4 Nisan 2010 Pazar

Sosyal demokrasi ve ilericilik

Latin Amerika’nın Güney Koni ülkelerinde (Arjantin, Şili, Uruguay, Paraguay bölgesi; ç.n.) yaşanan siyasi süreçler, bazı analistler tarafından genellikle Avrupa sosyal demokrasilerinin deneyimleri ile aynı çizgide kabul edilmektedir. Ne var ki bu ülkeler, hükümetlerin küresel kapitalizmin çok özel bir anındaki sözde ilerici özgün süreçlere yanıt vermesi gibi, diğer gerçeklerin anlaşılması ile ilgili olarak, geçmişten gelen fikirlerin kullanımını engelleyen özellikler gösteriyorlar.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Batı Avrupa’nın büyük bölümünde, yirminci yüzyılın ilk onyıllarının sosyal demokratları, hatta Üçüncü Enternasyonal’in devrimcileri tarafından reformistler olarak tanımlananlar için açık bir kırılma anlamına gelen bir model yaygınlaştı. Böylece, bu yeni sosyal demokrat partiler, emek dünyasının temsiliyetini tekeline alanların aracılığıyla büyük sendikaları kontrolleri altına aldılar. İkinci olarak, piyasa ekonomisini şikâyet etmeksizin kabul ettiler ve savaş öncesi toplumda egemenlik için birbirleriyle savaşan sınıfların yararlandığı refah devletine şekil veren burjuvaziyle uzlaştılar. Son olarak, büyük bir taraftar kontrol cihazı, etkin bir sendika ve parti bürokrasisi aracılığıyla, işyerlerindeki sosyal kontrolü sosyal demokrasiye bağımlı kılarak sosyal sözleşmelerle uyumu güvence altına aldılar.

Latin Amerika’da, bu modele en yakın Arjantin’de Peronizm, Brezilya’da Varguizm* (ya da Getulizm) oldu, ki bu süreçlerde, Avrupa sosyal demokrasileri gibi sendikalarda örgütlenen işçi sınıfının gücüne sıkıca bağlanmışlar ve aşağıdan gelmekte olan riski hesaba katmaları gereken sendikal ve devlet bürokrasisi için de sendikalar belirli bir manevra marjını ellerinde tutmuşlardı. İşçiler tartışma konusu olmayan haklara sahiptiler ve bunlardan en kısıtlı biçimde yararlanıyorlardı. Bazen onları korumak ya da henüz kabul edilmemiş durumlarda onları elde etmek için mücadele ediyorlardı.

Güney Amerika ilericiliği tamamen farklı bir secereye sahiptir. Her anlamda neoliberalizmin çocuğudur. Yani, bugün üzerlerinde hiçbir devletin kontrolü bulunmayan mali sermaye ve çokuluslu şirketlerin büyük gücünün parçasıdır. İki tasarım arasındaki fark az değildir.

İktidarın tepesi, toplumu yönetmekten aciz bir devlet, ve eski sendika liderleri ile ortaklaşa yönetilen emeklilik fonlarında önemli bir ağırlığı olan güçlü sermayeler arasında paylaşıldı. Bu da bugün devletlerin, küresel pazarda en iyi koşullarda rekabet etme arayışındaki sermayenin merkezileşme ve yoğunlaşma süreçlerine destek vermelerine neden oluyor. Lula hükümeti, Brezilyalı şirketlerin büyük çokuluslu şirketlere dönüşmesi için koşullar yaratarak ve birleşmeleri destekleyerek bunu yapmaktadır.

İkinci olarak, ilericiler artık evrensel haklardan değil, aslında patronajın yeni formları olan para transferi temeli üzerinde inşa etmeyi amaçladıkları “katılım” ve “vatandaşlık”tan bahsediyorlar. Yatırımcıları korkutacağına inanılan herhangi bir yapısal reformdan vazgeçilirken, doğa istismarına dayalı ihracat modelinin gündelik olarak ortak zenginlikleri yağmalamasını ya da buna dayalı birikimini engellemeyecek ya da kısıtlamayacak şekilde çoğunluğun sefaletini dindiren kırıntılar sunmaktan ibaret.

Üçüncü olarak, üretken bir modele değil spekülatif mali-çıkarma modeline sahip olduğumuz için ne sosyal devlet ne de haklar vardır, ancak kenar mahallelerin askerileştirilmesi ve sadakacılık ile çözüm bulunan ezilenlerin giderek daha fazla dışlanması sorunu vardır.

Kısaca, kapitalizmin derinleştirilmesi, toplumun örgütsüzleştirilmesi, hareketlerin büyük kısmının ehlileştirilmesi ve dik kafalılar için baskı… Brezilyalı sosyolog ve Brezilya İşçi Partisi Kurucusu Luiz Werneck Vianna’nın mutlu açıklamasına (IHU Online, 21 Mart) göre bu, sermayenin dikeyleşmesini ve merkezileşmesini yönlendiren bir tür “merkezi istihbarat”a dönüştürülen devlet ve sermaye arasındaki yeni model bir ortaklıkla tamamlanmaktadır. Bildiğim kadarıyla Brezilya’da ilericiliğin gidişatı konusunda yoğun tartışmalar yapılmakta; Brezilya İşçi Partisi’nin kurucuları için beklenmedik politik bir darbe oldu çünkü belki de yeni Brezilya emperyalizminin liderliğine Lula kumanda edecek.

İlerici hükümetlerin ellerinden ve geleceğin beşinci küresel gücünün gölgesinde, yeni bir toplum modeli doğuyor, şimdiye kadar bildiklerimizden değişik, farklı Çin modeli gibi. Yine Brezilya İşçi Partisi kurucularından sosyolog Francisco de Oliveira bunu, sermayenin merkezileşme ve yoğunlaşma sürecinde oluşan bir sınıfın yükselişi ve çok geniş bir yoksul taban olarak tanımlıyor (IHU Online, 22 de marzo); bu yükselen sınıf kesinlikle klasik burjuvalar değiller yani sadece üretim araçlarının sahipleri olmayacaklar tersine birçoğu sendikalar ve soldan gelen yöneticilerden oluşan geniş bir ekip olacak. Bu yeniliklerin ilki. İkincisi, yoksulların da artık tüketime ulaşabilir olmalarıdır: cep telefonları, motosiklet ve bazen taksitle arabalara bile erişebilirler.

Ama, haklı ya da haksız, gücünü korumak için bileşenlerini kaybetmeyi engellemeye çalışan sosyal demokrasininkinin aksine, emeğin gücü gerilemektedir. Devlet, merkezi sermaye tarafından atandığında ve hareketler basit örgütlere dönüştüğünde, sivil toplum örgütlerini tekrarlamak/kopya etmek, sosyal mücadeleyi yeniden başlatmak kolay bir iş olmayacaktır. Çünkü, diğer nedenlerle birlikte, ilericilik ve onun aydınları, mücadelelerin her döngüsünü karekterize eden meydan okuma arzusunu, kolektif yaratıcılığı ve eleştiri ruhunu yok etmeye çalışıyorlar.


*Getulism: Dornelles Getulio Vargas, Brezilyalı politikacı 1930-1945 ve 1951-1954 yılları arası ülkeyi yönetti. Düşünceleri bir doktirin oldu.

Direniş alanından “Canlı Yayın”

Tekel işçileri günlerdir Ankara’nın orta yerinde bir direniş sürdürüyorlar. Bu direniş, 19 Ocak 2010 akşamından başlayarak direniş alanında kurulan bir mobil TV stüdyosu ile 5 gece boyunca www.sendika.org adresinden canlı olarak yayınlandı. Bu denli uzun süreli bir canlı yayın, gerek bir direniş alanından, sokaktan yapılması, gerekse de internet üzerinden gerçekleştirilmesi ve gönüllülük ve kolektivite temelinde örgütlenmesi nedeniyle Türkiye’de bir ilkti.

Canlı yayın fikrinin arka planı
Bu canlı yayını örgütleyenler, gerçekleştirenler ise İşçi Filmleri Festivali emekçileri, Halkevleri’ne, sendika.org’a destek veren ve direniş başladığından bu yana gündelik işlerinin izin verdiği ölçüde direniş alanında olmaya çalışan gönüllülerdi. Bu insanların direniş alanında yaşadıkları deneyimler ve gözlemler, direnişçi işçilerle yaptıkları sohbetler, canlı yayın düşüncesinin oluşmasında etkili oldu. Bunun yanında, Uluslararası İşçi Filmleri Festivalleri süresince kurulan uluslararası ilişkiler ve bu ilişkiler dolayımı ile ulaşılan emek medyası tartışmaları ve bu tartışmalardan yola çıkarak gerçekleştirilen başka canlı yayınlar bir araya gelince canlı yayın düşüncesi şekillendi.

Bu tartışmalardan belki de en önemlisi 1.Uluslararası İşçi Filmleri Festivali kapsamında 4 Mayıs 2006 tarihinde Istanbulda Makina Mühendisleri Odası İstanbul Şubesinde düzenlenen paneldi. Panelin Konuşmacıları Laborfest’den (ABD) Steve Zeltzer, Labournet.org den Chris Bailey (İngiltere), LaborMedia’dan Jungmi Park (Güney Kore) ve festival komitesinden Önder Özdemir idi. Panelde internet televizyonculuğu başta olmak üzere yeni teknolojilerin emek mücadelesinde ne tür alternatif olanaklar yaratacağı konuşulmuş ve alternatif deneyimler paylaşılmıştı. 2-3 Şubat 2008 tarihinde "Manifesto'nun 160. yılında Marksizmin Güncelliği" konulu sempozyum Ankara’da oldukça geniş bir katılımla gerçekleşti. Sempozyumun tümü Sendika.org’tan canlı yayınlandı. Ankara’ya gelemeyen binlerce kişi sempozyumu www.sendika.org adresinden canlı olarak izledi. 3. Uluslararası İşçi Filmleri 6 Mayıs 2008 tarihinde Festivalin büyük açılış gecesi internetten canlı yayınlandı. Tüm bu deneyimler internet televizyonculuğu çalışmalarının öncü adımları oldu.

Tekel direnişinden canlı yayın, gönüllülerin ifade ettiğine göre, “uzun”, “röportaj ağırlıklı”, “haber vermeyi, direniş alanının bilgisini uluslararası kamuoyuna taşımayı” hedefleyen bir yayın etkinliği olarak kurgulanmadı. Asıl olarak, direnişçi işçiler kameranın karşısına geçsin, ailelerine el sallasın, bir şeyler söylesin düşüncesi yola çıkış noktası oldu. Direniş çadırlarını ziyaret eden herkesin bildiği üzere, orada yaşanan tüm sıkıntıların ötesinde, direnişçi işçiler direniş alanına gelirken geride bıraktıklarıyla ilgili kaygı duyuyor, üzülüyorlardı. Ayrıca tam da canlı yayının başladığı gün, ilk ve orta öğretim kurumları karne dağıtmak üzereydi. Canlı yayınları izleyenler farkındadırlar, direnişçi işçiler en doğal halleriyle kamera karşısına geçip, yaşadıklarını anlattılar, ailelerine mesajlarını ilettiler, çocuklarına karne günü yanlarında olamayacaklarını söylediler, neden orada olduklarını ve neden orada olmak zorunda olduklarını anlattılar, hatta çocuklarının doğum gününü kutladılar. Elbette canlı yayını sadece direnişçi işçilerin aileleri izlemedi. Bir süre sonra canlı yayında verilen telefon numarasına Türkiye’nin ve dünyanın dört bir yanından mesajlar yağmaya başladı. Görüldü ki, canlı yayın, bu direnişin bilgisini, en içeriden ve en az yapılandırılmış haliyle tüm dünyaya iletiyordu. Bu durum, canlı yayının gönüllüleri açısından “tam da istediğimiz şey, verili medya dilini, onun haber yapma biçimini, temsil düzenlemelerini aştık” diye yorumlandı. Tam da bu nedenle Tekel direnişindeki canlı yayın deneyimi, yıllardır farklı mecralarda sürdürülen alternatif iletişim deneyimlerinin yeni ve önemli bir aşaması olarak düşünülebilir.

Neden önemli bir aşama
İnternet ya da genel olarak yeni iletişim teknolojilerinin insanların iletişime geçme noktasında ufuklarını genişlettiği bir gerçek. Bugün, internet üzerinde video paylaşım siteleri, haber temelli başka uygulamalar, sosyal paylaşım siteleri, bloglar, haber grupları ya da tartışma listeleri şeklinde sıralanabilecek pek çok iletişim platformu var ve kendilerini ifade etmek için bu tür platformları kullanmayı tercih eden insanların sayısı da hızla artıyor. Genel olarak bu deneyimlerin hepsi, alternatif medya tartışmalarını yeniden başlatan, bu arada yurttaş medyası, katılımcı medya, etkileşimli gazetecilik, halk gazeteciliği, radikal medya gibi çeşitli kavramların ortaya çıkışına neden olan deneyimler. Ancak bu kavramlara dayanan tüm alternatif medya tartışmalarının işaret ettiği şey, internet altyapısı üzerinden kullanıcıların içerik üretmesi ya da üretilen içeriği belirleyebilmesidir. Alternatiflik iddiası taşıyan bir iletişim deneyiminin en azından taşıması gerektiği düşünülen diğer özellikler ticari olmaması, yayın yapmaya yönelik temel motivasyon kaynağının kar elde etmek olmaması, sosyal sorumluluk ve insanların kendilerini ifade etmelerine olanak sağlama amacıyla hareket etmek şeklinde sıralanabilir. Ancak sadece bu özellikler de bir iletişim etkinliğini alternatif olarak tanımlamaya yetmez. Dolayısıyla alternatif olmak, sunulan içeriğin politik, sosyal ve kültürel düzeylerde radikal olması, bu içeriğin mülkiyetinden ziyade olabildiğince paylaşılmaya çalışılması, içerik üretiminde ve sunumunda hiyerarşik yapılanmadan uzak yatay, eşitlikçi ve katılımcı bir yapılanmaya sahip olunması gibi başka bir dizi özelliği de gerektirmektedir. Bu çerçeveden bakıldığında Türkiye’de sayıları çok fazla olmasa da, bu özelliklere ve rollere sahip bir dizi alternatif medya deneyiminden söz etmek mümkündür. Canlı yayının sürdüğü yer olan sendika.org da bunlardan birisi.

