23 Mart 2010 Salı

Ulusal bilinçte birleşmek gerek

Bin dört yüzyıldır, kültürü, ekonomisi, siyasal yapısı, sosyal yaşantısı ve fiziği katliamlardan geçirilen, bu anlamda sistematik olarak soykırıma tabi tutulan Kürtler, Diyarbakır Newroz’un da tüm dünyaya tek bir mesaj verdiler. Bu mesaj, sayıları bir milyonu aşan bir halk kitlesiyle muhteşem bir görüntü sergilemiştir.


Bin dört yüzyıldır, kültürü, ekonomisi, siyasal yapısı, sosyal yaşantısı ve fiziği katliamlardan geçirilen, bu anlamda sistematik olarak soykırıma tabi tutulan Kürtler, Diyarbakır Newroz’un da tüm dünyaya tek bir mesaj verdiler. Bu mesaj, sayıları bir milyonu aşan bir halk kitlesiyle muhteşem bir görüntü sergilemiştir. Verilen mesajın tek bir anlamı vardı, o da barıştı. Kürt, barış için tek bir adres gösterdi ki Kürdün işaret ettiği bu adres, üç buçuk milyon insanın “ benim siyasi irademdir” dediği Abdullah Öcalan’dan başkası değildi. Diyarbakır ve Van Newroz’unun tüm dünyaya anlattığı, Kürtlerin on yıllardır gündemleştirdiği barış söylemlerinin bir an evvel somutlaşması ve tesis edilmesi istemiydi. Dêrsîm’i, Zîlan’ı, Halepçe’yi, 90’lı yılları yaşayan kürdün, “yeter artık, onurlu bir barış olsun” diye haykırmasından başka ne istekleri olabilirdi ki.
Elbet bu barış, Yüzyıllardır birlikte yaşam sürdürülen ve şimdi sırf menfaat ve maddi çıkarları için kürdü kabul etmeyen, inkâr ve imhayı dayatan Türkiye, İran, Suriye ve ABD’li Irak devletlerine haykırılan bir sitem ve bir istemdir. Kürdün bu barış ısrarı bilinir ki, tüm Ortadoğu halkları içindir. Kürdün ve Türk’ün ve Fars’ın ve Arap’ın savaş içerisinde yaşaması demek, kapitalist modernitenin mimarları olan İngiltere ve ABD’nin ekmeğine yağ sürmek demektir. İşte Kürt, bu anlamda demokrasinin öncülüğünü yapmakta ve zulmün yenilmez olmadığını göstermek için direnmekte ve tüm gücüyle barışı haykırmaktadır. Bu haykırış ne acıdır ki, onca ölümler, tutuklamalar ve katliamlara rağmen sadece Türkiye’de siyaset yapan barış ve demokrasi partisi ve geleneği ile bir bütünen Kürt Özgürlük Hareketi tarafından sürdürülmekte ve haykırılmaktadır. Oysa tüm parça Kürtlerinin birlik olması dâhili ve kürdün onurlu birlikteliğinin tesisi halinde, barış her zamankinden daha erken gelecektir. Kürdün ulusal bilinçte birleşmesi demek, o kahrolası insanlık düşmanlığını bellek ve zihniyetlerinde (serpiştirdikleri düşmanlık tohumlarını) hiç bir zaman eksik etmek istemeyen güçlerin, coğrafyamızda yürüttükleri siyaset ve politikaları iflasa ve icraatları da helaka uğrayacak demek olacaktır.
Türk, Fars ve Arap halklarıyla zorunlu değil, gönüllü birliktelik ve savaşsız yıllar için, yine tarihteki gibi birlikte “yaşam anlaşmaları” imzalamak gerek. Tabi öncelikle kürdün bir bütünen (tüm bireysel koltuk ve kolluk pazubantlığı takma -sevdası müptelalığından kendisini arındırıp kurtararak) parçalılığın, birliğinin tesisi gerek, bir asırdır süre gelen parçalılığın ancak ve ancak ulusal bilinç etrafında birleşmeyle mümkün olacağını da tüm Kürtlerin idrak etmesi gerek.
Önce “ulusal bilinç” diye haykırmak gerek. Ulusal bilincin tesisi ve tüm parçalardaki kürdün birlikteliği, ardında sömürgecilerin kaçışını getirecektir. Bu anlamda Sayın Talabani ve Barzani’nin yer yer olan birlikteliğini, Kürt Özgürlük Hareketi ile birleştirmek gerek. Ancak bu birliktelikte, “menfaatin” Kürt halkından başka bir anlam ifade etmemesi gerek. Kimin menfaati, kürdün. Kimin çıkarı, kürdün. Kim için uzlaşı, tabi ki Kürt ve Kürdistan halkları için. Özgürlük için, tüm Kürtlerin ulusal bilinç etrafında, prangalar gibi kenetlenmesi gerek.
Bu anlamda tüm Kürtlerin, yaşanmış gerçekleri görerek Kürt Özgürlük Hareketinin işaret ettiği bir ulusal konferansta toplanması elzem olarak (bugün her bir kürd’ün beynine ve gönül kapısına, Newroz coşkusunun tokma’sıyla, tak-tak, gümbür-gümbür herkesin yüreğine vurarak) ivedilikle artık bu parçalanmışlığa son vermek gerektirdiğini (tüm Kürdistan Siyasi Parti güçleri) zorlamaktadır. Unutulmamalıdır ki, şuan oturdukları koltuklarda, halkın sevgisiyle, desteğiyle oturuyorlar.
