29 Mart 2010 Pazartesi

Felgenhauer: Askerin darbe yapma ihtimali var


RAHMİ YAĞMUR
/
MOSKOVA - Dünyanın önde gelen savunma uzmanlarından Pavel Felgenhauer, Türkiye’de darbe tehlikesinin henüz sona ermediğini düşünüyor. Ordunun hala politikada güçlü bir pozisyonda olduğu ve dış politikada yaşanacak gerginliklerin yeni bir darbenin yolunu açabileceğini iddia ediyor.

Felgenhauer, NATO’nun yeni stratejisinin Baltık alanındaki üstlenme ve Avrupa’nın askeri politikaları uygulama noktasında yenilik getirmeyi amaçladığını belirtiyor.

Ortadoğu’daki İran gerginliğinin İsrail’in bir saldırısı beklenmeden Körfez’de yaşanacak küçük bir kıvılcımın bile bütün bölgeyi büyük askeri çatışmaya sürükleme tehlikesi taşıdığını belirtiyor.

Dünyanın önde gelen savunma uzmanı gazeteci yazar Felgenhauer ANF’nin sorularını yanıtladı.

YENİ STRATEJİ BALTIK İÇİN ÖNEMLİ

* NATO neden yeni bir strateji oluşturmak istiyor?

- NATO’nun yeni stratejisinin eski stratejisinden, stratejik farkları olacağını sanmıyorum. Ama belgeyi hazırlama izleği oldukça uzun. Bütün üye ülkelerin onayından geçmek zorunda. Ama ilkesel değişikliler olacağını sanmıyorum. Çünkü son dönemde büyük değişikler olmadı. Fakat yapılacak değişikler stratejinin desteklenmesi ve istikrarına katkı sunacak değişiklikler olacaktır. Örneğin terörizm ve uyuşturucuyla mücadele konularında olabilir. Ama eksen konusunda değişikler yaşanmayacak.

Pratik uygulamalar güçlendirmesine yönelik kararlar alınmak isteniyor. Rusya ile Gürcistan savaşında ortaya çıkan anlaşmazlıklar yine Baltık ülkelerinin güvenliğini sağlamaya yönelik mekanizmalar güçlendirilebilir. Bu eskiden sözkonusu değildi. En ciddi değişiklikler oraya yönelik yenilikler olacak. Şimdi işte orda askeri tatbikat ve yeni manevralar yapılması planlanıyor. Belki de oraya başka ülkelerin bazı güçlerinin aktarımı söz konusu olur. Bu planı gözönünde bulundurmak zorunda. Çünkü, Rusya Gürcistan’a kendi vatandaşlarını korumak zorunda kaldıysa Baltıklarda da çok fazla Rus nüfusu var. Bunun bir tehlike oluşturduğunu biliyorlar. Bu ciddi bir değişiklik olur ama stratejik olmaz.

* Yeni strateji Batı Avrupa ve ABD’de arasında yeni sorunlara yol açabilir mi?

- Doğu Avrupa ile ABD arasında ciddi bir sorun yaşanmaz, ama baskılar sürecektir. Baskılar Batı Avrupa’nın daha fazla katkı sunmasına yöneliktir ama bu zaten 1945’ten bu yana yaşanan bir sorundur. Washington Avrupa’nın yeterli derecede harcama yapmadığını düşünüyor. Avrupa harcamaların yüzde 20 sini karşılıyor. Tabiî ki ABD tüm askeri harcamaların yüzde 60 yapıyor ve bununla karşılaştırınca Avrupa ‘az yapıyor’ diyebilir. ABD şimdiki en büyük talebi Avrupa’nın Afganistan’a daha fazla katkıda bulunmasıdır. ABD Avrupa’ya kendisini aptal yerine koymadan gerekeni yapmasını istiyor. Ama Avrupa’nın Afganistan’a ilgi görmemesi büyük bir sorun, Almayanın oradaki birlikleri sıcak çatışmalara katılıyor. Oysa bu başta öngörülmüyordu. Sorun işte bu pratik konulardan kaynaklanıyor stratejik sorunlardan değil. Her şeyden önce bu stratejik boyuttaki sorunlar olmayacak.

SENATO ANLAŞMAYI SIKI TUTUYOR

* Yeni START beklenenden daha mı gecikti?

- Evet, anlaşmanın daha çabuk imzalanacağı tahmin ediliyordu. Sanki bu anlaşma çok da önemli değilmiş gibi bir hava vardı. İlk anlaşma ağır gerginliklerin olduğu bir dönemde ele alındığı için ciddiye alınmıştı. Şimdi o düzeyde bir silah yarışı yok, ama sorun yine de ciddi. Rusya artık bir silahlanma yarışına giremediği gibi eski nükleer silahların bakımını bile yürütemiyor. Amerikalılar ise güçlerini sürdürüyor. Ama Washington, Moskova ile olan ilişkilerinin iyileşmesi ve önemli sorunlarda ortak tavır almaya çekmesi için bu anlaşmayı yapmaz zorunda. Yani ABD avantajlarına rağmen anlaşmayı yapmak istiyor. Ama anlaşma riske düştü, çünkü Rusya büyük taleplerde bulundu. Bu ABD kongresinde büyük sorunlara yol açabilir. Beyaz Saray bunu imzalayabilir ama kongre Obama’yı Amerikan’ın güvenliğini zaafa uğratmakla suçlayabilir. Kaldı ki anlaşma Senato’dan geçmesi gerekiyor, bunun için üçte ikilik çoğunluğa ihtiyaç var. Demokratlar tek başına bu kadar sandalyeye sahip değil. Bu görüşmeleri bir arkadaşım bir yürütüyor zten. Onu buraya birkaç defa davet ettiler. O Senato’ya bilgi eriyordu ama Senato bunu ret ediyordu. Tabiî ki sonuç itibarıyla bir belge imzalanacak, ama bunun Senato tarafından onaylanıp onaylanmayacağı çok net değil.

* Bulgaristan ve Romanya ile müzakere edilen füzeler konusunda yeni gerginlikler yaşanabilir mi?

- Rusya için hoş olmayan bir şeydir. Ama aynı zamanda Rusya’daki askeri kanadına bir tehlikeye işaret etme fırsatı sunuyor, ki onlar da bunu istiyor. Polonya ve Çekya’ya yerleştirilmek istenenler bile Rusya için büyük bir tehdit oluşturmuyordu. Buna rağmen bundan büyük bir tehlike yaratmayı başardılar. Rusya’da bazı askeri güçler var ki tehlike ne kadar büyük olursa onlar için daha iyi oluyor. Böylece askeri harcamalar için daha fazla bütçe ayrılmasını sağlıyorlar.

Diğer bir konu ise Rusya eski SSCB’nin Doğu Avrupa kanadının kendileri için özel bir anlam taşıdığını ve burayla ilgili kendisine danışılmasını istiyor. Silahlar konusunda ise bugün bunlar yerleştiriliyor yarın farklı şeyler yerleştirilir diye itiraz ediyor. Yani Rusya danışma hakkı istemekle aslında veto hakkı istiyor. Eski SSCB’yi kendi alanı olarak görüyor. Yâda onlara geçtiğini kabul ettiği noktada da kendilerinin dikkate alınmasını istiyor. Esas talep ise ABD alanda askeri yerleşimi olmamasıdır.

‘İRAN İKTİDARI ABD İLE KÜÇÜK BİR ÇATIŞMAYI İSTİYOR’

* İran konusuna gelmek istiyoruz. ABD ne yapmak istiyor. Askeri müdahale bir seçenek mi?

- ABD ve ortakları ile İran arasındaki mücadele aslında şiddetleniyor. Amerika’da bazı güçler ve İsrail zaten açık karşıt, ama Körfez ülkeleri İran’ı durdurmaları gerektiğini düşünüyorlar. Bu sadece ABD’den kaynaklı değil İran’dan da kaynaklanıyor. İran şimdi iç sorunlar yaşıyor, büyük çalkantılar var. Bundan kurtulmak için tüm toplumu ortak düşmana karşı yönlendirmek istiyor. Bazı kesimlerde (özellikle iktidardakiler) ABD ile küçük bir çatışmanın kendilerinin işine yarayacağını düşünüyorlar. Bu muhalefeti tasfiye etmek için iyi bir fırsat verebilir. Bu çatışmada çıkarı olanlar çok fazla. Çatışma her an olabilir. Bu sadece İsrail’in ani bir hava saldırısıyla değil Körfezde yâda Amur’daki güçler karşı karşıya gelebilir. Yani savaş deniz kuvvetlerinde başlayabilir yâda çok farklı şeyler olabilir. Örneğin Şattul Arap’da yaşandığı gibi bir karşılaşma olsa kesin bir çatışma yaşanırdı. Küçük bir kıvılcım bütün Ortadoğu’yu kapsayan bir çatışmaya yol açabilir. Örneğin Hizbullah ve diğer güçler hemen katılabilir ki oralarda İran’ın hava güçleri de var. Çoğu güç bunun içine çekilebilir Filistin çatışması ve diğer alanlar. Yine Suriye ve İsrail arasında bazı füze saldırıları olabilir. Bütün Ortadoğu’da büyük bir savaş olabilir.

ÇİN’İN İSRAİL İLE İLİŞKİLERİ DAHA GÜÇLÜ

* Çin ve Rusya nasıl yaklaşabilir?

- Rusya, İran konusunda nötr yaklaşabilir. İran’a silah satmak isteyen kesimler var. İran’ın Moskova’da lobilisi güçlüdür. Ayrıca İran’ın Moskova büyük elçisi iyi çalışıyor. İsrail’in de Moskova da güçlü bir lobisi var. Yine İsrail’i savunan başbakan ve ulusal lider Putin var. Çok zengin Yahudiler var, bunlar çok ciddi etkide bulunuyor.

Çin’in de İran’da çok yatırımı var. Oradan petrol alıyor. Ama aynı şekilde İsrail ile daha önemli ilişkileri var. İsrail, Çin’e ABD ve Avrupa’nın ambargodan dolayı vermediği yeni silah teknolojilerini veriyor. Şu anda batının gelişmiş silah teknolojilerini Çin’e satan tek ülke İsrail.

Aslında hem politik hem stratejik boyutuyla bölgesel güçlerdir. Ve onlar direkt olarak Ortadoğu çatışmasına müdahale etmezler. Kimi destekleyecekleri konusunda Moskova’da da iç mücadele var. Ama genel olarak nötr kalacaklar. Hem Çin hem de Rusya Ortadoğu’da bir sorun çıkarsa müdahale etmeyeceklerdir.

TÜRKİYE JEOPOLİTİKASI BELİRSİZ KARAKTER TAŞIYOR

* Türkiye bu konuda Batıyla sorunlar yaşayabilir mi?

- Türkiye son dönemlerde batıyla ilişkili olarak çok büyük çelişkiler yaşıyor. Türkiye dış politikası ve genel olarak Türkiye çok ağır bir durum yaşıyor. AB’ye alınmak için uzun dönemdir reformlar yapıyor, çaba harcıyor ama alınıp alınmayacakları belli değil. Bunu yanında Türkiye içinde dış politika konusunda ciddi çatışmalar var. Askeri kanat ABD ve İsrail yanlısı. İktidar partisi yani Erdoğan ise dengelerde hareket etmek istiyor. Yine İran taraftarı politikanın temelinde ucuz enerji ihtiyacı yatıyor. İran ile ilişki çok kazançlı bir iştir, bundan dolayı jeopolitikası çok belirsiz bir karakter taşıyor. Bu birazda Türkiye’deki iç sorunlardan dolayıdır. Askeri ve siyasi güç arasında, Kemalistler ile İslamcılar arasında sorunlar yaşıyor. Kemalistlerin ve İslamcıların çok farklı politik bakışları var. Ondan dolayı Türkiye dış politikası çok belirsiz bir karakter taşıyor. Ama bence genel olarak onlarda böyle bir çatışmadan kaçınacaklar yâda içine girmemeye çalışacaklar. Türkiye’nin kendi iç çatışması var. Diğer yandan Avrupa’da uyarıyor.

ORDU İÇİNDE İSLAMCILAR ARTTI

* Geçmişte Türkiye’de ordu ülke politikalarında önemli bir yere sahipti. Ama şimdi hükümetle ciddi sorunlar yaşıyor. Türk ordusu zayıfladı mı?

- Ordunun bertaraf edildiğini söylemek erken bir öngörüdür. Ordu siyasette hala güçlüdür. Özellikle bunu birçok üyelerinin mahkemeden önce serbest bırakılmasından anlıyoruz. Genelkurmay Cumhurbaşkanı ve Başbakan ile görüştükten sonra tutuklanan ordu mensupları serbest bırakıldı. Bu yüzdende ordu hala güçlü bir pozisyonda. Tabi ordunun askeri bir darbe yapması en son noktadır, ama bunu da gözardı etmemek gerekir. Eğer İslamcılar onları köşeye sıkıştırırlarsa onlar köşeden çıkarlar. O yüzden Türk ordusunun devre dışı kaldığını söylemek için erkendir.

Tabiî ki ordunun içinde İslamcı kesimin güçlendiğini ret edemeyiz. Buna rağmen ordu hala kendi içinde çok örgütlü bir güç olmaya devam ediyor. Tabi onların çıkarları yönetimde olan siyasal İslamcıların çıkarlar ile ilgili uzlaşmıyor. Ama bir de sivil Kemalistler var ki bunlar siyasal İslamcı karşıtıdır. Aslında toplum parçalanmış halde. Toplumda bir çatışma var, bu şimdilik siyasi bir çatışma olarak sürüyor. Yani şiddete başvurmadan sürdürebiliyorlar. Ama çatışmanın silahlı biçime geçme tehlikesi de var tabi.

HÜKÜMET BATIYLA ÇELİŞKİYE DÜŞERSE DARBE OLUR



* Süreç nasıl gelişir?

- Şu anda var olan askeri örgütlülük ciddi bir adıma gitme yâda darbe niyetinde değil. Ama bu iç örgütleri hiçbir şey yapmayacak diye bir şey yoktur. Yani onları sıkıştırırsalar harekete geçebilirler. Bu yüzden Erdoğan politikaları çok tehlikelidir. O uçurumun kenarından yürüyor. En ufak bir hata çok farklı noktalara götürebilir kendisini.

Yine batıyla olan ilişki daha da kötüleşebilir. Batı İran’a karşı yeni yaptırımlara hazırlanıyor. Bunu Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi çerçevesinin yapmaya çalışıyor. Büyük ihtimalle Türkiye çekimser kalacak. Bu da fazla iyi olmayacak. Ama asıl ve sert yaptırımlar için kararları ABD ve Avrupa arasında alınacak. Bu ciddi olacak hatta belki de yakıt ihracının bloke edilmesine kadar varacak. Eğer Türkiye buna karşı çıkarsa o zaman AB ile ciddi sorunlar yaşayacak. Eğer iktidar ısrar ederse batıyla sorunlar yaşayacak ve o zaman ordu oluşan durumu değerlendirecek. Yani Türkiye batıyla çelişkiye girerse ordu bundan yararlanacak ve harekete geçecek, kimse de buna karşı çıkamaz.

RUSYA TÜRKİYE’YE KAFKASLARDA GÖRMEK İSTEMİYOR

*Türk-Rus ilişkilerine gelmek istiyoruz. Uluslararası ilişkilerde çok farklı parametrelerde olmalarına rağmen nasıl bu kadar yakınlaşma yaşanabiliyor?

- Bizim Türkiye ile ilişkilerimiz çok ağır ve karmaşık. Türkiye bizim için çok önemli, Güney Akım için önemli. Türkiyesiz bunu yapmak zor olacak. Bir lider olarak ve bir başbakan olarak bu idea Putin için çok önemlidir. Diğer taraftan Rusya, Türkiye’nin Kafkasya ve Kafkas ötesinde genişlemesini tehlikeli olarak görüyor asla istemediği bir durumdur.

Bir taraftan bizim için Türkiye’nin Ağustos ayında Gürcistan savaşı ve sonrasında oynadığı rol önemlidir, Türkiye bağımsız bir politika izledi. Ama diğer yandan bizim bölgelerde- Kafkaslarda ve eski Sovyet devletlerinde- genişlemesi hiç istenmeyen bir durumdur. Türkiye ticaretine Türkiye’nin bölgede bize yönelik desteğine evet ama Türkiye’nin Kafkaslardaki etkisi yine özellikle Azerbaycan’daki etkilerine hayır.