Bu alternatif medya deneyimleri, aşağıdaki özelliklerden büyük bir kısmını ya da tamamını gösteriyorlar:

• Toplumsal muhalefete ve hareketlere, daha eşitlikçi ve demokratik bir toplumsal yapılanmaya yönelik mücadeleye destek vermek;
• Bilgi tekelleri tarafından bilerek görmezden gelinen, insan hayatının her alanına dair bilgiyi üretmeye katkı sağlamak ve bu tür bilginin sunumu ve dolaşıma girmesi için uygun bir platform sağlamak;
• Bilgi üretim sürecinde hiyerarşik yapılanmaya karşı çıkmak ve profesyonel-amatör ayrımı yapmamak;
• Ticari faaliyetlerle asla bağı olmadan kendi maliyetlerini karşılamak;
• İletişim sürecinin ve bunun sonucunda üretilen bilginin ticarileştirilmesine karşı mücadele vermek

Ama tüm bu özelliklerin de “alternatif bir iletişim olanağı sağladık ve bu en mükemmeli” gibi bir noktayı işaret etmediğini söylemek gerekiyor. Çünkü verili iletişim ortamı biliniyor, tanınıyor ve ayırt edilebiliyor. Onun alternatifini oluşturmak ise doğrudan “bulduk”, “işte bu” denilebilecek bir şey değil. Tam tersine alternatiflik, sürekli aranması gereken bir şey. İşte bu sürekli arama, bulmaya çalışma noktasında direniş alanından canlı yayın gerçekten de önemli bir aşamayı ifade ediyor.

Arayışlar
Diğer taraftan canlı yayınlar boyunca da bir arayışın sürdürüldüğünü söylemek olanaklı. Canlı yayını gerçekleştiren gönüllüler, direnişten ve direnişçi işçilerden öğrendiklerinin yanında, teknik olanaklar konusunda da süreç boyunca pek çok şey öğrendiklerini ifade ediyorlar.

Bilinen profesyonel haberci dilinin kullanılmasının reddedilmesi, amatörlüğün bilinçli olarak tercih edilmesi, direnişçi işçilerin yanı sıra, geceyi direnişçi işçilerle birlikte geçirmek üzere “direniş kentine” gelen sendika yöneticilerinin, çadırda kurulan “halk üniversitesi/direniş akademisi” derslerinin, sanatçıların, gazetecilerin ziyaretlerinin canlı yayına dahil edilmesi ve ayrıca hepsinin kayıt altına alınarak tekrar tekrar izlenmek üzere hazırlanıyor ve hazırlandıkça de www.sendika.tv adresinde yayınlanıyor oluşu belirtilmesi gereken unsurlar. Ancak yine belirtmek gerekir ki, canlı yayının diline ve yapısına sinen bilinçli amatörlüğe rağmen, oldukça profesyonel cihaz ve ekipmanlar ile iletim teknolojileri kullanılmış durumda.

Yapılan işin teknolojik yanını açıklayabilmek için öncelikle, internet üzerinden bir canlı yayının klasik web sayfası yayını ile farkını açıklamak gerekiyor. Web sayfası yayını için web sitesi barındıran bir sunucu gerekmektedir. Web sitesine bağlandığınızda kısa süre içerisinde web sayfasında yayınlanan tüm yazılı ve görsel içerik bilgisayara transfer edilir. Tekrar tekrar web sitesini barındıran sunucu ile iletişim kurulması gerekmez. Bu nedenle web sitesi sunmak, sunucular için çok fazla bant kapasitesi gerektiren bir uygulama değildir ve dolayısı ile ucuzdur. Oysa video ve müzik yayını farklıdır. Yayın süresince izleyicilerin bilgisayarı ile sunucu sürekli bağlantı halinde olur. Bu sunucunun sürekli meşgul olması anlamına gelir ki, yüksek bant kapasitesi gerektirir. Bu da özel yüksek hızlı bağlantılar gerektirmektedir. Direniş alanından yapılan canlı yayınlarda streaming” denilen yöntem kullanılmıştır. Streaming, video içeriğinin izleyicinin bilgisayarına transfer edilmesi yerine, merkezi bir sunucudan sürekli yayınlanmasıdır. Tekel direnişi canlı yayınında flash (flv formatında) yayın yapan bir streaming sunucusu kullanıldığı için işletim sisteminden bağımsız olarak tarayıcıları flash’ı destekleyen tüm internet kullanıcıları yayını izleyebilmiştir. Flash, değişik işletim sistemleri üzerinde çalışan mevcut tarayıcıların %99’u tarafından desteklendiğinden oldukça geniş bir erişim alanı oluşturmaktadır.

Son olarak
Günlerdir Tekel İşçileri ile dayanışma içinde olan Ankaralılar evlerine giderken, dayanışmanın hakkını verdiklerinin nişanesi olarak üstlerinde is ve duman kokusu götürüyorlar. Öte yandan canlı yayın, direnişin is ve duman kokusu dışındaki havasının “internet üzerinden koklanmasına ve mücadelenin yüzlerinin görülmesine” olanak sağladı. Direniş alanından canlı yayın, alternatif bir iletişim ağına gereksinim olduğunu ortaya koydu. Artık bu gereksinimin medya emekçilerinin örgütlenme hakkından, iletişim altyapısına erişme hakkına kadar uzanan geniş kapsamlı bir “iletişim hakkı” perspektifiyle savunulması ve örgütlenmesi gerekiyor.

Canı burnunda kapitalizm; Avrupa

IMF tarihinde ilk defa Avrupa'lı bir ülkeye yani Yunanistan'a da el atacak görünüyor.

Tüketim kapitalizminin açtığı borç batağına saplanan Avrupalı ülkeler milli gelirlerinin on katına varan dış borçlarla cebelleşiyorlar.
Finanslaşan sermayenin üretimden koparak sıcak para olarak daldığı ülkelerde kamçıladığı tüketim şehvetinin ardından büzüşmüş ülke ekonomileri batma noktasında.

Küresel kapitalizmin neo-liberalleşme ve finanslaşma formlarının Avrupa'daki ekonomik karşılığı şimdilik mali hezimet.
Kibirli Avrupa kıtası bugünlerde müflis ülkelerini kurtarma operasyonlarıyla meşgul.

300 milyar euroluk borcu, dev bütçe açığıyla küresel finansı titreten Yunanistan, piyasaların yüzünün dolara dönmesine neden oldu.
Yunanistan'dan sonra, Portekiz, İspanya, İrlanda ve İtalya'yı da içine alacak euro yangını için alarmlar çalmaya başladı.

Büyük bütçe açıkları, yüksek işsizlik, aşırı borçlanma küresel finans krizinin kapitalizmin kalbinde açtığı harabiyetin sonuçları Harabiyet Avrupa'da derinleşirken, AB'nin ekonomik sistemi de eleştirilerin hedefinde.

İngiltere, Japonya ve ABD'de ülke ekonomilerini çok üstünde devasa dış borçlanmalarla malul.
Finans kapitalizmin denetimiyle, üretim ve tüketim mantığını piyasaya bırakan Batı kapitalizmi girdiği darboğazda boğuluyor.
Sona eren neo-liberal paradigmanın bayrağına vatanı İngiltere'de bile paçavra muamelesi yapılıyor.

Avrupalılar devletlerine ve bankacılara çok kızgınlar, vergileriyle banka kurtaran devletleri kamu parasını çarçur etmekle suçluyorlar.
Dengesini kaybetmiş ekonomik yapının Avrupa'da çizeceği siyasal ve sosyal kompozisyon öngörülemiyor.

Sosyal devlet mi güçlendirilecek yoksa katı tasarruf tedbirleriyle sıkılan kemerlerden 'milliyetçilik' ve yabancı düşmanlığı mı güçlendirilecek?

Şimdilerde iyice artacak işten çıkarmaları takiben kıta genelinde grevlerle 2010 Avrupa için zor bir yıl.
Zaten Davos toplantılarında da çok tedbirli ifadeler kullanılıp tekin olmayan dünya algısına işaret edilmişti.

Küresel ideolojinin tahkim merkezi Davos, bu yıl için risk ve belirsizlik uyarısını yaptı.
'Davos ruhu' sıkkın, Batılı kapitalistlerin, 'canı burnundaydı.'
Spekülatif karlılığa dadanan finansın yıkılmasıya göçük altında kalan Batı kapitalizmi olmuştu.

Zincirlerini koparmış 'finans sistemi' piyasanın kendi kendini düzenleyemediğini göstere göstere çöktü.
Ama finans kapitalizmin ihaneti daha bitmemişti.

İflas eden piyasa rasyonalitesini umursamayan bankalar yine kamu paralarıyla spekülatif balonları her fırsatta şişirdi.
İstihdama, reel ekonomiye, kamuya aktarılamayan paralarla küresel kumara devam etti, kazandığı büyük karlarla bencilce yüksek primler dağıttı.

Davos 2010 gündemini 'paradan para kazanan' deli finansın ıslahı için devletlerin alacağı önlemler vardı.
1930'lardan beri girdiği durgunluktan çıkamayan Batı'nın karşısında %8.7'lik büyümenin mütebessim yüzü Çin de, Hindistan'la birlikte Davos'taydı...

ABD ve Avrupa %10'luk işsizlik oranlarına Çin %10'luk büyüme hedefiyle karşılık veriyordu.
ILO bu yıl ABD, Batı Avrupa ve Japonya'da 12 milyon yeni kişinin işini kaybedeceğini bildirdi.

Ekonomik Forum'un kurucusu Schwab 'dünyanın eski haline asla dönemeyeceğine' dikkat çekti.
Sarkozy ise 'ahlaklı kapitalizmin' yapılandırılmasından söz ederken spekülatör finansı yerden yere vurdu.

Amerika'nın şişman kedilerine yani Wall-Street'e karşı Obama, Davos öncesi savaş açmıştı.
Obama şişman kedileri kamu parasıyla şişirdikleri 450 milyarın karını paylaşırken yakalamıştı...

Batı devletlerinin müdahalelerinden korkup kaçan finans şimdilik Asya'nın kucağına sığınmış gibi...

Ama kurulan ekonomik sistemin özelliğiyle Çin'de kelebek uçsa ABD'de deprem olacak denli yıkıcı güce de sahip...

2010'un belirsizlikle dolu dünyasında yangın Avrupa'dan başladı, nerelere sirayet edecek göreceğiz...

Kapitalizmin Haiti'yle bitmeyen hesabı

Sömürgeci zihniyetin tarihi, beyaz adamla batıdan başladı ve onunla dünyaya yayıldı.

Kapitalizmin sömürgecilik tarihi, beyaz adamın dünyayı işgal tarihiydi.

Yerkürenin kaynaklarını, insan topluluklarının emeklerini ve birikimlerini yutarak palazlanan sömürücü sisteme ilk başkaldırı ise Haiti'den gelecekti...

Kapitalist sömürgeciliğin 'şeytanı' olmaya kararlı Haitili köle siyahlar, beyaz adamı ve onun kurduğu 'yamyam kölelik düzenini' yere yıktılar.

Kapitalizmin bilincinde, Haitililer 'kara büyücülerdi' artık.

Dünyanın köle deposu Haiti adasından kafasını uzatan Karayip kaplanları, ilk köle isyanını 1791'de gerçekleştirdiler.

Kanlarını ve canlarını şeker plantasyonlarında sermaye birikimine çeviren Fransız sömürgecilere 'özgürlüğün' ne olduğunu gösterdiler.

Fransız devriminin 'eşitlik, kardeşlik ve özgürlük' mottosunun gerçek sahipleri Haitili kölelerdi...

ABD'den sonra kıtanın ilk bağımsızlığını ilan eden siyahların ülkesi Haiti, oldu Karayipler'e ve Amerika'ya sıçrayan köle ayaklanmalarının vatanı olarak dünyada da 'köleliğin kaldırılmasını' sağladı.

Bedava emeğini kaybederek kapitalist birikimi zayıflayan beyaz adam ise Haiti'yi lanetleyerek tarih boyunca intikam alacaktı.

Haiti tam 125 yıl boyunca Fransa'ya tonlarca altın ödemekle cezalandırıldı, ama kapitalizmin Haiti'ye olan hıncı dinmedi.

ABD hegemonik militer elini 1904'lerden beri Haiti'nin üzerinden çekmedi, ülkeyi darbeler üssü haline getirerek akabinde bütün soğuk savaş dönemini işbirlikçi faşist diktalarla idare etti.

Papa- Doc ve Baby-Doc Duvalier'in zalim kukla yönetimleri özgürlükçü halk hareketlerini sindirdi.

Böylece Haiti sömürgecilik tarihinin tüm formlarının beslendiği plantasyona çevrilecekti.

30 küsur darbe, kanlı katliamlarla Haiti'deki kapitalizmin ayak izi derinleşti.

1990'ların Neo-liberalizminin Haiti'deki hedefi, 'Yoksulların Papazı', namı diğer başkan Aristide olacaktı.

IMF ve DB'nın Haiti taarruzuna razı gelmeyen Aristide önce derdest edilip haddi bildirilince, küresel vampirler Haiti'ye yerleşebildi.

IMF, DB, tarım ülkesi Haiti'yi tarım endüstrisiyle işgal edip halkı topraksızlaştırarak şehirlere tehcirini gerçekleştirdi.

Neo-liberal ekonominin pençelerini geçirdiği ülke yalnızca 'yoksulluk ve açlık' üretimine katıldı.

Tarım ülkesiyken gıda ithalatına yani açlığa zorlanan az gelişmiş Asya ve Afrika ülkeleri listesinin en altlarına Haiti yerleşti.

Ülke zenginliğinin %85'inin nüfusun %5'inin sahip olduğu dünyanın en yoksul ülkesi.

Deprem felaketiyle yıkılan Haiti görüntülerinde sadece felaket sonrasını değil 21. yüzyılın yoksulluğunun ve açlığının yakın resmini de görüyoruz..

Yok edilmiş devlet ve kamu kurumları, özelleştirilmiş tarım, varoşlara tıkıştırılmış halk ve simsarların tükettiği ülke zenginliğinin ardından gelen depremle ellerinde palalarla dolaşan Haitililer gıda için birbirlerini kırıyorlar.Bir ülkenin çürütülmesine yaşam mekanları, kurumları kadar toplumu da dahil...

İnsanlık yakın geleceğini ve içinde olduğu 'insanlık krizini' Haiti'den seyredebilir. Biliyoruz ki yoksulluk ve ölümün adresi şimdilik Haiti!

Halbuki Haiti'nin biraz ilerisindeki Küba'da tek bir aç çocuk bile yok.

Neoliberalizmin bereketli vasatı olan kriz, doğal felaket ve kaos hazır Haiti'de.