Böylelikle gerçekleşmiş bir ulusal bütünlük, kuşkusuz; kara postallar altında inleyen vatanımızdan, sömürgeci güçlerin pılını pırtılarını alarak, terk edecekleri gerçeğini beraberinde getirecektir. Elbet sömürgecinin yazmış olduğu tarih’leri;  biz Kürtlere yaşamış olduğumuz acıları anlatmaz. Kürt’ten başka kim bilebilir ki kürdün kan ile yazılmış tarihini. Yeryüzünde hiçbir millet yoktur ki, yurdu onlarca sömürgeci güç tarafından işgal edilen. Tüm bunlara karşı yine hiçbir millet yoktur ki, asil bir şekilde savaşan. Eli silah tutarken bile, savaş dışında seçenekleri kullanarak tarihte Persler, Yunanlılar ve Türklerle dostluk ve barış anlaşmaları imzalamıştır. Buna rağmen kürdü yok etmek için ısrar eden, sömürgecilerin sayıca üstünlüklerine ve savaş için meydan okumalarına, onurlu Kürt daima evet cevabını vermiş ve direnmiştir.
Kürdistan’dan dünyanın diğer ucuna kadar, nerede bir Kürt yaşıyorsa, olması büyük ihtimal olan bir savaşa karşı ulusal bilinç ile bileylenmesini gerçekleştirmesi demek, en son dün Suriye’de yaşanan ve yaşanması muhtemel olan katliamların önüne geçmesi demektir.
Kürdün tarihi, hiç bitmeyen katliamlar tarihidir. Kürt, on bin yıldan beri namuslu ve özgür bir yaşam için, zor ile dayatılan savaşlara girmiş ve sömürgecilerin karşısında yaşamak için savaşan ve bugün bile yaşanması muhtemel olan savaştan korkmayan bir halktır. Kürdün, kasıp kavuran kasırgalar, tufanlar ile yazılı olan tarihinde maruz kaldığı felaketlerin ve çekilen acıların sebebini ve nedenini aramak, ulusal bilinçte birleşmek, tarihin yaşattıklarını bu güne kadar görmeyen ve görmek istemeyen gözleri güneşe çevirip görmek, hepimizin boynunun borcudur. Her Kürt ferdi iyi bilir ki, onurunu korumak ve dilini yaşatmak için başka hiçbir halk bizim kadar uzun direnmemiştir. Sömürgecilerin yazdığı tarihe direnemeyen halklar, ya egemenlikleri altında bulunan halkların menşeine geçmiştir, ya katliamlardan geçirilmiştir, ya da her bir ferdi bir yere göçmüştür. Bu onur savaşları sonucunda hiçbir imparator, kral, fatih kürdün mağlubiyetini tadamamıştır. Kürt, ta Guti’lerden, Hurri’lerden beridir destanlaşan direniş gösterileri sunmuş ve bu yaşam arayışları Kürt vatanının haşmetli zirvelerinde olmuştur. Kürt onurlu yaşamının şaşmaz hakikati, sömürgeciler karşısında, bu günümüzün de şaşmaz hakikatidir. Çünkü Kürt, hiçbir zaman mağlubiyeti kabul etmemiş ve sürekli direnmiştir. Dün de görüldü ki, Newroz’da hınca hınç alanları dolduran Kürt, bu yaşam mücadelesine ölüm de gelse yılmadan devam edecektir.
Neden ulusal bilinç etrafında kenetlenmek gerek sorusuna gelince;
Hepimizde biliyoruz ki, on bin yıllardan beridir Dicle ile Fırat’ın sahipliğini yapan Kürt, her gelen eliyle sürgünlere, katliamlara, soykırımlara tabi tutulmuş ve dünya milletleri yerinden koparılmaya çalışılmıştır. Kürtler Osmanlıdan bu yana Anadolu’nun değişik yerlerine sürülmüş ve açlığa mahkûm edilmiş, yetmemiş, sömürgeci düşmanın süngü ve kurşunlarıyla imha edilmeye çalışılmıştır. Tüm bunlar yalnız ve yalnız yer altı ve yer üstü zenginliklerine sahip olmalarından dolayı olmuştur.
Kürt, bunca zulmü ve acıyı sadece ve sadece onurlu olduğundan dolayı görmüştür. Onursuzluğu kabul edip direnmeyenler tarih çöplüğündeki yerlerini almışlardır. Sömürgeci güçler bin yıllardan beridir, insanlarımızın gözlerini ölümle kapatırken, hiçbir kürdün kendini (bireysel-bencil) yaşatması kabul edilemez.
Dêrsîmde, Zîlan’da, Halepçe’de süngülenen, zehirli gazlarla katledilen, asit kuyularına atılan, ateşlerde yakılan halkımız için, Darağaçlarının altında ölümü kahramanca selamlayan Seyit Rıza’lar ve Kürt Özgürlük Mücadelesinde bu güne dek yaşamlarını yitiren yiğit halkımız için, Özgürlük diye haykırarak şahadet tacını giyen on binlerce vatan evlatları için. Medeniyet postuna girmiş kapitalist modernitenin çanak yalayıcılığını yaparak uluyan çirkefli zihinlerin diyarımızı terk eylemesi için; Damarlarımızdaki volkanları harekete geçirerek, Kürt kurtuluşunun güneşini özgürleştirmek gerek.
Unutmayalım ki, bütün dünya biz Kürtlere bakıyor. Kürt 2010 yılında ulusal bilinç etrafında birleşerek, “ya bu dünyadaki yerini alacak ya da tarihin kirli çarkıfelek dişlerine kapılarak, onursuzlaşıp meçhule gidecek”. Bu anlamda Sömürgecilere verilebilecek en büyük ders ve cevap, ancak ve ancak ulusal bilinç ile bileylenmek ile mümkün olacaktır.
Yaşanabilecek olası bir savaşa karşı dur diyebilmek için, Onuru, Namusu, Vicdanı olan her fert, şahsiyet, kurum ve kuruluşun Kürt halkının özgürlük mücadelesinin yanında olması ve her kürdün bu saatten sonra ULUSAL BİLİNÇ etrafında kenetlenmesi gerekmektedir.  Onur mücadelesi veren her bir insana bin selam olsun……!!!  