ANF NEWS AGENCY

Tayyip Erdogan'in Almanya'da Türkçe lise önerisi Gülen Cemaati için mi?


BERLİN - Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın Almanya'da Türk okulları önerisine birçok kesimden tepkiler geldi. Almanya'da siyasi partilerde yer alan Türkiye kökenli milletvekillerinin sert tepki gösterdiği Erdoğan'ın lise önerisini Gülen Cemaati için gündeme getirdiğini belirttiler. Alman basını da Türkiye 15 milyon Kürde bir tek Kürtçe okul hakkı tanınmamasına dikkat çektiler.

Türk liselerinin açılmasının Almanya'da yaşayan, dil ve uyum sorunu olan Türkiyelilerin sorunlarına çare olamayacağını dile getiren Yeşiller (Die Grünen) milletvekili Özcan Mutlu, Erdoğan'ın talebinin bildik bir yere, Gülen Cemaati'ne hizmet ettiği görüşünde.

ERDOĞAN TÜRKİYE'DEKİ SORUNLARLA İLGİLENSİN!

Sol Parti (Die Linke) milletvekili Sevim Dağdelen ''Almanya'da Türk liseleri açılması talebi gerçeklere uymuyor, Almanya'daki toplumun bir parçası olan gençlerin sorunlarını Türk liseleri çözemez'' diyerek tepki gösterdi.

Liberal Demokrat Parti milletvekili Serkan Tören ise, Erdoğan'ın önerisiyle Almanya'da yaşayan Türklere hizmet ettiğinden şüpheli olduğunu söylerken, Türkçe konuşulan ailelerde daha erken Almancaya geçişin önemine işaret etti.

Niedersachsen Türk Toplumu Derneği Başkanı Alptekin Kırcı ise, '’bu saçmalıkları daha fazla duymak istemiyorum. Erdoğan, öncelikle Türkiye içindeki sorunlarla uğraşsın'' diyerek tepki gösterdi.

GÜLEN CEMAATİNE Mİ HİZMET EDİYOR?

Yeşiller Berlin Eyalet Milletvekili ve Eğitim Sözcüsü Özcan Mutlu ise, Erdoğan'ın talebi ile Gülen Cemaati'nin yurt dışında yardım kuruluşları ve okullar aracılığı ile yaymaya çalıştığı politikasına dikkat çekti. Almanya'da var olan bazı Türk okullarına değinen Mutlu, ''Almanya'da Türkler tarafından kurulan okulların çoğu Gülen Cemaati'ne ait. Yalnızca Berlin'de bunlardan üç tane var. Erdoğan'ın daha fazlasını istemesi beni şüpheye sevk ediyor'' diyerek Başbakan'ın Gülen Cemaati'ne hizmet edebileceğine işaret ediyor.

Neukölln Yabancılar Dairesi Arnold Mengelkoch ise Berlin'de Gülen Cemaati'ne bağlı olarak kurulan İslami okulların olumlu olduğunu söylerken, Katolik ve Protestan liselerinin varlığını gerekçe olarak gösteriyor. Mengelkoch, ''neden burada İslami liselerde olmasın?'' diye sorduktan sonra ekliyor: ''Ancak net olarak bilinmesi gereken, bu okulların arkasında kimlerin olduğu ve kimlerin finanse ettiğidir.''

Yeşiller Federal Milletvekili Hans Christian-Ströbele ise, Erdoğan'ın Almanya'daki Türkleri iç siyasete alet ettiğini belirtirken, milliyetçi bir ton takınmasını eleştiriyor. Ströbele, Erdoğan'ın ulusalcı tonunu beğenmediğini söylerken, iç politikadan kaynaklı nedenlerden ötürü, Almanya'daki Türk toplumunun öne sürüldüğünden korkuyor.

KÜRTLERE BİR OKUL DAHİ AÇMAYAN ERDOĞAN'I ANLAMAK GÜÇ

Konu ile ilgili Frankfurter Neue Presse'de yazan Hans Liedel ise Erdoğan'ın konuyu siyasi amaçlarla dile getirdiğini belirtirken, milyonlarca Kürdün anadilinde eğitim hakkına karşı çıkmasını eleştiriyor. Liedel yazısında şöyle dedi: ''Erdoğan'ın eleştirileri yerinde değil. Çünkü Nordrhein-Westfalen eyaletinde bazı Türk liseleri var zaten. Oraya Türk ve Alman ebeveynleri çocuklarını yolluyorlar. Ama Erdoğan'ın düşüncesinin tersine orada Türkçe üçüncü yabancı dil olarak okutuluyor.

Erdoğan tüm bunları biliyor ama, o yine ulusalcı gürültü peşinde, birçok Türkün yaşadığı uyum problemini kullanıyor. Almanya'daki Türkleri seçim kampanyasında yedek güç olarak görüyor. Önümüzdeki yıl bir daha seçilmek için, kendini Türklerin koruyucusu olarak gösteriyor.

Liedel, Türkiye'nin Hıristiyan azınlığın hakaretlere maruz kalmasını ve ruhban okullarının halen yasak olduğunu hatırlattığı yazısında, Almanya'da anadilde eğitim isteyen Erdoğan'ın halen on milyonlarca Kürdün eğitim hakkına karşı durmasını eleştirdi. Liedel, ''Türkiye 15 milyon Kürde bir tek bile Kürtçe okul hakkı tanımıyor. Erdoğan'ın Almanya'da Türk lisesi açılmasını istemesini anlamak oldukça zor'' diyerek, Türk Başbakan'ın politikasının iki yüzlü olduğunu belirtti.

Dilsel Jenosid - 1

Mezopotamya'nın yok edilmek istenen kadim dilleri

İnsanlığın ilk yerleşim alanı ve medeniyetin beşiği sayılan Mezopotamya'da çok farklı diller varlık göstermiş; tarihsel süreç içerisinde onlarcası farklı nedenlerle ölü diller arasında yerini almıştır. Mezopotamya'nın kadim dilleri arasında yer alan Kürtçe, Arapça, Süryanice ve Ermenice ise bütün baskılanmalara rağmen varlığını ve etkinliğini bugüne kadar taşımıştır. Bu dilleri konuşan halkların konumu CHP'nin 1930'larda hazırlattığı gizli araştırma raporlarında şöyle belirtilmiştir:

'İsmet İnönü'nün Kürt raporundan sonra nüfus müdürlüklerine yaptırılan gizli araştırma Bölge'deki nüfusun durumunu ortaya koydu. Diyarbakır, Bitlis, Van, Hakkari, Muş, Mardin, Urfa, Siirt illerinde 228.282 Türk'e karşılık, 765.150 Kürt, 5.085 Ermeni, 20.508 Süryani, 92.274 Arap bulunduğunu ortaya koydu. Bölge tam anlamıyla bir mozaikti. Orada Katolik, Roma Katoliği, æzidî, Ermeni Katoliği, Keldani Katoliği, Protestan, Musevi, Çeçen de bulunuyordu.' (Öztürk, 2008: 72)

Cumhuriyet sonrası Türk milliyetçiliği ve ırkçılığı

Çok dilli, çok kültürlü, çok dinli ve çok etnikli bir yapıya sahip olan Osmanlı toplum yapısı üzerinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti, 24 Temmuz 1923'te imzalanan Lozan Antlaşması ile uluslararası camia tarafından resmen tanındı ve sınırları garanti altına alındı. Cumhuriyet, uluslararası alanda resmen tanındıktan, her türlü dış müdahale ihtimali bertaraf edildikten ve barış ortamı da sağlandıktan sonra, Türk yönetici kadrosunun ilk yaptırımı Türk olmayan Müslüman halklar üzerinde oldu; asli kurucu olan Kürtlerin varlığı ret ve inkar edildi. İttihat Terakki'nin hayalini kurduğu 'Türklerden oluşan bir Türkiye' ulus-devlet projesi hayata geçirildi ve 1924 Anayasası, Türkiye halkını 'Türk' olarak tanımladı:

'Madde 88- Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle (Türk) ıtlak olunur.' (Özyavuz, 1997: 289)

Kürtler

Mezopotamya'nın en eski halklarından olan Kürtler, bugün dört devlet (Türkiye, Suriye, İran, Irak) arasında bölünmüşlerdir. Dilleri bugünkü Kürtçe'nin oluşumuna kaynaklık yapan Medler, Kürtlerin modern atalarıdır.

Osmanlı döneminde Kürtler eğitimlerini medreselerde Kürtçe ve Arapça dilleriyle yapıyorlardı ve medreselerin en yoğun olduğu yer Kürdistan bölgesiydi. Osmanlı ve Pers imparatorluklarının bütün baskılarına rağmen bağımsızlıklarını koruyabilen Kürt beylikler, dönemlerinin en büyük okullarına ve bilginlerine de sahip olabildiler. Bu dönemde, medrese olarak bilinen eğitim yerleri ve burada öğretmenlik yapan bilginler açısından Kürt beyliklerinin Osmanlı'dan daha geri olmadığı, hatta daha ileri olduğu bile söylenebilir. Bu durumu, XVII. yüzyılın en büyük Türk coğrafyacısından Evliya Çelebi de doğrulamaktadır. Evliya Çelebi'ye göre Bitlis ve Van'da 20 Mektep (Medrese) vardı. Osmanlılar, Bitlis Emiri Evdilxan'ın çok zengin olan kütüphanesini ve etnografya müzesini talan ettiler. (Günel, 2002: 86)

Kürtçe eğitimin en seçkin uygulayıcılarından olan ünlü Kürt şairi Ehmedê Xanî, Osmanlı tarihini yazan İdris-i Bitlisi, Kürtlerin tarihini yazan Şerefxan ve Cigerxwîn gibi birçok alim ve şair bu Bölge'de yetişmiştir. Günümüz dahil Kürtçe'yi de en düzgün ve doğru kullananlar medrese eğitimlilerdir.

Kürtçe dil yasaklamaları

1924'te uygulanan Tevhid-i Tedrisat (Eğitim birliği) gereğince bütün Kürt kurum ve kuruluşları kapatılmış; 1925'te çıkarılan 'Şark Islahat Planı'yla da 'Hint-Avrupa' dil grubunda sayılan Kürtçe dili bütünüyle yasaklanmıştır. CHP döneminde çıkarılan ve oldukça gizli tutulan Şark Islahat Planı'nın 14. maddesinde şöyle deniyor:

'Aslen Türk olup Kürtlüğe mağlup olmaya başlayan berveçh-i ati Malatya, Elaziz, Diyarıbekir, Bitlis, Van, Muş, Urfa, Ergani, Hozat, Erciş, Adilcevaz, Ahlat, Palu, Çarsancak, Çemişkezek, Ovacık, Hısnımansur, Behisni, Arga, Hekimhan, Birecik, Çermik vilayet ve kaza merkezlerinde hükümet ve belediye dairelerinde ve sair müessesat ve teşkilatta, mekteplerde, çarşı ve pazarlarda Türkçe'den maada lisan kullananlar evamir-i hükümete ve belediyeye muhalif ve mukavemet cürmile tecziye edilirler.' (Bayrak, 1993: 485)

Nitekim de Şark Islahat Planı harfiyen uygulandı ve Türkçe'den başka dil kullananlar çok ağır bir şekilde cezalandırıldı. Bir koyunun 25 kuruş ettiği dönemde, konuşulan her Kürtçe kelime başına 5 kuruş ceza alındı. Kendi dilini konuşan Kürt halkına her türlü maddi ve manevi baskı uygulandı. Bunun tanıklarından biri de, 1925 Diyarbakır-Lice doğumlu araştırmacı yazar ve eski Milletvekili (TİP) Tarık Ziya Ekinci'dir.

TARIK ZİYA EKİNCİ:

'Bir kelime Kürtçe konuştuğunda, tam 5 kuruş ceza kesilirdi.'

'İlk Okula başladığımda hiç Türkçe bilmiyordum... İlkokulda dil baskılanmaları yoktu; ama Ermeni çocukların isimleri değiştirildi. Okulumuzda en az 20 tane Ermeni çocuk vardı. İlçemizde de en az 50 Ermeni aile vardı. Kiliseleri (Der) yıkıldığından, kendi evlerinde ibadetlerini yapıyorlardı. Çok korkuyorlardı. Kürtlerden bir baskı yoktu, çünkü onlara ihtiyaçları vardı. Benim arkadaşımın adı, 'Garabet' (Gıbo) idi. Öğretmenimiz ona 'Demir' ismini koydu. Başka bir arkadaşımızın adı da 'Sarkis' idi. Onun adını da 'Dündar' koydu. Bir çocuk daha vardı. Biz ona 'Peno' diyorduk. Öğretmen adını 'Turgut' koymuştu. Bütün Ermeni çocukların adları bu şekilde öğretmenlerimiz tarafından 'Türkçe' olarak değiştirildi.

Sonra Lice'de bir olay daha oldu; Kürtçe konuşmak yasaklandı. Bizim oturduğumuz Karahasan Mahallesi çok büyüktür. Bize yakın 'Göm'ler vardı. Akro, Pağnaf, Dağbelo gibi gömler vardı. Bu gömlerden köylüler ufak tefek şeyler getirir satarlardı. Mesala bir yük odun, bir sitil yoğurt, birkaç tane yumurta, tavuk gibi ufak şeyler getirir satarlardı. Genelde bunlar memurlara satılırdı. O dönemde Kürtçe konuşma yasağı çıktı. Bir kelime Kürtçe konuştuğunda, tam 5 kuruş ceza kesilirdi. Zaten bir yük odun da 5 kuruştu. Bu ceza kesinlikle alınırdı; hemen orada alınırdı. Bunların çoğu bizim akrabamızdı. Ben de derdimizi anlatacak kadar 'Türkçe'yi okuldan' öğrenmiştim. Bunlar eşyalarını satmaya geldikleri zaman, babam hemen beni çağırır, 'Oğlum git bunlarla, onlara 'Türkçe' yardım et!' derdi. Ben de bunlarla gider, pazarlığı ben yapardım. Onlar sadece izleyici olarak kalır, böylece cezadan kurtulurlardı. Her sabah mutlaka kapımız çalınır, beni satışa çağırırlardı. Yaşadığım olay bu!

Şunu belirtmeliyim: Bir halkı asimile etmenin yolu, dilini asimile etmektir. Bunun koşulu da, o dili kullanılmaz hale getirmektir. Bu iki yüzlülüktür. Riyak‰r bir siyasettir. Almanya'daki Türklerin asimile olmasına karşı çıkarken, kendi ülkemizdeki bir halkı asimile ediyoruz. Bugün Türkiye'de riyakar ve ikiyüzlü bir politika uygulanıyor. Bu politikadan vazgeçilmesi gerekir. Kendin için ne istiyorsan, başkasına da onu uygun göreceksin.'

Ermeniler

ROBER HADDELER:

'Tehcir sırasında bütün ailesini kaybeden babam, bize Ermenice isim vermekten korktu.'

1926 İstanbul-Bakırköy doğumlu, Marmara gazetesi sahibi ve başyazarı Rober Haddeler ile yaptığımız söyleşiden:

'Biz dört kardeştik. Babamız, 1915 tehcirinde bütün ailesini kaybedip çok korktuğu için, hiçbirimize Ermenice ismi vermedi: Rober, Edvan, Alber, Leon gibi isimler vermiş.

Türkiye'de, Ermenice bir gazete yayınlamak tabii ki kolay bir iş değil. Zorluklar farklı nedenlerden geliyor.

Tabii ki, Türkiye Cumhuriyeti kurulduğu günden beri, hem Lozan Antlaşması sebebiyle, hem de Türkiye Anayasası gereğince Ermeniler kendi dilleriyle eğitim yapabilmişler, gazete ve kitap yayınlayabilmişler. Ama bunlara rağmen bazı zamanlar, bazı çevreler tarafından, Ermeni dilinin kullanılmasına karşı bazı baskılar yapılabilmiş, Ermeni okullarında, 'talebelerin Ermenice konuşmaması' teşvik edilmiş; Ermenice konuşmak hoş karşılanmamış; Ermeniler de diğerleri gibi, 'Vatandaş Türkçe Konuş! Kampanyası'ndaki baskılardan paylarını almışlardır.

Vaktiyle bazı Ermeni okullarında Türk müdür yardımcıları, Ermenice konuşanları azarlıyor, okullarda Ermenice yazıların asılmasına engel oluyorlardı. Düşünebiliyor musunuz? Okul, Ermeni okulu; Okul Müdürü Ermeni; ama Müdür Yardımcısı Türk ve Ermeni öğrenciler, Ermenice konuşmaya korkuyorlar ve okula Ermenice yazılar asamıyorlardı. Ayrıca, İstanbul'un bütün sokaklarında 'Vatandaş Türkçe Konuş! Uyarıları vardı ve insanlar kendi dillerini, yani ana dillerini konuşmaya korkuyor, aralarında fısıldaşarak kendi dillerini konuşabiliyorlardı.