El değiştirecek kaynaklar ve mülkiyetler için bulunmaz fırsat ve beyaz adam tüm lojistiğiyle şimdi de yardım bahanesiyle istila ediyor.

Kapitalizm, kendi 'şeytanını' görüp ödünün patladığı Haiti'ye bitiremediği hesabı için yine geri dönüyor.



Marksizm, Parlamento ve Venezüella Devrimi



Bolivarcı Devrimde parlamento ve seçimler başlangıçtan beri hep önemli bir rol oynamıştır. Kendilerini çok devrimci (ve hatta, “Marksist”) olarak niteleyen, ama devrimleri pek anlamayanlar bu gerçek karşısında Bolivarcı Devrimi baştan diskalifiye etmişlerdir. Onlara göre parlamento ve devrimler birbirini dışlayan iki olaydır. Ancak bunun böyle olması gerekmez.
Marksistler ne parlamentarizm aptallığıyla (reformizm), ne de anti-parlamentarizm aptallığıyla (anarşizm) malullerdir. Sınıf savaşımında kullandığımız silahlar konusunda en ufak bir ön yargımız yoktur. Kitlelerle diyaloga girmek, örgütlenmek ve ajitasyon için burjuva demokrasisi mekanizmalarını kullanma taraftarıyız. Bu anlamda Bolşevik geleneğini takip etmekteyiz.
Her ne kadar Çar rejimi seçimlerin demokratik içeriğini boşaltsa da, Lenin ve Bolşevikler Duma ve yerel yönetim seçimlerine katılma olanaklarını daima kullanmışlardır. En kötü durumlarda bile parlamenter çalışmayı, devrimci partiyi kurmak ve kitleler içindeki tabanını geliştirmek için kullanmışlardır.
1917’deki Rus Devriminde meclis sorununun önemli bir rol oynamadığı bir gerçektir. Her ne kadar Bolşevik partisinin bir dizi demokratik taleplerinin içinde baş sıralarda bir Kurucu Meclis talebi bulunduysa da, işçi ve askerlere Sovyetler kurma çağrısı (ki, en demokratik parlamentodan çok daha demokratik ve temsilci bir örgütlenme şekliydi), bu talebi hükümsüz kılmıştır. Sovyetlerin gücü Kurucu Meclisi dağıtmıştır. Rus meclisi daha doğuşunda ölüydü.
Ancak, Rusya’da bile tek olası değişken bu değildi. Lenin ve Troçki, prensip olarak, Rus Devriminin bir parlamenter evreden geçebileceği olanağını reddetmiş değillerdi. Bu kesinlikle daha baştan dışlanmamıştı. Aynı 17. yüzyılda İngiliz Devriminde ve 18. yüzyılda Fransız Devriminde parlamentoların oynadığı rol gibi, Kurucu Meclis, değişik şartlar altında, merkezi bir rol de oynayabilirdi.
Bu konu açısından Fransız Devriminden pek çok ders çıkarılabilir ve biz de bu konuya daha sonraki bir makalede döneceğiz. Fransa’da tüm devrimci süreç Ulusal Meclis’te (Convention) yaşanmış ve Meclis’teki parti ve liderlerin çıkıp düşmelerine yansımıştır. Ama bu, esasında, Paris’teki sürekli Meclis’i feshetmeye, sağcıları yok etmeye, uzlaşan ve kararsız elemanları dışlayarak onların yerine daha enerjik, kararlı ve devrimci liderler yerleştirmeye çabalayan devrimci kitlelerin hareketlerinin Meclis’e yansımasından başka bir şey değildi. Aynı zamanda Paris’in proleter ve yarı-proleter kitleleri kendi dernek ve klüplerini kurarak hareketi yönlendirmişlerdi. Böylece, kitlelerin parlamento-dışı muhalefeti Ulusal Meclis’in içinde neler olduğunda tayin edici bir rol oynamıştır.

