19 Nisan 2010 Pazartesi

Erdoğan’ın hikayeleri

Türk Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ‘açılım’ adını verdiği toplantılarının sonuncusunu geçtiğimiz cumartesi günü edebiyat çevreleriyle yaptı. Erdoğan, daha önce olduğu gibi bu toplantıda da farklı düşünce yapısına sahip yazar veya edebiyatçıların söyleyebileceği cümleleri ardı ardına sıraladığı bir konuşma yaptı. Irkçı düşünceye sahip olanlarla devlet politikalarına muhalifleri, devletten beslenenlerle devletin zulmünü görenleri, devlet tarafından el üstünde tutulanlarla devlet tarafından katledilenleri bir arada anarak, aynılaştırarak, sinsi bir şekilde güya bir ‘ortak’lık yansıtmaya çalıştı.

Elbette bu demogojik bir üslupla manipülasyon yaptı ve devletten acı çekenlerin acil özgürlük taleplerini sulandırmaya çalıştı.
Tüm bunları yaparken de kendisinin bizzat başbakanlığındaki devlet mekanizmasının tam 8 yıldır topluma ve özellikle de Kürtlere çektirdiklerini örtme ve meşrulaştırmanın gayretine girdi. Toplumu ve elbette kendisini dinleyen yazar-edebiyatçıları da adeta Türkiye’de yaşananları bilmeyen veya cahil, anlayışsız aptallar durumuna sokmaya çalıştı.

Tayyip Erdoğan şunları söyledi: “Devlet yönetiminde ciddi paradigma değişikliği yaşıyoruz. Bunlarla ancak el birliği yaparak, güç birliği yaparak baş edebiliriz... Sizlerin düşüncelerine de büyük önem veriyoruz... Türkiye’nin meselelerine her birimiz farklı bir zaviyeden bakıyor olabiliriz. Ama en nihayetinde ülkemizin huzur ve refah içinde olmasını arzuluyor, daha özgür, daha demokratik bir Türkiye hayaliyle yanıp tutuşuyoruz.”

Bunlar, daha yeni seçim kazanmış ve iktidara yeni gelmiş bir başbakan söyleseydi belki bir anlamı olurdu. Ama Erdoğan gibi birinin bu şekilde konuşması aklı başındaki bir insana adeta alay niteliğindedir.

Yüzde 47 oyla seçilmiş, devlet yönetiminin önemli noktalarını ele geçirmiş, ülke yürütmesinin başı ve tam 8 yıldır da iktidarda bulunan AKP’nin ve Türk hükümetinin başı Erdoğan, hükümeti yönettiği bu uzun süre zarfında, popülist üslubuyla duygulara hep bu şeklide hitap etti. Ülkenin acil çözüm gerektiren tüm sorunlarını çözecekmiş gibi yaparak daha da derinleştirdi.

AKP hükümeti döneminde Kürt sorunu başta olmak üzere Türkiye’deki hiç bir toplumsal soruna çözüm getirici politikalar geliştirilmedi.
Doğrudur; tüm sorunlar tartışıldı ama her şey tartışıldığıyla kaldı. Pratikte toplumun yaşamında veya taleplerinin yerine getirilmesinde, özgürlük, ekonomi ve farklı sorunlarda hiç bir düzelme görülmedi.

Önceki hükümetler gibi, Erdoğan’ın başbakanlığındaki hükümet de Kürt sorununa hep ‘Kürtler ezilmesi gereken bir topluluktur’ yaklaşımını gösterdi. Ve usta yazar Vedat Türkali’nin de deyimiyle; “Kürt sorunu çözülmeden demokrasi sorunu çözülmez” gerçeğini görmezden geldi. Kürtlere zulüm yaptı; “Çocuk da olsa, kadın da olsa gerekeni yapın... tek millet, tek dil, tek bayrağı kabul etmeyen çekip gitsin...” dedi. Çocuğa, yaşlıya kurşun sıktırdı, tutuklattı, ördürttü...

Ülkenin bu en yakıcı sorununun ismini dahi koyamadı; hala ‘Kürt sorunu’ bile diyemez durumdadır. Ve Kürtlere karşı devlet zulmü gün be gün artarak devam etmektedir. Çocuğundan yaşlısına, seçilmiş yöneticisinden sanatçısına, gazetecisinden emekçisine tüm Kürtler zulüm altındadır.

Lafı sağı sola çekmeye de gerek yok; işte, edebiyatçılara hikayeler anlatan Erdoğan’ın hükümet ettiği Türk devletinin Kürtlere reva gördüğü tablodaki son durum: İHD Amed Şubesi’nin açıkladığı ve 13 Kürt ilinde devlet güçleri tarafından son üç ayda gerçekleşen hak gaspleri: Öldürme ve yaralama olarak 433’ü yaşam hakkı ihlali olmak üzere toplam 6 bin 734 hak ihlali, 1549 gözaltı, 503 tutuklama, 198 işkence, 41 toplumsal olaya müdahale, 40 darp ve yaralama ile 929 soruşturma...

Daha önceki gün ise, Erdoğan’a bağlı Milli Eğitim Bakanı’nın Patnos’a ‘öğretmen’ olarak atadığı Berna Özdel, sınıfta Kürtçe konuşan öğrencilere 1 TL para cezası veriyor ve cezayı ödemeyen Onur Tekin (10) adlı öğrenciyi feci şekilde döverek hastanelik ediyor.

Erdoğan hikayelerle, akla karayı, devlet adına can yakanla devletin zulmünü göreni, işkenceciyle işkence çekeni aynılaştırma ve bununla da mevcut düzeni ve toplumsal sorunları normal gösterme ve meşrulaştırma gayretidir.

Erdoğan 8 yıldır böyle konuşuyor ve 8 yıldır da başta Kürtler ve tüm toplum zulüm görmeye devam ediyor...
Okunma: 91

Hasankeyf Soykırımı

Dünyada barajların genel olarak; akarsuları kontrol altına almak, depolanan sulardan içme suyu, sulama yararları sağlamak

Dünyada barajların genel olarak; akarsuları kontrol altına almak, depolanan sulardan içme suyu, sulama yararları sağlamak ve enerji elde etmek amacıyla yapıldığı söylenir. Bu sadece baraj yapımının görünen nedenlerini oluşturmaktadır. Bir de barajların görünmeyen veya gizli tutulan amaçları da bulunmaktadır. Kürdistan’da baraj inşaları görünen amaçların aksine, gizli tutulan ve yansıtılmayan amaçlarla planlanmaktadır.  Özellikle Kürdistan’da son yıllarda yapılan birçok baraj ve sürekli gündeme getirilen yeni baraj projeleri Kürdistan’ın kalkınmasına, halkın enerji ve su ihtiyacını karşılamaya yönelik olmaktan çok, Türk devletinin siyasi ve askeri amaçları doğrultusunda inşa edilmektedir.
Somut bazı örnekler de Kürdistan’daki baraj projelerinin Türk devletinin 80 yılı aşkın Kürt halkı üzerinde uyguladığı inkâr ve imha politikası çerçevesindeki soykırım konseptinin bir parçası olduğunu net bir biçimde ortaya koymaktadır. Çokça gündeme giren Ilısu barajı;  1954 yılında Dicle nehri üzerinde TC DSİ tarafından başlatılmıştır. Ayrıca 10 bin yıllık Allanoi şehrini sular altında bırakıp, 80000 kişiyi de evsiz bırakacaktır. Baraj 20 farklı kültürün izini barındıran ve 10 bin yıllık tarihi ile UNESKO’nun 10 dünya mirası kriterinden 9’unu karşılayan Hasankeyf’i sular altında bırakacaktır.
Kuşkusuz Kürdistan’daki baraj projeleri sadece Ilısu barajının inşası ile sınırlı değildir. Bunun gibi onlarca baraj projesi bulunmaktadır. Ama son zamanlarda Hasankeyf Antik kentini sular altında bırakacak olan Ilısu barajı gündemleştiği ve devletin baraj inşa projeleri kapsamında uygulamak istediği politikanın uygulanmasında önemli bir aşama olduğu için tahlillerimizi bu örnek üzerinden yürütüyoruz.  
 Birçok kültürün izlerini taşıyan ve bir halka ait olmaktan çok insanlık mirası olan Hasankeyf antik kentinin sulara gömülmemesi için Türk devlet yetkililerine somut ve akilâne öneriler yapılmasına rağmen mevcut Türkiye devlet yetkilileri tarafından ciddiye alınmamaktadır. Bu önerilerden bir kaçı şunlardır;
1-Ilısu barajı su kodu 515 metreden 475 metreye düşürülerek Hasankeyf su havzası dışında bırakılabilir. 2-Dünyada güneşin en çok görüldüğü coğrafyada bulunuyoruz. Güneş enerjisi üretim projeleri geliştirilebilir. 3-Batman’daki petrol rafineri fuel-oil ile doludur. Fuel-oil ile çalışabilecek bir enerji üretim merkezi inşa edilebilir. 4-Türkiye’de üretilen enerjinin büyük bölümü kaçak enerji tüketimi dolayısıyla kaybolmaktadır. Alınacak küçük çaplı tedbirlerle Ilısu barajından elde edilecek enerjinin 2 katı enerji elde edilebilir. Bunun gibi daha buraya sığdıramayacağımız kadar çok enerji üretimi konusunda verimli üretim projeleri mevcuttur. Ilısu barajı 10 bin yıllık insanlık kültürünü sulara gömeceği gibi uzun vadede büyük bir işsizliğe yol açıp yöre turizmini bitirecektir. Bunların olacağı kesin bilinmesine rağmen Kürt inkâr ve imha politikalarının dönem pratisyeni AKP, yörede yaşayan halka iş imkânı sağlayacağı yalanının propagandasını yaparak geliştireceği kültür katliamının kılıfı olarak kullanmaya devam ediyor. Baraj inşası birçok canlı türünün yok olmasına neden olacağı gibi Kürdistan’ın demografik yapısı üzerinde olumsuz etkilerde bulunacaktır.
Yukarıda ifade ettiğimiz gibi daha pek çok enerji üretim alternatifi bulunmasına rağmen neden başta mevcut Ilısu baraj inşa projesi olmak üzere genel olarak barajların yapılmasında bu kadar ısrar neden görülmektedir? Bu başlı başına derin sorgulanması ve değerlendirilmesi gereken bir husus olmaktadır.
Bu ısrarı Kürt halkı üzerinde devam ettirilmek istenen soykırım politikalarıyla direk bağı olduğunu belirtebiliriz. TC’nin kuruluşundan bu yana Kürt halkı üzerinde çok yönlü ve sistematik biçimde başta siyasi ve kültürel olmak üzere soykırımın birçok çeşidi uygulanmaktadır. Birçok defa zulme ve katliamlara karşı gerçekleştirilen isyanlar sonrası yüz binlerce Kürt fiziki olarak katlediliyor ardından kalanların büyük bir bölümü de yaşadıkları yerlerden, yurtlarından sürgün edilerek ulusal ve kültürel olarak yok edilmeye terk ediliyordu. Bu katliam yöntemleri çokça bilindiği gibi Şeyh Sait ve Seyit Rıza isyanları sonrasında da yoğun uygulanmıştır.   Şimdi bir dönem bu biçimde gerçekleştirdiği soykırımı Türk devleti çok sayıda barajlar inşa ederek geçmiş denenmiş yöntemlerin yanı sıra baraj inşalarını da bir yöntem olarak hayata geçirmek istiyor.
TC tarihine damgasını vuran Turgut Özal bile, Kürdistan’daki demografik yapının seyreltilmesi gerektiğini düşünüyor ve birçok defada ifade de etmiştir. Nitekim Kürdistan’da inşa edilen başta Keban barajı olmak üzere Atatürk, Birecik, Karakaya barajlarının yapımı binlerce Kürdü yerlerinden göç etmeye zorlamıştır. Sadece Hasankeyf’in sulara gömülmesinin bile Siyasi ve özellikle de Kültürel soykırım adına söz söylemeye yer bırakmayacak bir durumu söz konusudur.
Türkiye devleti on yıllarca Kürt diye bir halk ve onun dili yoktur diyerek onu köklerinden ve tarihsel değerlerinden koparıp Türkleştirmek istemiştir. Bir dönem daha kaba ve açık uyguladığı soykırımı şimdi de AKP hükümeti ile daha ince ve sinsi yöntemlerle Kürt halkını Kürt halkı yapan tarihi ve kültürel değerlerini inşa edeceği barajlarla suların derinliklerine gömerek Kürdistan’ın demografik yapısıyla oynamak kaydıyla insansızlaştırma ve göçertme politikasını gerçekleştirerek, soykırımı sürdürmek ve hatta tamamlamak istiyor.
Mazlum Yılmaz

Kandil'e 'Karayılan Sesli' Kutu Atıldı!

Karayılan kendisine yönelik suikast girişimlerini de anlatırken ilk kez bir herondan atılan cihazdan bahsetti.

KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan, kendisine yönelik suikast girişimlerine ilişkin ilk kez insansız uçak heronların gerilla alanlarına bir kutu attığını açıkladı. Tepesinde ufak bir paraşütü olduğu belirtilen cihazda Karayılan’ın sesi kayıtlı olduğu kaydedildi.
KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan’ın Habertürk gazetesinden Amberin Zaman’a verdiği mülakatın ikinci kısmı bugün yayınlandı. Karayılan, gerillanın bir Amerikan askerini öldürdüğünü, kendisine yönelik suikast girişimlerini ve çözüme ilişkin taleplerini anlattı.