Kürdlerin ırkçılıkla mücadelesi



21. yy’da Kürd özgürlüğüne karşı tavır alan Avrupa, ırkçılıktan yana tavır aldığının farkında olmalıdır. Yaklaşık 35 milyonu yok sayılan bir ulusun sesini duyurmaya çalışan RojTV’yi Al Capone benzetmeleriyle susturmaya çalışmak Hitler dönemine dönmektir.



KÜRDLERİN IRKÇILIKLA GLOBAL MÜCADELESİ
Dünya Kürd meselesini anlamada eksik, yetersiz kalmakta. Kürdistan sorunu elbette ki siyasal bir sorun ama siyasetüstü bir alan var ki o da Kürdlerin 21.yy’ın ikinci onyılında ırkçılıkla mücadele etmek zorunda kaldıklarıdır. 20 milyon Kürdü yok sayan, tanımayan Türk devlet sistemi tepeden tırnağa ırkçıdır. Avrupa bu devletle Kürdlere karşı ortak hareket ederek nasıl konumlandığının farkında mıdır?

21 yy’da mutlaka özgürleşecek bir Kürdistan’ı bugünden düşmanlaştırmak kimseye bir fayda getirmez. Kürdlerin Avrupa, İsrail ve Amerika’nın bugünkü tutumunu not ettiklerini bu ülkelerin siyasileri bilmeliler. Kürd siyasetçisini aşan ve kontrol edilemeyecek bir Kürd aydın / entellektüel duyarlılığı var ve bunların halk üzerindeki güçleri Kürdler üzerinden politika yürütenlerce iyi görülmeli.
Kürdler kültürleri, tarihleri ve coğrafyaları –dizayn edilen güçlüler ve –bu dizaynı yapan uluslararası ittifakları tarafından kısıtlanan / yok sayılan bir millet. Bu güçlülerin (Türkiye, İran, Suriye) destek verilen / sessizlikle karşılanan politikaları ırkçı politikalardır. Türkler ırkçıdır. Suriyeli Araplar ırkçıdır. Farsların Kürdistan’da uyguladıkları politikalar ırk bazlıdır. Irak Kürdlerinin elde ettikleri geniş otonomiye bu kadar değer vermelerinin ve bölgelerine dair defansif siyaset yürütüyor olmalarının nedeni çok yakın geçmişte Saddam tarafından maruz bırakıldıkları soykırıma varan ırkçı uygulamalardır.
Kürdlerin Kürdlerle birlik oluşturdukları, bir araya getirildiğinde Kürd ve Türkün birlik oluşturmadığı, Kürdlerin ve Türklerin farklı şeyler oldukları dünyada bilinmiyor / doğru ifade edilmiyor. Chomsky Kürd meselesi hakkında konuştuğunda bunu bilmediğini ya da kendi Amerikan karşıtlığının ve üçüncü dünyacılığının hatırına Kürdleri kurban ettiğini farkediyoruz. Oysa Kürdistan’ı ziyaret eden her yabancı Kürd sorununun bir milletin bağımsızlığı sorunu olduğunu hemen anlamakta, soruna çözümün bu milletin kültürel ve siyasi hayatını yaşamasının önündeki engellerin kaldırılması olduğunu görmekte.
Bir Faslı Mağrıbi ile bir Fransız ne kadar aynıysa bir Kürd ve Türk de o kadar aynıdır. Farklı ülkelerin Kürdleri Avusturyalılar ve Almanlar gibi farklı tarihlerin aynı dili konuşan insanları değil, ülkelerinin ortasına, İsviçre’de imzalanan Lozan Anlaşması’yla bir gecede sınır çizilerek zorla birbirinden kopartılmış, halen bugün birbirine yabancılaştırılmaya çalışılan ulusal bir topluluktur. İran, Türkiye, Suriye veya Irak; nerede olursa olsun Kürdlerin mücadeleleri bu nedenle bağlantılıdır / içiçedir. Kürdlerin tek bir devlet çatısı altında yaşamaları kültürel, tarihsel ve coğrafi aynılıktan ve kırk milyon nüfusun birarada yaşama isteminden dolayı gerekliliktir, haktır.
Özelde Kuzey Kürdistan’da genelde ise tüm Kürdistan’da Kürd sorununu RojTV baskınında malzeme edildiği üzere PKK’yle, yani bir siyasetle sınırlama eğilimi var. Kürdler yasaklarla yok sayılmaya, yok edilmeye çalışılıyor. Avrupa’daki yaklaşık bir milyonluk Kürd nüfusu sığınmacı göçmenlerden oluşmakta. Yüzölçümü 500 bin kilometrekare –Fransa kadar– olan 40 milyon nüfuslu Ortadoğu’nun göbeğindeki Kürdistan’la ne yapmayı tasarlıyor Avrupa? Brüksel’de Valon ve Flaman parlamentolarına ek bir Kürd parlamentosu kurulamayacağına göre –20. Yy’ın sonlarında denendi ve yürümeyeceği görüldü–, nedir Avrupa’nın Kürd ve Kürdistan politikası?
Kürdlere karşı Türk Devleti ile ortak hareket ederek 21. yy’da da ırkçılığın yanında tavır aldığının farkında mı Avrupa?
Mehmet Husedinmhusedin@yahoo.com

Demirtaş: Fiili özerklik hayata geçti

Güneydoğu Anadolu Belediyeler Birliği (GABB) Yerel Yönetimler Akademisi'nin açılışında konuşan BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş, "Türkiye Cumhuriyeti resmi olarak Demokratik Özerklik ve Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı'nı onaylamamış olsa da biz aslında fiili olarak özerkliği hayata geçirmiş bulunuyoruz" dedi.