Venezüella’da Seçimler
Parlamenter mücadele uzlaşmaz sınıfların avantajı yakalamak için birbirleriyle çarpışıp mücadele ettiği önemli bir alandır. Ancak, son analizde, gerçek savaş her zaman parlamentonun dışında olur. Er ya da geç, ciddi sorunlar, tartışma salonunun o seçkin atmosferinde değil, ama, sokaklarda, fabrikalarda, topraklarda ve kışlalarda olur. Bu kavramı anlamayanlar genelde tarihten ama özelde devrimler tarihinden hiç bir şey anlamamaktadırlar.
Belirli ülkelerde, somut şartlara, ulusal gelenekler ve güçlerin sınıf dengesine bağlı olarak parlamentoların devrimde önemli bir konumda olması olanaklıdır. Venezüella’da da, öteki burjuva uluslardan daha berbat ve her ne kadar göz bebeklerine kadar yolsuzluğa batmış da olsa belirli bir parlamenter gelenek vardır (hepsi, özellikle de ABD’de, yolsuzluğa batmışlardır). Buna rağmen, orta sınıf ve kitleler seçimlere katılmaya alışıktırlar ve siyasi partilere oy vererek hoşnutsuzluklarını ve isteklerini belirtirler.
Dördüncü Cumhuriyet’te parlamenter seçimler, halkın bir seçeneği olduğu ve her birkaç yılda bir, ulusun kendi siyasi yaşamını tayin edebilecekleri göz boyamasını yaratabilmek için hazırlanmış bir oyundu. Gerçekte hiçbir şey değişmiş değildir. Güç, gene oligarşinin ve onların değişik partilerdeki siyasi dostlarının ellerinde kaldı. Bu, temel partilerin (AD, COPEI ve URD) 1958’de imzaladıkları Punto Fijo anlaşmalarıyla da kurumlaştırılmıştır.
Ancak bunların hepsi 1989’un Şubatında değişti. Venezüella “demokrasisinin” liderleri kendi halklarına savaş açtı. Caracas sokaklarında silahsız erkek, kadın ve çocukları acımasızca katlettiler. Gerçekte sadece bankaların ve büyük tekellerin diktatörlüğünü gizlemek için bir incir yaprağından başka bir şey olmayan burjuva demokrasilerinin gerçek yüzü hakkında Venezüella halkına o denli güzel dersler verdiler ki. Bu banka ve tekeller, kendi sınıf yönetimlerine halel getirmediği sürece demokrasiye tolerans gösterirler. Ama demokrasi kapitalistlerin, banker ve toprak sahiplerinin gücünü tehdit ettiği an, o gülümseyen maske kenara fırlatılarak yönetici sınıf şiddete başvurur ve kendi yönetimini zorla kabul ettirir.
Caracazo* ne var ne yoksa, her şeyi kaynayan bir kazanın içine fırlatıp attı. Halkın gözünde, burjuva demokrasisinin kurumları bir anda artık hayır gelmez bir şekilde bozuldu. Eski parlamento, anayasa, yasalar, partiler ve liderlerinin hepsi saygınlıklarını yitirdiler. Ancak sonunda kanlı bir şiddete başvurarak burjuva asayişi sağlamayı başardı. Ancak bu da uzun süremezdi. Caracazo’nun sonucunda oluşan toplumsal ve siyasi maya 1992’deki başarısız darbe girişimi ve Chavez’le ilerici subayların tutuklanmalarıyla kendini gösterdi. Bu ise, eski rejimin kokuşmasının artık orduyu bile etkilediği ve bölünmenin artık devletin kendisini de ayrıştırmaya başladığının göstergesidir. İşte devrimin ilk koşulu da budur.
Bütün tarih bize tek başına baskının kitleleri tutmakta başarısız olduğunu göstermiştir. Kitle baskısı Chavez’in serbest bırakılmasını sağladı ve güçlü ve patlayıcı bir hareket bu kişinin etrafında yükselmeye başladı. Bu hareket, seçim platformuna sıçrayarak 1998’de Chavez’in ezici bir çoğunlukla kazandığı başkanlık seçimlerine yol açtı. İşte bu bağlamda seçim mücadelesinin ilerici önemini anlamamak için insanın kör olması gerekmektedir. Seçim mücadelesi kitleleri harekete geçirmede ve örgütlemede en önemli rolü oynayarak 1989’un kaybından çabucak sıyrılmalarının olanağını getirmiştir.
Chavez’in seçilmesi kitleler içinde her kesimin birleşeceği bir toparlayıcı konu haline geldi. Seçim zaferleri kitlelerin ayaklanmasının bir sonucuydu, ama her seçim zaferi de karşılığında kitlelerin güven ve kararlılığını pekiştirdi. Böylece seçim zaferleri devrimci bilincin gelişmesinde ve hareketin ilerlemesinde en önemli rolü oynamış oldu. Bunun en açık örneği de 2004’teki hükümeti düşürme referandumunda kendisini gösterdi. O dönemde seçim süreci sokakta kitle seferberliğiyle birleşmişti. Kitleler “Seçim Savaş Birlikleri”ni kurarak bu hükümeti düşürme referandumuna karşı mücadele ettiler. Bu mücadelenin en doruğuna çıktığı anlarda saflarında bir milyon kişi bulunuyordu.
4 Aralık
Lenin seçim sonuçlarına hep çok büyük ilgi göstermiştir. Seçim sonuçlarından kitlelerin bilinç seviyeleri ve sınıf güçlerinin birbirine orantısı konusunda fikir edinmeye uğraşmıştır. 4 Aralık seçimlerinden biz ne gibi sonuçlar çıkarabiliriz?
İlk olarak, bunun Venezüella Devriminde yeni bir aşamayı gösterdiği kuşku götürmez. Bu seçimler aynı zamanda karşıdevrimci tarafa ve emperyalizme bir darbe vurmuştur. Seçimlerde, Chavez’in partisi “Beşinci Cumhuriyet İçin Hareket” (MVR), Venezüella’nın yeni Ulusal Meclisi’nin 167 sandalyesinden 114’ünü kazanmış, yani toplamın %68’ini ele geçirmiştir. Seçimde hazırlık ve oy verme işlemi normal devam etmiş, kayda değer bir olay pek olmamıştır.
Ancak bu, karşıdevrimci muhalefetin seçimleri destabilize etmek ve bir darbeye yol açmak için psikolojik şartları hazırlamaya yönelik çılgınca kampanyasına rağmen yapılabilmiştir. Oylamaya sadece birkaç gün kala, bütün temel muhalefet partileri (Accion Democratica, AD; Sosyal Hıristiyan Copei; Proyecto Venezüela ve Primero Justicia) adaylarını çektiler. Kendilerini bekleyen çok utandırıcı bir yenilgiyi gördüklerinden, muhalefet partileri bağıra çağıra boykot çağrısına başladılar. Bunun sonucu, muhalefetin temel tabanının bulunduğu üst-orta sınıf bölgelerinde pek çok seçmen oy vermedi.
Muhalefetin kalelerinde oy verme oranı müthiş düşüktü. Buralarda %10 civarında olan oy kullanma oranına karşın Chavez bölgelerinde katılım çok daha güçlüydü. Katılım, hükümet yanlısı partilerinin liderlerinin beklediğinden daha düşük oldu. Bekleneceği üzere, muhalefet partileri derhal yeni Ulusal Meclis’in meşru olmadığını bağırmaya başladılar. Muhalefet liderlerinden STK Sumate başkanı Maria Corina Machado, “Çok partili bir parlamentodan nüfusun geniş kesimlerini temsil etmeyen tek partili bir parlamentoya geçmekteyiz. Bugün doğan Ulusal Meclis’in meşruiyet yarası vardır.”
Ama neden bu böyle olsun? Muhalefet partilerinin seçime katılma ve parlamentoda çoğunluk kazanma şansları vardı. Evet, bu şansları vardı – ama bunu kabul etmeyi reddettiler. Seçimleri boykot ettiler. Şimdi, demokrasinin ilk ve en birinci kuralı şudur: “Orada bulunmalısın!” Bu da, El Salvador’daki seçim kurulu başkanı Eugenio Chicas tarafından şöyle ifade edilmişti: “Demokrasi ona katılanlarla kurulur. Muhalefetin çekilmesi... parlamenter seçimlerin meşruiyetini bozmaz.”
Gerçek nedenler herkese artık açık olmalıdır: Bütün kamuoyu yoklamaları, muhalefetin seçim öncesi elinde tuttuğu 76 sandalyeden seçim sonrası ancak 20 sandalye alabileceklerini gösteriyordu. Hem oy vermeyip ya da aday olmayıp sonra da seçim sonuçlarına itiraz etmek, masaya yemeğe oturmayıp ama aç kaldığından şikayet etmek gibidir. Akıllı birisinin böyle “meşruluk” şikayetlerini ciddiye alması olanaksızdır. Halk bir Ulusal Meclis için oy vermiştir. Ulusal Meclis’in de yapacağı çok işler vardır, ve bu işlerle uğraşmak zorundadır.
Demokratik tartışmayı kaybeden muhalefet şimdi Ulusal Meclis’e baskı yapmak istemektedir. Şu anda seçimleri kazanamadıkları için isteklerini arka kapıdan geçirmeye uğraşmaktadırlar. Bir taraftan demokrasinin tek savunucularının kendileri olduğunu söylerken, bir taraftan da parlamento-dışı taktiklere başvurmaktadırlar. Muhalefet liderleri, Chavez’i, siyasi etkisini ülkenin mahkemelerine kadar genişletmek istemekle ve yönetimdeki gücünü pekiştirmek için Ulusal Seçim Kurulu’na uzanmakla suçluyorlar. Bu ise, tamamen Washington’un kara propagandasının tekrarından başka bir şey değildir. ABD, bu konuda, hatta daha önce İngilizce’de (ya da başka bir dilde) bulunmayan yeni bir deyim icat etmiştir: “seçilmiş otoriterlik.”
Seçimden bir gün önce Caracas’ta patlayıcılar bulunmuştu. Bunlar başkana bir suikast için miydi? Muhtemeldir. Ve de, ana muhalefetin seçimi boykot için uğraşıları ve bununla beraber, buna bir fon sağlayacak zengin muhitlerdeki sokak gösterileri genel bir karmaşa ve düzensizlik havası yaratmaktaydı. Seçimlerden hemen önce birileri bir Venezüella petrol boru hattını bombaladı. Kim sorumluydu bundan? Her şey muhalefeti ve CIA’yı gösteriyor. Bunlar karşıdevrimcileri ve onların Washington’daki “demokrasi dostları”nın gerçek tavrını göstermektedir.
Emperyalistlerin İkiyüzlülüğü
Hem Avrupa Birliği hem de Amerikan Devletleri Örgütü Kongre seçimleriyle ilgili muğlak ve kafa karıştırıcı bilgiler yayarak Chavez’e karşı komploya katıldılar. Washington’da bulunan Amerikan Devletleri Örgütü ve AB 4 Aralık seçimlerinin “çoğunlukla dürüst” olduğunu ama oy kullanmada “bazı düzensizliklerin” de bulunduğunu ve seçim memurlarına güvensizlik olduğunu söylediler. Bunların amacı uluslararası kamu oyunun gözünü boyamak idi.
Amerika Birleşik Devletleri, “demokrasi” bağırışları arasında Venezüella’nın demokratik olarak seçilmiş hükümetini devirmeye uğraşıyor. Bu kirli işi yaparken de Latin Amerika’da bir dizi kukla hükümetlerin kendi dediğini yapacağına güveniyor. Başkan Chavez, Fox’u bir kukla olarak nitelerken haklıydı. Ama Avrupa Topluluğu’ndan daha iyi bir davranış beklerken haklı değildi. Her ne kadar Washington ile onun Avrupalı “müttefiklerinin” arasında belirli çelişkiler varsa da, hepsi birden sosyalizme ve devrime karşi dünya ölçeğinde birleşmişlerdir. Venezüella’ya karşı değişik davranışlar sadece taktiksel boyutlardadır. Bunların temelde farklılıkları yoktur ve AT Chavez’i ya da Devrimi savunmak için paramağını bile kımıldatmaz. Hatta tam aksine, kârlı petrol anlaşmalarından ceplerini doldururken öte yandan sempatileri Venezüella burjuvazisi ve muhalefetine yöneliktir. AB gözlemcilerinin davranışları bunu göstermektedir.
Bu, belki de tarihin en yakından izlenen seçimiydi. İlk defa olmasa da, yabancı gözlemciler bir ordu gibi Caracas üzerine çökerek seçim sürecinin her bir detayını mercek altında incelediler. Washington’un, Carlos Andres Perez ve dostlarının açıktan hileli olan seçimlerini geçmişte neden bu kadar ince eleyip sık dokumaya gönüllü olmadığını sorabiliriz. 1989’un Şubat’ında, bu büyük “demokrat”ın, silahsız binlerce kadın, erkek ve çocuğu katleden Caracazo olayında niye müdahale çağrıları duyulmadı? Rejim değişikliği isteyen talepler o zaman neredeydi?
Washington’un, onun kuklalarının ve Avrupa Birliği’nin davranışları tamamen bir ikiyüzlülüktür. Eğer düşük oy verme seçimi kazanan adayın diskalifiye edilmesini getirseydi Beyaz Saray’a onlarca yıl tek bir Başkan seçilemezdi. 1994’de Kongre’de Cumhuriyetçilerin zaferi oy kullanma hakkı olan nüfusun sadece %17’siyle sağlanmıştı. Bu arada, ABD’de seçimlerde oy vermeme oranının ortalama %70 olduğunu da söylemeliyiz. Avrupa parlamentosu için yapılan son seçimlerde (2004 Haziran) on ülkeden katılım sadece %28 idi. Hatta, Fransa’nın son parlamento seçimlerinde Jacques Chirac’ın partisi %70 oy vermeme oranına karşın, sadece %16 oyla kazandı.
Kolombiya’da, Beyaz Saray’ın ve faşist yarı-askeri güçlerin sevgilisi Başkan Alvaro Uribe %80 seçime katılmama oranıyla kazandı. Venezüella’ya bakarsak, AD ve COPEI gibi partiler 40 yıllık yönetimlerini seçim hileleriyle sürdürdüler ama şimdi en adil demokrasiyle yapılan seçimleri eleştiriyorlar.
Dış Politika
Birkaç ay önce Caracas’ta bir Dışişleri Bakanlığı temsilcisine Avrupa Birliği delegasyonundan adil bir davranış beklemenin gerçekçi olamayacağını söylemiştim. Bu ikazın yerinde olduğu ortaya çıktı. Uruguay’ın başkenti Montevideo’da bir demeç veren Chavez, Amerikan Devletleri Örgütü’nün (ADÖ) ve AB’nin yanlı raporlarını reddederek, bu raporları bir “tuzak” olarak niteledi. Bu çok doğrudur. Chavez, Güney Amerika uluslarından gelen ve Venezüella’ya Mercosur ticaret bloğuna hoşgeldin ziyaretine gelen bir delegasyona, Bu, Venezüella’ya karşı bir taktiktir. Bir mayın tarlası döşediler, geriye bir mayın tarlası bırakarak Venezüella’nın dengesini bozmaya uğraşıyorlar” dedi.
Başkan, daha sonra, “Amerika Devletleri Örgütü’nden (ADÖ) ve Avrupa Birliği’nden gelen bu delegeler Venezüella halkının çıkarlarına ve Venezüella Demokrasisine karşı gizli işbirliği içindedirler” dedi. Bu da doğrudur. Sözde “tarafsız yabancı gözlemciler”in gerçekte tarafsız olmasını sanmak saflıktı.
Mercosur toplantısına katılan ADÖ Genel sekreteri Jose Miguel Insulza, burjuva diplomasisinin o meşhur yapay tatlı kurnazlığıyla yanıt vererek, misyonun raporunun daha ilk aşamada olduğunu, Chavez’in kaygılarını göz önünde bulunduracağını, falan filan söyledi. Ama Chavez’in söylediklerine karşın, “Şunu da sadece söylemek isterim ki, ADÖ’nün misyonu Venezüella hükümetince istenmişti” dedi.
Bolivar Devriminin en zayıf ve yetersiz tarafı dış ilişki siyasetidir. Devlet aygıtının içinde, karşıdevrimci eğilimlerin en güçlü olduğu yerin dış ilişkiler heyetinin olması bir şans eseri değildir. Elçilerin çoğunun güvenilmez oluğu ve ilk fırsatta bunların karşıdevrim tarafına gidecekleri bilinir.
Bu dış ilişkilerde yokluğu çekilen gerçek devrimci bir dış siyaseti telafi etmek amacıyla başkan yabancı liderlerle kendisi dolaysız ilişkilere girmeye uğraşmıştır. Washington’un Venezüella’ya uygulamaya uğraştığı diplomatik izolasyonu kırmak için Chavez, ABD ile farklı düşünen, ya da, “ilerici” görülebilecek hükümet ve ülkelerle anlaşmalara gitmeye çabalamıştır. Niyet iyidir, ama sonuç hep istenen şekilde sonuçlanmamıştır.
9 Aralık 2005’te Economist dergisi, dudak bükerek, seçimleri, “hani, Saddam Hüseyin’in yaptığı cinsten, %99 oy alarak ‘kazanılan’ seçimler” olarak nitelemiş ve acıyla, “Parlamento’nun içinde, 1999’dan beri bu Latin Amerikan ülkesini yöneten ve gelecek yıl bir altı-yıllık yeni döneme daha başlamak üzere olan başkana artık muhalefetin kalmadığı” gerçeğini dile getirmiştir.
Dergi, muhalefetin nasıl işe yaramaz olduğunu, ve gerçekten de bunların, “kredisini yitirmiş eski elitlerden oluşan, bölünmüş, güçlü bir lideri bulunmayan, ve kurnaz başkan tarafından devamlı oyuna getirilen” bir kesit olduğunu yazmıştır.
Ama bu sağcı derginin bile itiraf etmek zorunda kaldığı şey ise:
“Gerçekten, seçimlerden çekilen muhalefet partileri ne olursa olsun kazanamayacaklarını biliyorlardı. Seçimlerden önce Bay Chavez’in MVR partisi ve yandaşları az bir farkla koltukların çoğuna zaten sahiptiler. Başkan da, her ne kadar bu yılın başındaki %70’lik desteği yarıya düşse de, gerçekten seviliyor. Bay Chavez, iki temel partinin dostça iktidarı bir ileri bir geri alıp verdikleri ve beraberce çıkarlardan yararlandıkları eski düzeni değiştirdiğini iddia ediyor. Venezüella’nın yoksul kitlelerine bolca bahşettiği ilgiden dolayı, onu destekleyenler ona tapıyorlar.”
Dergi inlemelerine devam ediyor:
“Artık üçte iki çoğunlukla Bay Chavez anayasayı istediği gibi değiştirebilir. Bu da, devletin ekonomiye daha fazla karışması ve başkana daha az sınır tanıması demektir. Bay Chavez’in 2006 Aralık ayındaki seçimlerde kolayca kazanmasına neredeyse kesin gözüyle bakılabilir.”
“Venezüellalı lider Fidel Castro ile dosttur ve Küba, binlerce doktorun servisinden yararlanmak karşılığında, Venezüella’dan ucuz petrol almaktadır. Arjantin’in başkanı Nestor Kirchner de Bay Chavez’e yanaşıyor görünmektedir. Venezüella Arjantin’in borçlarını devralmaktadır ki bu da Bay Kirchner’in IMF’ye kafa tutmasını kolaylaştırmaktadır. Bay Chavez’in arası, aynı zamanda, daha ılımlı bir solcu olan Brezilya başkanı Luiz Inacio Lula da Silva ile de iyidir. Uruguay’ın yeni solcu başkanının eklenen desteğiyle Venezüella bölgesel bir ticaret bloğu olan Mercosur’a da girmeyi ummaktadır. Bu, Bay Chavez’in petro-diplomasisi için yeni bir alan açabilir. Ancak, tersi de gerçekleşerek, komşularının onu yumuşatmasına da yol açabilir.”
Daha sonra, “Çin ve İran ile de dosttur. Bazı Amerikalılar, Venezüella aracılığıyla Arjantin’le nükleer işbirliği üzerine konuşmalar yapmak İran’ın (nükleer) bomba yapmakta işine yarayabilir” demektedir. Irak’ın işgalini haklı çıkarmak için de işte bunun gibi tezler savunulmuştu.
Venezüella dünyanın beşinci büyük petrol ihracatçısıdır. Bu muhakkak ki Devrime bir rahatlık sağlamış, Chavez’e Karayipler ve Güney Amerika komşularıyla yaptığı enerji anlaşmaları vasıtasıyla destek kazandırmıştır. Ancak bu yolla sağlanabilen “destek” hem çok göreceli hem de kararsız olur. Venezüella Devriminin tek gerçek dostları işçiler, köylüler ve de Latin Amerika’yla bütün dünyanın yoksul halklarıdır. Böyle dostlara da Venezüella’nın gereksinimi olacaktır.
Bir çatışma kaçınılmazdır
Bütün bunların ardında ne bir söz savaşı ne de bir anayasa tartışması vardır. Bu, temel çıkarları ihtiva eden bir sınıf savaşıdır. Chavez, salt Venezüella’da değil, tüm dünya ölçeğinde, Latin Amerika’da sosyalist bir devrime gereksinim olduğunu ilan etmektedir. Washington da bunu doğal olarak, “bölgesel istikrarı tehdit etmek” olarak yorumluyor. Aslında, emperyalizm açısından bu doğrudur. Chavez’in sürekli devrim çağırışları yankısız kalmamaktadır. Bu çağırışlar, Bolivya’da, Ekvador’da, Peru’da, Arjantin’de ve Brezilya’da yoksul milyonlarca işçi tarafından dikkatle dinlenmektedir.
