilmeye çalışılmaktadır.
Bugün gelinen nokta da eski devlet aklına geri dönüldüğü çok açık bir şekilde ortaya çıkmıştır. Sınıra yapılan askeri sevkiyatların haddi hesabı yoktur. Baharla birlikte Güney Kürdistan’a neredeyse her gün top saldırıları ve geniş kapsamlı askeri operasyonlar düzenleniyor. Her gün yaralanan ya da ölen asker haberleri basında yer alıyor. Statükocu devlet aklının tekrar devreye girmesiyle yaşanan bu gelişmelerin temel mantığı Kürtlere olabildiğince sınırlı ve göstermelik bir takım haklar vermek, oyalamak ve sürece yayarak etkisizleştirmektir. Askeri anlamda ise ABD-FEDERE KÜRT YÖNETİMİ-İSRAİL-İRAN gibi devletlerden askeri harekât için destek ve yardım alarak gerilla güçlerine yönelik tasfiye operasyonuna girmektir. Aslında Kürt açılımı diye başlatılan süre netleşmiştir. Süreç savaşı olabildiğince tırmandırmaktır. Kürt halkının ve onun öncüsünün tasfiyesidir. Gerilla güçlerine yönelik bu yoğun saldırıların bir diğer nedeniyle, gerilla güçleri saldırı pozisyonuna geçirerek, yakın süreçte yapmayı planladığı geniş kapsamlı askeri operasyon için uluslar arası alanda kendini haklı çıkarmaya çalışmak ve destek alabilmeyi sağlamaktır.        
Türkiye’yi yönetenlerin ve başta da AKP hükümetinin şunu çok iyi kavraması gerekir: Türkiye’de Kürt meselesi çatışmayla, savaşla değil, demokrasi-özgürlüklerin yaygınlaştırılması ve derinleştirilmesi ile çözülebilir. Her geçen gün ve her ölüm, çözüme ulaşma imkânını giderek zorlaştırmaktadır. Bu nedenle operasyonlara son verilmeli, silah ve şiddet yöntemlerinden vazgeçilmeli, Türkiye’de Kürt meselesinin barış ve uzlaşma ile çözümüne olanak sağlanmalıdır.

Ali Rızgar