AMERİKALILAR İZİNSİZ GİRİNCE BİR ASKERİ VURULDU
Gazetecinin soruları üzerine Amerikalılarla hiçbir ilişkilerinin olmadığını kaydeden Karayılan, birkaç yıl önce Kandil’e izinsiz gelen ABD askerlerinin tarandığını belirtti. “Irak’taki Amerikalılarla temasınız oldu mu?” sorusuna Karayılan, “Bizim Amerikalılarla hiç ilişkimiz olmadı. Ancak birkaç yıl önce gelmişlerdi. 2004 yılıydı. İzinsiz girdiler, arkadaşlar taradı. Bir kişi vuruldu” dedi.
Karayılan, ABD’li askerlerin 2005 ve 2006 yıllarında tekrar geldiklerini ancak ama bu kez izin aldıklarını ifade ederek, bu askerlerin ne amaçla geldiklerini şöyle anlattı: “Buradaki köylülerle görüşüyorlardı, bizden bir iki arkadaş da beraberinde giderdi.”
“Çay, sohbet var mıydı aralarında?” diye soran Habertürk gazetecisine Karayılan şöyle cevap verdi: “Arkadaşlar ‘Gelin çay içelim’ demişler ama onlar demiş ki, ‘Yok, bizim üstümüz dedi ki, oraya gidin ama orada çay içmeyin, yemek yemeyin.’ Sonra arkadaşların ısrarı üzerine orada çay içiyorlar ama yemek yemiyorlar.’’
Karayılan, “Burada Irak’ta, Amerika’nın bilfiil kendi güçleriyle herhangi bir hareketi olmadı. Biz de Amerika’nın burada geliştirmek istediği sürece herhangi bir zarar vermedik. Fakat Avrupa’daki operasyonların arkasında Amerika olduğunu biliyoruz. Türkiye’yi her türlü desteklediğini biliyoruz. Bize karşı yüksek teknolojiyi veren yine Amerika’dır. Yaşar Büyükanıt’ın ‘BBG evi gibi gözlemliyoruz’ dediği, gerçekten yüksek teknoloji" diye kaydetti.

HERONLAR BİR SESLİ KUTU ATTI
Karayılan kendisine yönelik suikast girişimlerini de anlatırken ilk kez bir herondan atılan cihazdan bahsetti. Geçen yılın başında “insansız uçak” Heron’dan bir kutu atıldığını ifade eden Karayılan, tepesinde ufak bir paraşütü bulunan cihazda kendi sesinin kayıtlı olduğuna işaret etti.
Kutunun, Karayılan’ın cihazın 5 kilometre çevresindeki bir bölgede bulunduğu takdirde sesini tanıyıp bir yerlere uyarı sinyali gönderebildiğine dikkat çekildi. Bugüne kadar bu tipte bir cihaz ele geçirildiği kaydediliyor. Karayılan “Laboratuvarımızda incelettik” dedi.

BİZİM ELİMİZ KOLUMUZ BAĞLI DEĞİL
Devam eden çatışmalara rağmen PKK’nın “eylemsizlik” kararının sürdüğünü de vurgulayan Karayılan, “Meşru savunma sınırları dışında silah kullanmayı terör sayıyoruz” ifadelerini kullandı.
Gazeteci Amberin Zaman’a göre Karayılan, AKP’nin ‘açılım’ sürecine ilişkin şunları söyledi: “İyileşme var, fark var ama çözüm için yeterli değil. Yüzlerce Kürt siyasetçisini hapse attı . Onun yerine Amerika’yı da devreye koyarak kendi jeostratejik konumunu pazarlama temelinde, Afganistan’a asker gönderme temelinde. Bize karşı ABD’yi ve güneydekileri koyarak bizi etkisiz kılabileceğini düşündü, operasyonlar devam etti, ama bizim elimiz kolumuz bağlı değil.”
“Biz en rahat dönemimizdeyiz. Bizi hiç kimse yenemez. Biz 26 yıldır bu dağlardayız” diyen Karayılan, örgütü Öcalan’ın cezaevinden gönderdiği talimatlarla yönettiği iddialarına ise şöyle yanıt verdi: "Bizi pratik olarak yönetme koşulu yok. Bize nasıl talimat versin ki? Öcalan semboldür. Felsefesiyle, ideolojisiyle bizim tarafımızdan benimsenmiş önderdir."

HÜKÜMET BDP İLE PKK’Yİ KARŞI KARŞIYA GETİRMEK İSTİYOR
Hükümetin BDP ile PKK’yi karşı karşıya getirme çabasında olduğunu kaydeden Karayılan, “BDP ayrı kulvarda çalışıyor. Saygımız var. Biz birilerinin önünde engel değiliz” diye konuştu.

HÜKÜMET YETKİLİSİ ÖCALAN İLE GÖRÜŞTÜ
Karayılan, geçen Şubat ayında bir hükümet yetkilisinin İmralı’da Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan ile görüştüğünü de söyledi. Sözkonusu yetkilinin ismini vermeyen Karayılan, bu “devlet temsilcisi”nin Öcalan’ın hükümete sunduğu “yol haritası” çerçevesinde “müzakere edilebilecek tartışmaların” başlayabileceğini söylediğini kaydetti. Karayılan ama gerisinin gelmediğini de sözlerine ekledi.

PKK NE İSTİYOR?
“PKK ne istiyor?” sorusuna ise Karayılan, “ne bağımsızlık, ne de federasyon” diyerek, “Biz Türkiye sınırları içerisinde demokratik ülkede yaşamak istiyoruz” yanıtını verdi. Karayılan, Anayasa’nın 66’ncı maddesindeki “Vatandaşlıkla Türkiye’ye bağlı herkes Türk’tür” ibaresi yerine “Herkes Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıdır” denilmesini istedi.
İlk etapta operasyonların durmasını, KCK operasyonları adı altındaki yürütülen operasyonlarda tutuklananların serbest bırakılması ve Öcalan’ın ev hapsine konulmasını isteyen Karayılan, hükümetin kimleri muhatap alacağı konusunda ise , öncelikle ‘Öcalan’ dedi. Karayılan eğer, o olmazsa BDP, onlar da olmazsa “akil adamlar” önerisini tekrarladı.- ANF

Oryantalizm ve Postkolonizasyon -3

Biraz farklı bir açıdan yaklaştığımızda postmodernizm, Robert Young’un (1990) deyişiyle, “bir kültürün kendi tarihsel göreliliğinin bilincine varmasıdır ki,