Bolivarcı Devrim, salt Venezüella’da değil, onun sınırları dışında da milyonlarca kişinin sevgisini kazanmıştır. Ancak bu devrimin hâla artık geri dönülemeyecek noktayı geçmediği de bir gerçektir. Venezüella oligarşisinin gücü hâla kırılmış değildir. Chavez parlamenter yolu seçmiştir. Ama bu seçimlerle sürecin tümü, o merkezi çelişkinin şu ya da bu şekilde nihaî olarak çözülmesi gereken kritik noktaya gelmektedir. Ulusal Meclis’teki büyük zafer, Başkan’ın 2012’de üçüncü kez başta kalabilmesi için gerekli anayasal değişikliği garantilemiştir. İşte Washington’un en fazla korktuğu şey de budur.
MVR milletvekili Cilia Flores, Pedro Carmona Estanga’nın 2002 darbesi sırasındaki kişisel koruması olan Gustavo Diaz Vivas’ın bir araya getirdiği bir grup emekli askeri subayın kayda alınmış söyleşilerini yayınlamıştır. Bu subaylar Oswaldo Suju Raffo, Antonio Guevara Fernandez ve Carlos Gonzales Caraballo’dur. Geçen Pazar, parlamento seçimleri olurken, bunların konuşmalarına göre, terörist eylemler düzenlenecekti.
Cilia Flores, “Seçimleri geciktirmek için terörist destabilizasyon entrikaları planlıyorlardı. Biz de muhalefet parti liderlerinin aniden seçimlerden çekildiğini gördük ve seçim yolunu reddedenlerin başka bir şey planladıklarını söyledik. Pek çok kimse “B Planı”nın ne olduğunu merak ediyordu, ama biz biliyorduk (ve halk da biliyordu) ve şimdi biz, dün (Çarşamba) Ulusal Meclis’e gelen kanıtları açıklamaya karar verdik” dedi.
Ulusal Meclis Başkanı Nicolas Maduro, kanıtlarda kendini gösteren olaylar dizisi hakkında halka bir çağrı yaparak düşüncelerini dile getirmelerini istedi. Bu kanıtların içinde, emekli General Oswaldo Suju Raffo, kayda geçmiş bir konuşmasında, ulusal ve uluslararası planın bölümleri arasında, Venezüella’da yapılacak şiddet eylemlerinin detaylarını anlatmaktadır. Sohbeti sırasında, silah alımı ve özellikle de Pentagon tarafından lisans verilmiş 40 İsveç AT-4’ün alımı üzerinde konuşmaktadır. Kaydedilen telefon konuşmasında, komplocular hükümet kurumlarına ve kod olarak “birinci sınıf yolcular” dedikleri liderlere nasıl saldıracaklarını açıklıyorlar.
Bunlar ciddi ihtarlardır. Seçim mücadelesi alanlardan sadece bir tanesidir. Bu alanın kamu desteği sağlamak ve kitleleri mücadeleye çekmek açısından çok önemi vardır. Karşıt kampların ne kadar destek gördüğünün bir ölçütünü verir. Ama hepsi bu kadar. Seçimler kendi başlarına hiçbir şeyi çözmezler. Oligarşi, kendi çıkarlarına ters düşen hiçbir yasayı, anayasayı ya da seçilmiş hükümeti tanımaz. İktidarı yeniden ele geçirmek için sabotaja, cinayete veya komplolara başvurmakta tereddüt etmez.
Venezüella oligarşisi ve onun Washington’daki patronları dur durmak bilmezler. 1989’da binlerce kişiyi katlederken bile tereddüt etmediler. 2002’nin 11 Nisan’ında başarısız darbe girişiminde de iki düzine kişinin ölümünden sorumlulardı. Halk ayağa kalkarak darbeyi önlemeseydi daha kaç kişi hayatını kaybedecekti? Danilo Anderson’un ve tek suçları toprak reformu istemek olan 80 köylünün cinayetinin arkasında bunlar vardı. Seçmenlerde korku ve panik yaratmak için seçimlerden bir gün önce Ulusal Seçim Konseyi’ne ve bir petrol rafinerisine bomba attılar. Kim bu insanların güç ve ayrıcalıklarını savaş vermeden elden çıkarabileceklerini bir an bile düşünebilir?
Demokrasi nasıl savunulur?
Birdenbire demeçlerde, imza toplamakta, Venezüella’da demokrasiyi savunma çağrılarında bir patlama görmekteyiz. Bunu söylemeye bile gerek yok. Altı yaşında bir çocuk bile size demokratik bir anayasanın faşist olana göre daha iyi olduğunu söyleyebilir. Ama, halkın mücadeleleriyle kazanılmış demokratik haklarını savunmak için verilen kavgada burjuva parlamenter demokrasisinin idealize edilmiş bir şeklini savunmak, hele hele, bunu eski İsraillilerin On Emir’i sakladıkları sandık gibi kutsamak gereksizdir.
Ama bize, “Peki de, artık bir yeni Anayasamız var. Öteki bütün anayasalardan farklı Bolivarcı Anayasa!” diyeceklerdir. Evet, Bolivar Anayasa güzel bir dokümandır. Dünyanın en demokratik anayasasıdır. Ancak, son tahlilde, anayasa bir kağıt parçasıdır. Bolivar Anayasası’nın o mükemmel prensiplerinin yaşama geçmesi ya da kağıt üzerinde kalması ne yazıldığına değil sınıfların gerçek güç dengelerine ve kitlelerin mücadele isteklerine bağlıdır.
İşçi ve köylülerin Bolivar Anayasası’nı, kitlelere sınıf savaşımını geliştirmeleri ve çıkarlarını korumaları için en iyi bir yasal içerik veren tutarlı bir demokratik doküman sağladığı için koruyacaklarını söylemeye bile gerek yoktur. Ancak, kitleler için demokrasi bir amaç değil, amaç için kullanılan bir araçtır. Eğer yaşamlarını iyileştirmeye yol açmıyorsa, toplumun temelli bir değişimine yol açmıyorsa, fazla bir değeri yoktur.
Evet, 4 Aralık seçimleri bir zaferdi ve Devrim’de yeni bir evre açmıştır. Ancak bir savaşta muharebe kazanılıp savaş kaybedilebilir. Homojen bir Chavista Ulusal Meclis seçimleri büyük bir avantajdır, ama bu eğer Meclis kararlı bir şekilde davranmazsa fırlatılıp atılabilecek bir avantajdır. Tekrar etmeliyiz: tek ve kendi başına seçimler hiçbir şeyi çözmezler. Seçimler, sınıflar arasında yeni ve daha haşin mücadelelere yol açarlar. Bu görmezden gelinemez.
1930’larda, İspanyol Cumhuriyeti dönemlerinde, faşistler demagojiyle işçi ve köylülere şunu soruyorlardı: Que te da a comer la Republica? (Cumhuriyet size karnınızı doyurmak için ne veriyor?) Şu da gerçektir ki, faşistler başa geçince işçi ve köylülerin karnı doymadı, aksine daha da kötü oldular. Buna rağmen, Cumhuriyet’in toprak sahipleri ve kapitalistlerin elinde bıraktığı iktidarın yarattığı hayal kırıklığı yüzünden giderek gelişen ilgisizlik ve yitirilen inanç duygularına dayanarak faşistler kendilerine bir taban bulabildiler.
Bolivarcı Devrim’in başarı ya da başarısızlığı tek ama tek bir şeye bağlıdır: mülksüzleştirilen kitlelerin, işçi ve köylülerin aktif desteği. 2002 Nisan’ındaki darbede ve daha sonraki patronların sabotajlarında Devrim’i çöküşten kurtaran tek şey kitlelerdi. Ağustos 2004’te Hükümeti Düşürme Referandumu sırasında karşıdevrimin gelişimini tek engelleyen kitlelerdi. Herhangi bir ciddi bir gözlemci için bunlar zaten bilinen şeylerdir.
Bu yüzden, kitleler eğer kırgınlık ve ilgisizliğe boyun eğmeye başlarlarsa bunun aşırı bir kaygıya neden olması gerekir. Kitlelerin duygularındaki kaymaları anlamak için bir sürü istatistikleri incelemek gerekir ki, seçim sonuçları da bize önemli kavramlar sunar. İtiraf etmeliyiz ki, seçim sonucu sayıları yüzde yüz kesin bilgi vermez. Bunlar, hareketli bir film gibi değil, durgun bir fotoğraf gibidir. Bize, kitlelerin belirli bir andaki duyguları hakkında bazı şeyler söyler.
Şirketlerin kitle medyası doğal olarak yüksek çekimserlik sayılarına yoğunlaşarak seçim sonuçlarını meşruluktan arındırmak istemekte ve karşı devrimci entrikalarına bazı bahaneler bulmaya uğraşmaktadır. Bu zaten bellidir. Ancak, gene de, bu seçime yüksek oranda katılmama devrimci bir bakış açısından bir açıklama beklemektedir. Resmi açıklamalar –ki, muhalefetin saldırılarına karşılık olarak yazıldıkları bellidir- bu seçimlerde oy kullanmamayı önemsizleştirmeye uğraşmaktadırlar. Her zaman gerçeğin gözbebeğine bakması gereken devrimciler için bu açıklamalar, ne kadar rahatlatıcı olsa da, değersizdir.
Resmi çizgi, muhalefetin boykotunun ve başkent de dahil birkaç eyalette görülen “şiddetli” hava durumunun oy vermeyi zorlaştırdığı şeklindedir. Ama sonuç olarak ne muhalefetin davranışı, ne de hava durumu düşük seçmen katılımı için suçlu bulunamaz. Belki Chavez taraftarları sonuç önceden belli olduğu için oy vermediler. Ancak, bu düşük oranın daha ciddi bir nedeni de olabilir. Kitleler liderlere bir ihtar gönderiyorlar. Kitleler, nutuklardan, sözlerden, resmi geçitlerden ve sloganlardan bıkıyorlar artık. Onların Devrim’i ilerletecek, oligarşinin gücünü yıkacak ve yaşamlarını değiştirecek eylemlere gereksinimleri var.
Demokrasiyi savunmak ve bir faşist darbeyi engellemek için Devrim’i durdurmak, geri adım atmak ve muhalefet ve emperyalizme ödünler vermek isteyenler yanılıyorlar. Bu gibi taktikler sadece karşıdevrimcileri arsızlaştıracak ve onları daha saldırgan ve şiddetli kılacaktır. Zayıflık saldırganlığı davet eder ve bu basit gerçek Bolivarcı Devrim’in her bir evresinde kendini göstermiştir.
Bize Devrim’i durdurmamızı söyleyenler bindiği dalı kesen biri gibi davranmaktadırlar. Kitlelerin bir bölümünün hoşnutsuz olmasının nedeni (ki, bu hoşnutsuzluğun mevcut olduğunun inkârı aptalcadır) Devrim’in çok ileri, çok hızlı gittiği değildir. Aksine, bu hoşnutsuzluğun nedeni Devrim’in yeteri kadar ileri gitmemesi ve ilerlemesinin çok yavaş olmasıdır. İnsanlar, oligarşinin hâlâ bankaların, toprağın, endüstrinin çoğunu elinde tuttuğunu görünce; hâlâ eski belediye başkanlarının, valilerin ve devlet memurlarının yerlerinde oturup zenginleştiklerini ve devleti yağma ettiklerini görünce, kendilerine bunlara nasıl izin verildiğini ve bu Devrim’in gerçekten kimin için yapıldığını soruyorlar.
İşte gerçek tehlike de burada yatmakta! Tehlike, ne seçim kazanabilen ne de sokaklarda ciddi bir ayaklanma örgütleyebilen bölünmüş ve morali bozuk muhalefette yatmıyor, ne de, durmadan kimsenin inanmadığı yalan ve kusmuk seli yaratan sarı basında. Tehlike, Devrim’in kitleler içinde tabanını yitirmesidir. Kitleler Devrim’in hayatlarıyla korunmaya değmediğini düşünmeye başladıklarında, Ulusal Meclis’te kaç koltuğu olursa olsun, Devrim kaybedilmiştir.
Eyleme Geçme Zamanıdır!
1998 yılında, Demokratik Eylem Partisi 10.9 milyon seçmenin %11.24 oyunu alarak Meclis’in kontrolünü eline geçirmişti. Bu parti 1.24 milyon oy almıştı. 2000 seçimlerinde ise Chavez’in Beşinci Cumhuriyet Hareketi, Ulusal Meclis’in kontrolünü %17, yani 11.7 milyon seçmen arasından 1.98 milyon oyla ele geçirmiştir. 4 Aralık 2005’de Chavez ittifakı, 14.4 milyon seçmenden, yaklaşık 3.2 milyon, yani %22-23 oy almıştır. 1998 ve 2000’de Ulusal Meclis’in “meşru”luğundan kimsenin şüphesi yoktu. Ama şimdi muhalefet, Ulusal Meclis’in, seçmenlerin %22-23 desteği olduğu halde “meşru olmadığı” üzerine velvele etmektedir. Acaba neden?
Bunun nedeni, Washington’un ve onun yerel oğlanlarının Chavez’in seçim zaferinden yararlanarak devrimci süreci ilerletmesinden korkmalarıdır. MVR şimdi, Ulusal Meclis’te 114 koltuğuyla anayasal değişiklikler ve kilit atamalar yapabilmeyi olanaklı kılan üçte iki çoğunluğu az farkla elde etmiştir. Bu yüzden kökten değişiklikler yapabilmek için kapı ardına kadar açıktır. Teknik açıdan, Ulusal Meclis’in, Devrim’i artık geri dönülemeyecek noktaya getirecek gerekli yasamayı onamaması için hiçbir neden yoktur. Bunu yasal olarak yapabilir. Ama yapar mı? İşte kesin sorun buradadır.
Yapılması gereken, karşıdevrimi yenebilmek ve onu ekonomik ve toplumsal tabanından yoksun bırakmak için en enerjik ve kesin eylemlerdir. Kitlelerin liderlerinden talebi işte budur. Ama liderler kitlelerin bu isteğini yerine getirebilecekler midir? Yoksa, oligarşi ve emperyalizm tarafından baskı altına alınmayı, tartaklanmayı ya da şantajı kabul ederek geri adım atarak, kaypak sözler söyleyip, karşı devrimle bir kez daha uzlaşmaya çabalayacak, yani imkansızı mı gerçekleştirmeye çalışacaklardır?
“Demokrasiyi koruma”nın ilerici bir anlamı, ancak demokrasiyi tehdit eden güçleri -yani oligarşiyi- silahsızlandırmak ve bastırmak için topyekün mücadele içerdiği zaman vardır. Bu ise, Ulusal Meclis’te demokrasinin güzellikleri hakkında tatlı söylevler vererek yapılmaz. Bu hem zaman kaybı hem de karşıdevrim güçlerine inisiyatifi devretmek anlamına gelir. Aksine, bu mücadele, tabandan gelen devrimci kitle eylemleriyle olur.
Yapılabilecek en berbat hata, muhalefetle bir uzlaşma aramak ya da onların içindeki o sözde liberal “demokratik” elemanlardan destek noktaları aramak olacaktır. Bunlar hepsinden daha hain ve tehlikeli elemanlardır. Eğer “demokrasiyi savunmak” denilen şey, burjuva Devrim düşmanlarına kapıları “birleşik cephe” maskesi altında açmaksa, bu demokrasiyi savunmak değil, sadece Devrim’i mahvetmektir. Bu, karşıdevrimin demokratik maskeli sloganıdır.
İşçiler, köylüler ve devrimci gençlik faşist reaksiyona karşı kendi metotlarıyla savaşacaklardır: sokaklarda, fabrikalarda, tarlalarda ve askeri garnizonlarda. Eğer Meclis toprak sahiplerinin ve kapitalistlerin gücünü yok etmeye yönelik ciddi tedbirler almaya başlarsa bu kitleler müthiş bir hevesle savaşacaklardır. MVR artık Ulusal Meclis’e tamamen hakimdir. İktidarını devrimci bir şekilde kullanmalıdır: topraklara, bankalara ve bütün kilit endüstrilere el koymak için acil yasalar çıkarması gereklidir. İşte bundan sonra halka giderek tepkilerini göstermesini isteyebilir, ve halk da o zaman can-ı yürekten yanıtlayacaktır bu isteği.
İşte Ulusal Meclis’ten talebimiz budur! Ancak ne Ulusal Meclis’i ne de başka birini beklememeliyiz. Eğer karşıdevrimle savaşma gereğinde ciddiysek, Devrim’i savunma komiteleri kurmalıyız. Bu komiteler işçiler, köylüler ve kent yoksulları tarafından en azimli ve kendini adamış savaşçılar içinden seçilmelidir. Komiteler yerel, bölgesel, eyalet ve ulusal düzeylerde ilişkili olmalıdırlar. Bu komiteler aralarında karşıdevrimcileri silahsızlandırma ve bastırma eylem planlarını tartışmalıdır. Bu ise, kitlelerin kendisinin silahlanması anlamına gelir. Eğer karşıdevrimciler Pentagon’ca silahlandırılıyorsa, halka de kendilerini savunmak için silah verilmesi gereklidir. Durumun kaçınılmaz mantığı budur.
Muhalefetin müthiş zayıflığı göz önüne alındığında, bunların Bolivarcı Hareket’e, özellikle de üst düzeylere, sızma arayışları içinde olacakları kaçınılmazdır. Hareketin ise heterojen yapısı, içinde dürüst savaşçıların yanında kendini Chavista hareketine kişisel çıkar manevraları için geçici olarak eklemlemiş her türden bürokratların, kariyercilerin ve yolsuz elemanların bulunması anlamına gelir. Bu elemanlar, düşmanın Devrim’in altını kazıp onu içerden çökertecek Truva Atlarıdırlar.
Hükümet içinde işçilerin davası için mücadele eden dürüst Bolivarcılar ya da işçi denetimini ve kamulaştırmayı destekleyen köylüler vardır. Ama bunlar, Başkan’ın kararnamelerini sabote eden ve Devrim’i çökertmeye çabalayan sağcı elemanlarca sürekli bloke edilmektedirler. Bu yüzden, Devrim’i savunma mücadelesi ve karşıdevrimcilerle savaş, içerdeki gizli düşmana (Beşinci Kol’a) karşı doymak bilmeyen bir mücadele gerektirir.
Kitleler oy vermekte haklılardı. Ancak bütün önemli kararları Meclis’e bırakmamaları gerekir. Ulusal Meclis’teki ve hükümetteki dürüst Bolivarcılar işçileri destekleyeceklerdir. Ama, kapitalizm yanlısı elemanlar ellerindeki her olanakla direneceklerdir. Venezüella’nın işçi ve köylüleri kapitalizm yanlısı “Bolivarcıları” yenmek için harekete geçmeye hazır olmalı ve Ulusal Meclis’in devrimci halkın taleplerini yerine getirmesini garantilemelidirler. Ulusal Meclis’e baskı ve kamu isteklerini göstermek için kitle gösterileri ve toplantılar örgütlenmelidir.
Devrim’in sonunda ele alması gereken merkezi sorun devlet sorunudur. Uzun yıllar önce Marx, işçi sınıfının, mevcut burjuva devletini basitçe ele geçirerek toplumun sosyalist değişimini gerçekleştiremeyeceğini açıklamıştı. Eski ve saygınlığını yitirmiş Dördüncü Cumhuriyet kalıntısı devlet memurlar, bürokratlar ve öteki elemanlar görev yerlerinde kaldıkça Venezüella’nın işçi ve köylülerinin amaçlarına ulaşabileceği düşünülebilir mi? Bu elemanların kitlelerin çıkarlarını savunmada güvenilebilir insanlar olduğu söylenebilir mi? Bu sorular kendilerini yanıtlamaktadır.
Emekçi halk Bolivarcı bir hükümet için oy vermiştir, yani, toplumda kökten bir değişim için. Yeni Ulusal Meclis’in kendi çıkarları için kesin kararlar almasını beklemektedirler. Bu kararları geciktirmeden, almamak için hiçbir neden yoktur. Duruma anahtar olan, örgüt ve sınıf içgüdülerini temel alan işçilerin bağımsız eylemidir.
Emekçiler salt kendi güçlerine, kendi dayanıklılıklarına ve kendi örgütlerine dayanmalıdırlar. 4 Aralık Devrim için yeni ve kesin bir evre açmaktadır. Ama bu ancak kitleler avantajı yakalayıp, devrimci hareketi kendi ellerine alabilirlerse mümkün olur. Devrim’i her cephede ilerletebilmek için bastırmak zorundadırlar.
Aylarca önce Başkan, ya sahipleri tarafından terkedilmiş, ya da düşük kapasite altında çalışan fabrikaların uzun bir listesini okudu. Bu fabrikalara el konulmalı ve işçi denetimi altında çalıştırılmalıdır. İşçiler bunlara, topraklara ve bankalara Ulusal Meclis tarafından el konulmasını ve demokratik sosyalist bir üretim planı yerleştirmesini talep etmelidirler. Devrim’i ilerletmenin ve en sonunda artık geri döndürülemez hale getirmenin tek yolu budur. “Devrim içinde Devrim” kavramından kastedilen de bu ve sadece budur.