Demirtaş: Fiili olarak özerkliği hayata geçirmiş bulunuyoruz
Uzun süredir çalışmaları yürütülen GABB Yerel Yönetimler Akademisi'nin açılışı yapıldı. Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi'ne ait Konuk Evi'nde açılan akademinin açılışında konuşan BDP Eşbaşkanı Demirtaş milyonlarca insanın Newroz'da barış, özgürlük ve diyalog mesajını verdiğini belirterek, sözün hükümette olduğunu söyledi.

DİHA'nın haberine göre Demirtaş, BDP'nin yerel yönetimlerde halkı inip kararlarını halkla beraber aldığını belirterek "Türkiye Cumhuriyeti resmi olarak Demokratik Özerklik ve Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı'nı onaylamamış olsa da biz aslında fiili olarak özerkliği hayata geçirmiş bulunuyoruz."

MİLYONLAR MESAJI VERDİ

Selahattin Demirtaş, açılış sonrası milyonların katıldığı Newroz Bayramı ve anayasa değişikliği tartışmalarını değerlendirdi. Türkiye'de ilk defa ciddi bir olay yaşanmadan Newroz'un kutlandığını belirten Demirtaş, "Aslında bu Newroz gösterdi ki yasaklama olamazsa, engelleme olmazsa hükümetin, valilerin, emniyetin olumsuz bir tutumu olmazsa halk kendi bayramını Newroz'unu coşkulu bir şekilde kutlayabiliyor" dedi. Newroz'dan güçlü bir katılım ve güçlü bir mesajla çıktıklarını vurgulayan Demirtaş, şunları kaydetti: "Bence halk Newroz meydanlarında mesajını vermiştir. Bu halk barış istiyor, özgürlük istiyor ve diyalog istiyor. Bu halk çatışma istemiyor, gözyaşı ve kan istemiyor. Bu kadar açık ve net. Milyonlarca insanın bir anda sokağa çıkıp meydanları doldurup mesajı ortaya koymasından sonra artık söz Hükümet'tedir. Top Hükümet'tedir."

SİYASİ PARTİLER KANUNU DEĞİŞSİN

Anayasa değişikliği öncesi hükümetin Kürt sorunun çözümünde somut adımlar atması gerektiğini dile getiren Demirtaş, BDP'nin Anayasa değişikliğine ilişkin görüşlerinin önümüzdeki günlerde netleşeceğini belirtti. Anayasa değişikliği öncesi Hükümet'in bir yasa paketini Meclise getirmesi gerektiğini ifade ederek Demirtaş, "Anayasa paketinden önce bir yasa paketi meclise gelmesi gerekir. Terörle Mücadele Yasası kesinlikle ve kesinlikle demokratikleştirilmesi ya kaldırılması ya da anti demokratik hükümlerinin derhal kaldırılması gerekiyor. İfade özgürlüğü ile ilgili TCK'da ifade özgürlüğünü kısıtlayan birden çok yasa var. Bir tek konuşmamız 25 ceza maddesini ihlal edebiliyor" diye konuştu. Demirtaş, ifade özgülüğüne ilişkin yasalar ile örgütlenme özgürlüğünün sağlanabilmesi için Siyasi Partiler Kanunu'nun da değiştirilmesi gerektiğini belirtti.

YÜZDE 10 BARAJI DÜŞSÜN

Seçim barajının mutlaka düşürülmesi gerektiğini belirten Demirtaş, şöyle konuştu: "Seçim barajı yüzde 10 olarak kalır ve biz 2011 seçimlerinde Meclise yüzde 10 barajı ile gidersek şu gün itibarı ile söylüyorum ki AKP ağzı ile kuş tutsa bize demokrat olduğunu ispatlayamaz. Seçim barajı bu gün itibarı ile AKP'nin demokratik siyasete yaklaşımının turnusol kağıdıdır. Eğer 'ben de yüzde 10 barajını tartışmam. Ben bu konuyu tartışmaya bile açmıyorum' diyorsa hükümet, 'Demokrasi anlayışı artık ortaya çıkmıştır' diyeceğiz ve biz kendi işimize bakacağız. Bu hükümetten hiçbir şekilde demokratik bir adım beklenmemesi gerektiğini kamuoyuna açıklayacağız." Seçim barajı, Terörle Mücadele Kanunu, ifade özgülüğü, örgütlenme özgürlüğü gibi konularda adım atmadan, "Kürt sorununu çözerim" diyen Hükümet'in kendisini kandırdığını söyleyen Demirtaş, "Bu Newroz işte bunun ifadesiydi. Hükümet sadece kendi kendisini kandırır. Halkı kandıramaz. Halk, sokaklarda meydanlarda halen özgürlüğü halen demokrasiyi arıyor. Ve AKP halkı tatmin etmiş değil, ikna etmiş değil güven vermiş değil" dedi.

Hükümetin tutuklu ve cezaevinde bulunan çocuklara ilişkin de bir iki ay içerisinde ciddi yasal düzenlemelere gitmesi gerektiğini belirten Demirtaş, şunları kaydetti: "Hükümet artık bu aşamada artık bunları dahi yapmazsa seçime 'ben bildiğim şekilde giderim. Sadece AKP iktidarını güvenceye alacak bir takım düzenlemelerle giderim' diyorsa BDP bu oyunun içerisinde yer almayacaktır. AKP'nin bu anti demokratik yüzünü teşhir etmek bize düşer sadece. Zaman varken ben Sayın Başbakan'a burada çağrı yapıyorum; Diyarbakır halkı, bir milyona yakın yürek sayın Başbakan'a barış çağırısı yaptı. Barış elini uzattı. Sayın Başbakan bu ülkenin başbakanı tüm vatandaşların başbakanıdır vatandaşların sesini duymak zorundadır. Uzatılan barış elini havada bırakmamak onun anayasal görevidir aynı zamanda. Başbakanı barış hattını korumaya savunmaya ve yerine getirmeye çağırıyoruz."