Ermeni insanları, artık sokaklarda Ermenice konuşmaktan korkmuyorlar. Ancak bu sefer de şu var ki; onlar, Ermenice konuşma alışkanlıklarını kaybettiler ve bugün Ermeniler kendi dillerini yasak olduğu için değil, Ermenice konuşma alışkanlığını kaybettikleri için Türkçe konuşuyorlar. Bu sebeplerden dolayı da bizim çıkardığımız Ermenice gazeteyi okumakta zorlanıyorlar.

Ne yazık ki, Türkiye vatandaşı Ermenilerin ancak yüzde 10'u Ermenice konuşuyor, diğerleri de Türkçe konuşuyor. Bu, Ermeni dili ve kültürü, yani bizim için ciddi bir kayıptır.'

GÜLÇİÇEK GÜNEL TEKİN *
* Eğitimci-Araştırmacı Yazar
Haftaya: Dilsel Jenosidin Araplar ve Süryaniler üzerindeki etkileri

Dünyanın nizamı

Postmodern parçalanmışlık içinde dünyanın yeniden 'nizama' kavuşması ve dengelerin kurulması zorlanmalarla karşı karşıyadır. Süreklilik kazanan kaotik bir durum mevcuttur. Bu durum merkez ülkeler için stratejik bir yönetim biçimini alıyor. Yani yeni stratejiler krizi yönetmek üzerinde şekilleniyor.

20. yüzyılın sonlarındaki genel hava, özellikle yarı çevre (Semi Preferi) ve çevre (Preferi) ülkelerinde 'yönetişim'i geliştirmek idi. Bu konuda küresel bir uzlaşı mevcuttu. Bunun bazı mekanizmaları da yaratılmıştı. Ama bu ihtimalin zayıflamaya başladığına dair güçlü işaretler bulunmaktadır. En başta kamusal alanların ölçüsüz bir şekilde özelleştirilmesi ve yağmalanması toplumsallığı zayıflatma ve halkların tarihsel değerlerinin kırımında yeni ve hızlı gelişen bir evre başlatmıştır. Toplumun zayıf da olsa denetim, şeffaflık ve irade gücünün elinden alınmasına yol açmıştır. Halkları korumasız ve savunmasız hale getirmiştir.

Aşırı ve kapsayıcı özelleştirmeler yeni hanedanların ve belirsiz güçlerin önünü açmıştır. Sınırlı bir mali denetim dışında hiçbir toplumsal ve siyasal sorumluluk üstlenmeyen bu yeni sermaye yapılanmaları, toplumsal olanın kıyımı anlamına gelmektedir. Kendi çabaları ile üreten, toplumla karşıt bile olsa bir şekilde bağ kuran, sorumluluk da alabilen sermaye bile bu yeni gelişmeden rahatsızdır. TÜSİAD'ın son çıkışları ve cılız da olsa siyasal sorumluluk alma girişimi, zayıf da olsa tehlikeyi işaret etmektedir. Ayrıca bu küresel yeni güç, bu sistemi yaratanları da tehdit etmektedir. Sistemin çaresizliği de bu noktada başlamaktadır. Tanımlanamayan, kontrol edilemeyen ve hiçbir ölçü tanımayan, virüs gibi etkileyici bir gelişmedir. Artık sürekli ekonomik krizler, kitlesel işsizlikler ve doğanın gücünü aşan devasa bir tüketim sonucunda bireysel ilişkiler, toplumsal ilişkiler ve değerler yıkım noktasına gelmiş bulunmaktadır.

Bu yeni durum, şu anda toplumları farklı ölçeklerde etkilemektedir. Ama önümüzdeki süreçte bu fazla etkilenmemiş alanlar katbekat daha fazla etkilenecektir. Özellikle Çin, Brezilya ve Türkiye gibi alt emperyal güç olarak hazırlanan ülkelerde bu böyle olacaktır. Çünkü bu ülkeler daha 'özelleştirmelerin' başında bulunmakta ve kendilerine yetebilecek temel maddelere fazla ihtiyaç duymamaktalar. Bu alanda belli bir doygunluğa ulaşıldığında kriz dayanılmaz bir noktaya ulaşacaktır. Tabii ki bu durum o ülkelerin toplumsal bünyelerine göre farklı düzeylerde etkide bulunacaktır. Çünkü bu ülkeler aynı zamanda 'demokrasiye geçiş süreçlerini' yaşayan bir evreyi yaşamakta ve oluşturacakları toplumsal-hukuksal dinamikler oranında bir dayanma gücü kazanabileceklerdir. Tarihin bu en kapsamlı ve derin kaotik sürecinin yönetimi küresel güçlere teslim edilmeyecek kadar hayatidir. Çünkü sonucu gerçekten kıyamettir. Bu sürecin yönetimi, bazılarının dillendirdiği gibi Batı demokratik değerlerinin çevre ülkelere taşırılması ile geçiştirilebilecek gibi değildir. Hali hazırda Batı'da büyük bir durgunluk ve zihinsel üretimsizlik hakimdir. Ve artık ciddi bir mücadele isteği de göstermemektedir. Politik aktörlerde zekanın parıltısı bile bulunmamakta ve eski saray yozlaşmasını aşan bir yaşam içinde bulunmaktalar. Zaman zaman halkların vicdanı olan bazı aydınların sadece feryatlarını yükseltmekte ve politikacıları ancak dişlerini fırçalayacak kadar etkilemektedir.

Kıyımlar nizamı bozmaktır

Eskiden de halklar kıyıma uğrardı. Kültürler de. Ama yine de bir yaşam olanağı vardı. Ve bir yol vardı. Şimdi dünya küçüldü. Saklanacak bir çöl, bir dağ, bir orman bile kalmadı. Binlerce yıl ayakta kalmış bir dil, bir inanç, bir özgür yaşam formu kısa bir zamanda yok oluyor. Basında sık sık rastlıyoruz bu yok oluşlara; 'şu dili konuşan son kişi de öldü.'

Bazı ülkeler bunu görüyor. Ciddi projeler yapıyorlar. Örneğin İsveç'te, bir okulda beş veli dilekçe verdiğinde kendi dillerinde eğitim görebiliyorlar. İspanya'da kadim bir kelime, bir atasözü, bir bilmece, bir desen, bir motif, bir ezgi, bir tapınma biçimi bulmak umuduyla ciddi paralar harcanıyor. Bunlar bir halkın, bir ülkenin hazineleridir. Zenginliğidir. Hatıralarıdır. Geleceğidir. İnsanım diyebilecekleri gerçek şeylerdir. Ruhlarıdır. Ve biliyorlar ki dilleri, sanatları, kültürleri yok olursa gelecekleri olmaz. Ve bunu yaparken bir ulusu esas alıyorlar. Demokratik ulus çünkü budur. Hıristiyan müminler, aydınlar asırlarca 'ölümsüzlük kasesini' aradılar. Bunun için yüzlerce serüvene atıldılar, işkenceler çektiler. Bir sembol de olsa varlığı onları birleştirecekti. Yoksa gerçekte ölümsüz olmak için değil, ama birlik için aradılar. Kendilerini geleceğe taşımak için sade bir amaç ve umut içinde. Yoksa sadece yapılar, ritüeller toplumları ayakta tutamaz, sadece ordular insanları koruyamaz, ama bir amaç daha fazlasıdır, daha belirleyicidir. Hasankeyf, Allianoi için koparılan onca kıyamet bundandır. Tarihte yok olup giden yüzlerce halk gerçekte neyi kaybetmişti? Belki de en doğru cevap umudunu kaybetmiştir. Ama eski zamanlarda yıkımlar uzun süre alırdı. Ve çok nadiren müdahale yapılırdı. Tabii ki o zamanlar evren bakış açılarının merkezinde inanç olduğu için ve her büyük inanç amacından uzaklaştığı için çevresini kendisine benzeştirmeye çalışırdı. Kırımlar daha çok kadim inançlara yönelik olurdu. Örneğin 'Şemsiler'e yapılan kıyım model bir yaklaşımdır. Sabit iktidar formatıdır.

'Mardin Kapısı'nın dışında gördüğümüz bir putperestlik tapınağının Şemsiler'in ibadetgahı olduğunu anladık. Şemsiler evvelce her cumartesi günü orada toplanarak akşama kadar yer içer, karanlık basınca ışıklar yakarak bir müddet dua ederler, sonra da ışığı söndürerek putperestlik devirlerinde olduğu gibi hayvani bir surette birbirine sarılıp (...) cinsi münasebette bulunurlardı. Erzurum Çingeneler diyarı olduğu gibi, burası da Şemsiler'in merkezidir. Bu işlerden haberdar olan bir beylerbeyi, onları yanına çağırarak kendi ibadetgahlarına devamı menetmiş, bilahare de bunların namazları olmadığını, Ermeni, Yahudi ve Rum mezheplerinden hiçbirine merbut olmadıklarını ve yalnız Ermenice konuştuklarını anlayınca, tekrar yanına çağırarak hangi mezhepten olduklarını sormuş. Onlar Ermeni olduklarını söyleyince, beylerbeyi: 'Öyle ise ya Ermeni kilisesine veya camiye devam edin, aksi takdirde hepinizi kılıçtan geçiririm' diye tehditte bulunmuştur. Şemsiler yalvararak ve rüşvet vererek Ermeni kilisesine gideceklerine dair söz verdikten sonra salıverilmişler: fakat emre itaat etmeyenin malları musadere, kellesi de uçurulacağına dair şiddetli emir çıkarılmıştır. Böylelikle Şemsiler'in tapınağı boş kalmış, kendileri de İran'a, Süryani memleketine, Tokat'a, Merzifon'a ve daha başka yerlere dağılmışlardır. Burada kalanlar ise, korkularından, kendileri namına kiliseye gitmek üzere Ermenilere ücret vermeğe, bazıları da gayr-ı ihtiyari cumartesi günleri nöbetle bizzat kiliseye gitmeğe başlamışlar.' (Polonyalı Simeon'un Seyhahatnamesi, 1608-1619, AMİD, sf: 16) Tanıdık senaryo değil mi?

Modern zamanlarda ve günümüzde kıyımlar devam etmektedir. Bir bütün olarak doğa, diller, inançlar, kültürler, gelenekler, özgün ekonomiler, hayaller, duygular ve ne varsa! Bu son kıyım savaşında, bir tek 'insan' kalacak ayakta. Bir makine daha doğrusu, o her şeyi oburca tüketen ve bitiren! O kendi bindiği son dalı da kesen!

Lakin her zaman umut vardır. Alfons Doudet Fransa'nın ve Batı'nın en onurlu hikayecilerindendir. 'Değirmenimden Mektuplar'da ışıklı hikayeler anlatır. Kapitalist modernitenin halkları, dilleri, kültürleri yok etmelerine karşı mücadele verir. Doğru söyler ve doğru yaşar. Demokratik modernitenin özgün temsilcilerinden biridir. Avrupa'nın toplumsal ve ruhi şekillenmesinde rol oynamıştır. Kadim değerleri ve demokratik değerleri, tüm o motifleri içtenlikle işler. Paris'in ikiyüzlü, sahte, çürümüş yaşamından kaçar. Kendi memleketinde, Provence bölgesinde küçük bir köyde satın aldığı eski bir değirmende yaşar. Ve yazar. Bu yaşam tercihi önemli bir duruştur. Orada bir rüya görür: Rüyasında yıkılmış bir şato vardır. Taşları sağa sola savrulmuş, kırılmış, büyük bir enkaz! Yabani otlar bürümüş. Dikenler, çalılar. Ve sabah uyandığında yoğunlaşır. 'gödüğüm bu şato' der, 'Provence dilidir.' 'Ve yok olma ile karşı karşıyadır.' Alfons Doudet, Provence dili ile yazmaya başlar öykülerini. Yıkılan o şatoyu yeniden inşa eder.

Özgürlük, kefenleri yırtmaktır

Batı'da uzun yıllardır iyi bir roman iyi bir öykü, şiir yazılmadı. İyi bir müzik, bir resim ve film yapılmadı. Geçmiş yaratımlar parçalanıp, çarpıtılıp süslenip yeniden yeniden üretiliyor. Bu yağmalama üzerinde ustalık, eleştiri konusu veya takdir konusu yapılıyor. Sanat ve kültürlerin yağmalanması iyi bir fırsatı değerlendirme, iyi bir soygun hikayesidir. Tıpkı ustaca planlanmış bir banka soygunu, bir definenin çalınması gibi; hiçbir iz bırakmadan. Hayranlık duyulan artık bu ustaca soygunlardır. Asıl sanat ve sanatçı bu haydutluktaki başarı oluyor.

Gelişen ve büyüyen bu kadar büyük toplumsallığa, zihinsel yaratımlara rağmen politikada, sanatta ve kültürdeki bu gerileme nasıl açıklanabilir? Felsefenin ve sanatın öldüğü bir yerde özgürlük olabilir mi? Gerçekte bireyler ve toplumlar özgür mü? Çünkü yeni şeyler, yeni fikirler, yeni buluşlar özgürlük anlarıdır. Biçilmiş kefenleri yırtmak, duvarları yıkmak da özgürlük anlarıdır. Burada bir yaşam karmaşası yaşanmaktadır. Modern zamanların yaşamı oturttuğu eksenler o zaman yanlış tespit edilmiştir. Aksayan ciddi şeyler vardır. Bu yaşam iyi bir şiire yol açmıyorsa, iyi bir öyküye, burada ciddi bir sapmaya girilmiştir. Ya da 'her şey yalan' deyip içinden çıkabilir miyiz?

Modern zamanlar, uygarlıklardan da esinleyerek yaşamı güven, sadakat ve bağlılık üzerinde kurmaya çalıştı. Bu değerler kralları, tüccarları daha fazla ilgilendirmeli; bunlar belki de iktidar ilişkileri için önemli olabilir. Bunlar üzerine kurulan toplumsal ilişkiler ne kadar sağlıklı yürüyebilir? Evliliğin temeli de bunlardır: Ama özgürlük olmadıktan sonra bunların ne anlamı olabilir! Evlilik (bilinen haliyle) erkeğin iktidarı değilse nedir? O zaman özgürlük varsa diğer şeyler anlamsızlaşır. Zira özgürlük olmasa güven, sadakat ve bağlılık fazla yaşayamaz. Ölürler.

Hani gecenin karanlığında bazen ay ve yıldızlar olur göklerde. Sayılmayacak kadar çokturlar. Ama sabah güneş doğduğunda hiçbiri kalmaz gökte. Sadece güneş kalır. Özgürlük güneş gibidir. Diğer şeyler güneş yoksa anlam kazanır. Belki yolunu kaybedenlere yol da gösterirler. Kahinlere zamanı, geleceği yorumlama gücü de verirler. Böylesi zamanlarda güven, sadakat, bağlılık belki de önemlidir, ama aslolan değildir. Ve belki de hepsi bir tek şey içindir. Yüzyıl sadık kalan, öyle kusursuz, ama aslında bir tek büyük ihanet için kendini hazırlamaktadır. Örneğin Fransız büyük yazar Victor Hugo'nun 'Deniz İşçileri' bu temayı işler aslında. Modern zamanları iyi çözen o deha! O zaman aslolan sadece özgürlüktür; çünkü özgürlük varsa güven, sadakat ve bağlılığa da ihtiyaç yoktur.

Şimdi ise bu değerler bile kalmadı; sadece tüketim için kullanılan simgeler haline geldi. 'Güvenilir bir marka,' bir eşya, hatta bir yemek ve içecek gibi. O zaman sanatın ve kültürün ayakta kalması mümkün olabilir mi? Veya insana insanlığını anımsatan bir eser ortaya konulabilir mi? Mevcut sistemlerden bağlarını kesmedikçe bunu insan yapabilir mi?