* Caracazo: 1989 yılında Venezüella başkenti Caracas’ta yoksul halkın ayaklanması. 27 Şubat 1989’da o zamanki başkan Carlos Andres Peres, IMF emriyle kemer sıkma programlarına başlayınca Caracas ve civarındaki gecekondu bölgeleri ayağa kalktı. Halk, gıda gibi yaşamın temel maddelerini bu hükümetin IMF ile ortaklaşa kendilerinden sakındığını söyleyerek dükkanları yağmaladı. Bazı sayılara göre sokaklarda ordu tarafından 250’den fazla (bazı kaynaklara göreyse bu rakam 4000’i bulmaktadır) insan öldürüldü. Ancak bazı askerler “vur” emrine itaat etmeyerek halkın yağmalamalarına yardımda bulundu. Bu olaylar salt iki hükümeti devirmekle kalmadı, ordu içinde pek çok askerin de halkın safına geçmesine neden oldu. Bu olaylarda ordunun ve devletin rolünü anlayarak kendisini halkın davasına adayan askerlerden biri de Hugo Chavez’dir.

ABD Haiti’de ne planlıyor?

ABD, pazartesi gününden önce, Haiti’deki mevcut askeri varlığını 10.000 çıkaracak.

Washington, 15 Ocak (EFE ajansı): Genelkurmay Başkanı Mike Muellen’e göre, ABD, pazartesi gününden önce Haiti’de bulunan 1000 askerini 10.000’e çıkaracak. Önümüzdeki birkaç gün içinde de bazı savaş gemilerinin de aralarında bulunduğu, yeni askeri donanımlar ve helikopterler gönderecek.

Muellen ile birlikte bir basın toplantısı yapan Savunma Bakanı Robert Gates, ABD’nin Haiti’deki varlığının, Karayipler ülkesi tarafından bir işgal gücü olarak görüldüğünü reddederek tersine bu bir “yardım” gücüdür, dedi.

Pentagon’un şefi, “bizi böyle, bir işgal gücü olarak gördüklerine inanmıyorum”, “Biz, depremden bu yana su, yemek dağıtmaya, tıbbi yardımda bulunmaya çalışıyoruz. Ben Haiti halkının, ABD’nin kendilerine bu tür yardımlar verdiğini gördükçe reaksiyonunun olumlu olacağına inanıyorum” açıklamasında bulundu.

Robert Gates, insanların çaresizlikleri nedeniyle “kötüleşen güvenlik durumunu düzeltmek veya yaygın şiddeti önlemek için olabildiğince kısa süre içinde topluma yemek ve su dağıtmanın ilk öncelikleri olduğunu” söyledi.

ABD bazı önemli savaş gemilerini Haiti sahillerine doğru göndermeye başladı. Mullen, günde yüz binlerce galon içme suyu üretebilme kapasiteli, 51 yataklı, üç ameliyat odalı, 19 helikopterli “Carl Vinson” gemisinin bugün oraya ulaştığına, dikkat çekti.

“Higgins” muhribinin destek, bakım ve arama çalışmaları için bölgede bulunmasının yanı sıra Sahil Güvenliğin orta büyüklükteki bazı teknelerinin helikopterlerle birlikte zaten halka yardım etmekte olduğunu açıkladı.

ABD’nin 82. Hava İndirme Tümen Birliğinden 100 kişilik bir grubun, hafta sonu boyunca, oraya gidecek olan tugayın geri kalanı (3500 piyade tugay askerinin) için Haiti’de kamp hazırlığında bulunmakta olduğunu, söyledi.

Helikopterler taşıyan ve her ikisi de güdümlü füzelerle donatılmış olan savaş gemileri "Normandy" kruvazörü ve "Underwood" firkateyni gelecek hafta bölgede olacak, dedi.

Karada ve denizde saldırı yeteneğine sahip grubun diğer iki gemisi “Fort McHenry” ve “Carter Hall” ile birlikte, "Carl Vinson" uçak gemisinin özelliklerine ve karada ve denizde saldırı gücüne sahip “Bataan” savaş gemisinin de bölgeye gideceğini, açıkladı. Bu filo, 22 Deniz Piyade Seferi Birliğini taşıyor (yaklaşık 2000 asker).

Analiz:
Gates, Haitililerin Amerikan askerlerini işgalci bir güç olarak gördüklerine inanmadığını, tersine kendilerini yardımcı bir güç olarak gördüklerine inandığını, söylüyor. Donald Rumsfeld de Irak işgal edildiği zaman aynen böyle diyordu.

Bütün medya, “orada tek aranan şey Haiti’ye insani yardım sunmaktır” diyen Washington’un resmi açıklamasını, aynı niyet ile bu olanlar üzerinden haber yapıyor.

Meksika, İngiltere, Arjantin, Uruguay, Venezüella, Nikaragua ve diğerleri gibi ülkeler, Haiti toplumuyla el ele vermek için doğal afetlerde uzmanlaşmış ekiplerini gönderirken Washington oraya; “Higgins muhribi”ni, güdümlü füze ile donatılmış iki savaş gemisini ve “Bataan”, “Fort McHenry” ve “Carter Hall” savaş gemilerini (bu son üçü, karadan ve denizden hücum edebilme yeteneğine sahip) gönderiyor.

Ayrıca önceki gün, Washington’dan CNN muhabiri, 22. Deniz Piyade Seferi Birliğine, ünlü 2200 deniz piyadesinin dâhil edildiğini ve bunların Haiti sınırları içinde iç kontrol görevini üstleneceklerini, duyurdu.

Michael Mullen’in söylediğine göre, diğer askerler yalnızca gemilerinde kalacaklar.

Barak Obama, Haiti’ye insani yardım için 100 milyon dolar verileceğini ilan etti ama etrafını insani ve sosyal konulara hâkim danışmanlarla değil savaş kabinesi ile çevreledi.

Anlaşılması gereken tek şey, bu 100 milyon doların insani yardım için değil, tersine ilan edilen askeri seferberliğin maliyetlerini karşılamak için kullanılacak olmasıdır (10.000 asker!).

ABD’nin Haiti’de ne arayacağını bilmiyorum. Ancak niyetinin (her zamanki gibi ve bu unsurlar altında) kutsalca bir şey olmadığını biliyorum.

Şayet ben Küba Devrimci Silahlı Kuvvetler Bakanı olsaydım dikkatimi bir dakika bile başka şeye vermezdim. Saldırı gemilerine bindirilmiş binlerce askerileri ve destroyerleri ile bu iyi çocukların neler yapabileceğini asla bilemezsiniz, öyle ya Küba üzerinden uçakla insani yardım yapmak pek yararlı olmasa gerek.

Ve dikkat, Küba hükümeti, Haiti halkına yardım amacıyla Amerika Birleşik Devletlerine, kendi toprakları üzerinden insani yardım uçuşları yapması için daha yeni izin vermişken.

Washington’un şahinleri, Büyük Antiller’i bombalama, malzemelerin transfer edildiğini duyurma, birtakım uçakları bombalarla doldurma fırsatını kaçırmamak için bu yolu kullanıyor olmasın.

Bunların hiçbiri olası görünmüyor, ama…
.....................................................................................................................................................................
'Haiti depreminin arkasında ABD var'
Depremin arkasındaki isim Amerika . İşte bu iddiayı doğrulayan bir açıklama da bir Avusturyalı profesörden geldi.
Innsbruck Politik Bilimler Enstitüsü'nde çalışan Claudia von Werlhof, Alaska'da bir askeri araştırma merkezinde ham petrol bulmak için bulundurulan, suni deprem oluşturan makinelerin bilinçli olarak Haiti'de deprem oluşturması için kullanıldığını iddia etti. Haiti'ye asker sokmak için Amerika'nın böyle bir yola başvurduğunu ileri süren Profesör Von Werlhof, deprem ile birlikte Amerika'nın ülkeye 10 bin asker gönderdiğine de dikkat çekti.

Enstitü Başkanı Ferdinand Karlhofer ise Werlhof'un iddialarına her nekadar karşı çıksa da bu iddiaları ortaya koyan birçok düşünce kuruluşu ve biliminsanı da var.

Yeni Kapitalizmin Teknolojiyle Göbekbağı


Citigroup Bankası, 2008 yılında ABD hükümetinin 45 milyar dolarlık kurtarma planını kabul etmeden önce 25 bin yazılım uzmanı çalıştırıyor ve işletim masraflarını hesaba katmazsak enformasyon teknolojilerine 4,9 milyar dolar yatırım yapmış görünüyordu. Aynı şekilde Lehman Brothers da 2008 Eylül’ünde batmadan önce dünyanın dört bir yanındaki 25 bin sunucuda tutulan 3 bin yazılımı işletiyordu. Dolayısıyla piyasa sisteminin karanlık bir sektöründe mali kriz patlak verdiğinde, ağlar ölümcül etkileri merkezden çevre ülkelere doğru yaymak için hazır bekliyordu.(1)

Enformasyon sanayinin 2008 Küresel Mali Krizi’nde oynadığı rol bugüne kadar dikkatlerden kaçtı. Tıpkı iletişim ve finans arasındaki karşılıklı derin ilişkinin gözlerden kaçması gibi.

David Harvey’nin belirttiği ‘uzamsal-zamansal düzenlemenin’ bir unsuru olarak 1970’li yılların başında yönetici sınıflar bir diğer ekonomik krizi önlemek amacıyla yeni enformasyon ve iletişim sistemlerine başvurdular. Hedefleri öncelikle sermayeyi büyük artış getireceği düşünülen bir sektöre yönlendirerek kârları canlandırmaktı. Enformasyon ve iletişim teknolojilerine (EİT)* devasa yatırımlar başlarken, ‘enformasyon toplumu’ olarak adlandırılan yeni bir altın çağa girdiğimiz fikri sağduyunun sesi haline geldi.(2)

Fakat enformasyon finans için sadece yatırımdan ibaret olmadı. Enformasyonun stratejik önemi ulusaşırı sermaye akışlarının sürekli artışıyla ortaya çıktı; büyük şirketler dört bir yanda fabrikalar, bürolar, madenler, çiftlikler satın alarak paralarını ulusal pazarın sınırları ötesine yatırmaya başladı. (3) İşte bu fetih hareketi sırasında enformasyon ve iletişim sanayine başrol teslim edildi.