KAOS VE KARGAŞA ÇIKABİLİR

Erdoğan'ın somut adımlar atmak yerine baskıda ısrar etmesinin kötü sonuçlara yol açabileceği belirlemesinde bulunan Demirtaş, "Sayın Başbakan bu sesleri duymazdan gelerek somut adımlar atmak yerine baskıları sürdürme politikasında ısrar etmesi de Türkiye'de hiç kimsenin tahmin edemeyeceği bir sosyal patlamaya, kaosa, kargaşaya yol açabilir" ifadelerini kullandı. Türkiye'nin çok kritik bir süreçten geçtiğini kaydeden Demirtaş, Türkiye'deki siyasetçilere "Lütfen bu ülkenin demokratik geleceği ile oynamaktan vazgeçin artık" çağrısı ile konuşmasını bitirdi.

ANF NEWS AGENCY

Diyarbakır Yine Newroz'a Kesti!

Newroz Parkı'nda düzenlenen kutlamaya katılmak için sabahın erken saatlerden itibaren yüzbinlerce kişinin alana akın etmesi nedeniyle kent adeta boşaldı. Baharın gelmesiyle birlikte genellikle park ve bahçelere dolan insanlardan bugün eser yoktu. Diyarbakır'ın Bağlar, Kayapınar, Suriçi semtleri olmak üzere kentin genelinde bulunan parklar, kahvehaneler ve internet kafeleri insansız kaldı.
 

Diyarbakır insan seli

Diyarbakır’da tarihi Newroz kutlamasına katılanların sayısı bir buçuk milyona ulaştı. Kürt sorununun çözümünde muhatabın Öcalan olduğu mesajının verildiği kutlamada, Kürtler arası ulusal birlik çağrıları da yapıldı.

Sabahın erken saatlerinden itibaren yüzbinlerce kişinin akın ettiği Newroz alanı adeta bir insan seline dönüştü. Tarihi bir Newroz’un yaşandığı Diyarbakır’da Kürt sorununun çözümünde Kürt Halk Önderi Öcalan'ın muhatap alınması gerektiği mesajı verilirken, demokrasi, barış, özgürlük ve ulusal birlik vurguları yapıldı. Newroz’da ayrıca Kürtlerin barış ve özgürlük taleplerinde geri adım atmayacağı kaydedildi.

SOKAKLAR BOŞALDI

Newroz Parkı'nda düzenlenen kutlamaya katılmak için sabahın erken saatlerden itibaren yüzbinlerce kişinin alana akın etmesi nedeniyle kent adeta boşaldı. Baharın gelmesiyle birlikte genellikle park ve bahçelere dolan insanlardan bugün eser yoktu. Diyarbakır'ın Bağlar, Kayapınar, Suriçi semtleri olmak üzere kentin genelinde bulunan parklar, kahvehaneler ve internet kafeleri insansız kaldı. Kepenkleri büyük çoğunluğunun kapalı olduğu kentte, öğle saatleri olmasına rağmen hala birçok kişi Newroz alanına gitmek için duraklarda belediye otobüsü bekliyor.

Newroz alanında ise kurulan sahneye Ceylan Önkol, Aydın Erdem, bedenini ateşe veren Ebu Müslüm Doğan, Aram Tigran, trafik kazasında yaşamını yitiren Kürt siyasetçiler Cihan Deniz ile Hüsnü Ablay'ın dev posterleri asıldı. Alan yeşil sarı kırmızı renkler ve BDP bayrakları ile süslenirken sahne duvarına DTK imzalı "Jı komkujîya çandî, civakî, sîyasî re êdi bes e" ve "An çareserîya demokratîk an jî berxwedana bi heybet" yazılı iki pankart asıldı. Platformun hemen arkasında ise dev Newroz afişi yer alıyor.

Kadınlar ve çocuklar ulusal kıyafetleri, sarı, kırmızı ve yeşil flamalarla katılırken, erkekler Botan yöresine ait kıyafetler giydi. PKK bayrakları ile Öcalan posterlerinin açıldığı Newroz alanından "Biji serok Apo", "operasyonlara ve savaşa Êdi bes e" sloganları yükseliyor.

NEWROZ ATEŞİ YAKILDI

Meydanın ortasına kurulan Newroz Meşalesi'ni Öcalan'ın kız kardeşi Fatma Öcalan, PKK'nin öncü kadrolarından ve Newroz gecesi bedenini ateşe veren Mazlum Doğan'ın kız kardeşi Asiye Doğan, Mahsum Korkmaz'ın (Agît) kız kardeşi Maşallah Yamaç, M. Hari Durmuş'un kız kardeşi Zekiye Durmuş, Ferhat Kurtay'ın kız kardeşi Rabia Kurtay, DTP'nin siyasi yasaklı milletvekili Aysel Tuğluk, kapatılan DTP'nin siyasi yasaklı Eşbaşkanı Ahmet Türk, BDP Eşbaşkanı Selehattin Demirtaş ile Leyla Zana yaktı. Newroz ateşinin yanmasından sonra meydan içinde bulunan direklere dev bir PKK bayrağı asıldı.

BAYDEMİR: DAR GÜNLERDEN GEÇEBİLİRİZ

Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir, barışmanın zamanı geldiğini belirtirken, "Çok acı ve dar günler bizi bekleyebilir. Bunun için onurlu bir barış için kendimizi hazırlamalıyız. Her şeyden önce ulusal birliğe ihtiyacımız var. Barış ve demokrasi isteyenlerin ittifakına ihtiyacımız var. Halkaların arasında gelişecek bir barış için bizim birliğimiz gerekir" diye konuştu.