Fethi SUVARİ
peyasuvari@hotmail.com

Gizli tanık mekanizması

YARSAV Yönetimi konuyu gündeme getirseydi belki farklı algılanırdı. Ama Osman Can öncülüğünde kurulan alternatif yargı örgütlenmesinin, ilk çalışmasını gizli tanıklık mekanizması üzerine yapması ayrıca özel bir anlam ifade etti. Erzincan ve Erzurum ekseninde yapılan incelemelerle gizli tanıklık mekanizması masaya yatırıldı. Raporun ne kadar hayati bir konuya parmak bastığını, geçtiğimiz hafta basına yansıyan tartışmalar bir kez daha ortaya koydu. Resimleri hatta isimleri basılan şahısların gizli tanık sıfatıyla Ankara sokaklarında sergiledikleri tavır, şimdiden davanın seyri konusunda güvensizlik oluşturmaya yetti.

Gizli tanık mekanizmasının kötü kullanıma ne kadar açık olduğunu uzun uzun anlatmaya gerek yok sanıyorum. Yıllardır bu mekanizmanın keyfi biçimde kullanılması yüzünden insanlar aylarca tutuklu yargılanmakta hatta oldukça ağır cezalara çarptırılabilmektedir. Elbette gizli tanık mekanizmasının yargılama sistemi içerisinde ifade ettiği farklı bir anlam olabilir. Ancak Türkiye'de bu konunun ne kadar kolayca siyasal linç amaçlı kullanılabildiğini görmek gerekiyor. Her an elde patlamaya hazır bir dinamit gibi bekleyen bu mekanizmanın, hangi davada, kim tarafından kime karşı kullanıldığı üzerinden tartışma yapmaya kalkmak hukuki bir tavır değildir.

Ece Nur için 28 Şubat yeni başladı

Ece Nur, Diyarbakır'da bir ilköğretim okulu öğrencisi. Başörtüsü yasağı nedeniyle uğradığı ayrımcı muamele DTP döneminde Selahattin Demirtaş tarafından Meclis gündemine taşınmıştı. Milli Eğitim Bakanlığı sanki sorun çözülmüş gibi yorumlanacak bir cevap verse de Ece Nur'un durumunda değişen pek bir şey yok.

Sorunların köklü ve kalıcı çözümüne yönelik girişimlerde bulunmak yerine, kişiye özel geçici tedbir mekanizmalarının çok büyük anlam ifade etmediği, bu olayda bir kez daha görülüyor. İdare etme, göz yumma yaklaşımı, çözüme hizmet etmek bir yana sorunun derinleşmesine hizmet edebiliyor.

Ece Nur'un daha hayatın başında yaşadıklarını uzun uzun anlatmaya gerek yok sanıyorum. Aslında 28 Şubat döneminde sıkça duyduğumuz ama şimdi çoğu unutulmuş öykülere benziyor. İşin özeti Ankara'da birileri 28 Şubat'ın bittiğini ilan edip kutlamalar yaparken, henüz Ece Nur ve ailesi için yeni başlıyor. Değişen sadece ihlale imza atanlar.

Maç ve mayınlar

Brüksel'de ROJ TV, KNK ve BDP binalarına gerçekleştirilen operasyonun Türk medyasına yansıma biçimi toplumun nasıl kolayca maniple edilmek istendiğini gösteriyor. Haberleri okuyanlar atılan başlıklara ne kadar inanıyor bilmiyoruz. 28 Şubat döneminde medyanın askerler tarafından ne kadar kötü kullanıldığını tartışırken benzer uygulamaların bugün de PKK konusunda devam ettiğini görmezlikten geliyoruz. Bir televizyon kanalının basılış biçimi bile başlı başına hukuksuzluğu gözler önüne sermeye yetmektedir. Türk kamuoyunu yanlış bilgilerle yönlendirmeyi habercilik sanan uygulamalara hangi gazete imza atmadı ki?

Daha acı olan ise hemen ardından Bursaspor maçında Diyarbakır'da yaşananlar ve patlayan mayınlarla ilgili haberlerin veriliş biçimi idi. Bir yandan toplumda yükselen gerilim, diğer yanda çatışmaların yeniden yükselme riskinin kapımızda durmasına rağmen yaşananlardan hiçbir ders çıkarmamış bir medya ile karşı karşıyayız.

Ateşe körükle gitme alışkanlığının bedelini bu sefer ne kadar ağır bir fatura ile ödeyeceğiz bilinmez. Bildiğimiz bir şey var ki, bir tarafta planlı bilgi kirliliğini tartışan medyamız, diğer tarafta tam da buna alet olmanın örnek uygulamasını ortaya koyuyor.

Ayhan BİLGEN

Tarih okumalarında yalancı şahitlik

Kur'an, adalet çağrısı yaptığı bir çok yerde 'yalancı şahitlik' konusunda sert uyarı yapar. Adaletin tecelli etmesinde hakikatin ortaya çıkması, sadece bireysel değil aynı zamanda toplumsal sorumluluk gerektirir.

Yalancı şahitlik, bilmediğiniz bir konuda biliyormuş gibi şahitlik yapmanız ya da bildiğinizi saklamanızdır. Tarihte yaşanan olaylarla ilgili gösterilen tepkiler, ne yazık ki topluca işlenen 'yalancı şahitlik' günahına dönüşebilmektedir. Siyasal polemikler ve devletin söylemlerini ne pahasına olursa olsun savunma refleksi, genellikle farkında olmadan yalancı şahitler konumuna düşmemize neden olmaktadır. 1915 yılında Anadolu'da yaşanan olaylar ve Ermeniler konusunda sergilediğimiz tutumu, bir de Kur'an-ı Kerim'in yalancı şahitlik konusundaki uyarısı ekseninden değerlendirelim. Yalancı şahitlik özellikle taraftar tutum alarak gerçeği örtme davranışı olarak tanımlandığında, resmi tarihin bize öğrettikleri bütün bir toplumun yalancı şahitliğe teşvik edilmesine zemin oluşturmaktadır.

Devletler arası ilişkilerde soykırım kelimesi siyasal bir tanımlamadır ve diplomatik anlamları dikkate alınarak kullanılır. Bu literatür üzerinden bir dil geliştirme tartışmasını bir kenara koyup tümüyle sorunu insani boyutu ile ele aldığımızda nasıl bir tablo ile karşı karşıya kalmaktayız? 1915'de kaç Ermeni hayatını kaybetti, kaç kişi insanlık dışı yöntemlerle göçe zorlandı, bütün bu yaşananlarda bizim atalarımızın sorumluluğu var mıydı, gibi soruları önce vicdanımızda cevaplamalıyız. Günahları ile yüzleşmekten kaçan toplumların, gelecekte aynı günahları işlememesinin hiçbir teminatı olamaz. Ermeni komitacılarının Müslüman ahaliye yaptığı zulüm sırf aynı kimliği taşıdığı için bütün Ermenilere zulmedilmesini meşrulaştırabilir mi? Van'daki Ermeni'nin yaptığının faturasını Kütahya'da kine kesmek, Kur'an-ı Kerim'deki 'bir kavme olan düşmanlığınız sizi adaletsizliğe meylettirmesin' uyarısı açısından ne anlam ifade etmektedir?

Toplumsal vicdanın, devletlerarası oyunun ahlak dışı kurallarına endekslenerek etkisiz hale getirilmesi insanlık açısından önemli bir tehlikedir. Bu anlamda başkasının günahları da bizim günahlarımızla yüzleşmekten kaçınmamıza mazeret oluşturamaz. Ne Amerika'nın Kızılderililere ya da Afrika kökenlilere yaptığı zulmü, ne de Avrupalıların Yahudilere yönelik katliamlarını kendi geçmişimizle yüzleşmekten kaçışımıza bahane olarak gösteremeyiz. Her toplum kendi yaptıklarından sorumludur ve kendi günahının hesabını verebilmelidir. Kendi günahının hesabını vermeyenler başkalarının günahının hesabını da soramazlar.

Tarih boyunca Müslümanlara, Türklere, Kürtlere, Alevilere yapılan baskı ve katliamları gün yüzüne çıkarmanın ilk adımı ancak bu şekilde atılabilir. ABD Dış İlişkiler Komitesi'nin aldığı ya da başka ülke parlamentolarının bundan sonra alacağı kararlara karşı profesyonel lobi firmalarına dünyanın parasını ödeyerek belki devletin çıkarlarını savunabileceğimizi sanabiliriz. Ancak atalarını sadece övünme vesilesi ile anan bir topluluk olmaktan çıkmazsak, hiçbir zaman kendi onurumuzu, insan olmamızın en üst değerlerini savunmayı başaramayız.

Ayhan BİLGEN

TARİH: 16 MART 1978 YER: İSTANBUL

İstanbul Üniversitesi'nde gerçekleşen ve tarihe 'Beyazıt Katliamı' olarak geçen saldırıda, 7 öğrenci öldü, 41 kişi de yaralandı. 12 Eylül Darbesi'nin habercisi olan katliamın davası, bu yılın başında 'zaman aşımı'na uğradı. Bir katliam daha tozlu raflarda yerini aldı.

32 YIL ÖNCE İNSANLIK, ŞİMDİ İSE HUKUK KATLİAMI

Devrimci demokratik toplumsal muhalefeti bastırmak ve darbe ortamı hazırlamak için yapıldığı ortaya çıkan ve tarihe 'Beyazıt katliamı' olarak geçen provokasyon, İstanbul Üniversitesi'nde 16 Mart 1978'de 7 öğrencinin yaşamını yitirmesi, 41 kişinin de yaralanmasına yol açmıştı

Katliamda Hatice Özen, Cemil Sönmez, Baki Ekiz, Turan Ören, Abdullah Şimşek, Hamit Akıl ve Murat Kurt isimli yedi öğrenci hayatını kaybetti. Geçtiğimiz günlerde Yargıtay tarafından alınan 'zamanaşımı' bahanesi ile dava dosyası kapatıldı

16 Mart 1978 Beyazıt

İstanbul Üniversitesi'nde 16 Mart 1978'de 7 öğrencinin yaşamını yitirmesi, 41 kişinin de yaralanmasıyla tarihe 'Beyazıt Katliamı' olarak geçen olay, Türkiye'de hukukun da nasıl katledildiğini göstermek açısından oldukça çarpıcı bir örnek. Katliamın faillerinin yargılanması için büyük zorluklarla açılan ilk davanın yanında olayın faillerinden birinin ailesinin itiraflarıyla açılan ikinci dava da 32 yılda olayın yıldönümüne birkaç gün kala Yargıtay'ın zamanaşımı kararıyla tozlu raflardaki yerine yeniden konuldu.

Devlet bağlantılı

Yükselen toplumsal muhalefeti sindirip yıldırmak amacıyla bir dönem devlet eliyle örgütlendirilip silahlandırılan ülkücüler, arkalarındaki devlet desteğiyle çeşitli kitle katliamlarında rol almaktan geri durmadılar. Kitlelere yönelik gerçekleşmeleri nedeniyle tarihe Kanlı Pazar (16 Şubat 1969), 1 Mayıs 1977, Maraş (24 Aralık 1978), Çorum (1 Temmuz 1979) katliamları olarak geçen bu olaylarda devletin rolü, polis-kontrgerilla-MHP ilişkisi içerisinde kendini açığa vurdu. Söz konusu olaylarda yer alanların hamisi olarak olayların örtbas edilmesi, faillerin cezalandırılmaması için tüm gücünü kullanmaktan geri durmayan devlet, bu katliamlar hakkında açılan davalar için adres olarak ise, tozlu rafları gösteriyordu. Hedef gözetilmeksizin direkt halkın kendisine yönelik olarak gerçekleştirilen bu katliamların arkasındaki gerçekler hiçbir zaman tam olarak aydınlatılamamakla birlikte kimi davalarda failler ya çok az cezalara çarptırıldı, ya da gerçek faillerden başkaları kurban edildi. Devlet desteğini alan taşeron faillerle devrimci, demokrat muhalif kesimlere yönelik olarak gerçekleştirilen saldırılar arasında biri var ki, neredeyse üzerine hiç söz etmeye yer bırakmıyor. O da 16 Mart 1978'de İstanbul Üniversitesi'nde okuyan solcu öğrencilere yönelik olarak gerçekleştirilen bombalı ve silahlı katliam.

İtiraf yeniden dosyayı açtırdı

Eczacılık Fakültesi önünde ülkücüler tarafından düzenlenen bombalı ve silahlı saldırı sonucu Hatice Özen, Cemil Sönmez, Baki Ekiz, Turan Ören, Abdullah Şimşek, Hamit Akıl ve Murat Kurt isimli yedi öğrenci hayatını kaybetti. 41 öğrencinin ise yaralı olarak kurtulabildiği 16 Mart katliamı hakkında olay sonrasında açılan ilk dava, 14 yılın ardından sanıkların delil yetersizliği ve zamanaşımından beraat etmeleri ile sonuçlanırken; ilk davada zanlılar arasında yer alan Zülküf İsot'un öldürülmesi sonucu ailesinin bazı itiraflarda bulunması, katliamın ikinci davasının açılmasına yaradı. İsot'un ailesinin oğulları ile birlikte Latif Aktı, Özgür Koç, Sıddık Polat ve polis memuru Mustafa Doğan'ın katliama karıştığını açıklaması üzerine harekete geçen katledilen yedi öğrencinin okul arkadaşları, 10 Eylül 1992 tarihinde İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı'na suç duyurusunda bulundu. 2 Ekim 1995'te İstanbul 6. Ağır Ceza Mahkemesi'nde yeniden görülmeye başlanan davada polis memuru Mustafa Doğan, Latif Aktı ve Özgün Koç, 'Taammüden adam öldürmek ve yaralamak' suçlarından sanık olarak hakim karşısına çıkarken, Polat hakkında ise daha önce kesinleşmiş yargı kararı olduğu için dava açılamadı.

Sonuç yine aynı: 'Zamanaşımı'

Üç sanığın taammüden adam öldürmekten yargılandığı davanın değişik aşamalarında yaşanan çeşitli aksaklık ve kesintiler nedeniyle yargılama, uzadıkça uzadı ve nihayet Yargıtay 1. Ceza Dairesi'nin 21 Ocak 2010'da yerel mahkemenin verdiği kararı onaması ile zamanaşımına kurban gitti. Yargıtay'ın 2010/211 sayılı kararı doğrultusunda, saldırıda 7 öğrenciyi öldürdükleri öne sürülen Özgür Koç, Latif Aktı ve Mustafa Doğan'la ilgili kamu davası ortadan kalktığı için 16 Mart davası da, 32. yılında ikinci kez kapanmış oldu. Yedi kişiyi öldürmenin yanı sıra 41 kişiyi öldürmek amacıyla yaraladıkları öne sürülen sanıklar için ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası isteniyordu. İstanbul 6. Ağır Ceza Mahkemesi'nin verdiği karar ile bu ceza talebi zamanaşımı nedeniyle dikkate alınmadı. Kararda '30 yıllık asli ve munzam dava zamanaşımı süresi dolduğundan sanıklar hakkındaki kamu davasının ortadan kaldırılmasına karar verilmiştir' denildi. Saldırının üzerinden 32 yıl geçmekle birlikte yerel mahkemenin ardından geçtiğimiz günlerde Yargıtay tarafından alınan 'zamanaşımı' kararı ile dava dosyası kapanmış oldu.

Polis katliamı önceden biliyordu

Hukuka olan güvenin azalmasına yol açan ve vicdanları sızlatan bu olay üzerine son kararı veren Yargıtay, aslında kafalardaki ve yüreklerdeki adalet duygusunun üzerine bir kürek daha toprak atarken, katliam dosyası, gerçeklerin açığa çıkaracak iradenin ortaya çıkacağı güne kadar yeniden tozlu raflara yollandı. Türkiye'de hukukun ayaklar altına alındığının en büyük örneği olan davanın konusunu oluşturan olayın ayrıntıları, davanın bütününü ve gerçekleri görmek açısından son derece önemli. Çünkü katliamdan tam 9 gün önce polisin, gönderilen bir yazıyla katliamdan haberdar olduğu, dava sürecinde ortaya çıkmıştı. Emniyet Teşkilatı Toplum Zabıta Müdür Vekili Murat Naiboğlu, saldırı olmadan bir haftadan fazla bir süre önce polise yolladığı yazısında henüz gerçekleşmeyen saldırı hakkında şu bilgileri vermişti: 'İÜ hukukta 08.03.1978 günü ülkücü gruba mensup gençler karşı görüşlü gençlere Anfi-1'de saldıracaklar. Solcular okula gelmeye devam ederse 8-10 gün içinde bu grup üzerine bomba atılacağı...'