Üretimi yeniden yapılandırmak ve artık küreselleşen işleyişlerini sağlamlaştırmak için çok uluslu şirketler (ÇUŞ) enformasyonel hâle geldiler; stratejilerindeki, ticari politikalarındaki ve pazarlara ulaşımlarındaki değişimlere uyum sağlayacak şekilde ağ sistemlerini sürekli yeniden tasarladılar. 1980’li yılların sonundan beri EİT ve yazılımlar ÇUŞ tarafından gerçekleştiren yatırımların yarısından fazlasını oluşturuyor. Ortadaki rakamlarsa astronomik seviyelerde; özel sektör ve kamu işletmeleri ABD’de sadece 2008 yılında enformatiğe 1,75 trilyon dolar yatırdı.(4)

Enformasyon ve iletişim kapitalist gelişmenin iki ana arteri haline gelirken, bazı teknolojiler de sektör farklılıklarını neredeyse ortadan kaldıracak noktaya ulaştı. Internet vasıtasıyla ücretsiz telefon konuşmasına imkân tanıyan bir yazılım olan Skype 2009’da kullanıcılarının sayısının 400 milyonu geçtiğini öne sürdü.(5) Sadece beş yıl içinde, bu şirket en büyük sınır ötesi iletişim sağlayıcısı haline gelerek devler masasında yerini aldı. Diğer VOIP (internet üzerinde ses taşınması) işletmecileri gibi Skype da sabit telefondan görüşme yapmayı artık yararlı görmeyen kullanıcıların pratiklerini değiştirerek mevcut telekomünikasyon işletmecileri üzerindeki rekabet baskısını artırıyor. Skype’ın başarısı geniş bant erişimi ve cep telefonunda yaşanan patlamayı hızlandırdı, tıpkı şirketlere yönelik internet hizmetleri arzını katmerlediği gibi.

Düşük fiyatlı bağlantı, enformasyon ve yazılımların kısmen yeniden merkezileşmesine yol açıyor. 1980’lerden beri ağır basan, özerk ve çevrimdışı biçimde işleyen kişisel bilgisayarlardan oluşan model artık gerilerde kaldı. Veriler (e-postalar, kişisel fotoğraflar, şirket bilgileri, vs…) giderek daha fazla büyük işletmecilere ait sunucularda saklanıyor ki, buna ‘bulut hesaplama’(6) deniyor.

Cep telefonları da bilgisayar ve televizyon pazarlarını tehdit ediyor. Dünyada yaklaşık 4,5 milyar cep telefonu mevcut ki, bunların son nesilleri multimedya olarak hizmet vermeye başladı. Apple’ın ilk cep telefonunun piyasaya sürülmesini izleyen dokuz ay boyunca bu ürüne yönelik yaklaşık 25 bin yazılım geliştirilirken (Apple’ın yeni gözde ürünü Çin ve Güney Kore’yi fethetti ve bugün yazılım rakamı 100 bini buldu), bu yazılımlar 800 milyon kez indirildi (download).

Diğer yandan Amazon, Apple ve Google müzik, kitap, bilgisayar oyunu ve sinema kartellerini koruyan bariyerleri süpürüp attı.(7) Sayısallaştırılan metinler, görsel-işitsel hizmetler ve yeni teknolojik aletler şirketler arasındaki yeni savaş alanını doldurmakta. CD pazarı çökerken, müzik endüstrisinde aslan payını paylaşan dört büyük oyuncu kârlarından bir kısmını Apple’a terk etmek zorunda kalıyorlar. Google’ın video sitesi YouTube karşısında zemin kaybeden yarım düzeni kadar çok uluslu sinema şirketi için de aynı durum geçerli. Reklam gelirlerindeki düşüş nedeniyle zor günler geçiren televizyon ise yüzlerce kablo ve uydu kanalı, cep telefonlarına yönelik programlar ve Hulu, BBC iPlayer ya da YouTube gibi internetteki yayın portalları yüzünden parçalanmış halde.

Tüm bunlar çok karmaşık görünüyorsa, nedeni zaten durumun karmaşık olmasıdır. Gözlerimizin önünde çok büyük boyutlu bir dönüşüm gerçekleşmekte. İçeriğiyle ya da çarpıcı gücüyle olsun, bu karmaşadan yeni bir sanayi doğacak ki, içinden çıktığı şartların bir avant-garde yüreklilikle gerçekleştirilen eski kültürel yenilenme şemalarıyla alâkası olmayacak. 1789, 1917 ve 1949 devrimlerinde toplumsal güçler kültürün biçimini dönüştürmek için güçlü eylemlerde bulunmuştu. Günümüzdeyse sermayenin himayesinde kültürel pratikler tüm dünyada yeniden tanımlanıyor. Buradaki hegemonyaya karşı koyma girişimleri şimdiye kadar siyaseten önemsiz seviyelerde kaldı.

İletişim teknolojileri tüm dönüşüm beklentilerinin odağı haline gelirken, ücretli emek ve piyasa anlayışı toplumun ve kültürün farklı alanlarına giderek daha fazla nüfuz ediyor. İnternet kapitalist toplumsal ilişki biçimlerinin yaygınlaştırılmasında en güçlü araç konumunda bulunuyor. İşte bu nedenledir ki, Web’in denetimi böylesine ateşli biçimde tartışılıyor.

Amerikan devletinin merkezi konumu

ABD bu tabloda önemli bir yer işgal ediyor. Barack Obama yönetimi, interneti işleten ve alan isimlerini veren Amerikan kurumu ICANN (Internet Corporation for Assigned Names and Numbers) üzerinde denetleme hakkı bulunacak uluslararası bir komitenin kurulmasına kısa süre önce onay vermiş olabilir.(8) Ancak buradan Washington’ın yaşamsal önemdeki bu araç üzerindeki gücünden vazgeçtiği sonucunu çıkarmak naiflik olur. Alan adlarıyla ilgili son Amerikan kararları orduyu, federal kurumları, bir sivil toplum kuruluşunu ve özel şirketleri bir araya getiren enteresan bir kurul tarafından alındı.

Özel şirketlerin otoritesiyse sembolik olmaktan çok öte bir konumda; Cisco tüm dünyaya internet donanımı satıyor; Google arama motorlarının ve video portallarının lideri konumunda bulunuyor; Facebook 300 milyon aktif üyesi olduğunu iddia ediyor; Apple en çok seçkinlerin aldığını yazılımlar üretiyor. İşletim sistemlerinin imparatoru Microsoft ve yarı-iletkenlerdeki dünya lideri Intel’den bahsetmeye bile gerek yok.

2005’te yazılım ve internet pazarına hâkim 25 şirketten 19’u ABD kökenliydi.(9) Mevzu siber savaşın silahlarıyla donanmak olduğunda dünyanın en büyük gücü hiç cimrilik etmiyor; işler konumdaki uyduların yarısından fazlası Amerikan bayrağı taşıyor.(10) Ancak Amerikan şirketleri sadece arzı belirlemekle yetinmiyor, talepleri de belirliyorlar. Wal-Mart veya General Electric gibi ağır toplar aynı zamanda dev sistem ve internet uygulaması tüketicileri ki, onların ihtiyaçları daha sonra dünyanın geri kalanına uygulanacak standartların belirleyicisi oluyor.

Dolayısıyla ABD’nin ekonomik hâkimiyeti açısından böylesi yaşamsal bir sektörde dizginleri bırakması pek olası değil. Fakat daha fazla kutuplu bir ekonomi politik yönündeki hareket iletişim sanayine de uzanıyor. Bundan böyle Amerikan hâkimiyeti daha güçlü rakiplerle yüzleşmek zorunda. Mesela küresel EİT piyasasındaki en değerli 250 şirkete baktığımızda “önceki yıllara göre 2006’da Amerikan şirketlerinin daha az sayıda olduğunu” diğer yandan Çin, Hindistan, Tayvan, Güney Kore, Singapur, Brezilya, Güney Afrika, Rusya ve Mısır’ın giderek daha önemli bir yer işgal ettiğini görüyoruz.(11) Son yıllarda Avrupa, Asya ve dünyanın başka köşelerinde önemli miktarda Amerikan olmayan sermaye birikimi oluştu: Samsung, Nokia, Nintendo, Huawei, Tata, SAP, Telefónica, DoCoMo, América Móvil, Vodafone veya China Mobile gibi. Ayrıca internete akan yatırımlar giderek daha fazla miktarda Hindistan, Çin, Meksika gibi gelişen ülkelerden kaynaklanıyor.

Amerikalı yetkililer yenilgiyi akıllarına getirmiyor. İletişim sanayinin ABD siyaseti üzerindeki etkisi azalmak bir yana artıyor. Sosyolog Mike Davis’in ‘Silikon Başkan’(12) olarak adlandırdığı Obama’nın seçimlerden bile önce Google ve IBM yöneticileri ile sektörün tüm büyük başlarını toplayan patron örgütü ITIC’in (Information Technology Industry Council) tam desteğini alması rastlantı değil. Bu lobinin önerileri yeni hükümetin ekonomiyi canlandırma planına önemli ölçüde etkide bulundu; geniş bandın geliştirilmesi için büyük sübvansiyonlar, sağlık programının enformatizasyonu, iletişim sanayicileri için geniş imtiyazlar, vs… Şubat 2009’da bu planının kabulünden sonra ITIC Başkanı Dean Garfield “Sesinizin duyulması güzel bir şey” diyerek memnuniyetini gizlemekte zorlanıyordu.(13)

Bununla birlikte Obama’nın destekçilerinin bu kadarla tatmin olacağı kesin değil. IMF Başkanı Dominique Strauss-Kahn Eylül 2009’da “Dünya ekonomisindeki büyümenin bir sonraki motoru ne olacak?” diye sorduktan sonra cevabın ‘kolay olmadığını’ söylüyordu. Enformasyon ve iletişim kapitalizmin yeniden canlandırılmasında 30 yıl önceki potansiyelini hâlâ taşıyor mu?

Yarın krizden çıkılacağını ilân eden davul seslerine rağmen finans kurumlarının büyük çoğunluğu hâlâ hükümet parasıyla hayatta kalıyor. Amerikan hükümeti otomotiv sanayinin üçte ikisinde yönetim kurulu kararlarını engelleyecek hakka sahipken, bu sektörde istihdam ve tüketim eriyor. Kriz ekonomiyi derinden sarsıyor, sektörler arasında farklılıklar olsa da. ÇUŞ kârı yeniden yükselişe geçse bile(14) otomotiv, finans, tarım, metalürji ve elektronik sektörleri kırılganlıklarını sürdürüyor.

EİT devlerini kriz durdurmadı

Peki EİT’nin durumu nedir? Kapitalist sistemin ana direği hâline gelen sektör krizden yara aldı. 2009 yılının ilk yarısında küresel reklam harcamaları – yaklaşık 500 milyar dolar – pek çok gelişmiş ülkede yüzde 10’dan fazla düştü.(15) Ekim ve Aralık 2008 tarihleri arasında piyasaların çökmesinden EİT muaf kalmadı, her ne kadar krizin etkisi çok farklı hissedilse de. Bazı şirketler hiçbir şey olmamışçasına müreffeh kaldılar; tıpkı 2009 başında rezervleri 20 milyar dolara varan Cisco ya da Microsoft (19 milyar dolar), Google (16 milyar dolar), Intel (10 milyar dolar), Dell (6 milyar dolar) ve özellikle de Apple (26 milyar dolar) gibi.

Her ne kadar hâlihazırda servet kazanan tek cep telefonu operatörü 2009 başındaki 18 milyar dolarlık kârıyla China Mobile olsa da Amerika kökenli ÇUŞ arasında yukarıda saydıklarımız en tepede, en zengin konumda bulunanlar. Böylesi nakit bolluğu daha az kârlı piyasalara yatırılan sermayenin sahip olmadığı bir hareket serbestisi getiriyor. 2009 sonunda iletişim teknolojisi devlerinin kudreti yerinde. Bunların “gelirlerinin bir kısmıyla rakiplerini satın alacakları” tahminleri doğru çıktı.(16)

Sektör yatırım ve kâr potansiyelini bitirmekten hâlâ çok uzakta. Krizin doruk noktası olan 2008 yılında ABD’de multimedya harcamaları yüzde 2,3 arttı (882,6 milyar dolara ulaştı). Bazı gözlemcilere göre EİT sanayisi gelecek beş yılda en fazla büyüme yaşanacak üç sektör arasında bulunuyor.(17)

Ekonomik durgunluk internet kullanıcılarının canlılığını pek etkilemedi. Son hesaplara göre internetteki trafiğin 2008’de yüzde 55, 2009’daysa yüzde 74 artmasına bakarak durgunluğun interneti canlandırdığı bile söylenebilir.(18) Yazılım ve işletim sistemlerindeki yenilikler ÇUŞ’e çok geniş bir yelpazedeki (eğitimden tarımdaki biyoteknolojiye kadar uzanan) sosyokültürel pratikler üzerindeki hâkimiyetlerini güçlendirme, tıp ve enerji gibi diğer sektörlerde yeni bir kâr döngüsü sağlama imkânı veriyor.

EİT’nin büyümenin rotası olarak kalmasına sevinmek mi gerekir? Aslında sayısal kapitalizm de selefleri gibi kriz dönemlerinden geçerken serpiliyor. Bununla birlikte eşitsiz paylaşılan bir toplumsal yüke, yeni tahakküm biçimlerine ve çok şükür ki, yeni direniş ve yapılanma imkânlarına yol açıyor.

FARC-EP’ten Yabancı Askeri Usler ile İlgili Açıklama




Kolombiya devrimci Silahlı Güçleri-Halk Ordusu (FARC-EP) tarafından Kolombiya ile ABD arasında yedi yeni askeri üssün kullanım hakkını ABD ordusuna veren ikili antlaşmaya ilişkin yapılan açıklamayı yayınlıyoruz – Latinbilgi.

“Onurlu Askerlere:
İliklerine kadar alçaklığa, kana, yolsuzluğa, köleliğe batmış, onursuzluğundan dolayı bir kere bile yüzü kızarmayan devlet başkanı Alvaro Uribe tarafından kabul edilen, ülkemizin vücuduna gömülen ve ucu Latin Amerika’nın kalbine saplanacak ve hedefi kurtarıcımız Simon Bolivar’ın tamamlanmamış özgürleştirici projesinin devamı olan ALBA ışığı altında ilerleyen halklarımızın demokratik ve bütünleşmeci sürecini engellemek olan emperyalizmin Kolombiya’da 7 yeni askeri üs kurma adımına karşı, onuruna sahip çıkan tüm askerlere, yurdumuzu ve Latin Amerika’nın onurunu savunmak için vereceğimiz kurtuluş savaşında halkımızla birlikte tek bir amaç doğrultusunda savaşmak için kardeşçe ve yurtseverce çağrıda bulunuyoruz. 