TUĞLUK: MUHATTAPLIK YETKİSİ HALKA AİTTİR

Sık sık "Operasyonlara ve savaşa Êdi bes e" sloganlarının yükseldiği kutlamada konuşan kapatılan DTP'nin yasaklı milletvekili Aysel Tuğluk ise, 2010 Newroz'u ile yeni bir sürece girdiklerini belirterek, "Sayın Öcalan'ı, PKK'yi muhatap gösteriyoruz diye bizi eleştiriyor Sayın Başbakan. Soruyorum size, Kürt halkının muhatap sorunu var mıdır? Muhataplık yetkisi halka aittir. Halk da 'Öcalan siyasi irademizdir' dedi.” şeklinde konuştu.

TÜRK: GEÇTİ BOR’UN PAZARI, SÜR EŞEĞİ NİĞDE’YE

DTP Eşbaşkanı Ahmet Türk, hükümete seslenerek, "Buradan 'açılım yapıyoruz' diyenlere sesleniyoruz. Geçti Bor'un pazarı, sür eşeği Niğde'ye. Kürt halkını kandıramazsınız" dedi. "Biz özgürlüğü, demokrasiyi gerçekleştireceğiz. Bunu gerçekleştireceğiz" ifadelerini kullanan Türk şöyle konuştu: "Eğer gerçekten barıştan yanaysanız, ki biz barışı çok önemsiyoruz, barış için yollardayız. Önce diyoruz bu Kürt halkının iradesini parlamentoya yansıtmamak için kurduğumuz yüzde 10 barajını kaldırın. Kürt halkının siyasi öncüleri üzerindeki baskıları kaldırın. TMK'yı kaldırın. Halkımızın taleplerini dile getirme şansını yakalayın. Bunlar belki ilk adımlardır. Niyetin ortaya çıkması için önemli adımlardır. Kürt halkının mücadelesini verenler Türk halkı ile birlik oluncaya kadar bu mücadeleye devam edecektir. Bu halk yılların acılarını yaşayarak buraya geldi."

ÖCALAN’IN MESAJI OKUNDU

Diyarbakır'da Çözüm Newroz'unda mesajlar da okundu. Tüm cezaevindeki PKK ve PAJK'lı tutuklular adına okunan mesajın ardından Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan'ın Newroz mesajı dinlendi. Sinevizyon görüntülü mesajda Öcalan, Newroz'un tarihçesinden bahsederek Newroz'un Kürtler için taşıdığı anlam ve önemi anlattı. Öcalan'ın dev sinevizyon görüntülü konuşması miting alanında zafer işaretleri eşliğinde dikkatle dinlendi. Mesaj sırasında duygusal anlar yaşandığı görülürken, Öcalan'ın konuşması biter bitmez meydanda alkışlar eşliğinde sık sık "Biji Serok Apo" sloganları yükseldi.

Daha sonra bir konuşma yapan DEP eski Milletvekili Leyla Zana, ulusal birlik mesajları verdi. Zana, "Hiç kimse, hiç bir devlet 10 yaşındaki çocukları tutuklamamıştır. Bunları başbakandan, cumhurbaşkanından soruyorum. Bu kadar mı Allahtan, peygamberden korkmuyorsunuz, bu kadar mı utanmazsınız" dedi. Zana, sözlerini şöyle sürdürdü: "Brüksel'den, Ortadoğu'ya kadar Kürtler kimseye zarar vermemiştir. NATO'dan da soruyorum. Kürt halkının cevabını vermelidir. Bu saldırıların sorumlusu nedir, kimdir, bunları yapmanızın nedeni nedir? Bu insanlık ayıbıdır. Biz barış sever bir milletiz, Kürt halkı tarihte de ne zenginliği varsa halklarla paylaşmıştır. Biz kimsenin imkanlarını elinden almadık. Biz kimseye haksızlık etmedik. Bu halk yüzlerce yıldır baskı adlındadır. Ama biz şerefli ve haysiyetli bir halkız."

"Eğer Kürt halkının sabrını ölçüyorlarsa Kürtler sabırlıdır" diyen Zana, "Biz kimseye zarar vermek istemeyiz. Kürtler topraklarını beşik yaptı insanlık için. Hiç bir Arap, Fars ya da Türkler bayramımızı kutladı mı, hayır. Eğer onlar bizimle dost etmek istiyorlarsa bayramlarımızı kutlamalıdır. Hiç bir şey tek taraflı olmaz. Ne coşku tek taraflı olur, ne barış tek taraflı olur. Biz onlarla yaşamı ortaklaştırmak istiyoruz. Kardeşliği, dostluğun elini tutmalıdırlar" diye konuştu.

ULUSAL İTTİFAK

Zana, sözlerini şöyle tamamladı: "Bütün Kürtlere çağrı yapmak istiyorum. Ulusal ittifak yaratalım, biz kuvvet olursak, bu halkın istemidir. 3 ay önce Güney Afrika'ya gittim. Sordum Mandela'yı nasıl hapisten çıkardınız ve özgürlüğünüzü aldınız. Cevapları eğer siz birlik olursanız, parti, aşiret, Kürt halkının birliğini güçlendirirseniz, o zaman tüm Ortadoğu'ya ortak olursunuz. Ulusal bir birlik için onurlu bir barış için, özgür bir yaşam için daha çok çalışmalıyız. Herkes yanındakini sevmelidir. Herkes temiz duyguyla yaklaşmalıdır. Bu birliğimiz örnek olur dünya barışı için. Kawadan Mazlum Doğan'a bugün yaratanlara selamlar olsun. Newroz Kürt'tür, Kürt Newroz'un kendisidir."