Kilit isim yine Reşat Altay

Nabioğlu tarafından iletilen istihbarata rağmen önlem almayan isme bakılacak olduğunda ise, karşımıza tanıdık bir isim çıkıyor. O isim de o sıralarda üniversitedeki polis noktasında görev yapan Reşat Altay. Dava sürecinde tanık olarak birçok kez mahkemeye çağrılmasına rağmen gelmeyen Altay, aradan 17 yıl geçtikten sonra İstanbul Terörle Mücadele Şube Müdürü sıfatıyla Cumhuriyet Başsavcılığına 'zamanaşımı haddine kadar daimi aramaya aldırılan faili meçhul patlayıcı madde atılması olayı faillerinin bugüne kadar kimlikleri tespit edilememiş ve bulunamamıştır' yazısını gönderdi. Savcının 24.12.1991 tarihli yazısını ancak 1995'te yanıtlayan Altay, yeniden terfi ettirilerek İstanbul Emniyet Müdür Yardımcılığı'na getirildi. İstanbul Sıkıyönetim Askeri Savcısı H�im Yüzbaşı Tarık Senkeri, 1981 yılında olay sırasında üniversitedeki polisler hakkında 'ihmalkârlıktan' soruşturma açılması için suç duyurusunda bulunsa da soruşturmanın akibeti hakkında hiç kimse bilgi edinemedi.

Dink cinayetinde aynı 'ihmalkâlık'

Saldırının ardından dikkat çekici bir biçimde sürekli rütbe alan Altay, son olarak Trabzon Emniyet Müdürlüğü görevini yürütürken Hrant Dink cinayetinde verilen 'ihbarı' değerlendirmediği gerekçesiyle görevinden alındı. 1978'de açılan davada, dönemin Ülkü Ocakları Derneği (ÜOD) İstanbul Şube Başkanı Orhan Çakıroğlu, sonradan MHP milletvekili olan ÜOD yöneticilerinden Mehmet Gül, dönemin MHP Gençlik Kolları Başkanı Kazım Ayaydın ve dernek üyeleri Sıdık Polat ile Ahmet Hamdi Paksoy yargılandıysa da 1984'te tüm sanıklar beraat etti. 17 kişi hakkında takipsizlik kararı verilirken, diğer sanıklar hakkında 'idam' istemiyle İstanbul 1 No'lu Sıkıyönetim Mahkemesi'nde dava açıldı. 15 ay süren yargılama sonunda, Polat 11 yıl hapis cezasına mahkum edilirken, diğer sanıklar delil yetersizliğinden beraat etti. Askeri Yargıtay'ın 5 Ekim 1982 tarihli kararından sonra Polat da beraat etti. 1995'te yeni tanıklarla yeni bir iddianame hazırlandı. Oğlunun konuşmaması için öldürüldüğünü iddia eden Zülküf İsot'un ablası tanık Remziye Akyol, duruşmalar esnasında saldırı emrini MHP lideri Alparslan Türkeş'in verdiğini açıkladı.

Polis, katliamcıyı korudu

İsot Ailesi'nin katliama polis memuru Mustafa Doğan'ın da katıldığını açıklaması üzerine İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı, İstanbul Emniyet Müdürlüğü'ne yazı yazarak Mustafa Doğan isimli polis memuru olup olmadığını ve adresinin bildirilmesini talep etti Ancak emniyet, 'Aynı ad ve soyadını taşıyan birden fazla personel bulunduğundan şahsın açık kimliği tespit edildikten sonra' diyerek savcıyı yanıtladı ve Doğan'ın adresini vermedi. Savcı bu kez emniyete 1977-78 yıllarında Toplum Zabıta Müdürlüğü'nde görevli ve kimliğine ilişkin başka bilgi bulunmayan Mustafa Doğan adlı baş komiser, komiser veya polis memurlarının açık kimliklerini ve adreslerini isteyen bir yazı yazdı. Emniyet bu defa da savcıya verdiği gıyabi cevapta ink�a yöneldi, söz konusu tarihte Mustafa Doğan isimli bir personelin çalışmadığını bildirdi.

Savcı da çelişkilere şaştı

İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Ulvi Sezgin, emniyetten gelen son yazı karşısında şaşkına döndü ve emniyetin verdiği cevapların tümünün fotokopisini ekleyip, bir yazı daha yazdı. Savcı, yazısında bu kez 'Cevaplarınızda çelişki var, kayıtlarınızı yeniden tetkik edin' dedi. İnat eden emniyet de Doğan'ın adresini vermemek için 'halen görevli olan ve başka il emniyet müdürlüğü bünyesinde atanan birçok Mustafa bulunduğunu, bunlardan hiçbirinin olay tarihinde çalışmadığını' ifade eden bir yazıyla cevap verdi. Savcının ısrarları nedeniyle emniyet, yaklaşık iki yıl sonra pes etti. Yazışma maratonu 1994'te nihayet son buldu ve emniyet Mustafa Doğan adlı üç polis memurunun açık kimliğini ve adreslerini açıklamak zorunda kaldı ve aranılan kişinin 1979'da olumsuz sicilden dolayı ihraç edildiğini bildirdi.

Katliamın izi Susurluk'ta çıktı

Türkiye'de siyaset, polis ve kontr-gerilla gerçekliğinin en net kanıtı olarak yer edinen Susurluk skandalı davasında yer alan Abdullah Çatlı'nın katliamda atılan bombaları temin ettiği de ortaya çıkan gerçekler arasındaki yerini aldı. Yine katliamın ardından Altay'ın Çatlı'yla telefonda görüşmüş olduğu Susurluk dosyasında ortaya çıkan bir başka gerçek oldu. Söz konusu görüşme tutanağı sonraki süreçte mahkemeye sunulsa da tamamı istenen bu tutanağı MİT geri çevirdi. Hatta gizli bilgileri açıkladığı iddiasıyla avukatlara dava bile açıldı. 1978'de açılan davada, dönemin Ülkü Ocakları Derneği (ÜOD) İstanbul Şube Başkanı Orhan Çakıroğlu, sonradan MHP milletvekili olan ÜOD yöneticilerinden Mehmet Gül, dönemin MHP Gençlik Kolları Başkanı Kazım Ayaydın ve dernek üyeleri Sıdık Polat ile Ahmet Hamdi Paksoy yargılandıysa da 1984'te tüm sanıklar beraat etti.

Böylesine çelişkili isimler ve ihmallerin bulunmasına rağmen yıllarca üstü örtülmeye çalışılan katliamın gizli kalan yönlerinin bu dosyaya dayandırılarak açığa çıkarılması büyük önem taşıyor. Tanıkların yeniden konuşması dava nedeniyle yargılanan ülkücülerin MHP kadroları arasında yer bulması, suçlu polis ve ülkücülerin başta milletvekilleri olmak üzere devlet görevlileri tarafından korunduğunun ortaya çıkması, karanlıkta kalmış birçok faili meçhul cinayette rol alan faillerin bulunması açısından son derece önemli.

ÖMER ÇELİK
İSTANBUL

Sovyet deneyiminin doğu dillerine katkısı


Rusya, 2. Dünya Savaşı'nda Nazilere karşı kazandığı zaferin 65. yıldönümü nedeniyle düzenleyeceği törenlere, ilk kez NATO ülkelerinden de asker çağırma kararı aldı. Kremlin üst düzey yetkilisi Vladimir Kojin, her yıl 9 Mayıs'ta Kızıl Meydan'da düzenlenen askeri geçit törenine bu yıl Amerikan, İngiliz ve Fransız birliklerinin de katılacağını bildirdi... Ajanslardan alınan bu kısa haber metni, insana 'vay bee!' dedirtiyor. Faşizme karşı milyonlarca Sovyet yurtseverinin hayatını kaybederek kazanılabilmiş zafer, şimdi NATO'nun sofrasına sipariş ediliyor. İşin siyasi kısmını bir yana bırakıp, Ekim Devriminin, halkların kültürlerine yaptığı katkıyı kısaca hatırlatayım.

Ekim Devrimi'nin edebiyatı, Slav dillerinin hükümdarlığı altında doğan ve büyüyün bir edebiyat olmadı. Sovyetler Birliği Bilimler Akademisi'ne bağlı Doğu Bilimleri Enstitüsü yoluyla, Sovyetlerde yaşayan her ulus için yapılan araştırma ve incelemeler sonucunda birçok araştırma ve kültür merkezinin kurulması sağlandı. Bu ulusların kendi dilleri ile kültürel-sanatsal alanda tarih sahnesine bir çok ürünü çıkarması gerçekleştirildi. Bir Tacik şair olan Gassem Lahuti 1935 yılında, Paris'te kültürlerin korunması konulu bir kongrede:

'Muhammed ve İsa'nın ölüleri dirilttikleri kuşkusuz masal ve efsaneden ibarettir. Ama onlardan söz edilir, üzerlerine masallar, efsaneler düzülürdü. Şairler türküleştirirdi onları. Ekim Devriminin yeniden hayata kavuşturduğu halklar ise gerçek. Ama kimse onlardan söz etmiyor. Bu halkların adları sözlüklerde bile geçmez. Steplerde, tundralarda, dağlarda, vadilerde: Türkmenler, Tacikler, Nenetler, Uygurlar, Kara-Kalpaklar ve irili ufaklı, yerleşik veya göçebe daha pek çok halk, unutulmuş olarak yaşıyordu.' sözleriyle, Çarlık dönemi ve Ekim Devrimi arasındaki kültürel kıyaslamayı dile getiriyordu.

Halkların dilinde edebiyat

Çarlık döneminde, sadece Rusça'nın bir edebiyat dili olarak varlığını sürdürmesinin olanakları yaratılıyordu. Oysa devrimden sonra, nüfusu bir milyonu geçmeyen Dağıstan Cumhuriyeti'nin kurulmasıyla birlikte, buradaki okullarda yedi dilde eğitim verilmeye başlanıldı. Kendi dilleri ile okumaları, gazete çıkarmaları, edebiyat yapmaları sağlanıldı. Dilin yazıya geçirilmesi ile birlikte Gamzat Tsadasa, Resul Gamzatov gibi edebiyatçılar ortaya çıktı, eserleri birçok dile çevrildi. Dünya, Ermeni romancılar Derenik Demirciyan, Stefan Zoryan'ı tanıdı. Kazak, Özbek, Tacik halk şarkılarının şiire ve romana girmesini sağlayan Cambul'dur ve devrimin çocuğudur. Devrim öncesinde, edebiyat alanında hiçbir izi bulunmayan Kırgızca, Cengiz Aytmatov'un hikayeleri ile doğuşunu müjdeler. Bütün kültürleri Ruslaştırmaya çalışan Çarlık Rusya'sına karşı, Sovyet Devrimi bütün halkların kendi kültürlerini, dillerini yaşatması ve geliştirmesi konusunda, halkların kardeşliği temelinde her kolaylığı(olması gereken) sağladı. Bu da, bütün Sovyet coğrafyasında muazzam bir edebiyat damarının ortaya çıkmasına neden oldu. Örneğin devrimden sonraki 15 yıl içinde, Gürcistan'da Gürcü dili ile yazılan ve basılan kitap sayısı, son üçyüz yıllık süreçte aynı dilde yayınlanan eserlerden fazladır. Kaptan Postuna Bürünmüş Şövalye gibi çok değerli kitaplar yazan Şota Rustaveli, bu sürecin yarattığı bir edebiyatçıdır. Dünyada, Osetçe yazılmış ilk romanı da Ekim Devriminin sonrasında görebildi. Çerkez dilinin yarattığı büyük ozan İshak Meşbeşe'de Ekim Devriminin yarattığı kültürle beslenmiş ve kendi dili ile yazdığı şiirlele dünyaya açılmıştır.

Kürdoloji bölümü

Türkiye'de, 21. Yüzyılda ana dilleri Kürtçe olan bir halkın ana dili üzerindeki yasaklar hala sürerken, Leningrad Devlet Üniversitesi bünyesinde kurulan Farsça Kürsüsü bünyesinde, 1931 yılında Kürdoloji alanındaki ilk önemli bilimsel çalışma, Kürt Semineri ile yapıldı. İsak Sukerman ve Qanadê Kurdo Kürtçe üzerine bilimsel çalışmalar yaptılar. Üç yıl sonra, 1. Kürdoloji Kongresi düzenlendi. Ermenistan Bilimler Akademisi içinde açılan Doğubilimciler Bölümü ile de Kürtçe üzerine çalışmalara hız verildi. Asıl önemli gelişme, 1959'da Doğubilimleri Enstitüsünün Leningrad Dalı bünyesinde açılan Kürdoloji Bölümü ile oldu. Başka dillerde Kürtçe üzerine yazılan doktora tezlerinin yanında, 19 tanesi de Kürtçe yazıldı. 1921 yılında ise Hakop Gazaryan tarafından hazırlanan Kürtçe alfabe yayınlandı. Ereb Şemo Şemilov ise, 1928'de Leningrad'daki Doğu Enstitüsü'nde çalışmalar yaptı. Daha sonra İvan Marogulov ve H. A. Orbeli ile birlikte, 1929'da Latin harfleriyle Kürtçe alfebe hazırladı. Ekim Devrimi bütün dillere verdiği önem gibi, Kürtçe'yi de ihmal etmedi.

Bu gün, Sovyetler Birliği'nin Azerbeycan'a yaptığı kültürel soykırımı gündeme getirenlere bir hatırlatma yapmakta fayda var. Açsınlar bir Azeri TV'si, Sovyetler döneminde çekilen Azerice filmleri izlesinler. Evet! İkinci savaş sonrası bürokratik bir sosyalizme evrildi yönetim. Evet! Stalin'in 'tek ülkede sosyalizm' anlayışı nedeniyle, Yunanistan ve İspanya devrimci mücadelelerine destek sağlanılmadı. Bir çok devrimci, faşistler tarafından öldürüldü. Evet! Stalin muhaliflerine karşı zaman zaman sert davrandı ama arşivler Stalin'in o kadar da günahkar olmadığını söylüyor. Evet! Savaş sonrası farklı etnitiselere (Kürtlerde dahil) mensup bir çok insan toplama kamplarına sürüldü. Ama ne yazık ki bu insanlar, Nazilerin Kafkas cephesinin gönüllü askerleri oldular. Anayurt savunmasını faşizme karşı verirken, faşizme gönüllü askerlik yapmak da bir bedel gerektirmeliydi. Sovyet deneyiminin eksiklikleri ve hatalarını sürekli belirtirken, kazanımlarını unutmak, tarih karşısında dürüst bir duruş sergilememize engel olur.

Doğan Durgun
dogandurgun68@gmail.com

Çocukluk işgal altında

Türkiye'de çocuk olmak zordur. Türkiye'de Kürt çocuğu olmak daha da zordur. Zorluk ikidir: Birincisi, var olan otoriter eğitimden kaynaklanan zorluk. İkincisi, hem otoriter eğitimin hem de 'Kürt' olmanın verdiği zorluk. Bu, çifte zorluk oluyor. Çifte zorluk birleşiyor, tekleşiyor. Tekleşen bu zorluk çocuklar için zulüm oluyor. Tekleşen bu zorluk çocuklar için işkence, hapis ve ölüm oluyor.

Bu zulümdür; bir yandan otoriter eğitimin verdiği zulüm, diğer yandan Kürt olmanın yarattığı zulüm: Anadil yasak. Kimlik yasak. Kürt olmak yasak. Diline, kimliğine sahip çıkan Kürt çocuğu olmak yasak... Burada her şey yasak. Burada her şey işgal altındadır. Burada çocuklar, hem fiziki, hem de psikolojik olarak işgal altındadır.

Burada çocukluk, işgal altındadır.

Burada duygular, işgal altındadır.

Burada kimlik, işgal altındadır.

İşte böylesi bir sistem ve ortamda daha 7-10 yaşlarındaki 'işgalin çocukları', polis panzerleri altında eziliyor. Diline, kimliğine, duygu ve öz-değerlerine sahip çıkmaya çalışan 'işgalin çocuklarına' gaz bombaları atılıyor, kafalarına, öldürülesiye dipçiklerle vuruluyor.

Bu zulümdür. Türkiye'de çocuk olmak hele hele Kürt çocuğu olmak büyük bir zulümdür.

Türkiye'de çocuklara yapılan budur. Türkiye'deki 'tek resmi dil, tek resmi ideolojinin' eğitimi ve bu eğitimin yarattığı 'terbiye' budur. Zulümdür.

Zira burada, otoriter eğitim altında çocuk sevgisi olmaz. Yoktur.

Burada hem otoriter eğitim altında olmak, hem de varlığı inkar edilen bir halkın, Kürt halkının çocuğu olmak zordur. Zulümdür.