Postkolonizasyon
Biraz farklı bir açıdan yaklaştığımızda postmodernizm, Robert Young’un (1990) deyişiyle, “bir kültürün kendi tarihsel göreliliğinin bilincine varmasıdır ki, bu da bize onu [postmodernizmi] eleştirenlerin neden Batılı tarih anlatılarının mutlaklığına olan güvenin yitmesinden bu kadar şikayetçi olduklarını açıklar” (s. 19). İşte bu güven yitimi bir başka postmodern tanımını daha ortaya çıkarıyor: “Üst anlatılara inançsızlık” (Lyotard, 1984, s. xxiv).
Modern diye anılan toplumların modernleşme süreçlerinin aynı zamanda bir emperyalizm ve sömürgeleştirme süreci olduğudur. Modernlik sadece Avrupa’da, Batı’da, Kuzey’de gözlenebilir bir şey değil. Dünyada bugün genellikle onun dışında olarak, onun modern olmayan dışsallığı olarak sunulan oluşumlar da modernizmin bir sonucudur. Örneğin bugün “Üçüncü Dünya” diye adlandırılıp modernleşme ölçeğinde aşağılara yerleştirilerek, olsa olsa “gelişmekte olan” diye nitelendirilen ülkelerin hemen hepsi de eski sömürgelerdir. Onların “az” gelişmişliği kendi ontolojik olarak farklı, yabani, geleneksel, “Doğulu” ötekiliklerinin bir sonucu olmayıp, tersine, sömürgeleştirilmelerinin, ‘çağdaşlaştırılmalarının’ bir sonucudur.
    Bu ilişki eski sömürgelerin sömürgeci efendilerinden bağımsızlıklarını kazanmış oldukları, onun için de artık sömürge olarak değil de “Üçüncü Dünya” olarak anıldıkları günümüzün “postkolonyal” dünyası için de geçerlidir. Postkolonyal sözcüğü modernist dönemselleştirme temsilinde olduğu gibi sömürgeciliğin artık olmadığı, sömürgeciliğin sonrasına geçtiğimiz bir dönemi anlatmıyor, anlatamıyor. Bir defa - sömürgeciliğe karşı verilen savaşların, savaşımların kazanımları ulus-devlet milliyetçiliği gibi sömürgecilikten “türevsel” (derivative) bir metin yazımıyla gerçekleştiğini not etmek zorundayız. Karşı çıkanın sömürgeciliğin değerlerini içselleştirdiği, dolayısıyla modernizmin hükümran öznesi nezdinde kabul gören, tescilli, icazetli bir bağımsızlık söz konusudur. Hükümran özne için hiç de yabancı olmayıp, tanıdık bir metin. Milliyetçilik içeride fark tanımaz bir birlik-bütünlük ideolojisi olduğu için bu bağımsızlığın yeni ulusun içindeki farklılıklar üzerindeki, asimilasyon yoluyla tanımadan yok sayma ve yok etmeye kadar dizi dizi sömürücü uygulamalarını kayda düşmüştür.
    Bu “postkolonyal” bağımsızlık, yeni ulusun dahil olduğu uluslar arası ve uluslar üstü ilişkilerin sömürgeci olmadığı anlamına da gelmiyor. Tam tersine onun, Spivak’ın (1988) deyimiyle, sömürgeci-sömürge ilişkisi benzeri bir “uluslararası iş bölümünde” sömürülen olarak yer alması demek oluyor. Böylece “postkolonyal” bağımsızlığın tescillenmesi ya da aldığı icazet, büyük ölçüde bu tanıdık kendi-öteki ilişkisi metninin sorgulanmadan kabulünden kaynaklanıyor. Üstelik hükümran öznenin giderek uluslar üstü bir beden bulup bireyselleşmesiyle bu bağımsız ulus-devletlerin daha da güçsüz, daha da uyruk kılındıklarını gözlemekteyiz. Uluslararası ilişkilerin uluslar üstü ve uluslar içi ilişkilerle kesişip eklemlenmesinden dolayı da yine sömüren-sömürülen, hükümran özne-uyruk öteki ilişkisini dışsal bir ilişki olarak görmek mümkün değildir. Uluslararası ilişkilerde uyruk konumda olması gereken bir Üçüncü Dünya şirketi “Fortune 500” listesinde yer alırken, Birinci Dünya’nın en gelişmiş ülkesi ABD’nin en varlıklı kentlerinde evsiz barksızlar çöplerden ve yardım kuruluşlarının sağlayabildikleriyle yaşamlarını sürdürmeye çabalıyorlar. Bunları bırakın, orada da asgari ücretle çalışanlar, yönetimin kendi belirlediği yoksulluk standardının altında yaşamak zorundalar. Yani bütün o şeytan-savma, onu dışarıya atma/yansıtma çabalarına karşın öteki yine içeride, tekinsiz, kendimizi en evimizde hissettiğimiz yerde karşımıza çıkıveriyor. Üçüncü dünyanın içinde bir Birinci Dünya, Birinci Dünyanın içindeyse bir Üçüncü Dünyanın yer aldığı karmaşık, melez bir dokuyla karşı karşıyayız.
Bu dokunun melezliğinden dolayı, ötekinin tekinsizliğinden dolayı, basitçe sömürgecilikle bulaşık olmayan bir ötekilik adına, kendi evinde olan bir yerlilik adına, hükümran özneye karşı çıkmak olası değildir. Tekrar oryantalizm örneğine dönersek, uyruksal kurgulanışından dolayı, “Batılı çarpıtmalara” karşıt olarak girişilen “gerçek olan Doğu” arayışları ve çeşitli amaçlarla dile getirilen “ötekini konuşturmak” dilekleri, hiç de oryantalizme, onun ötekini “kuşa çevirmek,” “Adam etmek” yoluyla tanıyan sömürgeciliğine seçenek olmayıp, onu daha da güçlendirmektedir. Rey Chow’un (1993) işaret ettiği gibi, oryantalizm ve yerlicilik (nativism) aynı paranın yüzünü ve tersini oluşturmaktadırlar.
“21. yüzyılın emperyalizmi, onun sömürgeciliği artık ülkelerin dışında değil içindedir. Sömürgeciler sadece yabancılar değil, daha çok ortaklarıdır. Sadece sermaye tekelleri küreselleşmedi; iktidar ve devlet de küreselleşti. Küresel iktidarın içi ve dışı ayrımı da kalmadı. Ulusal aidiyetlerinin de hiçbir önemi yoktur; hepsi ortaktır. Askeri, ekonomik, kültürel ayrımında anlamı kalmadı. Ortak dil İngilizce, kültürü Anglo-sakson, askeri örgütü NATO, uluslar arası teşkilatı BM’dir.” (A.ÖCALAN) 
     Modern olmak demenin hükümran özne olarak sömürgeleştirmeye konumlanmış olmak anlamına geldiğine ve modernleşme tarihinin aynı zamanda bir emperyalizm ve sömürgecilik tarihi olduğunu belirtmek gerekir. Bu bakımdan postmodern eleştiriler için söylenenler, bu eleştirilerin nasıl modernin radikal-demokratik açılımlarına olanak verdiğini, postkolonyal eleştiriler için de dile getirilmektedir. Postkolonyal eleştiriler de “postkolonyal” diye adlandırılan içinde bulunduğumuz durumun kendi geleceğine, ötekiliğine, dolayısıyla yeniden, farklı doğuşlarına olanak vermektedir. Böylesi açılımların olabilmesi için de en başta bizim ötekini asimilasyon yoluyla tanımamızı sağlayan bilme biçimimizi sorgulayarak kendi kendimizi yeniden temsil etmemiz, yeniden dokuyup yazmamız gerekiyor — ki bilip evcilleştirdiğimiz ötekini ve onu evcilleştirerek sömürgeci iktidarını kurduğumuz benliğimizi kendi ötekilerine, kendi ötekiliğine açabilelim. Böylelikle silip atmaya ve dışlaştırmaya çabaladığımız ötekinin tekinsizce her ortaya çıkışında onu bastırmaya çabalamanın yalnızca başkalarına değil kendi kendimize de zarar verdiğinin, dünyayı hepimize zindan ettiğinin de bilincine varabilelim.
 Oryantalizmin Güncel İdeolojik Boyutları
    Batılı bilinci en açık biçimde Hegel'in ünlü “Efendi-Köle Diyalektiği”nde görebiliriz. “Öz bilinç bir başka öz bilinç için var olduğu ölçüde ve ondan dolayı kendinde ve kendisi için var olur; yani ancak o kabul edilmiş varlık olarak vardır.” der. Tarih boyu Batı- Doğu’yu küçümsemiş kendi hakkında iyi, uygar, gelişmiş olduğunu anlatmak için hayali bir doğu yaratmıştır. Batılı bilinç bir öteki yaratmış ve bu yaratığı ötekinin barbarlığında vahşiliğinde keyfiyetinden kendini bulmak suretiyle bir bilinç oluşturmuştur. Bu bilinç doğuyu despotik olmakla suçlamış ve kendi kendisini temsil edemeyeceğini söylemiş ve tüm toplumları modernite ve özgürlük getirme misyonunu kendinde görmektedir (Bulut 2004: 11-12).
    Sürecin sonlarına yaklaştığımızda fark ediyoruz ki barış, özgürlük, demokrasi söylemi ile hareket eden Batı’nın çıkar ve menfaat ile küreselleşme adı altında dünyayı sömürdüğünü ve söylemde özgür ama gerçekte dünya çapında Batılı bir despotizme yol açtığı görülmektedir. Son noktada var olan sorunlar bir anda ortaya çıkmışçasına batı dışı toplumlara dayatılınca sorunlara çözüm bulamayacağı ve çaresizliği empoze etmek çarenin yine Batı’dan geleceğini vurgulayarak Batı merkezci bir dünya siyasetini pekiştirmektedir. Bu durum Batı’ya haklılık kazandırmakta ve mevcut egemenliğini tescillemektedir. Sorununu kendi iç dinamikleriyle çözememe zaten despotik olmakla suçlanan Doğu toplumlarını daha da despot olmaya mahkum etmektedir.
      İkinci dünya savaşından sonra ABD’nin kapitalist sistemin hegemon gücü haline gelmesiyle, ideolojik üretim merkezleri bu emperyalist gücün emrine girdi. Soğuk Savaş yıllarında öncelikli hedef olarak SSCB kötülenecek, Kore’ye, Vietnam’a ve Latin Amerika’ya yönelik emperyalist saldırganlık komünist dış-düşman öcüsüyle meşrulaştırılacaktır. Bunun yanı sıra İsrail’in kurulması ve büyük enerji kaynaklarının denetim altına alınması meselesi, ABD emperyalizmi için Ortadoğu’yu da vazgeçilmez kılıyordu. Oryantalist ideologlara göre ‘Amerikalıların, Yakındoğu’da kabul görmek için, Amerikan düşüncesine karşı mücadele eden güçleri daha yakından tanıması’ gerekiyordu. Böylece Amerika Şark Derneğinin yanına, doğrudan devletin yönlendirmesi ve denetimiyle Ortadoğu Enstitüsü, Ortadoğu Araştırmalar Birliği (MESA) Ford Vakfı, Hudson Enstitüsü, Pentagon ve üniversitelerdeki diğer araştırma bölümleri gibi pek çok ideolojik üretim merkezleri eklenmiştir.
    ABD’nin hizmetine giren oryantalizm kendi alanında daha da yetkinleşmiş, İslam ve Şark tarihine ilişkin ciltlerce kitaptan oluşan bir külliyat piyasaya sürülmüştür. Amerikalı oryantalistler daha önceki geleneğe, yani İslam’ı ve Şarkı aşağılama ve küçümseme geleneğine aynen devam etmişlerdir. Dün olduğu gibi bugünde ders kitaplarında Müslümanlar küçümseniyor, Arap dilinde her iki kelimeden birinin şiddet içerdiği öne sürülüyor ve Ortadoğu insanının tek amacının İsrail’i yok etmek olduğu anlatılıyor. Batı değerlerini yok etmek isteyen cani Müslüman ‘terörist’ imgesi, daha 1970’lerden itibaren kitlelere empoze edilmeye başlanmıştır. İsrail zulmünü dünyaya duyurmak için uçak kaçıran Filistin Kurtuluş Örgütü militanları, Batı değerlerini yok etmek isteyen cani ‘Müslüman teröristler’ olarak sunulurken, bu konuyu işleyen filmlerde Amerikalı kahramanlar, her zamanki gibi ‘teröristlere’ hadlerini bildiriyor ve uygar dünyayı canilerden kurtarıyordu!
   11 Eylül sonrası ‘ terörizme karşı savaş’ dönemi içerisinde, askeri hakimiyet ve saldırganlık hakkında buna denk gerekçeler duymaya devam diyoruz. Buna göre; askeri çabaların etkisiyle insanlara şuan da sahip olmadıkları ‘demokrasi’ götürülmüş olacak, dolayısıyla savaşın ve hakimiyetin kısa vadedeki sonuçlarına katlanmak zorunda kalsalar da, uzun vadede onların yararına olacaktır. Günümüzde bu tür argümanlar, on altıncı yüzyılda (sömürgecilik faaliyetleri) olduğu gibi, muktedirlerin taşıma kemerleri olan kadroları ile hakimiyete doğrudan maruz kalacak kadroların hiç olmazsa bazılarını büyük oranda ikna etmek için yapılıyordu. Meşruiyetin çağdaş düzeyinin gerçek ölçülerine, on altıncı ve yirmi birinci yüzyılda da sahip değiliz. Ama yine de meşrulaştırma tarzının, çok fazla yıprandığını belirtmek gerekiyor. Bunun nedeni; beş yüz yıldan beri, vahşice güç kullanımının uzun vadeli etkilerini görmekteyiz ve etkilerin büyük oranda olumlu olduğu iddiası insanlara gitgide artık inandırıcı gelmemektedir. Sonuç olarak bu argüman artık, güçlülerin ve ayrıcalıklıların düzenini meşrulaştırmaya pek yaramıyor. Oryantalist tarzın daha büyük bir rol üstlenmesinin nedenlerinden en önemlisi de on sekizinci yüzyıldan itibaren başlayan bu yıpranmaya karşı bir politik açılım yöntemidir. Güçlü adamın, kurnaz adamın, hakimiyetini entelektüel olarak meşrulaştırmak için Oryantalizm tarzına başvurmaları, kendi iktidarlarına karşı büyük bir direniş gösterebilen ve yetenekleriyle güçlü ve kurnaz adamın en iyi kadrolarını etkileyebilen gruplarla uğraştıklarını itiraf etmelerinin bir işaretidir. 
    11 Eylülden sonra ise ‘terörist Müslüman’ propagandasına daha da hız verilmiştir. İslam’ın terörizmle özdeşleştirilmesi ve uygulanan ırkçı politikalar ile Müslüman kitlelere potansiyel terörist damgası vurulmaktadır. ABD’deki ideolojik merkezlerin en temel özelliği, Amerikan emperyalizminin gündemine aldığı güncel siyasal meseleler hakkında tarihsel-ideolojik kanıtlar bulmak, bulamadıkları durumlarda ise tarihsel olayları istedikleri gibi kurgulayarak yeniden yazmaktır. Şark ve İslam tarihi üzerine yazılmış pek çok kitapta bunu görmek mümkündür. Özellikle 11 Eylül’den sonra yazılan ve güncel gelişmeleri tarihin belirli dönemlerindeki olaylarla ilişkilendiren kitaplarda bu keyfilik daha çarpıcı görülür. Bu bağlam da yazılmış, İslam ile terörizmin ilişkisi, İslam’ın ‘iç yüzü’, Arap ve Müslüman tehlikesi gibi kışkırtıcı başlıklar taşıyan sayısız kitap Amerika’da kitapçı raflarını doldurmaktadır. Örneğin önde gelen İslam uzmanı Bernard Lewis, Haşhaşiler adlı kitabında Hasan Sabah ile Bin Ladin arasında bağ kuruyor ve İslam da ‘terörizmin’ bir süreklilik arz ettiğini kanıtlamaya çalışıyor. Lewis’e göre geçmişteki şiddet dalgası yol almaya devam etmiş ve günümüzdeki taklitçilerine yeni öfke, yeni kavga araçları sağlamıştır. ABD emperyalizminin uluslar arası terörizm öcüsüyle kitlelerin akıllarını başından alıp düşünmelerinin ve gerçekleri görmelerinin önüne geçerek İslam düşmanlığını kışkırttığı bir dönemde, Lewis gibilerinin bu tür kitaplar yazması tarihçi merakından kaynaklanmıyordur! Çok açık ki yapılmak istenen, şiddet ve terörün Müslümanların doğasından geldiğini kanıtlamak ve sürekli bir dış-düşman öcüsüyle korkutulmuş kitlelerdeki İslam düşmanlığını pekiştirmektir.
        Amerika’da Pentagon, Dışişleri, CIA gibi devlet kurumlarıyla, petrol, silah, havacılık, finans tekelleriyle, film endüstrisiyle iç içe geçen söz konusu ideolojik merkezler, kendilerini ‘düşünce kuruluşu’ olarak adlandırıyorlar ve ABD emperyalizmi için muhtelif ideolojik argüman ve hatta askeri strateji üretiyorlar. Yeşil kuşak veya Büyük Ortadoğu Projeleri tarihin sonu, medeniyetler çatışması ve ılımlı İslam gibi projeleri söz konusu ideolojik merkezlerin ürettiğini, kışkırtıcı ambalajlara sararak emperyalist yönetimin denetiminde piyasaya sürdüğünü hatırlamak gerekiyor. Esasında içerdeki çelişkileri bastırmak üzere imal edilen bir dış-düşman olarak İslam, sanki tarihsel bir kaçınılmazlıkmış gibi sunulan medeniyetler çatışması safsatasının içine oturtulmakta ve böylece de daha ikna edici hale getirilmektedir. İlk kez 1993’te ABD Dışişleri Bakanlığı danışmanlarından Samuel Huntington tarafından ortaya atılan medeniyetler çatışması safsatasına göre dünya, ‘birbirlerinden tarih-dil-kültür-gelenek ve en önemlisi din tarafından’ ayrılan 7-8 kültüre bölünmüştür ve savaşlar da bu kültürler-uygarlıklar arasında yaşanacaktır. Dünya politikasının gelecekteki ana ekseni. Batı ve diğerleri’ arasındaki çatışma ve batılı olmayan uygarlıkların Batı gücüne ve değerlerine verdiği karşılıklar olacak gibi görünmektedir. (Hunhington)
    Oryantalizm, özellikle incelikli olan ve potansiyel olarak güçlü olanlar başta olmak üzere tüm ötekilerin özselleştirme ve maddeleştirme tarzıdır. Bu şekilde, Batı dünyasının içkin üstünlüğünü kanıtlamaya gayret etmiştir.
    Kuşkusuz Oryantalizm, bir argüman olması anlamında ortadan kalkmadı. Aynı argümanı günümüzde ‘medeniyetler çatışması’ hakkındaki söylemde de görüyoruz. Bu söylemin Batılı iktidarlar için belli bir çekiciliği var olsa da, dünyanın Batılı olmayan bölgelerinde bu çekicilik karşılık bulmamaktadır. Ya da daha doğru bir ifadeyle söylemek gerekirse, dünyanın Batılı olmayan bölgeleri, günümüzde söz konusu tartışmayı ters yüz ediyorlar. Aydınlanma düşüncesi içinde gelişen Batılı-Hıristiyan uygarlığını, insani düşünceden hayli uzak ve eksiklerle dolu buluyorlar. Bu uygarlığın hakimiyetine karşı, tersyüz edilmiş Oryantalizm altında mutlaka savaşılması gerektiğini ilan ediyorlar. Köktencilik ile söylenmek istenen şey tam da budur. Hıristiyan köktenciliği içinde aynı şey geçerlidir.      
 SONUÇ
Batıda ortaya çıkan oryantalizm çalışmalarının temelde üç aşamalı olduğu söylenebilir: Bu aşamalardan birincisini, temelde dini amaçlarla yapılanlar oluşturmaktadır. Rönesans ve Aydınlanma dönemlerini kapsayan ikinci aşamada ise, birincisine nazaran, kısmen de olsa, bilgi edinme gayesiyle bilimsel yöntemlerle yapılan araştırmalarla karşılaşmaktayız. Ancak bu dönemde yapılan çalışmalara bakıldığında, bunların çoğunun, ilk dönemde olduğu gibi, dinsel önyargılarla yapıldığı tespit edilmektedir. Üçüncü ve son aşama ise, büyük oranda Batılı devletlerin yayılmacı-sömürgeci zihniyetlerinin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır.
   İşgal ettikleri Doğulu ülkelerde uzun süreli kalmak, onların yeraltı ve yer üstü kaynaklarından azami derecede istifade etmek ve daha fazla bölgeyi kontrolleri altına almak gayesiyle, sömürgeci siyaset güden devlet adamları oryantalistlerle sıkı bir ilişki kurdular; onların da askeri seferlere katılmasını sağladılar ve yayılmacı politikaya katkı sağlayacak çalışmalar yapmaları hususunda onları desteklediler. Zira, Doğu’daki sömürgeler çoğalmış ve bunların kontrol edilme sorunu gündeme gelmiş; bu da Doğulu halkların, tarih, dil ve inançlar açısından geniş bir tahlile tabi tutulmasını zorunlu kılmıştır. Bunu yapacak da elbette oryantalistlerden başkası değildir. Bu durum, oryantalistlerin sömürge bölgelerinde bizzat devlet memuru olarak atanmaları sonucunu doğurdu. Onların görevi, özellikle ayaklanma baş gösteren sömürge bölgelerinde bulunmak suretiyle, bu ayaklanmaların arkasındaki muhtemel, tarihsel, dilsel ve dinsel sebepleri tespit etmek ve bunu ilgili mercilere rapor etmekti. Bir başka deyişle, onların teoride ürettiği veriler, sömürgelerde takip edilen siyaseti doğrudan yönlendiriyor, bunlar pratikte doğrudan uygulanıyordu. Böylece, oryantalizm çalışmalarını sadece politik ve siyasal amaçlarla yapmakla karşı karşıya kalmışlardır.
Başka bir ifadeyle, oryantalizm çalışmaları tam anlamıyla günlük-takip edilen siyasetin tekeline girmiştir. İşte bu tür oryantalizm anlayışı, ‘uygulamalı oryantalizm’ (angewandte-gegenwartsbezogene Orientalistik) olarak isimlendirilmektedir. Bu akımın ilk temsilcisi olarak Hollandalı C.Snouck-Hurgronje (1857-1936) kabul edilmektedir, zira o, “oryantalizm çalışmalarını sırf politik ve siyasal gayelerle yürütmesi” için doğrudan devlet memurluğu makamına getirilen ilk kişidir. Onu diğer oryantalistler takip etti. Ancak bu akımın en önemli temsilcisi olarak, meşhur Alman oryantalist C.H.Becker (1876-1933) gösterilmektedir. Çünkü Becker, bilim adamlığı kimliği altında yaptığı çalışmaları, sadece devlet memuru olarak uygulamakla kalmamış, aynı zamanda Kültür Bakanlığı (1925-1930) döneminde bir politikacı ve devlet adamı olarak bu politikaları bizzat yönetmiştir. Becker’e göre her oryantalist, devletin takip edeceği Doğu politikasına çalışmalarıyla destek veren devletin bir memurudur ve yine her oryantalist Doğulu dünyayı, öğrenim seyahatleri ve kütüphane ziyaretleriyle tanımalıdır. Bu da uygulamalı Oryantalizm anlayışının en önemli yönü olarak karşımıza çıkmaktadır. (Hanisch,)
Ali Rızgar