Diyarbakır Newrozu Haco'nun klasikleriyle son buldu

Newroz alanında 1 milyonu aşkın kişinin katıldığı görkemli Diyarbakır Newrozu, Kürt sanatçı Ciwan Haco'nun bir birinden güzel klasik parçalarıyla son buldu.

Merkez Bağlar İlçesi'nde bulunan Newroz alanında 1 milyonu aşkın kişinin katıldığı Newroz kutlamasında Bülent Turan'ın ardından sahne alan Ferhat Tunç, sevilen parçalarını Diyarbakır
lılar için seslendirdi. En son sahneye çıkan Ciwan Haco, büyük bir izdihama neden oldu. Haco'nun klasikleriyle coşan kitle, sık sık, 'Bijî Kurdistan' sloganını attı. Bunun üzerine Haco yaptığı kısa konuşmada, 'Büyük mücadeleniniz önünde saygıyla eğiliyorum. Burası Amed'tir. Burası gönüllerin başkentidir. Amedi, Qamışlo'yu Hewlêrî Mahabad'ı ve 4 parça ile yurt dışında yaşayan Kürtleri selamlıyorum. Newroz'unuz kutlu olsun' dedi. Ciwan Haco'nun şarkılarına eşlik yüz binlerce kişi, uzun süre halay çekti. Daha sonra alanı terk eden kitle, yürüyüş halinde sloganlarla şehir merkezine doğru yürüyüşe geçti. 1 milyonu aşkın kişinin katıldığı Newroz kutlamaları olaysız sona erdi.

Coşkulu Cizre Newrozu sona erdi

Şırnak'ın Cizre
İlçesi'nde yaklaşık 50 bin kişinin katıldığı Newroz kutlaması Servet Kocakaya ile Koma Per'in sahne almasının ardında sona erdi. Şırnak Merkez'de de 25 bin kişinin katıldığı kutlama Koma Pel, Koma Tîrêjên Rojê ile Cudi Kültür Sanat Derneği Çocuk Korosu'nun sahne almasıyla son buldu.

Türkler, bir gece düşünsünler

 Kürtlerin yaşadıkları Türklerin başına gelseydi ne hissederlerdi? Türkler sadece bir gece düşünseler, Kürt sorununun çözümünde büyük adım atılmış olur.“Diyarbakır 1923’te ülkede üçüncü büyük ticaret ve sanayi kentiyken, Misak-ı Milli’nin komşularla ticareti yasaklamasıyla çöktü. Devlet bölgenin zenginleşmesini istemiyor.

Türkler, bir gece düşünsünler-Nese Duzel-Taraf

Diyarbakır’da alışveriş poşetiyle gezmeye utanıyorsunuz. Devlet, okuyan kız çocuğa ayda 35, erkeğe 20 lira veriyor. Aileler çocuklarının 60-70 liralık okul parasıyla geçiniyor.
Kürtlerin yaşadıkları Türklerin başına gelseydi ne hissederlerdi? Türkler sadece bir gece düşünseler, Kürt sorununun çözümünde büyük adım atılmış olur.
Diyarbakır 1923’te ülkede üçüncü büyük ticaret ve sanayi kentiyken, Misak-ı Milli’nin komşularla ticareti yasaklamasıyla çöktü. Devlet bölgenin zenginleşmesini istemiyor.
* * *
NEDEN: MEHMET KAYA
Biz medyada hep ‘Kürtler’ diyoruz. Acaba Kürtler diye yekpare bir kitle var mı? Türkler arasında olduğu gibi Kürtler arasında da çeşitlilik yok mu? Newroz’u meydanlarda toplanarak olaysız kutlayan yüz binlerce Kürtle, Diyarbakırspor maçında şiddet görüntüleri yaratan Kürtler arasında duygu ve görüş farklılıkları var mı? Eğer varsa, o zaman Kürtlere de “hangi Kürtler?” diye bakmak gerekmiyor mu? Çok çeşitli Kürt kesimlerin yaşamları nasıl? Bunların, Kürt sorununa bakışları, çözüm önerileri ve hükümetten talepleri neler? Kürtlerin arasındaki en belirgin farklılıklar hangi noktalarda? Bu yıl Newroz’un olaysız kutlanmasının nedeni ne? Yüzbinler ne söylemek istiyorlar? Diyarbakırspor’un son iki maçındaki şiddet olaylarını nasıl açıklamak lazım? Kürt gençleri çok mu öfkeliler? Yaşlı ve genç Kürtler arasındaki farklar neler? Kürt gençleri ne istiyor? Öcalan Kürt sorununu çözebilir mi? Kürt sorunu nasıl çözülür? Şiddet nasıl biter, barış nasıl gelir? Bütün bu konuları, Kürt toplumunu zenginiyle yoksuluyla, genciyle yaşlısıyla, sporcusuyla siyasetçisiyle çok yakından tanıyan işadamı Mehmet Kaya’yla konuştuk. Eczacılık da yapan ve uzun yıllar Diyarbakır Eczacılar Odası başkanlığını üstlenen Mehmet Kaya, geçen dönem Diyarbakır Ticaret ve Sanayi Odası Başkanı’ydı. Kaya, bir dönem de Diyarbakırspor’un futbol sorumlusuydu.
* * *
NEŞE DÜZEL: Bu sene Newroz kutlamalarıyla ilgili bir yasak yok. Büyük kitlelerin toplanmasına ve büyük gösteriler yapılmasına rağmen bir olay çıkmadı. Meydanlara toplanan on binlerin vermek istediği mesaj ne? Kime, ne söylemek istiyorlar?
MEHMET KAYA: Batı, Newroz’u örgüt üyelerinin kutladığı bir bayram olarak algılıyor. Oysa Newroz, Kürt halkının bayramıdır ve bunu bütün Kürtler kutlar. Meydandaki yirmi kişiye sorsanız, on sekizi “PKK’li değilim” der. Meydanlarda toplanan bu insanlar tek bir mesaj veriyorlar. “Dilimle, geleneğimle, kültürümle, bayramımla ben Kürdüm. Beni böyle kabul edeceksiniz. Türkiye’de bir Türkün sahip olduğu haklar neyse, ben de aynı haklara sahibim. Bunu böyle bilmelisiniz” diyorlar. Bu insanlar, ‘ben PKK nedeniyle meydanlardayım. Tek temsilcim o’ mesajını vermiyorlar. Onlar, Cumhuriyet tarihi boyunca reddedilen bir toplumun varlığını Newroz’la barışçı yoldan ispat ediyorlar.