Zaten genelde otoriter eğitim ve bunun yarattığı 'terbiye' çocuğu daha baştan 'sosyal olmayan' bir varlık olarak kabul eder. Bu şu demek oluyor: 'Sosyal' olmayan çocuğun sosyal olması için 'otorite' sahibi olan kişilerin sözlerini dinlemesi gerekiyor. Bu norma karşı çıkmak zulüm demektir: Ailede anne-baba dayağı, ilkokullarda başlayan öğretmen dayağı, karakollarda polis dayağı, jandarma dayağı, evde, sokakta, tarlada açık infaz, linç demektir.

Otoriter eğitimde çocuk olmak, hele hele Kürt çocuğu olmak zordur. Zulümdür.

İşte böylesi bir sistemde Kürt, Türk, Arap, Laz, Ermeni ve diğer Anadolulu çocuklar işkence görüyor. Böylesi bir eğitim sisteminde onlara hapis cezaları veriliyor. Böylesi bir sistemde çocuklar ölüyor/öldürülüyor.

Bu hem otoriter eğitimin hem de başka halkları inkar etmenin yarattığı bakış açısıdır. Yıllardır, 'tek dil' ve 'tek resmi ideoloji' ile beslenen bu yanlış bakış açısı, çocuklar için zulüm oluyor. Bu bakış açısıyla, çocuklarımız dövülüyor, işkence görüyor, öldürülüyor; onlara onlarca yıl hapis cezaları veriliyor... Bir düşünün, böylesi bir bakış açısını desteklemek için Türkiye'de, atasözleri dahi icat edildi, ediliyor: 'Ağaç yaşken eğilir.', 'Çocuğunu dövmeyen, dizini döver' gibi.

Açıktır; böylesi otoriter eğitim sisteminden Türkiye'de çoğu zaman, 'işkenceciler' yetişiyor. Bu çocuk bakış açısından zulüm ve acımasız 'insanlar' çıkıyor.

Böylesi bir eğitim sisteminden Kenan Evren gibi faşistler çıkıyor: 'Bu çocukları asmayıp, besleyecek miyiz?' deyip, 17 yaşında çocuk Erdal Eren'i idam eden, Kenan Evren tipli faşist ve çocuk katilleri çıkıyor.

Böylesi eğitim sisteminden 'çocuk da olsa icabına bakarız' diyen ve şu an Başbakan olan Recep Tayyip gibi insanlar çıkıyor. Böylesi eğitim sisteminden Cizre'de 10 yaşındaki Şükrü Bağan'ın kafasına gaz bombası atan; 16 yaşındaki Yahya Menekşe'yi panzerle ezen; 14 yaşındaki Seyfi Turan'ı acımasızca dipçikle vuracak kadar 'vahşileşen insan' tipleri çıkıyor...

Bu tesadüfi değildir. Bu ne yazık ki 'tek resmi dil, tek ideolojiyle' beslenen Türk otoriter eğitim sisteminin bir sonucudur. Ve ne yazık ki bu sistemi ve gelenek devam ediyor. İşte dünden bugünlere uzanan bu gelenekle, çocukluk devresi işgal altında tutuluyor. Bu gelenekle duygular ve insan kimliği işgal altında tutuluyor. Buradan hareketle çocuklara fiziki ve psikolojik cezalar veriliyor.

Peki böylesi bir otoriter eğitimle yetişenlerin insanlara -hele hele çocuklara- 'hoşgörü' ile bakmaları beklenir mi?

Böylesi bir otoriter eğitimle yetişenlerin, Kürt çocuklarına sevgiyle yaklaşmaları beklenir mi?

Elbette hayır!

Açıktır ki Türkiye'de çocuklara uygulanan zulüm buradan kaynaklanmaktadır.

Türkiye'de Kürt çocuklarına uygulanan bu çifte zulüm buradan kaynaklanmaktadır.

Tüm bunlar Türkiye'de var olan yanlış eğitimin ve sistemin sonucudur...

Artık, yaşadığımız bu çağda, çocukluk için, insanlık için son derece utanc verici olan bu işgalci eğitime son verilmelidir.

Zamanı gelmiştir; artık Kürt, Arap, Ermeni, Laz ve tüm Anadolu halkları anadillerinde duygularını ifade etmeli; eğitim/öğretimini yapabilmeli ve özgürce kimliğini yükseltmelidir diyoruz.

Bu yazının 'ilk sonuçları' oluyor. İlk sonuç, gelecek için ilk adım demektir.

Artık gecikmeden ve korkmadan böylesi ilk adımları atmak, hem insana saygı duymanın hem de insan olamanın ilk tanımı oluyor...

Yetti artık! Türkiye'de çocuk olmak zor olmamalıdır.

Yetti artık! Türkiye'de, Kürdistan'da Kürt çocuğu olmak zulüm ve ölüm olmamalıdır.

FAİZ CEBİROĞLU

Diyarbakırspor ve şiddetin kökeni




Yaklaşık yirmi gün önce Diyarbakır'daydım. Büyükşehir Belediye ve DİSKİ Spor'un düzenlemiş olduğu 'Sporda yeni bir başlangıç' sloganıyla yapılan spor konferansında ben de konuşmacılardan biriydim. Medyanın bilindik bütün simaları (Metin Kurt'u dışarıda tutarsak), sporun kardeşlik ve barış olduğundan dem vurdular. Sporun barış ve kardeşlik olduğuna dair söylemin, çok eski bir hikaye olduğunu ve günümüz gerçekliğinde bir karşılığının olmadığını söylemeye çalıştım.

Sporun endüstrileştiği bir dünyada, bütün yarışmaların, oyunların amacı sadece kazanmaktır. Kazanırken de bütün yolların denenmesi olağandır. Olimpiyat ruhu diye bir şey yoktur. Olimpiyatlar fikri, aristokratların bir düşüydü. Bunu ortaya atan da bir barondu. Pierre de Coubertin'in amacı barış ve kardeşlik değil, aristokrat sınıfın eğlendiği bir panayır düşüydü. Zaten ilk olimpiyatların içinde yer alan spor branşları, daha çok aristokrat zenginlerin yaptığı/oynadığı halat, jimnastik, tenis, yüzme gibi dalları içeriyordu. Kapitalizmin gelişim sürecine paralel olarak, sporun kitleler üzerindeki etkisinin genişlemesine denk gelen bir kucaklaşma yaşandı. Kapitalizm ürettiği arza bir talep yaratmak için sporu, 1950'lerden itibaren ciddi şekilde kullanmaya başladı. Büyük organizasyonlar, sporsal rekabetten öte kapitalist markaların yarıştığı bir arena haline geldi. Esasında, ilk başta işçi sınıfının sporu olan futbol da zamanla bu kuşatmanın içine düştü. Doğal olarak en çok izlenen spor dalı olduğu için, kapitalistlerin en gözde sporu olmaktan kutulamadı. Spor, hiçbir zaman barış ve kardeşliğe hizmet etmedi. Aksine, El Salvador ve Honduras arasında yaşanan bir savaşa sebep oldu. Sivas-Kayseri birbirine girdi, onlarca insan yaşamını yitirdi. Yazının konusu bu değil aslında. Diyarbakır-Bursa maçında yaşananlara girmeden önce bir girizgah yapmak istedim sadece.

Evet! Diyarbakır'da yaşananları onaylamak mümkün değil. Bu, spor barış ve kardeşliktir palavrasına gölge düşürdüğü için değil, futbol oynamaya çalışan insanlara şiddet uygulandığı içindir. Sahaya atılan taşlar, panzere atılan taşlarla bir tutulamaz. Hakemin maçı tatil etmesi de doğrudur. Federasyonun verdiği 3 maç ceza da verilecek hükmen mağlubiyet de doğru kararlardır. Ancak! Bursa'da yaşananlara bakarak tahliller yapmak da doğru değil. Şimdi baştan başlayalım. Diyarbakırspor, ilk kez Bursa'da ırkçılığa maruz kalmadı. Yaklaşık 10-15 yıldır gittiği her deplasmanda aynı ırkçılığı yaşadı. Sanki ilk kez dün olmuş gibi yaparak, gerçekçi bir analiz yapamaz kimse. Kürtlerin mücadelesine paralel olarak, Diyarbakırspor'a bir öfke geliştirildi. Diyarbakırspor maçlarında atılan 'PKK dışarı' sloganı, tam da maçlarda İstiklal Marşı'nın okunmaya başlandığı döneme denk düşer. Kürtlerin dışlanması, sırf isminin başında Diyarbakır olmasından dolayı, Diyarbakırspor da payına düşeni aldı. Hani derler ya Türk milliyetçiliği kucaklayıcıdır. İspanya'da A. Bilbao Basklılarla o kadar özdeş olmasına rağmen, Madrid'de oynadığı maçlarda bile hiçbir zaman ırkçı sloganlara maruz kalmadı. Türklerin milliyetçiliği böyle kucaklayıcı işte.

Hepimiz Hrant Dink'iz dövizine izin vermeyen Futbol Federasyonu, ilk kez atılan PKK dışarı sloganına ceza uygulasaydı, bugün bu sorunlar olmazdı. Ulusal liglerde, maçtan önce okunan İstiklal Marşı'na en küçük bir uyarı getiremeyen federasyon bugün köşeye sıkışmış durumdadır. Ulusal liglerde, ulusal marşın okunması yeryüzünde sadece Türkiye'de uygulanmaktadır. Bunun amacı, Kürtleri terörize etmektir. Çetin Altan'ın deyimiyle 'Türk'ün Türk'e propagandası'ndan öte bir şey değildir.

Diyarbakır'da yaşanan şiddeti görmemezlikten gelemeyiz. Ama sürekli dışlanan bir kentin, bir toplumun uzun zamandır biriken öfkesini de hesaba katmak gerekir. Bu kadar dışlanmaya ses çıkarmayanların, yaşanan şiddetten dolayı şoka girmeleri kara mizahtır. Diyarbakırspor amatörce, Bursaspor profesyonelce yönetiliyor. Bursa yöneticileri, bize Diyarbakır'da oteller yer vermiyor, can güvenliğimiz yok diyerek, ortamı hazır hale getirdiler. Diyarbakırspor yöneticileri karşı hamle geliştiremediler. Bursalı yöneticilerin tasarladığı şey, maçın yarıda kalmasıydı, bunu da gerçekleştirdiler. Spor barış kardeşlik mi dediniz? Palavraları geçelim.

Butün bu kaotik ortamda özeleştiri yapıp, aklıselim davranan biri de oldu. Trabzonspor Başkanı Sadri Şener'di bu kişi. Lig maçı için Diyarbakır'a gelen, orda Belediye Başkanı Osman Baydemir'i ziyaret eden, Trabzon'daki maçta da Diyarbakırspor'u güzel ağırlayan Sadri Şener'e teşekkür borçludur spor dünyası. Şener: 'Ben olsam bunu çok hafif cezalarla geçiştiririm. Bunlar kesinlikle tasvip edilen olaylar değil. Fakat Diyarbakırspor'un da bu ligde olması gerekiyor. Çünkü bu durum Türkiye'nin 50 yıldır kanayan yarası. Devamlı bu insanlar dışlanarak durum bu hale geldi. 'Bir özür borcunuz var' diye çok güzel bir pankart asılmıştı. Eğer bu yapılmış olsaydı bunların hiçbiri olmazdı. Ben başkanını ziyaret etmiştim. Hepsi Trabzon diye tezahürat yapmıştı' sözleriyle bir sağduyu sergilemiş oldu.

Diyarbakırspor küme düşebilir. Çok önemli de değil. Sonuçta, Kürtlerin dişi ve tırnağı ile yarattığı bir organizasyon değil Diyarbakırspor. Bu nedenle hem sportif, hem de temsiliyet anlamında uzun vadeli başarılı olması da mümkün değil. Bu yaşananları gördükten sonra, Diyarbakır'ın spor konferanslarını, spor çalıştaylarına çevirmesinin onlarca faydası olacağını düşünüyorum.

DOĞAN DURGUN
dogandurgun68@gmail.com

AKP ve başbakanın sanatçıları(!)

Bu ülkede, her şeyi yapıyormuş gibi yapıp, hiçbir şey yapmamanın tarihini yazıyor AKP. Avrupa Birliği tartışmaları ile aylar geçirdik. Sonra Kopenhag Kriterlerini çay niyetine içtik. Ergenekon dedik, paşalar gözaltına alınıyor diye bir umut bekledik. Ama paşalar: paşa paşa dışarıya çıktılar. Neymiş? Kurumlar yıpratılmamalıymış. AKP boş durur mu? Kürt açılımı dedi, açılımın adı zamanla evrim geçirerek 'Milli Birlik Projesi'ne dönüştü. Bu sürece denk düşecek şekilde, bütün Kürt kurumları, açılımdan paylarına düşeni almış oldular. Roman Çalıştayı dendi, Romanlar Nazi dönemine yaraşır bir şekilde toplama kampına yollandı. Alevi Çalıştayı dendi, Maraş katili Ökkeş Şendiller çalıştaya çağrıldı. Şimdi de sanatçı çalıştayı(!). Kürt sorununun çözümü için, Erdoğan onları toplantıya aldı.

Önce davetliler listesine bir bakalım: İbrahim Tatlıses, Emel Sayın, Nuri Sesigüzel, Orhan Gencebay, Mustafa Sandal, Davut Güloğlu, Kıraç, Fatih Kısaparmak, Kenan Doğulu, Orhan Hakalmaz, Ferdi Tayfur, Funda Arar, İzzet Yıldızhan, Alişan, Ferhat Göçer, Gülay, Murat Göğebakan, Mustafa Sağyaşar, Samsun Demir, Bülent Ersoy, Manga, Muazzez Ersoy, Feryal Öney, Ali Rıza Binboğa, Safiye Soyman, Nükhet Duru, Sinan Özen, Demir Demirkan, Demet Akalın, Zerrin Özer, Kayahan, Nilüfer, Sertab Erener, Işın Karaca, Seda Sayan, Bedia Akartürk, Emel Müftüoğlu, Nihat Doğan, Zekai Tunca, Cengiz Kurtoğlu, Hakan Peker. Cengiz Erdem ve Şahin Özer. Bu listeden Bülent Ersoy'u bir kenara bırakıyorum. Kürt sorunu konusunda politik bir bilinci olmasa dahi, içgüdüsel olarak savaşa karşı bir duruşu var. Öte yandan sos olarak: Yavuz Bingol, Rojin, Onur Akın gibi bir kaç isim var toplantıda bulunan. Ve bütün bunlara, sanatçılarla görüşme deniliyor. Başbakanlığın önü Jeeplerden geçilmiyormuş. Bunu ilk duyduğumda, aklıma akşamları televizyonlarda yayınlanan magazin foreverler geldi. Işte Erdoğan ve AKP, magazin foreverlerden Kürt sorununun çözüm ilacını arıyor. Bu kadar ciddi bir meseleye AKP'nin bakışı böyle, yakışıyor. Bir kere, toplantıya katılanlar sanatçı değil. Onlar: şarkıcı, türkücü, arabeskçi, popçu. Önce bir tesbit yapalım, sanatçı kimdir? Sanatçı, ürettiği özgün şeyin içine toplumu çekebilen, böylece toplumu yönlendirebilen, fikirlerini, duyarlılıklarını belirleyebilen, bunları yaparken de, bir duruşu ortaya koyan kişidir. Sanatçı, sistemin tuzaklarına düşmeden, popüler kültürün dışında kalarak bunları yapabilir. Sanatçı, yaşadığı zaman diliminde, yeryüzündeki bütün haksızlıklara karşı çığlık olabilendir. Sanattan gelen gücünü kullanarak dik durabilendir. Mazlumun sesi, zalimin muhalifidir sanatçı.

Bu listede kim bu tanıma uyuyor? Bir isim, evet bir isim arıyorum, bulamıyorum. Onur Akın var diyebilir insanlar. Onur Akın, Cumhuriyet ve CHP mitinglerindeki tavrı ile sanatçı olamayacağını net biçimde göstermişti zaten. Teoman ise, zaten sanatçı değilim diyor haklı olarak. Bu dürüstlük bile, onu diğerlerinden farklı kılıyor. Erdoğan, bunlardan Kürt sorunu konusunda kamuoyu yaratmalarını bekliyor. Gülmek geliyor insanın içinden ama konu yakıcı ve dramatik. Hayatlarında bir tanecik kitap okumadan, şarkı, türkü söyleyerek bir ömür tüketen, imajmakerlerin elinde maymuna dönen bu zevat Kürt sorununda duyarlılık oluşturacak. Kürt sorununun ve onun ortaya çıkış nedenlerinin en basitinden bile habersiz bu isimler. Baksanıza, Orhan Gencebay' Kürt dili ne zaman yasaklanmış ki? Yasaklandığından haberim yok' diyebiliyorsa, varın siz Emel Müftüoğlu'nun, Nihat Doğan'nın, Cengiz Kurtoğlu'nun halini düşünün. Sorun oraya gidenlerde değil. Sorun, sanatçının kime dendiğini bilmeyen, oraya arabeskçi, tavernacı dolduran, onları sanatçı sayan zihniyette. İşte AKP'nin Kürt sorununun çözümüne verdiği ciddiyetin resmi o tablo.