Pozitivist Siyaset ve Toplumsal Putçuluk -2


Seçicidir: Sınırları belli bir varlık alanını konu edinir ve bu sınırlar dışına kesinlikle çıkmaz.

Pozitif Bilimsel Bilginin Özellikleri:
Seçicidir: Sınırları belli bir varlık alanını konu edinir ve bu sınırlar dışına kesinlikle çıkmaz.
Kuşkucudur: Yalnızca bilim dışı açıklamaları değil bilim çevrelerinin yaptığı açıklamalara bile kuşku ile yaklaşır.
Eleştiricidir: Özellikle de var olan bilimsel açıklamalara eleştirel bir tavırla yaklaşır.
Somuttur: Olgulara dayanır. Var olan gerçeklikleri inceler. Soyut konu ve kavramlarla uğraşmaz.
Nesneldir: Herkes için tek ve değişmezdir. Kişiye gruba veya başka ölçülere göre değişmez.
Evrenseldir: Nesnel olduğu içindir ki evrenin her yerinde aynı şekilde geçerlidir.
Kolektiftir: Tüm insanlığın ortak kültür malıdır.
Akılcıdır: Kendi içinde tutarlı akıl ve mantık ilkelerine uygun bilgilerdir.
Genelleyicidir:  Tek tek olgulardan hareket eder ama genellemelere, genel yargılara ulaşır. Sınıflama yapar. Benzer olayları diğerlerinden ayırır.
Ölçülüdür: Matematiksel bir dil kullanır. Kesin ölçülerle, sayılarla açıklama yapar.
Deneysel ve uygulanabilirdir: Olgusal olduğu içindir ki deneylerle sınanabilirler. Hatta bilimsel bilgiler teknik aracılığı ile hayatın farklı alanlarında her türlü araç ve gerece dönüşürler.
Birikimli olarak ilerler, dinamiktir: Kuşkucu ve eleştirici tavrı bilime her dönem yeni ufuklar açarak onu dinamik bir alan haline getirir.
İşte bu çerçeve içinde, günümüzde pozitivizm, bilim konusunda ampirist bir görüşe bağlılığı, toplumsal yaşama ampirist bilgi modeli üzerinde bilimsel bir yaklaşımı tanımlar. Sosyal bilimler bağlamında ise, bu, insan ve toplum bilimlerinin yöntemlerinin doğa bilimlerinin yöntemlerine göre şekillenmesi veya oluşturulması; olgularla değerlerin birbirlerinden kesin olarak ayrılmaları gerektiği ve bu yapıldığında, sosyal bilimlerin de, doğa bilimlerinde keşfedilen yasalara veya yasa benzeri düzenliliklere koşut toplum yasalarına erişebileceği anlamına gelir.

Pozitivizmin Tarihsel Süreci:
Comte, toplumsal fizik olarak gördüğü sosyolojinin fizik, kimya, biyoloji gibi doğa bilimlerinin ve özellikle bunlardan biyolojinin o zamanlarda uyguladığı pozitif yöntemi uygulamasını önermiştir. Yani yasalar bulmak amacıyla gözlem, karşılaştırma, deney ve uslamlama üzerine kurulan bu pozitif yöntem, o zamana kadar teolojinin ya da metafiziğin tekelinde olan toplum konularını incelemelidir.
Pozitivist felsefenin iki ayrı döneminden söz etmek mümkündür. İlk dönem Saint Simon’la ikincisi ise Viyana Çevresi düşünürleriyle başlamıştır. Pozitivist felsefenin temellerini aydınlanma dönemi filozoflarından Francis Bacon’a kadar geri götürmek mümkündür. Bacon Aristocu görüşlere karşı çıkarak gözlem ve deneyin temel alınıp bilimin bu esaslara göre yeniden kurulması gerektiğini savunmuştur. Simon ise bilimsel yöntemi temel alarak topluma yeniden yön vermek istemiştir. Simon’un görüşlerini yayan ve pozitivizmin gelişmesini sağlayan düşünür ise Comte’dur .
    Simon ve Comte pozitivizminin izinden yürüyen diğer bir düşünür de James Mill’in oğlu olan John Stuart Mill’dir. Mill, bireysel gelişmeyi ve özgürlüğü savunmakla Comte’un katı görüşlerinin dışına çıkmış, fakat toplumun yeni esaslara göre yeniden düzenlenmesi gerektiğini savunmakla da Simon ve Comte pozitivizmini sürdürmüştür.
    Pozitivizmi Simon ve Comte geleneğinden biraz daha farklı bir çizgi üzerinde düşünmek mümkündür. Simon ve Comte pozitivizmi sosyal olayları ön plana alırken, başta fizik ve biyoloji olmak üzere doğa bilimlerini, çıkış noktası yapan diğer bir pozitivist anlayıştan da söz edilebilir. Bu iki tür anlayıştan ilki sosyal pozitivizm diğeri ise evrimci pozitivizmdir.
    Evrimci pozitivizm, 19.yy.ın ikinci yarısında doğa bilimlerindeki gelişmelere bağlı olarak ortaya çıkmıştır. Özellikle Darwin, Spencer ve Haeckel tarafından kurulmuş olan evrim teorisi; Fechner, Wundt ve Lipps tarafından geliştirilen deneysel psikoloji, bilgiyi pozitivist bir anlayışla ve bir evrim içinde ele alınmasına sebep olmuş ve zemin hazırlamıştır.
Pozitivist felsefenin yeni bazı özellikler kazanması 19.yy. sonlarında Mach ve Avenarius sayesinde olmuştur. Bu yeni pozitivist anlayış, olguları temele koyması ve bilimsel yöntemi esas kabul etmesi bakımından ilkiyle aynı ilkeleri paylaşmaktadır. Olgular duyumlarla özdeş olarak kabul edilmiştir. Olgular duyumlardan ibarettir ve biz sadece duyumları bilebiliriz. Mach ve Avenarius için duyumlar nötr elemanlar olup fizik ve psikolojik dünya bu elemanlardan ibarettir.
    Pozitivist felsefenin yeni bazı özellikler kazanması 19.yy. sonlarında Mach ve Avenarius sayesinde olmuştur. Bu yeni pozitivist anlayış, olguları temele koyması ve bilimsel yöntemi esas kabul etmesi bakımından ilkiyle aynı ilkeleri paylaşmaktadır. Olgular duyumlarla özdeş olarak kabul edilmiştir. Olgular duyumlardan ibarettir ve biz sadece duyumları bilebiliriz. Mach ve Avenarius için duyumlar nötr elemanlar olup fizik ve psikolojik dünya bu elemanlardan ibarettir.