Subaylar ve Astsubaylar: General Joaquin Matallana (FARC-EP’in temellerinin atıldığı 1964 yılında, Marquetalia bölgesine yönelik ilk ABD destekli operasyonu yöneten o zamanlar yüzbaşı rütbeli bir subay-ç.n.) Meta eyaletindeki Lomalinda ABD yerleşim bölgesine girmek istediğinde, düşük rütbeli bir yanki askeri kibirli bir tarzda onu engelledi. Bu saygısızca küstahlık karşısında onuru zedelenen Kolombiyalı general bu büyük rahatsızlığını dile getirmek için devlet başkanı ile görüşmeye gitti. Kendisine verilen cevap şu oldu: ‘Hiçbir şey yapamam’. Bu cevabı veren içine kapalı, vatan kavramından yoksun, yanki yardakçılarının çayırında geviş getirmeye alışmış bir devlet başkanıydı. Haysiyetli bir general olan Matallana, Kolombiya’nın hiçbir toprağının yabancı askeri güçler tarafından işgal altında olamayacağı gerekçesiyle istifa etti. Bu olaydan birkaç yıl sonra Casa Verde’de (Yeşil Ev: bir dönem FARC Sekretaryasının toplu halde bulunduğu karargâha verilen ad-ç.n.) gerilla komutanları Manuel Marulanda ve Jacobo Arenas ile buluşmaya geldiğinde şu sözü vermişti: ‘eğer bir gün ülke yanki işgaline maruz kalırsa beni de hesaba katın!’. Marquetalia savaşındaki haysiyetli düşmanımızın sahip olduğu insani ve askeri kalite! İşte bu vatanı kendi içinde gerçek anlamda hisseden askerin göğsünden fışkıran onur duygusudur. 

Rütbeli ve rütbesiz tüm askerler: Washington hükümetinin yeni-sömürgeci projeleri karşısında ‘ABD en kötüsü ve aynı zamanda en güçlü olanıdır... Güçlüyle bir kez yapılan anlaşma, zayıfın ebediyen ona mecburiyeti demektir... Bir Kolombiyalının bu duruma düşmesinden tiksinirim.’ diyen Simon Bolivar’ın rüşvete boyun eğmeyen ve yurtsever tavrının aynını göstermeliyiz. Bugün öncelikli görevimiz, kaderimizin kalkanı olan Kurtarıcımız Bolivar’ın rüyası Birleşik Latin Amerika Cumhuriyetleri projesi altında halklarımızın birliğini sağlamaktır. Amerikamızın tarihinde Panamalı General Omar Torrijos, Dominikli Francisco Caamano, Perulu General Velasco Alvarado, Brezilyalı Prestes, Guatemalalı Abrenz gibi halkların gönlünde taht kuran anti-emperyalist birçok yurtsever asker öne çıkmıştır. 


Burada artık ülkemizdeki politik ve sosyal hareketlerle birlikte çabaları ortaklaştırarak, halk egemenliğinin ve onurun kök salmasını sağlamak için yurtsever direnişi oluşturma zamanı gelmiştir. Yurtsever askerler, Bolivarcı gerilla ve harekete geçmiş halk Amerikamız üzerinde dolaşan Monroe Doktrini kartalının saldırgan uçuşlarını durdurabilecek yegâne güç birliğidir. General Matallana’nın ülke egemenliğine saygı talep etme noktasındaki katıksız hissiyatını gerçeğe dönüştürelim. Dün haysiyetli düşmanımız bize böyle demişti: beni de hesaba katın, bugün biz size diyoruz: eğer cüret ediyorsanız bizi de hesaba katın, sadece ülke egemenliğini savunmak için değil, aynı zamanda Yeni bir Kolombiya kurmak için. 
En içten selamlarımızla, yurttaşlarımıza...”

FARC-EP Merkez Kurmay Heyeti Sekreteryası
Kolombiya Dağları, 06.11.2009
[Anncol Haber Ajansı’ndaki İspanyolca orijinalinden Türkçeye Canan Ateş tarafından Latinbilgi için çevrilmiştir]
Kolombiya'daki ABD üsleri ve Obama'nın 'barış'ı

ABD'nin tanınmış muhalif isimlerinden dil bilimci ve yazar Noam Chomsky ABD'nin Kolombiya'daki askeri üsleri üzerine yazdı. Chomsky makalesinde, Washington'un Kolombiya'da 7 yeni askeri üs kurma planlarını ABD'nin daha geniş ölçekteki dış politikası dahilinde inceliyor. Bazı Latin Amerika ülkelerinde ABD yardımıyla birlikte insan hakları ihlallerinin kesin bir şekilde arttığına dikkat çeken Chomsky yazısında "'barış dünyasına' doğru adımlar Obama'nın kampanya sloganı olan 'inanabileceğiniz değişim' söyleminin altına düşmüyor" diyor.

ABD-Kolombiya Askeri Anlaşmasının Gerçek Yuzu



ABD Hava Kuvvetleri tarafından yayınlanan resmi belge, Kolombiya'daki Palanquero askeri üssünün, Pentagon'a "Güney Amerika'da tam kapsamlı operasyonlar yapma fırsatı" tanıyacağını gözler önüne serdi. Bu bilgi, Kolombiya Devlet Başkanı Alvaro Uribe ve Birleşik Devletler makamlarının geçtiğimiz Ekim ayının 30'unda iki ülke arasında imzalanmış olan askeri anlaşma hakkında yapmış oldukları açıklamalarla çelişiyor. İki ülke yetkilileri, bu anlaşmanın Kolombiya topraklarında uyuşturucu ve terörle mücadele konularını içerdiğini söylemişlerdi. Anlaşmanın asıl amacına ilişkin bölgede yükselen endişelere rağmen Başkan Uribe, ABD ile imzalanan bu anlaşmanın komşu devletleri etkilemeyeceğini birçok kez yineledi. Fakat Mayıs 2009 tarihli Birleşik Devletler Hava Kuvvetleri belgesi, Güney Amerika halklarının haklı olduğunu bir kez daha ortaya çıkardı. Belgeye göre, anlaşmanın altında yatan asıl niyet, "güvenlik ve istikrarın uyuşturucu kaçakçılığıyla desteklenen terör isyanları ve ABD karşıtı hükümetler yüzünden sürekli tehdit altında olduğu yarıkürenin bu kritik bölgesinde ABD'nin tam kapsamlı askeri operasyonlar yapmasını mümkün kılmak."
Washington ve Kolombiya arasında imzalanan askeri anlaşma Palanquero, Malambo, Tolemaida, Larandia, Apiay, Cartagena ve Malaga askeri üslerine giriş ve bu üslerin kullanımını mümkün hale getiriyor. Buna ek olarak, Kolombiya topraklarındaki "diğer bütün bölge ve üslere hiçbir kısıtlama olmaksızın girilmesinin ve bu alanların kullanılmasının" da önü açılmış oluyor. Bütün bu ayrıcalıkların yanı sıra, ABD özel savunma ve güvenlik müteahhitleri de dahil olmak üzere Birleşik Devletler askeri ve sivil personeline ülkedeki bütün üslerden- hatta ticari havaalanlarından- askeri operasyonlar için yararlanabilme yetkisi verilerek egemenliği zedelenen Kolombiya ABD'ye hizmet eden bir ülke haline geliyor.
Hava Kuvvetlerine ait bu belge, Palanquero'daki askeri üssün öneminin altını çizerek buranın ABD Güvenlik İşbirliği Bölgesi (CSL) haline getirilmesi amacıyla üsteki havaalanının, ilgili apronların ve diğer tesisatların geliştirilmesi için 2010 bütçesinden 46 milyon dolar ayrıldığını doğrulamıştır. "Palanquero'da bir Güvenlik İşbirliği Bölgesi (CSL) kurmak, COCOM'un (Muharip Komutanlık) Alan Durum Stratejisi'ni desteklemekte ve bizim bu ilişki ile var olan bağlantımızı göstermektedir. Bu CSL'nin geliştirilmesi, güvenlik ve istikrarın uyuşturucu kaçakçılığıyla desteklenen terör isyanları, ABD karşıtı hükümetler, yaygın yoksulluk ve sürekli yinelenen doğal afetler nedeniyle sürekli tehdit altında olduğu yarıkürenin bu kritik bölgesinde ABD'nin tam kapsamlı askeri operasyonlar yapmasını mümkün kılan fırsatlar sağlayacaktır. 
ABD'nin Güney Amerika'da "Amerika karşıtı hükümetler" derken hangilerini kastettiğini tahmin etmek zor olmasa gerek. Birleşik Devletler Meclisi ile Savuma ve Devlet Bakanlıkları tarafından Venezuela, Bolivya ve hatta bazen Ekvador'a karşı sıklıkla yapılan sert açıklamalara bakıldığında ALBA (Latin Amerika için Bolivarcı Alternatif) devletlerinin Washington tarafından "sürekli tehdit" olarak görüldükleri açık. Bir ülkeyi "Amerika karşıtı" olarak nitelemek onu ABD'nin düşmanı olarak görmekle aynı anlama gelmekte. Bu bağlamda, Kolombiya'yla yapılan askeri anlaşma, ABD'nin "düşman" olarak gördüğü ülkelerle dolu olan bu bölgeye verdiği tepkiyi gösteriyor.
Uyuşturucuyla Mücadele Operasyonları İkinci Planda
Birleşik Devletlere ait olan belgeye göre "Kolombiya'ya giriş, ülkenin ABD'yle olan ortaklığını ilerletecektir. Ayrıca güçlü güvenlik işbirliği ilişkilerinin olması, Güney Amerika'da yapılan tam kapsamlı operasyonların uyuşturucuyla mücadele kapasitesini kapsayacak olması açısından da iyi bir fırsattır." Bu açıklamaya göre, Kolombiya ve Washington arasında imzalanan askeri anlaşmada uyuşturucuyla mücadele operasyonlarının ikinci planda kaldığı açıkça ortaya çıkıyor. Belgede belirtilenler, Uribe ve Obama hükümetlerinin "uyuşturucu kaçakçılığı ve üretimiyle mücadele amaçlanmaktadır" açıklamalarıyla açıkça ters düşüyor. Belge, ayrıca, bölgedeki "Amerika karşıtı ülkeler"den gelebilecek "sürekli tehditler"le mücadele etmek için "sadece Kolombiya"da değil- bütün Güney Amerika'da yapılacak "tam kapsamlı" askeri operasyonların geliştirilmesinin gerekliliğine de vurgu yapıyor.
Palanquero Kıtasal Hareket için En İyi Seçenek
Hava Kuvvetleri belgesine göre "Kolombiya'da altyapı geliştirmeye yatırım yapmak için Palanquero şüphesiz en iyi yer. Üssün merkezi konumu operasyon bölgelerinin erişimine müsait... ve" izole halde olması Operasyon Güvenliği ve Kuvvetlerin Korunması'nı maksimum düzeye getirirken Birleşik Devletler'in askeri varlığının görünürlüğünü en aza indirgemekte. Burada amaç, var olan altyapıları mümkün olan en yüksek noktaya çıkarmak; çıkabilecek krizlere karşı ABD'nin hızlı cevap verebilme kapasitesini artırmak; bölgeye en düşük maliyetle erişim sağlamak ve burada varlığı devam ettirmektir. Palanquero, Horn Burnu (Güney Amerika'nın en güney ucu) dışında bütün Güney Amerika'ya erişimi sağlayarak devinim misyonunu desteklemektedir."
Casusluk ve Savaş
Belge bütün bunların yanı sıra, ABD'nin Palanquero'daki askeri varlığıyla, bu bölgedeki casusluk ve istihbarat operasyonları konusundaki etkinliğini artıracağını ve ABD silahlı kuvvetlerinin bölgedeki savaşma kapasitesini ilerletmesine imkân tanıyacağını gösteriyor.
"Bu CSL'nin geliştirilmesi, Birleşik Devletler ve Kolombiya arasındaki stratejik ortaklığı artıracak ve iki devletin de çıkarına olacaktır. Ayrıca bizim İstihbarat, Gözetleme ve Keşif (ISR) yürütme kapasitemiz artacak; küresel erişim geliştirilecek; lojistik gereklilikler desteklenecek; ortaklık ilerletilecek; savaş bölgesinin güvenliği konusundaki işbirliği artırılacak ve ülke dışı savaş imkânları genişletilecektir."
Belgedeki savaş söylemleri, Washington ve Kolombiya arasında imzalanan bu askeri anlaşmanın altında yatan gerçek niyet hakkında ipuçları veriyor: Artık Latin Amerika'da savaş çanları çalıyor! Geçtiğimiz birkaç gün, Kolombiya ve Venezüella arasında geçen tansiyonu yüksek tartışmalara sahne oldu. Yine sadece birkaç gün önce Venezüella hükümeti, Kolombiya istihbarat servisinden -DAS- 3 ajanın yakalandığını açıkladı ve Küba, Ekvador ve Venezüella'ya karşı yapılması planlanan birçok aktif istikrarsızlaştırma ve casusluk operasyonunu ortaya çıkardı. Operasyonlara "Fenix, Salomon ve Falcon- ilişkin bilgilere, yakalanan DAS ajanlarının üzerinde bulunan belgeler sayesinde ulaşıldı. Yaklaşık iki hafta önce, Kolombiya sınır bölgesi Tachira'da 10 cesede rastlandı. Yapılan araştırmaların ardından, Venezüella hükümeti bu cesetlerin ülke topraklarına sokulmuş Kolombiyalı paramiliterlere ait olduğunu açıkladı. Bu, Kolombiya'nın Chavez hükümetinin devrilmesi niyetiyle Venezüella topraklarında paramiliter bir devlet kurmak amacıyla yaptığı istikrarsızlaştırma planının bir parçasıdır.
Washington ve Kolombiya arasında imzalanmış olan bu anlaşmanın sonucunda bölgedeki tansiyon ve şiddet olayları artacak; Washington, Güney Amerika'da ilan edeceği bir savaşta Kolombiya'yı füze rampası olarak kullanacaktır. Latin Amerika halkları bu tehlikeye karşı güçlenerek birleşmelidir. Kıtanın bütünlüğü, Tiranlığın şiddetine karşı direnecek en büyük kuvvettir.
Birleşik Devletler Hava Kuvvetlerine ait olan söz konusu belge, 2010 bütçe gerekçesinin bir parçası olarak Mayıs 2009 tarihinde Meclis'e sunulmuş olan resmi bir devlet belgesidir. Belge, "Beyaz Kitap" gerçekliğini teyit etmektedir (Geçtiğimiz Ağustos ayının 28'inde Arjantin'in Bariloche şehrinde yapılmış olan UNASUR (Güney Amerika Ulusları Birliği) toplantısında Başkan Chavez'in Birleşik Devletler Hava Harekât Kumandanlığı Küresel Rota Stratejisi hakkında yapmış olduğu suçlama).
[Venezuelanalysis'deki İngilizce orijinalinden Yağmur Dönmez tarafından Latinbilgi (Sendika.Org) için çevrilmiştir.]