Bu girişime şapka çıkaran diğer Erdoğan olan Yılmaz'ın kankisi Muhsin Kızılkaya ise geçenlerde radikal 2'de ince ayar yapmıştı. Erdoğan'ı savunmak amacı ile yazmadığını söylediği yazısında, bolca Erdoğan savunması yapıyordu. Yazısında: 'Sayın Demirtaş! Meclis'e giden Kürt milletvekillerinden neredeyse yarısına yakını Kürtçe bilmiyor. Kürt sanatçılara Kürtçe film çekmelerini önereceğinize, önce Kürtçe bilmeyen milletvekilleri bir araya gelin, bir kursa yazılın, hepiniz iyi derecede Kürtçe öğrenin, sonra başkalarına tavsiyede bulunun; milletin vekilli önce millete örnek olmalı değil mi' derse, ne yapacak? Zor durumda kalacağı muhakkak.' Diye yazıyor. Yazdıkça, sapla samanı karıştırıyor. Psikolojik savaşın tuzağına gönüllü düşüyor. Hani psikolojik savaşın kalem erbabları yazıyor ya, niye Kürtçe eğitim istiyorsunuz? Kendiniz Kürtçe bilmiyorsunuz. Bu argümana su taşıyor Kızılkaya. Sanki asimilasyon politikalarının sorumlusu BDP'ymiş gibi bir yoruma imza atıyor. Ve bolca da Yılmaz'cığını savunuyor. Savunacak elbette, aynı bardakta şerbet içiyorlar. Bir de utanmadan; 'Her gün kendi medyalarında 'hain Kürt aydınlarının' listelerini yayınlıyorlar' terbiyesizliğine kadar işi götürmüş. Evet, Günlük bizim medyamız. Sizlerin medyasını ise çok iyi biliyoruz.

Doğan DURGUN

Bir özgürlük savaşçısı: Adıyamanlı Manuşyan

Naziler, işgal ettiği yerlerde ciddi direnişlerle karşılaştılar. Belçika ve Danimarka'da halk milis güçleri oluşturdu. Danimarkalı çocuklar, direniş sırasında büyüklerine gözcülük yaptılar, milisler arasındaki iletişimi sağladılar. Yugoslavya'da, İtalya'da, Arnavutluk'ta, Bulgaristan'da komünistler, sosyalistler, anarşistler kahramanca vatanlarını savundular. Stalingrad, Leningrad ve Kiev gibi kentlerde halk direnişin destanını yazdı. Faşizmin çizmeleri Fransa'nın kalbine doğru ilerlediğinde, Fransız ordusu ciddi bir direniş göstermeden, Nazilere teslim olmayı yeğledi. Alman ordusu, 14 Haziran 1940'da Şanzelize Bulvarında geçit töreni bile düzenledi. Üstüne üstlük, Nazi yanlısı Vichy Hükümeti kuruldu. Fransız halkı, Fransız ordusu gibi davranmadı. Komünistlerin önderliğinde örgütlenerek, faşistleri ülkelerinden kovdular. Fransa'daki direnişin önemli simalarından biri de Adıyamanlı Manuşyan'dı.

ADIYAMANLI MANUŞYAN

Manuşyan, kaderin bir cilvesi olarak 1 Eylül(Savaş sonrasında bütün dünyada 'Dünya Barış Günü' olarak kutlanacak tarih) 1906'da Adıyaman'ın bir köyünde doğmuş. Babası, yer yer yaşanan çatışmalarda hayatını kaybetmiş, annesi ise 'Büyük Kıtlık' zamanı yaşamını yitirmiş. Dört kardeşin en küçüğü olan Manuşyan'ı bir Kürt ailesi, ağabeyi ile birlikte yanına almış, Ermeni katliamından kurtulmasını sağlamış. Adıyaman'da yaşayan Ermeniler de techir de paylarına düşeni almışlardı. Adıyaman Kaymakamı, Malatya'ya çağrılmış ve 1915 Ermeni Tehcirinde aktif rol oynamıştır. Tehcir sonrasında, Ermenilerin mallarına konmuş, zenginleşmiş bir çok aile hala Adıyaman'da yaşamaktadır. Bir kısmı ise, Ermeni mallarının yanında, güzel ve genç kadınları zorla kendilerine eş yapmışlardı. Manuşyan'ın yanında kaldığı Kürt ailesi, kendisini diğer aile bireylerinden farklı görmemiş, hatta Fransa'da evlendiği eşi Melinee'ye söylediğine göre, Kürt ailesi kendisine damatları olacak gözüyle bakıyorlarmış. Ermeni katliamının boyutları ortaya çıkınca, Ermeni Kilisesi ve çeşitli yardım kuruluşları bölgeye gelerek, öksüz Ermeni çocuklarını aramışlar. Kürt aile de, Manuşyan'ı gelen heyete, istemeyerek de olsa teslim etmiş. 16 yaşında gelmiş olan Manuşyan, ağabeyi ve diğer yetim Ermeni çocukları ile birlikte Suriye'ye getirilmiş, orda iki yıl bir Ermeni yetimhanesinde kaldıktan sonra, 1925 yılında Fransa'ya gelmiş. Kurşuna dizildiği 1944 yılına kadar da orda yaşamıştır.

PARİSLİ MANUŞYAN

Önce Marsilya'ya yerleşen iki kardeş, bir süre sonra Paris'e gitmeye karar verirler. Bu süreçte hayatta kalabilmek için çeşitli işler yapar Manuşyan. 1929 Dünya Ekonomik Bunalımının etkisi Avrupa'da derinden hissedilince, Manuşyan'da işsiz kalır. Kimi zaman, heykeltıraşlara modellik yapar. Zamanı boldur, Sainte-Genevieve kütüphanesi'nin müdavimi olur. Her gün saatlerce kitap okur. Savaş öncesi, genç şair arkadaşlarıyla edebiyat dergileri çıkarmaya başlar. Dinleyici olarak Sorbonne Üniversitesine kayıt yaptırır. Edebiyat, felsefe, tarih, politika gibi derslere girer. Vichy hükümeti kurulur kurulmaz, Manuşyan diğer muhalifler hapse atılır. Sonrasında ise cepheye gönderilir. Bununla da yetinilmez, zorla silah üretilen bir fabrikada çalıştırılır. Burdan kurtulur kurtulmaz Paris'e gelir. Yoldaşlarıyla ilişkiyi kurar. Bu arada, Fransa'da Nazi yanlısı Vichy hükümetinin icraatları, Nazi Almanya'sında yaşanan vahşeti aratmayacak düzeydedir(meraklısı için: F. Truffaut yönettiği 1980 yapımı Son Metro filmi izlenebilir) ve Komünist parti ve aydın, yazar, sanatçılar önderliğinde bir direniş başlamıştır. 1934 yılında Fransız Komünist Partisine kayıt yaptırmış olan Manuşyan'da direnişte üzerine düşeni yapmakta tereddüt etmez. Zaten öncesinde de siyasal gelişmelere duyarlıdır. İspanya İç Savaşı sırasında oluşturulan Uluslararası Tugaylar ve Halk Cephesi sürecinde, Fransa'daki oluşumda Ermenilerin temsilcisi olarak görev almıştı. Manuşyan, direnişi, Ermeniler içinde örgütler. Almanların, Barbarossa harekatıyla SCCB'yi işgale başladıkları 22 Haziran 1941 tarihinde Manuşyan yeniden tutuklanır. Fransız polisi, Manuşyan'ı Gestapo'ya teslim eder. Üç aylık işkence sürecinde, Gestapo Manuşyan'dan bir bilgi koparamaz. Manuşyan tekrar özgürlüğüne kavuşur. Direnişin Kamutan Georges'i Manuşyan, Gestapo tarafından tekrar yakalandığı 15 Kasım 1943 tarihine kadar, birçok eyleme katılır. Katılmakla kalmaz, direnişin planlamasında yer alır. 21 Şubat 1944 tarihinde, 23 yoldaşıyla beraber, 38 yaşındayken kurşuna dizilir Misak Manuşyan. Kurşuna dizildiği günün sabahında yazdığı son mektupta: 'Gönüllü olarak kurtuluş ordusuna girmiştim. Zafere ve hedefe iki adım kala ölüyorum. Bizden sonra yaşayacaklara ve yarının, özgürlüğünün ve barışın güzelliğini tadacaklara ne mutlu.' Cümlesiyle, özgürlüğe duyduğu özlemi ve inancı dile getirir.

Adıyaman'da başlayan, Suriye'de mola veren, Fransa'da son bulan Manuşyan'ın hikayesi, çağdaşları olan Fucik ve Seelenbinder'e benzer bir izleksellik gösterir. Manuşyan, bir devrimci, bir aydın olmanın yanında, aynı zamanda bir şairdi. Eşi Melinee'nin yazdığı ve Aras yayınları arasında çıkan Bir Özgürlük Tutsağı: Manuşyan kitabını okumanızı hararetle tavsiye ederim.

Doğan DURGUN
dogandurgun68@gmail.com

* * *

Resmi ideoloji ve Dersim Raporu

Çocukken, apartmanın önüne çıkıp oyun oynayacak birini arardım. Kapıcı kızı olduğum gerekçesiyle oyunlara alınmaz, yalnız bırakılırdım. Çocuk aklımla insanları kapıcı olanlar ve olmayanlar diye ikiye ayırmıştım. Büyüdükçe ayrımıma zenginler ve fakirler dendiğini öğrendim. Eşitlikçi bir dünya hayal etmeye başladım.

Üniversiteye başlamıştım. Kantine ayak bastığım gün gözlerim kantin duvarlarına asılı kaldı. Özgür Gündem'deki vahşet fotoğrafları duvarlara yapıştırılmıştı. Kantin kapanana kadar fotoğraflara baktım. O gün, eşitlikçi bir dünya için devletin işleyişini anlamam gerektiği kanısına vardım. Gündem'i okudukça da devletin işleyişini kendimce çözmeye çalışıyordum. JİTEM'e takılmıştım. Fırsat buldukça da eşe dosta öğrendiklerimi anlatıyordum. Anlattıkça anlaşılacağımı, gücümüzün çoğalacağını düşünmüştüm. Öyle olmadı. Paranoyak solcu kategorisine d‰hil edildi(k)m. Ergenekon, paranoyak olmadığımızın kanıtı oldu. Daha doğrusu hakkıyla paranoyak olamadığımızın.

Birkaç ay önce, İletişim Yayınları'ndan yayınlanan Dersim Raporu basıldığında, sistemin nasıl işlediğini tam olarak anlayacağımı sanmıştım. Sandım diyorum çünkü netleşmek yerine kafam karıştı. Kafa karışıklığıma sizleri de ortak etmek istiyorum. Önce, kitap hakkında kısa bir bilgi vereyim. Dersim Raporu, 1933 yılının son çeyreği ya da 1934'ün ilk aylarında yayınlandığı tahmin ediliyor. Yazanı belli değil. Yüz adet basılmış. Basıldığı dönemde orduda görev alan üst düzey komutanlara dağıtılmış. 1930'larda ikinci ordu komutanı olan Org. İzzettin Çalışlar'ın kütüphanesinde bulup kendisi ile aynı adı taşıyan torunu sayesinde bizlere ulaştırılmış. Kitap orijinaline sadık kalınarak basılmış. Eski Türkçe kelimelerin yanlarına açıklama yapılmaya çalışılmışsa da akıcı bir okuma yapmak güç. Kitap, İsmail Beşikçi'nin kitaplarına benziyor. Devletin İsmail Beşikçi'yi neden yıllarca cezaevinde çürütmeye çalıştığını anlıyor insan. Dersim'in isminden başlanıyor araştırmaya, dağlarına, ovalarına, nehirlerine, mağaralarına, aşiretlerine, geçim kaynaklarına kadar her şey en ince ayrıntısına kadar, sayılar verilerek anlatılıyor. Rapor yazılırken de daha önce yabancı bir araştırmacının, bulgularından yararlanıyor ve karşılaştırmalar yapılıyor. Dersim'e devlet memuru olarak gelen herkes kendince bir rapor yazmış. Onlardan da yararlanılmış. Raporun sistematiğine bakılınca, yazanın 1930'larda nerden ve nasıl bir eğitim aldığı insanın aklına takılıyor. O dönemde, akademik bir titizlik ve dille böyle bir raporu yazanın yerine geçen birinin bugünkü eğitimli halini düşünmek istemem.

Rapordaki ana tez, Dersim'de yaşayanların Kürt değil Türklüklerini unutmuş Türkler olduğu. Orta Asya'dan göçüp Dersim'e yerleşmişler. İran'daki Harzemlerden etkilenmişler. Şiiliğe yaklaşmışlar. Yavuz Sultan Selim'in seferleri sırasında, Şii düşmanı bu padişahın hışmından kaçmak için Dersim'in bugünkü yerleşim yerlerine yerleşip devletten uzaklaşmışlar. Kitaptaki anlatımda bakılırsa, Dersimlilerin Türk olduğuna karar verilmiş. Böyle bir kararda devletin gelip kendi ırkındaki insanlara yardım elini uzatacağını düşünülür. Ama bir taraftan da Dersim'e her an bir saldırı yapılacak gibi anlatımlar var. Hangi yolların hangi aylarda nasıl geçileceği; eşek mi, yaya mı, araba mı kullanılacağı, hangi suyun içilip içilmeyeceği, hangi aşiretin devlete yakın olup olmadığı, kimlerin silahlı olduğu tek tek anlatılmış.

Raporu yazan bir Kürt görmüş ama Dersim'de değil. Nerde gördüğü de belli değil. Dersim insanını, özellikle de kadınlarını beğenmiş. Kürt kadınları gibi erkek görünüşlü değil, Türk kadınları gibi kadın gibi kadınlarmış. En çok ilgimi çeken kısma geleyim. Kadınlar üzerinden Türklük ispatları devam ediyor. İspatta Ovacık yöresinden derlenen bir türkü kullanılıyor.

Vardım odasına kahve pişirir
Kınalı parmakları fincan devşirir
Gel beri gel beri gündüzlü dostum
Uydun el sözüne selamı kestin
Ben o Kürdü almam
Ayağı çarıklıdır (Sayfa 53)


''Oynaş' ve 'gündüzlü tutmak' demek, haftanın bir gündüzünü sevdiği bir erkekle geçirmek Kızılbaş kadının hakkıdır... Kadının bu hareketi, kocasınca ve Kızılbaşlarca günah sayılmaz. Kızılbaş itikadınca, gün ve güneş ziyası (ışığı) karşısında hayır işlerler... Bu mevzu ile Türkün ana yurdundaki ilk itikatlar arasındaki benzerlik şayanı nazardır... Merhum Ziya Gölkalp'in Türk Medeniyetleri Tarihi adlı eserinin 89. sayfasında, 'Eski Türkler bu menkıbeleri izah için senede bir kere tabii şehvetin galeyanı ile vücuda gelen bir aşk gecesine inanırlardı... Çünkü bu gece nur sütunun-ki, buna altın ışık da diyebiliriz- her şeyde mütecelli bulunurdu.' Kızılbaşların 'gündüzlü' telakisiyle eski Türklerin 'nur sütunu' telakkileri arasındaki münasebet, Türkmenlerin ve Türklerin Kızılbaşlığı niçin benimsediklerine de delildir... Üçüncü beyitteki ifade ise iki noktai nazardan değer: Birisi Dersim'e yerleşen temiz Türk oğlunun yanı başında gördüğü Kürt'e duyduğu nefreti ve kanına diğer kan karıştırmayacağını gösterir...' (Sayfa 54).

Yıllarca mum söndürdüğümüzü iddia ettiler. Elektrikler kesildiğinde bile mum yakamaz hale getirdiler. Bizim mumlar h‰lbuki altın ışıkmış. Ve bu altın ışık sayesinde de öz Türkmüşüz. Dersimliler öz Türk'tü de neden Munzur'da su yerine kan akıp Munzur taştı?