Pozitivizm – Sosyal Bilimler İlişkisi   
    “Avrupa merkezli sosyal bilim egemenlik kokmaktadır. Ya egemen kılar ya da egemenlik altına sürer. Hâlbuki bize gerekli olan, demokratik özne olmak ve adilce paylaşmaktır. Avrupa sosyal bilimi özünde liberalizmdir. Bir ideolojidir. Ama bu gerçekliğini o denli görünmez kılmıştır ki, büyük muhalif eleştirmenlerin bile özümseme gücünü gösterebilmiştir. Bunu yaparken üstün eklektizm yeteneğini sergilemiştir.” (A.ÖCALAN)  
“Felsefe devrimi ve Aydınlanma dönemi ( 17. ve 18. yüzyıl) esasta bu ihtiyacın sonucudur. Fransız Devrimiyle beklenen çözüm yerine, sorunların daha da karmaşıklaşması, sosyolojiyi bağımsız bir bilim dalı olarak geliştirme eğilimlerini daha da yoğunlaştırdı. Ütopik sosyalistler ( Saint Simon, Fourrier, Proudhon), Auguste Comte ve Durkheim bu konu da ön aşamaları temsil eder. Hepsi aydınlanmanın çocuklarıdır. Bilime sonsuz inançları vardır. Toplumu da bilim yoluyla istedikleri gibi yeniden yaratabileceklerine inanıyorlardı. Tanrının rolüne soyunmuşlardı.  Hegel’in deyişiyle, ne de olsa tanrı yeryüzüne inmişti. Hem de ulus-devlet olarak... Yapılması gereken incelikli ‘toplum mühendisliği’ proje planlamasıydı. Ulus-devlet aracılığıyla hayata geçirilip, başarılamayacak hiçbir proje ve planlama yoktu. Yeter ki ‘pozitivist bilimsel’ olsun ve ulus-devlet kabul etsin.” (A. ÖCALAN)
“Artan büyük bunalımlar ve dünya savaşları pozitivist sosyolojiyi, liberal merkezi sağ ve sol kollarıyla birlikte iflas ettirmeye yetti. Toplum mühendisliğinin kendisi, çok eleştirdiği sığ metafizik olarak otoriter, totaliter faşizmle gerçek kimliğini ortaya çıkardı. Frankfurt Okulu bu iflasın resmi belgesi gibidir. Anneles Ecole, 1968 gençlik başkaldırısı; Başta I.Wallerstein’ın kapitalist dünya-sistem anlayışı olmak üzere, çok sayıda parçalanmış bir sosyal bilimler dönemini de beraberinde getirdi. Şüphesiz bunda 1970’ler sonrası finans kapitalin hegomonik karakter kazanması da önemli rol oynadı. Olumlu yanı, Avrupa merkezli düşünce hegomonyasının yıkılmasıydı. Olumsuzluğu ise, çok parçalanmış bir sosyal bilimin sakıncalarıydı.” (A.ÖCALAN)  
17. yüzyıla gelindiğinde doğa bilimlerinde -özellikle fizikte kaydedilen ilerlemenin etkisiyle, Thomas Hobbes siyasal alanda da bu gelişmenin sağlanabileceğine inanarak, ampirik ve tümevarımsal bir yöntemle ve özellikle de geometri ve matematiği örnek alarak toplumla aralarında bağ kurmaya çalışmıştır. Geometrinin yoktan var olması gibi toplumsal yaşam da “doğal hal” olan kargaşadan düzene doğrudur. Ancak, bu teori insanın doğasını değiştiremediğinden, içerden bir düzenleme yerine dışarıdan bir programlama ile toplumsallaştırmaktadır. Hobbes'a göre doğa halindeki insanla toplumsal düzende yaşayan insan arasında istek ve güdüler bakımından hiç fark yoktur, ancak doğa halindeki çatışma nedeniyle bunların gerçekleşmesi olanaksızdır; egemen gücün sağladığı düzen içerisinde bunlara ulaşılabilir.
Comte’un düşüncesine göre, sosyoloji ile doğa bilimleri arasında hem bir devamlılık hem de bir ara kesikliği vardır. Devamlılık vardır çünkü insan biyolojik ve hayvansal niteliktedir; insanın temel kuruluşu değişmez, toplum doğaüstü bir yönetim değildir. Ara kesikliği vardır çünkü insan ancak gitgide hayvansallığından sıyrılarak, kurumlara uymak için içgüdülerinden sıyrılarak toplumsal olarak yaşayabilir. O halde uygarlığın gelişmesi insanın kuruluşunu etkilemez, değiştirmez, fakat hayvansallıkta güç olarak içerik insansal olanı durmadan dönüştürür. Kimyasal değil fiziksel bir değişme söz konusudur. Öğeler aynı öğedir, fakat bütünlük yenidir. Bu düşünceler doğrultusunda Comte’a göre tarih, insanlığın hayvansallıktan nasıl sıyrıldığını gösterir ve sosyoloji insanlığın bu gelişmesini inceleyen bilimdir. Bu yüzden sosyolojik yöntem tarihsel yöntem olmalıdır. Tarihsel yöntemse insanlığın toplumsal gelişmesinin yasalarının aranması demektir.
Comte, sosyolojiyi sosyal statik ve sosyal dinamik olmak üzere ikiye ayırmıştır. Sosyal statik belirli toplumlardaki düzeni inceleyeceği için Comte onu bir düzen kuramı olarak sunmuştur. Sosyal dinamik toplumlardaki ilerlemeyi inceleyeceği için Comte onu bir ilerleme kuramı olarak sunmuştur. Comte’a göre toplumsal olgular bir birlik içinde birbirlerine bağlıdırlar.
Dinamik sosyoloji, statik sosyolojiye bağlıdır. Comte’a göre toplumların geçtiği artarda aşamalar, hayvansallığa göre toplumların gelişmesi olmuştur. Bu gelişmeyi harekete geçiren insan düşüncesidir. Toplumların işleyişi düşüncelere dayanır ve insan düşüncesi yasalara uymuştur ve uymaktadır. Bu üç hal yasasıdır.
    Lukacs'a göre insanlık tarihi doğallıktan toplumsallaşmaya doğru bir evrimsel süreçtir. İlkel dönemde hısım- akraba ilişkileri, geleneksel dönemde din ve hukuk, kapitalist dönemde ise ekonomik sistem bu sürecin aşamalarıdır.
    “Avrupa merkezli sosyal bilimlerin hakikati araştırma metotları özü gereği hegomonisttir. Hakikatin alternatif yollarını iki temel yöntemle adeta imkânsızlaştırırlar. Birincisi, monist (bireyci) evrensel yaklaşımdır. Hakikat her zaman ‘bir’e indirgenmektedir. İkincisi sınırsız görselci modeldir. Herkesin kendine göre bir hakikatinin var olduğunu söylerken, özünde hakikatin, olmadığını ifade etmeye çalışmaktadır. Hiçbir şeyin değişmediğini iddia etmek için her şeyin değiştiğini söylemek gibi bir şeydir. İki yönteminde indirgemecilikte birleştiği açıktır. Gerek evrenselci ‘bircilik’ gerek görselci ‘tekillik’ hakikati tek’e indirgemekle hegemonik karakterlerini açıkça yansıtmış oluyorlar.” (A.ÖCALAN)
    XIX. yüzyıl pozitivizmi Tarih bilimine kendi ilkelerini ve yöntemini giydirmeye kararlıydı. Onu buna sevk eden neden “bilimselleştirme” programı ve projesinin zorunluluğu olduğu kadar felsefesinin gücünü ve prestijini en kritik alanda kanıtlama güdüsüydü. Sosyoloji doğrudan doğruya pozitivist bir tasarımlama olarak doğmuş olduğu için toplumun en güvenli bilimi sayılıyordu, ama Tarihin durumu farklıydı.  
Tarih en eski toplumsal bilim olduğu halde bu eskilik onun devre dışı kılarak düşmesini gerektirecek bir eskilik değildi; toplumsal zaman denen dinamik, tarihi üretmeye devam ediyordu. Pozitivist irade eğer bu, kendini her gün üretmeye devam eden kadim bilgiyle başa çıkıp onu kendine boyun eğdirebilirse gerçek zaferini ancak o zaman tadabileceğini bildiği için Tarihe özel bir önemle ve iştahla yönelmede tereddütlü davranmadı. Tarih, toplumsal bilimlerin en az yapılanmış, bu yüzden de en esnek ve açık disiplinlerinden biri olduğu için (Braudel, 1992: 114)  pozitivistler açısından acil müdahale alanı olarak görülmekteydi.

Pozitivizme Yönelik Eleştiriler
Pozitivizm, gerçekte bir felsefi dizge olmakla birlikte, bu unvanı reddediyordu. Yalnızca bilimsel olduğunu ileri sürüyordu. Aslında evrensel bir metodoloji düzeyine yükselmiş doğa biliminin, kendini bilgiyle özdeşleştiren doğa biliminin metodolojisinden başka bir şey değildi. Dolayısıyla pozitivizme bir saldırı aynı zamanda bilime bir başkaldırı olarak ve bu şekilde akla bir başkaldırı olarak görünmek zorundaydı. Doğru anlaşıldığında, bu şeylerin hiçbiri değildi. Bilime başkaldırı değil, bilimin var olmuş ya da var olabilecek tek bilgi türü olduğunu ileri süren felsefeye başkaldırıydı. Akla başkaldırı değil, aklı doğa bilimine özgü düşünme türüyle sınırlayan kurama başkaldırıydı.     
Pozitivizme başkaldıranlar, genellikle işlerini pozitivizmin gölgesi altında yaptılar ve kendilerini pozitivist bakış açısından kurtarmakta büyük güçlük çektiler. Düşüncelerinin kimi noktalarında yeniden pozitivizme saplandılar.
   “Pozitivizm dinsel niteliğini olguculuktan alır. Özü itibariyle pozitivizm için olgu en temel gerçekliktir. Olgusal olmayan gerçeklik yoktur. Hâlbuki araştırmalar ve felsefe ( bir bütün olarak ) olgunun, algıyla aynı olduğunu ( yani olgu=algı ) göstermektedir. Algıcılık ise en basit zihni işlemdir. Nesnenin en yüzeysel gözlemlenmesi sonucu oluşup kaba bilgilenmenin  ( bilimsel olmayan en yanılgılı bilgi türü ) yöntemidir. Olguyu, olguculuk haline getirmek, nesneye temel gerçeklik rolü bahşetmektir. Paganizmin ( putçuluğun) temelinde de aynı yaklaşım vardır. Nesneyi tapınma konusu yapmak. Bu durumda pozitivizm istediği kadar din başta olmak üzere metafiziğe saldırsın, kendiside nesne hakikatçiliği nedeniyle kaba materyalist din haline gelmiştir. Yani nesnel putçuluğun modernite’deki yeni bir türevi, temsilcisi olarak metafiziktir. Hem de onun en yüzeysel halidir. Pozitivizm en az ortaçağ teolojisi kadar zihinler üzerinde tahribat yarattı. İnsan toplumlarının büyük manevi dünyasının farkında bile olmadı.” ( A. ÖCALAN )
Pozitivizmin anayurdu olan Fransa’nın aynı zamanda onun yılmaz ve parlak bir biçimde eleştirildiği bir ülke olması dikkat çekicidir. Fransız düşüncesinin on dokuzuncu yüzyıl sonu ile yirminci yüzyılın başında pozitivizme yönelttiği ve en büyük iç gücünü harcadığı saldırısı, aynı yüzyıldaki birçok başka eleştirel ve devrimci hareket gibi, gerçekte Fransız tutarlılığının kanıtı olmuştur. On sekizinci yüzyılda resmi dinin kalesine saldıran aydınlanma, özünde insan aklının, insan özgürlüğünün doğaya ve boş inanca karşı kendini ileri sürüşüydü. Pozitivizm doğa bilimini yeni bir boş inanç doğma dizgesine dönüştürmüştü; Fransız felsefesi işte tam da bu kaleye saldırmıştır.
Gözlem sürecinin başlamasından önce insan zihninin birtakım ön kabulleri, varsayımları vardır. Gözlem süreci ön kabullerden varsayımlardan sonra başlayan bir süreçtir. İnsan zihni gördüğünü yorumlayan aktif bir aygıttır. Zihin neyi nasıl gözlemleyeceğine bir seçim sonucunda karar verir. Gözlemden önce bir seçimin olması doğrudan bir gözlemin mümkün olamayacağını göstermektedir.
Toplumların tarihselliği, toplumsal siyasal olayların birbirine benzemezliği sosyal bilimlerde genellemelere gidilemeyeceği anlamını taşır.
Pozitivizm burada ve şimdi olan olay ve olguları incelediği için inceleme sonucunda elde ettiği bilgileri evrenselleştirir. Bu anlamda da pozitivizmin durağan bir zaman anlayışı vardır. Einstein’ın rölativite teorisi zamanın göreli bir kavram olduğunu ortaya koymuştur. Bu da zamanın lineer/doğrusal olmadığını göstermektedir. Oysa pozitivist yöntem zamanı durağan ve sabit bir kavram olarak kabul eder. Burada ve şimdi elde edilen bilgiler bin sene önce de böyle idi, bin sene sonra da böyle olacak diyerek pozitivizmin evrenselleştirici özelliği ortaya konmaktadır. Toplumların özgüllüğü, tarihselliği bunu gerçek olamayacağını göstermektedir.
Yorumlama programı için toplumsal dünya doğal bir gerçeklik değildir. Toplumsal yaşam biçimi belirli bir sembolik anlama sahiptir; yani doğa -orada- kendiliğinden vardır ve toplumsal yaşam bundan ayrı olarak toplumsal-kültürel biçimde kurulmuştur. Bu nedenle toplumsal yasalar doğal yasalardan farklıdır; evrensel olarak görülemezler, genelleştirilemezler çünkü toplumsal yasalar o toplumun kültürel sistemi çerçevesinde kurulmuştur. Dolayısıyla her toplumun yasası kültür farklılıklarına göre değişim gösterecektir. Onun için toplumsal bilimler doğal bilimlerde olduğu gibi nedensel ve yasa-bağımlı (nomolojik) açıklama yerine, anlamaya dayanan yorumsal bir açıklamaya yatkındır.
Bunu Henry Lefebrve şu sözleri daha açık bir şekilde ortaya koymaktadır: “Araştırmalarda yalnız şimdiki zamana tutunmaktan daha kötü bir soyutlama olamaz.”
Tarihsel şekiller, tarihsel dereceler ya da geçmiş yaşama tarzları donmuş kalıplar, hareketsiz tarzlar değillerdir. Yani bir toplum her zaman aynı yapı içinde düzenlenmemiştir. Toplumlarda her zaman ilerleme olmamıştır ama her zaman hareket ve değişiklik olmuştur. Toplumsal yapıyı geçici bir denge ya da göreli bir devamlılık olarak tanımlamamız toplumların oluş nedenlerini hareketlerinde, değişmelerinde gördüğümüzden ileri gelir.
Tarihsel veriler, tarihsel gereçler olmadan hiçbir toplum anlaşılamaz, açıklanamaz. Bir toplumun görüntüsü kendi tarihiyle bezenmiştir. “Tarihsel Özgüllük İlkesi” işte budur. İnsan iradesi özgür değildir bazı koşullara bağlıdır. Bu koşullar toplumdan topluma değişmektedir ve iradenin değişik koşullara bağlanması insanı değişik olarak belirler.
Tarih tekerrür değildir, eski devrimler başka şimdikiler başkadır. 30 yıl önceki, 10 yıl önceki işçi hareketleri ile şimdiki işçi hareketleri arasında hem nicelik hem de nitelik bakımından farklar vardır.
Bir toplumu kendi özel ve somut tarihinden kopararak başka bir toplumun ya da toplumların belirleyicilik kalıplarına sığdırmaya çalışmak ancak bilim insanını söz konusu toplumu tanımama niyetine ve araştırma yapmama tembelliğine götürür. Pozitivizmin eleştiri alan noktalarından birisi de bilimlerin sınıflandırmasını yaparken psikolojiyi dikkate almamasıdır. Bu yönüyle pozitivistler insanı subjeden/özneden objeye/nesneye indirgemişlerdir.
Pozitivist yöntemin eleştiri alan özelliklerinden bir diğeri de; doğa bilimleri ile sosyal bilimlerin aynı yöntemi kullanabileceklerini savunmasıdır. Toplumsal dünya ile doğal gerçekliğin birbirinden farklı gerçeklikler olduğu bilinmektedir. Doğa kendiliğinden var olan bir dünya iken toplumsal dünya kültürel olarak kurulmuş, kurgulanmış bir dünyadır. İnsan kendi dünyasını kurgular ve meydana getirir. Toplumsal dünyayı kuran kültürel insan da toplumsal olarak kurgulanmıştır. Oysa doğal dünya dışarıda kendiliğinden var olan dünyadır. Toplumsal yasalar doğa yasalarından farklı olarak genel ve evrensel değildirler. Her toplumun kendine ait tarihselliği söz konusudur. Her toplum kendine özgü kurallar ve yasalar üretir. Toplumlar arasında benzer, ortak yasalar vardır ancak genel- geçer her durumda geçerli olan yasalar yoktur. Bu nedenlerle doğa bilimleri ile sosyal bilimlerde aynı yöntem uygulanamaz.
   Habermas ise; üç bilgi sistemi ve bunlara karşılık gelen çıkarlar arasında bir ayrımlaşma yapar. Her bilgi sisteminin arkasında yatan ve yönlendiren çıkarlar genellikle halktan insanlar tarafından bilinmezler ve eleştirel kuramcıların görevi bunları bu arka planı açıklamaktır. Birinci tür bilgi sistemi analitik bilim ve klasik pozitivist bilgi sistemleridir. Bu tür bilginin arkasında yatan çıkar teknik kontroldür. Bu kontrol çevreye diğer toplumlara veya toplumda insanlara uygulanır. Habermas’a göre analitik bilim baskıcı kontrolü sağlayan bir araçtır. İkinci bilgi sistemi insani bilgidir. Bu bilginin çıkarı amacı dünyayı yaşamı anlamada temellenir. Bu bilgi şu genel görüş çerçevesinde hareket eder: Geçmişimizi anlamak genel olarak bugün olanı anlamamıza yardım eder. Bu bilginin karşılıklı ve kendini anlamaya yönelik pratik bir çıkarı vardır. Bu bilgi ne baskıcı ne de özgürleştiricidir. Üçüncü bilgi sistemi türü eleştirel bilgidir. Habermas ve Frankfurt Okulu’nun benimsediği bilgidir. Habermas ve diğerleri tarafından oluşturulan eleştirel bilginin kitlelerin kendi alt-bilinçlenmesini(self-cousciousness) sağlayacağı ve ümit edilen özgürleşme ile sonuçlanacak bir sosyal harekete yol açacağı düşünülmüştür.
 Aydınlanma ideolojisinin büyük çelişkilerinden biride, doğayı insana tâbi kılmasıdır. Aydınlanma öncesi dönemde insan doğaya tabi iken, Aydınlanma ile birlikte doğayı insana tabi kılmak özne ile nesnenin kesin çizgilerle birbirisinden ayrılmasına da yol açmıştır. Bu yolla insan için doğa artık dışsal bir şey; fethedilecek, üstünde hükümranlık elde edilecek bir nesne haline dönmüştür. Doğa üzerine yapılan bilimsel çalışmalar da onun egemenliği için araç olabilecek bilgilerdir. Horkheimer’in dediği gibi, doğaya egemen olma isteği, doğanın bir parçası olan insanın, kendi üzerinde de egemen olması gibi bir çelişki yaratmıştır. Bilim ve teknoloji doğa üzerinde egemenlik kurmak için kullanılırken, biçimlendirilmeye çalışılan “aşkın özne” tipolojisi, ayni zamanda üzerinde egemenliğin konumlanması dolayısıyla insanın çöküşüne de zemin hazırlamıştır. Böylece insanın doğa üzerindeki egemenliği, insanin hem kendisinin, hem iç dünyasının, hem de doğanın üzerinde egemenlik kurması seklinde sonuçlanmıştır. Bu iktidar ilişkisi yine Adorno ve Horkheimer’in dediği gibi öznenin, bir bakıma nesnenin de yazgısını paylaşması gibi bir sonuç doğurmuştur.
    Adorno ve Horkeimer, modern dönemde aklın, öznenin üzerinde toplumun ajanı olarak, bir anlamda öznenin üzerine takılmış bir protez gibi işlev gördüğünü belirtirler. Protez hem o bedene ait, hem de o bedende dışarının temsilcisi bir şey olduğu için, protez akıl modern iktidarın da bir aracı olarak işlev görür. Aydınlanma ideolojisinin ileri sürdüğü gibi akıl sadece özgürleşme ve ilerleme değil, aynı zamanda iktidar ve egemenlik de demektir. 
    Pozitivizm eleştirisi kısmen ekonomik determinizm’in eleştirisi ile bağlantılıdır. Bu bağlamda pozitivizm bütün çalışmalarına tek bir bilimsel metodun uygulanabilirliği düşüncesini kabul eder. Bütün disiplinler için fiziksel bilimleri güvenilirlik ölçütü olarak ele alır. Pozitivistler bilginin doğal olarak tarafsız olduğunu kabul ederler. Değerlerin  dışlanabileceğini düşünürler.
    Bu noktadan hareketle eleştirel okul çeşitli açılardan pozitivizme karşı gelmiştir. Pozitivizm sosyal yaşamı maddeleştirir ve onu doğal bir süreç olarak görür. Ancak eleştirel kuramcılar insan eyleminde ve bu eylemin sosyal yapıları etkileme yolları üzerinde odaklanır. Özetle eleştirel kuramcılara göre pozitivizm aktörleri göz ardı eder ve onları “doğal güçlerce” belirlenmiş pasif bütünlüklere indirger. Bu bağlamda ele alındığında eleştirel kuramcılar bilimin genel yasalarının hiç sorgulanmadan insan eylemine uygulanabileceğini kabul etmez. Diğer bir eleştiri noktası da şudur; pozitivizm amaçlara yönelik araçların yeterliliğinin değerlendirmekle yetinir. Ancak amaçları için benzer değerlendirmeye yönelmez. Doğal olarak bu eğilim içsel olarak konservatiftir ve dolayısıyla mevcut sistemi sorgulamaz. Sonuç olarak mevcut düzen maddeleştirilmiş olur. Olgular kesin çizgiler içinde ele alınır. Pozitivizm aktör ve sosyal bilimciyi pasifliğe sürükler.
"Pozitivizm etkin insan varlığına mekanik bir belirlenimcilik (determinizm) şeması içerisinde, çıplak olgular ve nesneler olarak yaklaşır." Oysa böyle olmamalıdır, çünkü öncelikle insanın kendini devamlı yeniden-ürettiği bu var oluş sürecine dair her türden belirlemeci yaklaşım bir noktada tökezlemeye mahkûmdur. Aslına bakılırsa Heisenberg 'in ortaya koyduğu Belirsizlik Prensibi (İndeterminizm) sadece fizik bilimi düzeyinde değil, insani düzeyde de geçerlidir. Ve mekanik belirlenimci düşünce, insani ve toplumsal olanın anlaşılabilmesini ve daha önemlisi aşılabilmesi sürecini büyük ölçüde zedeler. Levent Köker'in vurgusundan gidersek, "Bütünü açıklamaya yönelik her teorik girişim, kendi içinde kapalı, olgusal olarak sınanabilme olanağından yoksun bir sistem ortaya çıkaracak, Popper'ın dediği gibi bazı şeylerin olmasına yasak koyacak, kendi kabullerine aykırı olgularla karşılaştığında da ya o olguları kendi sistemine uydurarak açıklayacak veya onları yok sayacaktır..."   

Ali Rızgar

Pozitivist Siyaset ve Toplumsal Putçuluk -1


Hiç bir felsefe, döneminin düşünsel atmosferinden ve toplumsal koşullarından bağımsız ele alınıp incelenemez. Bu gerçek Comte’nin felsefesi için de geçerlidir.

Giriş
Hiç bir felsefe, döneminin düşünsel atmosferinden ve toplumsal koşullarından bağımsız ele alınıp incelenemez. Bu gerçek Comte’nin felsefesi için de geçerlidir. Bu nedenle Comte dönemindeki toplumsal ve düşünsel atmosfere de göz atmak gerekir. Comte’nin görüşleri, Fransız Devrimi sonrası yaşanan ekonomik, toplumsal, siyasi ve ahlaki sorunların içinde değerlendirilmelidir. Çünkü her düşünce belirli tarihsel bir dönemin ve o dönemin perspektifinin ürünüdür.
17. ve 18. yüzyıl doğa bilim alanında önemli keşif ve buluşların yaşandığı bir dönemdi. Doğa bilimlerindeki gelişmeler, insanın doğa konusundaki bilgisini genişletiyor, doğada belirli yasaların hüküm sürdüğünü ortaya koyuyordu. Doğa bilimlerinde elde edilen bilgiler Kilisenin doğa konusundaki görüşlerini etkisiz kılıyordu. Çünkü doğa bilimleri, doğadaki olguları dış bir güce gerek duymadan açıklayabiliyordu. Bilimsel gelişmeler, tanrı merkezli düşüncelerden kurtulmak için önemli bir birikim sağlamıştı.
Doğa bilimlerindeki gelişmenin sonucu olarak, toplum ve insan ön plana çıkarken, tanrı merkezli düşünce geri plana itilir. Dolayısıyla, tanrı, din ve ahlak anlayışında önemli değişimler yaşanır. Bunun sonucu olarak, toplumsal ve politik alanda da insanı ön planda tutan arayışlar başlar. İnsanın ilahiyatçı düşüncelerden kurtularak, kendi özgür iradesine uygun toplumsal ve politik biçimler araması sonuç verir. Doğa bilimlerindeki gelişmeler şu soruyu gündeme getirir: Acaba, doğadaki yasalara benzer şekilde, toplumda da belirli yasalar var mı dır? İnsanı ön planda tutan bir toplum ve politik biçim nasıl olabilir? Bu tip sorular, sonuçta bir toplumsal alanda aydınlanma felsefesini doğurdu. 18. yüzyıl devrimler çağıdır. Aydınlanma felsefesinin sonucu olarak, ‘özgürlük’ , ‘eşitlik’ ve  ‘kardeşlik’ sloganları altında 1789 yılında Fransız Devrimi gerçekleşir.
Fransız Devrimi sonrası süreç, Avrupa’da bir alt-üst oluşlar, ayaklanmalar, devrimler sürecidir. Devrim sürecinde aktif rol oynayan işçiler, hakları için mücadeleye devam eder. Huzursuz olan işçilerin mücadelesi, düzeni sarsan özellikler gösterir. Bu durum o dönemde, bir anarşi ve düzensizlik olarak algılanır. Olaylara burjuva düzeninin bakış açısından yaklaşan Aguste Comte böylesi bir toplumsal ortamda düşüncelerini oluşturur.
Siyaset bilimini siyaset felsefesinden farklılaştırmaya yönelik anlayışın esas olarak iki noktada yoğunlaştığı görülmektedir: a) Genel olarak bilimin niteliği ve felsefeyle ilişkisi b)     Siyaset biliminin konusu ve amacı
Siyaset bilimini siyaset felsefesinden farklılaştırma çabaları belli bir tarih perspektifi içine de oturtularak haklı gösterilmek istenmiştir. Örneğin Platon ve Aristoteles düşüncesinde olduğu gibi “iyi toplum düzeni” arayışından “değer yargılarından arındırılmış olanı” açıklamaya yönelik bir bilimsel disiplin olarak Machiavelli ile “modernleşme” sürecine girdiği kabul edilmektedir.
Siyaset bilimini siyaset felsefesinden farklılaştırmaya yönelik pozitivist anlayışın dayandığı analitik öncülleri ortaya koymayı ve bu çerçevede sözü edilen farklılaştırma çabasının geçerliliğini eleştirel gözle yeniden değerlendirmeyi amaçlamak kaçınılmazdır.