Elif DUMANLI

Türkiye'de Cezaevi Gerçeği -5


Yılları bulan görüş yasakları!

Siirt E Tipi Kapalı Cezaevi de diğer birçok cezaevi gibi kapasitesini aşmış durumda. 480 kişilik kapasiteli cezaevinde yaklaşık 900 tutsak kalıyor. 4 kişilik tek katlı odalarda 10, 6 kişilik odalarda 12, 8 kişilik odalarda 19-20 ve 15 kişilik odalarda kimi zaman 30'un üzerinde kişinin kaldığı kaydediliyor. Kaloriferlerin doğru düzgün açılmadığı, mahkumların yazın da sıcaktan kavrulduğu, bit ve pirelerin dönem dönem cirit attığı, haftanın birçok günü yemeklerin berbat çıktığı, yemeklerin karavana yerine plastik yoğurt kaplarında verildiği, bunun da sağlık sorunlarına neden olduğu ifade ediliyor. Cezaevine sevk edilen tutsakların askerler tarafından zorla soyundurulduğu belirtilen cezaevinde, tutuklu ve hükümlülere de sudan gerekçelerle cezalar veriliyor. Bu cezalar sonucunda açık görüş yasağının uygulanması yönteminin rutin bir hal aldığı kaydediliyor. Cezaevinde tutsakların sudan yeterince yararlanmadığı da iletilen şikayetler arasında. Cezaevinde sıcak suyun haftada iki saatle sınırlı tutulması ve tek banyonun bulunması cezaevinde yaşanan diğer sıkıntılardan biri.

EŞYALARA EL KONULUYOR

Cezaevinde mektup gönderme, yazılan Kürtçe edebiyat ürünlerinin dışarı gönderilmesinde de sorunlar yaşanıyor. Mektuplar için tercüme parasının istendiği cezaevinde, gönderilen Kürtçe kitapların uzun süre bekletildikten sonra ancak verildiği kayediliyor. Kargoyla gönderilen eşyalara el konulduğu ve mahkuma verilmediği, kimi zaman haftalarca kantinden istenen eşyaların verilmediği, kargo ile gönderildiğinde de 'Kantinde var' denilerek el konulduğu, elbise sınırlamasına gidildiği, kargo ile gönderilen eşyaların 'eskisini getir yenisini al' denilerek olmayan elbisenin istendiği söyleniyor. Ortak sohbet alanının 'personel eksikliği' gerekçe gösterilerek uygulanmadığı cezaevinde, mahkumlar ancak haftada bir saat ortak alana çıkabiliyor. Cezaevi odalarının nemli ve küf kokusu ile dolu olduğu, badana ve boya yapıldığında mahkumların hesabından kesildiği, çatıların eski olmasından kaynaklı kışın suların içeriye aktığı belirtiliyor. Kurumun kütüphanesi olmasına rağmen buradan yararlanmanın birçok şarta bağlandığı, isteğe göre kitap bulma, tercihte bulunma şansının çok az olduğu dile getirilen sorunlar arasında.

PARA KESİLİYOR

Haftada iki gün farklı pratisyen doktorun uğradığı cezaevinde bu değişimden ötürü tutsakların tedavileri takip edilmesi mümkün olmuyor. Doktorların hasta ile hiçbir ilişkiye geçmeden ilaç yazdığı, her rahatsızlığa 'psikolojiktir' diyerek geçiştirdiği ifade ediliyor. Mahkumların kaldığı bölümlerdeki ışıklandırma sisteminin onarımı ve yenileme giderlerinin mahkumlarca karşılanmasının dayatıldığı cezaevinde, Meclis TV'nin dahi izletilmediği, sınırlı kanalların verildiği bunun da ödenek eksikliğine bağlandığı kaydediliyor.

GÖRÜŞ YARIM SAAT

Cezaevine gelen görüşçülerin odalara göre saat olarak ayrılmaya çalışıldığı, bu nedenle il dışından gelen görüşçülerin ya görüş saatine yetişemedikleri için görüştürülmedikleri, ya da soğuk ve sıcakta görüş saatlerini beklemek zorunda kaldıkları ifade ediliyor. Ayrıca zaman darlığı gerekçe yapılarak mahkumların görüşmeleri yarım saatle sınırlandırılıyor. Kalp kapakçığında var olan bir sızmadan dolayı sürekli kriz geçiren M. Sıddık Cengiz'in yanı sıra belden aşağısı felç olan Temino Baysal'ın da tedavilerinin aksatıldığı belirtiliyor.

URFA E TİPİ CEZAEVİ

Urfa E Tipi Cezaevi'nin mahkum kapasitesi 450 olmasına rağmen, 800'ün üzerinde tutuklu ve hükümlü kalıyor. 6 kişinin sığabileceği odalarda 19-20 kişinin kaldığı cezaevinde, bir ranzada iki kişinin kaldığı, yeterince ranza olmadığı odalarda da beton zemine yatak serilerek yatıldığı belirtiliyor. Aileleri ile görüştürülürken sıkıntılar yaşayan mahkumların, şiddete maruz kaldığı, sağlık sorunlarının çözümünün geciktirildiği, kadın tutukluların kaldığı koğuşta, kadın gardiyanlar bulunmasına rağmen erkek gardiyanların arama yapmasından doğan sıkıntılar yaşandığı, zaman zaman tutuklu ve hükümlülerin kötü muamele, işkence ve tacize maruz kaldığı ifade ediliyor. Kadın mahkumların kaldığı odalarda iki pencerenin duvarla örüldüğü, sadece küçük bir pencerenin açık bırakıldığı cezaevinde, özellikle yaz mevsiminin sıcak geçmesi nedeniyle ciddi sorunlar yaşanıyor. Bu durum özellikle kronik astım ve alerjik rahatsızlığı olan kadın tutsakların sağlık durumlarında ciddi rahatsızlıklar yaratırıyor. Ayrıca kadınların spor yapabileceği odaların bulunmadığı, 'Yer yok' gerekçesiyle hobi odalarına çıkarılmadıkları ayrıca ayda bir yapılan genel aramalarda da askerlerin odaları dolaştığı kaydediliyor.

KÜRTÇE'YE CEZA

Cezaevinde Kürtçe şarkı söyledikleri için görüş yasağı cezası alan hükümlü ve tutuklular, Kürtçe önündeki engellerin hâlâ devam ettiğini belirtiyor. Neredeyse ortak sosyal alanın olmadığı cezaevinde koğuşlar arası görüşlerin de engellendiği ifade ediliyor. Gönderilen birçok mektup, resim ve kartpostala keyfi bir şekilde el konulduğu belirtilen cezaevinde koşulların düzeltilmesi için yapılan açlık grevleri de cezaya dönüştürülüyor. Doktora çıkmak için verilen dilekçelerin yanıtsız kalması, mahkemeye gidiş gelişlerde tutukluların tartaklanması ve kimi yeni tutuklulara girişte şınav çektirilmesi gibi sorunlarla da karşı karşıya kalınıyor.

TEKİRDAĞ 1 ve 2 NO'LU F TİPİ CEZAEVİ

Tekirdağ 1 No'lu F Tipi Cezaevine dönem dönem PKK davasından tutuklu bulunan mahkumların sürgün edildiği belirtiliyor. Ajanlaştırma ve itirafçılaştırmanın sürekli dayatıldığı yönünde şikayetlerle anılan cezaevinin, bu işler için Adalet Bakanlığı ile Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü tarafından pilot bölge olarak seçildiği iddia ediliyor. Cezaevinde mahkumların el yazmalarına gerekçe gösterilmeden el konulduğu, Kürtçe dergi, kitap, gazete ve yayınların içeri alınmadığı, rutin aramalar dışında keyfi aramaların yapıldığı kaydediliyor. Odalardan alınan materyallerin tutanaksız alındığı cezaevinde hücre cezaları sık sık uygulanıyor. Tutukluların kültürel ve sportif hakları engellenerek, mektup ve dilekçelere sık sık el konuluyor. Mahkumların özellikle kış aylarında soğuk suyla banyo, temizlik yapmaya mecbur kılındığı, yazın da kaynar suyun verildiği, aramalarda kimi zaman kantinden parayla satın aldıkları çeşitli eşyaların keyfi bir şekilde alınıp 'yasak' denildiği, cezaevinin sık sık yeni şeyler için yasak kararı çıkarıp uygulamaya koyduğu, önce sattığını sonra yasak deyip mahkumdan tekrar aldığı belirtiliyor. Behçet Yılmaz'ın, ağır astım hastası olduğu ve kriz durumunda ilacını bile kullanamayacak kadar etkisiz olduğu halde tek başına hücrede tutulduğu, beyin hücrelerinin dörtte biri ölmüş durumda olan Hasan Tahsin Akgün'ün, kendisini 10 yaşındaki çocuk gibi hissetmesinden kaynaklı tek başına ihtiyaçlarını gideremez durumda olduğu kaydediliyor.

2 NO'LU F TİPİ

Tekirdağ 2 No'lu F Tipi Cezaevi'nde de haftada 10 saat olması gereken ortak sohbet hakkının diğer cezaevlerinde olduğu gibi ayda 2 saati geçmediği ifade ediliyor. Tutsakların bu yönlü tüm taleplerinin de keyfi gerekçelerle disiplin cezalarına dönüştürüldüğü belirtiliyor. Kimi zaman verilen disiplin cezalarının yılları bulduğu, çoğu tutuklu ve hükümlünün yıllardır (4-5 sene) açık görüş yapamadığı, açılan disiplin soruşturmalarının da infaz hakimliği tarafından derhal onaylandığı kaydediliyor. Mahkumların tüm yasal haklarının engellendiği, adli ve idari kurumlara gönderilen mektuplara el konulduğu, suç duyuruları için cumhuriyet savcılıklarına gönderilen mektupların da cezaevi idaresince el konulduğu ifade ediliyor. Cezaevinde ayrıca mahkumların avukatları ile görüşmelerinin engellendiği, türkü ve şiir okumaktan onlarca tutukluya 9 ile 12 ayı bulan iletişim ve ziyaret yasağı verildiği belirtiliyor. Maltepe Çocuk Cezaevi'nden getirilen mahkumların yaş sınırlandırması gerekçe gösterilerek hücre değişim taleplerinin reddedildiği ve bunlara psikolojik ve fiziksel saldırılar yapıldığı iddia edilirken, 12 Eylül döneminde Kürtçe konuştukları için mahkumların ailelerinin gözleri önünde dövülmesi olayının aynısının Tekirdağ 2 No'lu F Tipi'nde de dönem dönem yaşandığı ve yaşamaya devam ettiği ileri sürülüyor.

AĞIR HASTALAR

Hanefi Kuzu adlı tutuklunun 'kemik erimesi' teşhisiyle on dişinin çekilip, diğer dişlerini çektirmek için tekrar revire gittiğinde de, doktorun 'senin dişlerini çekmeye gerek yoktu' sözleri ile karşılaşması ve plastik diş verilmesi olayı, tutsakların hastalık halinde karşılaştıkları olayları en iyi şekilde gözler önüne sermesi açısından çarpıcı bir olay. Görme engelli olan Gülnaz Akkurt ve daha bir- çok ağır hastalığı olan tutsağın yaşamını kolaylaştırmak için gerekli olan ihtiyaçların karşılanmadığına dikkat çekilirken, Ağa Sağlık adlı mahkumun da çok fazla kilo kaybına uğradığı için hayati tehlikesi bulunmasına rağmen tedavisinin yapılmadığı kaydediliyor. Yine hidrosefali hastalığına yakalanan Mehmet Yeşiltepe ve verem ile ağırlaşmış zatürre hastası Hüseyin Balar da ağır hastalar arasında yer alıyor. Cezaevindeki sağlıksız koşullarda tedavisi yapılmadığı için Mustafa Demir adlı mahkum, 24 Mayıs 2009 tarihinde yaşamını yitirmişti.

KIRIKKALE F TİPİ CEZAEVİ

Kırıkkale F Tipi Cezaevi esas olarak diğer cezaevlerine göre 'Sürgün F Tipi Hapishanesi' olarak nitelendiriliyor. Bu cezaevindeki esas amacın baskı, ceza, işkence vb. şekilde sindirilemeyen 'sorunlu, raporlu' denilen! tutsaklar ile psikolojik rahatsızlıkları olan ve hastanelerde tedavi edilmeleri gereken adli tutuklu ve hükümlülerin konulması hedeflenen bir cezaevi. Yaklaşık 80 kadar ağırlaştırılmış adli mahkumun bulunduğu cezaevinde, hak ihlalleri had safhada. Sürgünlerle getirilmiş 40'ın üzerinde PKK'li tutsağın da tutulduğu cezaevinde, hem ilk girişte hem de sonrasında fiziksel saldırı ve işkencelerin rutin uygulamalar haline dönüştüğü ifade ediliyor. Bu işkencelerin tamamının kamera görüntüleri ve kayıtlarından raporlara dek somut kanıtlarla ortaya konulmasına rağmen savcılık tarafından görmezden gelindiği ve 'kovuşturmaya yer yok' kararlarının verilip, işkence ve saldırılara onay verildiği ifade ediliyor.

SALDIRILAR

Özellikle adli mahkumlara yapılan fiziksel saldırı, işkence, disiplin cezası, infaz yakma, tecridi koyulaştırma gibi her türlü baskı-sindirme yönteminin hadsiz uygulandığı cezaevinde, adlilerin de kendilerince savunma ve direniş biçimi olan barikat, eşyaları ve hücreyi yakma, jiletle kendini kesme, intihar girişimi vb. yöntemlerle karşılık verdiği iddia ediliyor. Özel yalıtılmış hücrelere atılan tutsakların kanlar içinde kalıncaya kadar dövüldüğü ileri sürülüyor. Adliler gibi siyasi tutsakların da zaman zaman fiziksel saldırı ve işkenceye maruz kaldığı bu cezaevinde, hiçbir uygulamanın denetlenemediği ifade ediliyor. Disiplin cezalarının kesintisiz uygulandığı cezaevinde mektup, iletişim, ziyaret yasaklarının birbirini kovaladığı, açık görüş gibi bir olanağın hiç gündeme gelmediği, açık görüşe çıkabilen mahkumun neredeyse olmadığı, adli-siyasi, herkesin bir şekilde disiplin cezalarıyla yanıt bulduğu, dış kantin veya iç kantinden alınan ya da içeriye verilen eşya ve malzemelerin birçoğunun özel ve keyfi bir engellemeyle tutulduğu vurgulanıyor.

HÜCREDEN ÇIKARMIYORLAR

Sohbet hakkının kullanılmadığı, birbirleriyle kalmak istemeyen sorunlu adli tutukluların yan yana kalmaya zorlandığı, ana maltanın pencere camlarının mahkumların birbirini görüp selamlaşmaması için boyandığı, Kürtçe konuşmaya müsaade edilmediği ve ziyaretçilerin engellendiği, bu nedenle esasta PKK tutsaklarının ziyaret yapamadığı, bazı uygulamaların protesto edilmesinin gerekçe gösterilerek, mahkumların hücreden hiçbir yere çıkarılmadığı, telefon, ziyaret, revir, hastane, avukat gibi olanaklardan yararlandırılmadığı, acil olarak hastaneye yapılan sevklerin dahi günler, haftalar sonrası ancak yapıldığı kaydediliyor. Hapishane girişinde ziyaretçilerin bekleyebilecekleri hiçbir yer olmadığı, neredeyse tümü çok uzak illerden gelen yaşlı tutsak yakınlarının; kışın soğukta, kar altında; yazın, sıcakta, güneş altında, bekleme işkencesine maruz bırakıldığı ifade ediliyor. Sıcak ve soğuk suyun yeterince verilmediği cezaevinde, TV kanallarının eğitici kanallar olmadığı, asker ve gardiyanların aramalar esnasında bütün eşyaları dağıttığı, gerginlik çıkarmaya çalıştığı, adli tutukluların bulunduğu hücreleri 'uyuşturucu' gerekçesi ile köpeklerle aradığı belirtiliyor.

Kırıkkale F Tipi Cezaevi'nde, kalp, tansiyon, ülser, Behçet gibi ağır sağlık sorunları bulunan Hasan Alkış adlı tutuklunun, adli tıp tarafından verilen 'içeride kalması uygun değildir' içerikli raporu olmasına rağmen tahliyesi gerçekleşmiyor.

Hazırlayan: Abdurrahman GÖK - DİHA