 Pozitivizm Nedir?
’Pozitivizm’ nedir?  Pozitivizmi doğuran koşullar nedir? Pozitivizm neyi savunmaktadır? Bu sorulara cevap vermeye çalışacağız. Ama önce günlük dilde kullanılan ‘pozitif’ sözcüğü ile bilim ve felsefe alanında kullanılan ‘pozitif’ sözcüğünün birbirinden farklı anlamları olduğuna dikkat çekmek gerekir. Tıpkı materyalist ve idealist sözcüklerinin günlük dildeki anlamı ile felsefe dilindeki anlamlarının farklı olması gibi. 
Pozitif sözcüğü günlük dilde genellikle iyimser anlamında kullanılır. Pozitif düşünmek, iyimser olmayı dile getirir. Oysa bilim ve felsefede başka bir anlama gelir. Pozitif sözcüğü, en geniş anlamıyla gerçek olguları temel alan, metafizik ve teolojik olmayan demektir.
 “Olguculuk( Pozitivizm ), toplumsal yaklaşımlar söz konusu olduğunda bir nevi çağdaş putçuluktur. Putçuluk, anlamsallığını yitirmiş tanrısallığın boş çerçevesidir.” ( A.ÖCALAN )
Auguste Comte,  pozitif sözcüğünün çeşitli anlamları olduğunu belirtir ve pozitif sözcüğünün 5 anlamını açıklar.
1.Pozitif sözcüğü, verili (var olan) gerçekliği, var olmayan gerçeklikten ayırmak için kullanılır.  Olguları (görünüşü) temel alır. Olguların arka planını, nedenini sorgulamaz.
2.Pozitif sözcüğü, faydalı demektir, yani faydasız olanın tersidir.
3.Comte’ye göre pozitif sözcüğünün 3. anlamı, mutlaklık ve şüphecilik ikilemi karşısındaki konumumuzu belirler.  Dolayısıyla pozitivizmin üçüncü anlamı, pozitivizmi dogmatizmden ve şüphecilikten ayırır.  Comte’ye göre dogmatizm, kesin ve mutlak bilgiyi savunurken, şüphecilik, bilgilerimize güvenilemeyeceğini ileri sürer.
4.Comte’ye göre pozitivizmin 4. anlamı çoğu zaman 3. anlamı ile karıştırılır. Bu da bilgilerimizin emin bir şekilde belirlenme, güvenilir bilgi ile güvenilmez bilgiyi birbirinden ayırma sorundur. Ona göre, pozitif olguları temel alan felsefe, daha önceki felsefelerin yanlışlığından sıyrılmıştır. Pozitif felsefenin, böyle bir sorunu yoktur.
5.Comte’ye göre pozitif sözcüğünün 5. anlamı, negatif (olumsuz, kötü) olanın zıttı olan olumlu anlamında kullanılır. 
Pozitivizmin bu beş anlamını açıkladıktan sonra, Comte kendi felsefesi konusunda şunları yazar. ‘Yeni felsefi düşüncenin biricik esaslı niteliğini (ki bu niteliği pozitif sözcüğüne yansımıyor) oluşturan şey,  her yerde göreceli olanı mutlak olanın yerine geçirme eğilimidir. 
Comte, felsefesinin var olan düzeni değiştirmeye değil, korumaya yönelik olduğunu açıkça ilan eder: ‘Pozitif felsefe, yapısı itibariyle,  yıkmaya değil, organize etmeye yönelik’ bir felsefedir.  Dolayısıyla toplumsal açıdan olumlu, bilimsel olarak belirlenebilen/ispatlanabilen ve verili olguları temel alan ve bu olguları düzenlemeye çalışan felsefeye pozitivizm denir. Bir başka deyişle pozitivizm, kendini deney ve gözlemimizle algılanabilen gerçeklik ile sınırlandırmaya çalışan felsefenin kod adıdır. Pozitivizm, pozitif olguları temel alan pozitif bilimlerden etkilenir.
Comte’un önemli katkılarından biri şöyle ifade edilebilir: O, toplum ve tarih arasındaki ilişkiye dikkat çeker. Tarih ve toplumun birlikte ele alınmasını gündeme getirir. Alex Callinicos’un deyişle, ‘Marx’tan önce ..bilimsel parçalanma sürecine direnmeye çalışan ve toplum kuramı ile tarihsel araştırmaları birleşik bir entelektüel proje olarak korumak isteyen esas kişi Comte idi.
Turgot ve Condorcet”in iyimser tarih anlayışından etkilenerek, tarihi çeşitli evrelere böler Comte. ‘Condorcet gibi o da tarihsel değişimin temel nedeninin ‘insan tininin genel ve zorunlu İlerlemesi’nde yattığını düşünür: üç evre yasası bu nedenle ‘toplumsal gelişim biliminin’ temelini oluşturur.
“Bilim esas olarak ‘kendini bilmekse, sanıldığının aksine, en çok da sistemin resmi ideolojisi olarak benimsediği pozitivizm bu gerçeklikten uzaklaştırıcı rol oynar. Çok eleştirdiği din ve metafizik aşamalar, belki de pozitivizmden daha fazla bilime yakındırlar. Tabi ki başta insani bilimlere.  Belki de en sığ metafizik ve dinin kendisi pozitivizmdir. İnsanlık, tarihin hiçbir aşamasında bu denli zincirlerinden vahşice boşalmamıştı. Yine bu denli kıskıvrak bağlanmamıştı. Doğa ve toplum üzerinde bu denli iktidar icrasına girilmemiştir. Bunlar ancak pozitivist din ve metafizikle gerçekleşir oldu.” ( A. ÖCALAN )
Comte’a göre Avrupa’da hem toplumların, hem de bireylerin düşünsel tarihi üç aşamadan geçmiştir.
1.          Teolojik aşama
2.          Metafizik aşama
3.          Pozitivist aşama
Tarihsel gelişim alanında bir yasa keşfettiğini söyleyen Comte şunları ekler: ‘Bu yasa şu anlama gelir: Bilgimizin her alanı sırasıyla üç çeşitli teorik aşamadan geçer, yani teolojik veya sanal durum, metafizik veya soyut durum, bilimsel veya pozitif durum. Bir başka deyişle, insan düşüncesi, tüm araştırmalarında, felsefe yaparken, sırasıyla farkı hatta birbirine zıt yöntemleri kullanır.
Comte bu aşamaları kısaca şöyle değerlendirir: ‘İlk aşama geçici ve hazırlayıcı bir aşama olarak algılanmalı. İkinci aşama ise birinci aşamayı çözen, üçüncü aşamaya yavaş yavaş zemin hazırlayan bir geçiş aşaması iken, üçüncü aşamanın özelliği her açıdan insan aklının kesin egemenliğinden oluşmaktadır.
Comte’a göre pozitif aşama en son aşamadır. Teolojik ve metafizik dönem kapanmıştır. İnsanlık tarihindeki düşünsel evrim artık sona ermiştir. Çünkü pozitivist aşamada, bilim artık kesin bir egemenlik kurmuştur. Bu aşamanın en belirgin özelliği, hayal gücünün ve spekülatif aklın yerine gözlemin egemen olmasıdır.  Evreni açıklamaya çalışan hayal gücü ve spekülatif akıl, eski düşünsel egemenliğini yitirmeye başlar. Gözleme dayanan bilgi önem kazanmaya başlar ve egemen olur. Pozitivizm, Pozitivist felsefe, tüm çabalarını, artık yavaş yavaş tüm alanlarda gelişmeye başlayan gözlemlere yöneltir. Comte’a göre pozitif aşamada insan artık ontolojiden vazgeçer. Şeylerin özünü araştırmayı ve mutlak bilgi peşinde koşmayı bırakır. Onun yerine gözlem ve aklı kullanarak benzerlik ve nedensellik ilkelerine göre görünüşleri düzenlemeye ve anlamaya çalışır. Olgular ve görünüşler eğer sonunda tek bir ilkeye dayandırılarak açıklanırsa, en son pozitif aşamaya ulaşmış oluruz. (Çekim yasasının keşfi olguları anlamamızı mümkün kılmıştır. Einstein’da genel bir teori aradı. [Einstein suchte und die heutigen Physiker suchen nach einer allgemeinen Feldtheorie.]
Pozitivist dönemde artık ilk ve son neden soruları geride kalır.  ‘Son neden öğretisinin yerine, varoluş koşullarının ilkesi geçer. Comte, pozitivist aşamadaki düşünce biçiminin, düşünsel devrime denk düştüğünü ifade eder:  Düşüncemizin son aşmasını karakterize eden esaslı devrim özünde şuna dayanır: Her tarafta ulaşılması mümkün olmayan esas nedenleri belirleme çabasının yerine, yasaların (yani gözlemlenen fenomenler arasındaki değişmez ve sabit olan ilişkilerin) araştırılması.
Comte, pozitif aşamadaki bilgilerin mutlak olamayacağının farkındadır. Ona göre pozitivist aşamadaki bilgiler görelidir. Ona göre bilimsel ilerlemeler, bizim ihtiyaçlarımıza cevap verecek ölçüde, ideal olan sınıra yaklaşmalıdır. Öte yandan Comte gözleme dayanarak bilgi edinme konusunu yanlış yorumlayanlar düşünce biçimleri (Ampirizm) var. Ampirizm, ön görü olanağını reddeder. Comte, ampirizme karşı olduğunu ilan eder. Comte’a göre pozitivist felsefenin son amacı, rasyonel bir öngörü olanağı yaratmaktır,  bilgi bize öngörü sağlar. Öngörü için bilgiye ihtiyacımız var. Öte yandan eylem için de belirli bir öngörü gereklidir. Şöyle yazar: ‘Gerçek pozitivist felsefe her şeyden önce, öngörmeyi bilmeye; bir şeyin ne olduğunu araştırmaya; buradan da olması gerekenin açığa çıkarmaya dayanır. Tabii olması gereken doğa yasalarının dönüştürülemez olduğu temel ilkesine dayanır. Comte’a göre, ön görmek için bilgiye, eylem için ise ön görüye gerek vardır. İlkin görünüşlerin, gerçek veri olduğunu kabul etmek gerekir. İkinci olarak bu olguları belirli yasalara göre düzenlemek gerekir. Üçüncü olarak da olguları düzenleyen bu yasalar yardımıyla gelecek olguları ön görmek mümkündür.
Comte göre, pozitif aşamada bilimler doğrudan doğruya olgulardan hareket etmeli, onların arkasındaki nedenlerle uğraşmamalıdır. Bilimler doğanın özünü ve gerçekliğin ya da özlerin nedenlerini bilemezler. Bilimler sadece olaylar arasındaki yasaları ve değişmez bağlantıları araştırmalıdır. Bilimsel incelemeler görüngülerin (fenomen) çözümlenmesi ile sınırlı olmalıdır.
Olguculuk olarak da bilinen eskilerin ispatçılık ya da ispatiye mesleği de dedikleri pozitivizm, bilim ve gözlemle belli olan şeylerden başkasına yer vermeyen bir felsefe okulu ya da bir felsefe mesleği idi. Şeylerin, olguların yalnızca maddesel yan ve maddesel görünümlerini dikkate alan incelemek isteyen bir tutumdu. Ergun, pozitivizmin tarifini yaparken sarf ettiği “felsefe okulu” ve felsefe mesleği” tabirleri pozitivizmin düşünsel temelinde ne derece objektif(?) olduğunu da göstermektedir.
Bilim gibi pozitivizm de en kaba olguculuk felsefesidir. Olgu, gerçeğin görüntüsüdür; pozitivizmde ise gerçeğin kendisidir. Olgu olmayan hiçbir şey gerçek değildir. Kuantum fiziği, astronomi ve biyolojiden, hatta düşüncenin öz olarak kendisinden biliyoruz ki, gerçek, azami olarak göze görünen olayların ötesindeki alemlerde cereyan eder. Gözlemlenen ve gözleyen ilişkisinde hakikat en sırlı bir mahiyete bürünmüştür ki, hiçbir fiziki ölçeğe ve tarife sığmama noktasındadır. Pozitivizm bu derinliğin inkârı olarak, en çok ilkçağlardaki putçuluğa (paganizm) benzemektedir. Put bir olgu olarak görünüm kazandığı için, paganizm ile pozitivizm arasındaki ortak bağı yansıtır.
    Burada belirtmemiz gereken bir diğer nokta da pozitivizm sözcüğünün çoğu zaman sıkıcı bir anlamsal derinliğe sahip olan bilimsel düşün dünyasındaki kullanımından ziyade onun insanın birbiri ile ilgi kurmasını sağlayan dil âleminde başka hangi anlamsal bütünlüklere karşılık geldiğinin ortaya çıkarılmasıdır. Bu ortaya çıkarma işlevi/işlemi pozitivizmin varlık sahası bulduğu dönemde nasıl bir bakış açısıyla bilimsel âleme sunulduğunun, kısacası bu kavramın tarihsel arka planının anlamlandırılması ve aydınlatılması bakımından önem arz etmektedir. Pozitivizm sözcüğü, günlük dilde olumlu bir düşünceyi, bir davranış biçimini anlatmada kullanılır. Pozitif bilimler deyimiyle kuralları belli olan, belirli kurallara göre işleyen bir bilgi türü kastedilmektedir. Olumluluk özelliğinin ve pozitif bilimlerin Osmanlı dönemi Türk bilim dünyasındaki karşılığının da müspet (olumlu) bilimler olduğu gerçeğinin ışığı altında pozitivizm düşüncesinin kişinin zihninde varlık sahası kazanmaya başladığı dönemde olumlu bir anlam(maddesel/niceliksel bir niteliğe sahip bulunması dolayısıyla) taşıdığını göstermektedir.
Pozitivizme göre bilimselliğin temelinde gözlem yatar. Gözlemi beş duyu organımızla yaparız. Duyularla elde edilen bilginin yani ampirik tekniklerle elde edilen bilgilerin deneye tabi tutulması ve sonuçta elde edilen nihai bilgilerin yasalara, genellemelere dönüştürülmesi söz konusudur. Pozitivist metodoloji özellikle doğa bilimlerinin 16.yy sonlarında elde ettikleri başarı sonucunda ilgi toplamıştır. Doğa bilimlerinde elde edilen başarılı sonuçlar aynı yöntemin insana ilişkin bilimlerde de uygulanabileceği varsayımını ortaya çıkarmış ve bundan hareketle de sosyal bilimlere uygulanmaya başlanmıştır.
Pozitivizmin duyusal algılamayı kabul ederek araştırmalar yapması, onun “burada ve şimdi” olan konularla ilgilenmesi sonucunu doğurmuştur. İnceleme konusu burada ve şimdi olan olaylar ve olgulardır. Pozitivizme göre duyusal algılamaların dışında bir gerçeklik yoktur.
Pozitivizm, bilginin kaynağı olarak duyusal algılamayı kabul etmektedir. Pozitivizme göre, olgular doğrudan duyu algılarıyla yapılan gözlemlerle belirlenmiş, yasalarda bu gözlemlerden tümevarımla yapılan genellemelerle oluşturulmuştur.
Pozitivizm; bilimde gözlem ve deneye dayalı bir objektiflik ilkesini yerleştirmekle “ideolojiden arındırılmış sosyal bilim” anlayışının temellerini atmıştır. Pozitivizm her türlü kuramsal önermenin, ampirik gerçeği doğru yansıtacak biçimde olgularla çakıştığı oranda geçerli olduğu iddiasındadır.
   
Ali Rızgar

Söz ve Eylemin Uyumsuzluğu

Söz ve eylemin uyumu ya da birliği yoksa orada bir hilenin, sahtekârlığın, ikiyüzlülüğün, manipülasyonun, kandırmanın, yönlendirmenin, aldatmanın ve de göz boyamayla bir şeyleri saklamanın telaşı olduğu kesindir. Tabii eğer ahmaklık yoksa bilinen klasik duygusal tepkisel çıkışlar yoksa başka bir deyimle politik bilinçten yoksun apolitik durumlar yoksa.

Ancak bizler oldukça politikleşmiş bir dünya da yaşıyoruz. Adeta neyin, ne zaman, nasıl yapılması gerektiğini planlayarak yaşayan bir dünya. Böyle olunca da oldukça ciddiyet gerektiren bir saha olarak bilenen politika sahasında duygusal, tepkisel çıkışlara yer verilmediğini, buna göre bireylerin özenle, özelle hazırlandığını biliyoruz. Münferit olarak bireylerin dar çıkışları olsa da ağırlıklı kontrolün nasıl sağlanması gerektiğinin eğitimini iyi veriyor bu dünya, ya da bu dünyanın para babaları. Hem de, tesadüflere yer bırakmayacak kadar iyi.

Denilecek ki ‘biz Ortadoğuluyuz bizde ara sıra sert, duygusal, tez canlı, tez kanlı çıkışlar olabilir. Bizim karakterimiz böyledir.’ Bu da olabilir. Lakin bizim dile getirdiğimiz söylemler, sözler duygusal, tepkisel çıkışlardan çok uzak, ağırlıklı olarak beyin çalışması olarak bilinen, planlı, programlı çalışmalara dönüktür. Bu ise tez canlılığının çok ötesinde ciddiyet isteyen işlerdir.

Evet, söz ve eylemin uyumsuzluğu varsa orada ciddi bir aldatma söz konusudur dedik. Hile var dedik. Kandırma var dedik. Ve bir şeyleri saklamanın telaşı var dedik.

Türkiye ve Kürdistan’da en güzel sözleri sarf eden güç kesinlikle AKP’dir. AKP kurmayları-başta da Erdoğan olmak üzere-adeta hangi sözün, nerede, kimi, nasıl etkileyeceğinin en ince ayrıntısını yaparak siyaset yapıyorlar. Öyle ki en etkileyici sözleri piyasaya çıkaran güç olarak bu ekibi sunmak yanlış olmaz.

Biliniyor solcular geçmişten beri hep ezilenlerin yanında yer almışlardır. Toplumu değiştirmek isteyenler hep halkçılığı seçmişlerdir. Özcesi muhalif olanlar halka yaklaşmışlardır, belki de başka yolları olmadığından bunu yapmışlardır. Ne de olsa egemenleri alt etmek için güç ve kudret sahibi olmak gerekir. Bu ise egemenlere karşı alternatif olarak duran halktı, halktır.

Ama bugün Türkiye’de solcuların söylemlerini en ileri düzeyde kullananlar AKP’lilerdir. Feministlerin söylemlerini sarf edenler AKP'lilerdir. Azınlıkların söylemlerini kullananlar AKP'lilerdir. Alevilerin söylemlerini sarf edenler AKP'lilerdir. Kürtlerin, İslamcıların, komünistlerin, milliyetçiliğin, cinsiyetçiliğin, dinciliğin, mitolojinin, pozitivizmin derken ne kadar akım varsa, ne kadar duruş varsa hepsinin en iyi sözlerini sarf edenler yine AKP'lilerdir.

Bir AKP'li siyasetçiyi izleyin ve siz eğer sosyal demokratsanız bir bakmışsınız ki sizin söylemlerinizi sizden daha iyi AKP kullanmış. Solcuysanız hatta radikal solcuysanız bir de bakmışsınız ki sizinkileri de kullanmışlardır. İslamcıysanız bir de bakmışsınız o da gitmiş. Aleviyseniz onlarda gitmiş. Hıristiyan’sanız sizden daha iyi onlar yani AKP'liler Hıristiyan olmuşlar.

Tuhaf gerçekten tuhaf! Daha dün roman açılımı dediler. Ve insan başbakanı izlediğinde ağlaması geliyordu. Nasılda diziyor dünyanın en güzel sözlerini. Nasıl da insanı etkilemenin yollarını hem de renk atmadan yapıyor. İnsanın gerçekten inanası geliyor.

Egemenlerin insanları özenle nasıl aldattıklarının yol yöntemlerini bilmesek hemen bizde etkilenivereceğiz. Çünkü kendi günlük yaşamımızda sarf ettiğimiz sözleri bizden adeta alıp hem de kızarmadan belki de bizden daha iyi sözlerle dile dökmelerini gördükçe bunu daha iyi anlıyoruz.

Alevileri aforoz edenler birde bakmışsınız alevi olmuş. Kürtleri katledenler bir de bakmışsınız Kürtçü olmuş. Dindarlıkla alakası olmayanlar bir de bakmışsınız ki dindar kesilmişler. Demokrasinin d harfine yaklaşamayanlar birde bakmışsınız demokrasinin havarisi kesilmişler. Askere el pençe duranlar bir de bakmışsınız askere laf atmakta en usta kesimler olmuş. İsrail devletine her gün bir sürü laf atacaksın, fosfor bombası kullandığını söyleyeceksin ama diğer taraftan aynı partinin, aynı hükümetin başka bir bakanı bir törende-ki bu silah satın alma törenidir-sarmaş dolaş olacak. Demokrasiden dem vuracaksın ancak faşist bir ordunun faşizan anayasasını değiştirmeye yanaşmayacaksın. Dersim’deki katliamlardan söz edeceksin ama halen Dersim’e bombalar yağdıracaksın. Tarihle yüzleşme diyeceksin ancak 1,5 milyon Ermeni insanımızın katledilmesinin dile getirilişine tahammül edemeyeceksin. Gazze de atılan bombalarla ne kadar çocuğunun katledilmesini dile getirerek sözde karşı çıkacaksın ama 4000 Kürt çocuğunu zindanlara tıkayacaksın. Ergenekon’a karşı nasıl savaş açtığını söyleyeceksin ancak faili meçhul cinayetlerinin araştırılması için verilen önergeyi ret edeceksin. JİTEM’e karşı olduğunu söyleyeceksin ancak araştırılması için önerge verildiğinde karşı duracaksın.

Bu listeyi, daha doğrusu listeleri çoğaltarak sıralamak mümkündür. Çünkü AKP’nin stratejisi insanların duygularını manipüle etme üzerine inşa edilmiştir. AKP, insanların duygularını güzel sözlerle alt etme üzerine kuruludur. Nerede etkileyecek bir söz varsa bulacaksın ve kızarmadan, renk atmadan en güzel şiirsel bir dille dile getireceksin. Ne de olsa insanlar duygusaldırlar ve bu durum manipüle edilmelerine aldatmalarına kapı bırakmaktadır.

Ancak AKP’ye ‘Geçti Bor’un pazarı sür eşeğini Niğde’ye’ deme zamanıdır. Çünkü sözle eylemlerinin tümünde uyumsuzluk vardır. Söyledikleriyle pratikleri çelişiktir. Böyle olunca her gün yeni durumlara, ortamlara göre söz ve eylemleri değişmektedir. Değişmek zorundadır. Yalan ve dolan üzerine kurulan bir sistemin varacağı yer eninde sonunda tutarsızlık ve ilkesizliktir ki, AKP’nin tüm politikaları ilkesiz ve tutarsızdır.

Sonuç olarak; sözle eylemin uyumu varsa orada bir doğruluk ve tutarlılık vardır. Sözle eylem çelişiyorsa orada bir aldatma ve sahtekârlık vardır.

Sahtekârlıklara artık yol vermeyelim.



Kasım Engin

Kirli Politikalar ve Tarihe Doğru Yaklaşım

Son dönemlerde 1915 Ermeni katliamını gündemine alan Türkiye’nin batılı dostları neyin peşindeler. Kendilerine ‘günaydın’ demek gerekir.

İnsanlık suçu olarak vicdanlarda en kötü biçimde lanetlenmiş soykırımların hatırlanması için üzerinden 95 yıl mı geçmeliydi? Binlerce insanın hayatına mal olan, bir halkı adeta yeryüzünden silme anlamına gelen bu soykırım neden şimdiye kadar hatırlanmadı?

Ermeni soykırımına Avrupa ülkelerinin duydukları ‘ilgi’nin samimiyet taşımadığı bu açıdan kesinleşmiştir. Bugün politikaları böyle gerektirdiği için, farklı birçok ülke soykırım yasa tasarıları hazırlayıp meclislerine sunuyor. Soykırımı gündemlerine alan devletlerin hiç biri de Türk devletinin babası Osmanlı’nın Ermeni halkına karşı işlediği insanlık dışı katliamı yargılamak için bu girişimi başlatmamıştır. Ya da katliamın resmiyet kazanması için bu tutumlara girilmemiştir. Tek sebebi Osmanlı soykırımı altında can çekişen Ermeni halkının acıları üzerinde politika yaparak, Türk devletinden istenen tavizlerin koparılmasıdır. Böylece bir kez daha kapital-modernist sisteminin kirli oyunları ve ahlaktan yoksun karakteriyle karşılaşıyoruz.

Kapitalist-modernist sistem için insanlık erdemi ve değer yargıları adına bir ahlakın olmadığı bu tartışmalar çok net göstermiştir. Bu sistemin genel ‘doğru’su yoktur. ‘Doğru’ya sisteminin çıkarı ve kirli hesaplarına göre rol oynatıp öyle anlaşılmasını sağlamak istiyor.

Kuşkusuz ki iki asırlık süre içerisinde Türk egemenlerinin hakim olduğu devlet aygıtı bir çok halkı korkunç katliamlardan geçirmiş, halkları zorla göçe zorlamış, mal ve mülklerini talan etmiştir.

Batıda gelişen ulusal milliyetçilik, 20. yüzyılın başlarında yansımasını katı faşizim biçiminde TC devletinde yaşam bulmuştur. Adı cumhuriyet olan, ancak cumhurdan yoksun, elit bir kesime dayanan TC devleti, 1915 yılının Osmanlının can çekişen dönemlerinde katı faşizan anlayışını yükseltme trendini izlemiştir. Bin yıllarca kader birliği yapıp birlikte yaşayan halklar arasındaki dini farklılıkları kullanarak halkları birbirine kırdırtmaya çalışmış, bu yetmediği gibi düzenli orduyu devreye sokup Ermeni halkını kadın, çocuk, ihtiyar, genç demeden soykırıma tabi tutmuştur.

Soykırımla Ermenileri öldürüp, kovduktan sonra sıra Kürtlere gelmiştir. İzlediği inkarcı-katliamcı ve asimilasyoncu politikalarla Kürt halkını nefes alamaz hale getirmiş, buna karşı Kürt halkının isyana başvurması kanlı yöntemlerle bastırılmış, Kürtleri batıya doğru güçe zorlamış, sürgüne göndermiş ve asimilasyonu yaşamanın tek seçeneği olarak önlerine koymuştur.

Türk devleti, Kürtlere karşı sadece bunları mı yaptı? Tabi ki hayır. Gayri müslimleri varlık vergisine tabi kılmış, devlete karşı borçlu hale getirmiş, borçlarını ödemediklerinden dolayı demir yolları vb gibi yerlerde angarya işlerinde çalıştırmış, bu zalim politikalara dayanmayıp birçoğu batı devletlerine kaçmak zorunda kalmış, kaçamaz durumda olanları da “mübadele” adı altında zoraki biçimde yurtlarından süküp atılmıştır.

Türk devletinin gerçekleştirdiği kirli uygulamalar geçmişle sınırlı değil, Ermenileri soykırımdan geçiren zihniyet hala enkinliğini koruyor. 1915’ten beri devleti yöneten anlayış ne ise bugün de odur. İsim değişikliği dışında bir değişimden söz etmek mümkün değildir.

Türk devlet geleneğinin elit kesimi halklara karşı geliştirdiği insanlık suçlarının aydınlanmaması için her türlü yöntemi uyguluyor. Tarihin aydınlanması adına ortaya konulan girişimlere karşı adeta kıyameti koparıyorlar. Utanmadan da “tarihi tarihçilere bırakalım” deme cüretini gösteriyor. Bu kadarına ancak “pes” denilebilir.

Halbuki şöyle bir gerçeklik Türkiye’de varlığını hep korumuştur: Bugüne değin tarihi doğru yazmaya çalışanlar ve karanlık perdeyi aralamak isteyenlerin hepsi şüpheli biçimlerde öldürüldüler. Suikaste uğramayan veya yargılanıp hapse atılmayan tutarlı, aydın, yazar, tarihçi, sosyolog kaldı mı? Dünyada Türk devleti kadar yazarları katleden, yargılayıp hapse atan başka bir devlet daha var mı?

Kuşkusuz tarihi yeniden yazmak bir zorunluluk haline gelmiştir. Kürt Halk Önderi Öcalan’ın belirttiği gibi “mevcut yazılı tarih tersinden okunmuşsa anlam ifade edebilir” belirlemesi zaten tarihe nasıl yaklaşılması gerektiğini net bir biçimde ortaya koymaktadır. Bu açıdan tarihi yeniden yazmaya kalkışma cesaretine sahip olan tarihçiler Kürt Halk Önderi Öcalan’ın sunduğu formül ekseninde hareket edebilirlerse, insanlığa hizmet etme noktasına geleceklerdir. Bunun dışında kalan girişimlerin sonuç alıcı olması mümkün değildir.


Dılbırin Amed