Meydanlardaki barışçı ve sakin gösterilerin aksine Diyarbakırspor’un son iki maçında müthiş şiddet olayları gözüktü. İki davranış arasındaki bu farkı nasıl açıklamak lazım?
Kendimi bildim bileli Diyarbakırspor’un maçlarına giderim, bir ara takımın yöneticisi de oldum. Her şey Bursa’da başladı. Bursa’daki maç futbolla ilgili değildi. Tamamen Kürt açılımını sabote etmeye yönelik bir Ergenekon girişimiydi. Hiçbir taraftar kitlesi bir lig maçına bin beş yüz Türk bayrağı getirip sallamaz ve iki yüz metre uzunluğunda “Ne mutlu Türküm diyene” pankartı açmaz. Bu, Ergenekonvari biri yapı tarafından organize edilmiş bir olaydı. Bu işte siyasi partiler de olabilir. Bursa maçı öncesinde MHP Başkanı milliyetçiliği kışkırtan açıklamalar yaptı. Hemen maçtan sonra Baykal, “Açılım yaparsan işte karşılığında bu olur” dedi. Dönüp baktığınızda tabloyu daha net okuyorsunuz.

Tam olarak ne görüyorsunuz?
 

Bakın... Üç hafta önce Denizlispor Diyarbakır’a geldi. Diyarbakırspor’u yendi ve alkışlarla sahadan ayrıldı. Kürt sorununa en radikal bakan kesim Karadeniz sahilidir. Bölgenin takımı Trabzonspor Diyarbakır’a geldi, o de yendi ve alkışlarla uğurlandı. Bursaspor’a gelince... Bursaspor maçı Kürtler tarafından tamamen etnik bir saldırı olarak algılandı. Çünkü bizde insanlar, “PKK dışarı” sloganını, PKK dışarı diye anlamazlar. “Kürtler dışarı” diye anlarlar. Bunu bir aşağılama ve ırkçı saldırı olarak görürler. İşte bu algı insanlarda bir refleks yarattı.

Diyarbakır’daki maçta olayları kim çıkardı?
 

Kürt gençleri çıkardı. Bunların büyük kısmı 20 yaşın altındaydı. Zaten Diyarbakır nüfusunun yarısını yirmi yaşın altındaki gençler oluşturuyor.

Kürt gençleri çok mu öfkeli?
 

Gerçekten çok öfkeli ve çok kızgınlar. Koşullara bir bakın. Diyarbakır’ın eğitim yaşında olan nüfusunun yüzde 45’i şu anda okula devam etmiyor. Yani ilköğretim ve lise öğrencisi yaşındaki iki gençten biri eğitim almıyor. Okulu bırakmışlar ve kendilerini Kürt olarak ifade ediyorlar. 1990 sonrası kuşak bunlar ve bugün 20 yaş ve altındalar. Doğdukları günden beri de çatışmanın, kayıpların, yoksulluğun ve açlığın içindeler. Bunlar...

Evet...

Bunlar, Diyarbakır’a göçle gelmiş ailelerin çocukları. Bölgede bir milyon insan zorunlu göçe tâbi tutuldu. Bu insanlara devlet bir gece, “yarın köyünüzü boşaltacaksınız” dedi. Bu insanlar, 1990 sonrasında boşalttıkları köylerine hâlâ geri dönemediler. Kentlerde kırık dökük bir, iki odalı yerlere sığındılar ve hâlâ işsiz durumdalar. Diyarbakır’da tamamen böyle göçle oluşmuş büyük yerleşim yerleri var.

Genellikle medyada hepimiz “Kürt” diyoruz ve bu sözcüğün büyük bir toplumu temsil ettiğine inanıyoruz. Kürtler, yekpare bir yapı mı yoksa kendi içinde farklılıklar var mı?
 

Çok büyük farklılıklar var. Kürt dendiğinde hemen PKK veya DTP çizgisi algılanıyor ama aslında üç kesim Kürt var. Bir, orta sınıf ve üst orta sınıf Kürtler. Yani burjuva Kürtler... Demokrasinin gelişmesi bunlar için çok önemli. İki, orta sınıf ve orta sınıfın biraz altı Kürtler. Bunlar için de demokrasi önemli. Üç, DTP çizgisindeki Kürtler.

DTP’li olmayan Kürtlerden başlayalım. Bunların önceliği neler?
 

DTP çizgisinde olmayan orta sınıf Kürtler de kimlik hassasiyetine sahipler. Kürt kimliğinin korunmasını, insanların dilini özgürce kullanmasını, kültürünü yaşayabilmesini istiyorlar. AB’ye üye olmuş, demokrasisi gelişmiş zengin müreffeh bir Türkiye’de Kürt kimliğiyle yaşamak istiyorlar. Zaten Türkiye’de AB üyeliğine en çok destek bu bölgede veriliyor.

AKP, Güneydoğu’dan epeyce oy alıyor. AKP’ye oy verenler hangi Kürtler?
 

Orta sınıf üstü ve orta sınıf Kürtler AK Parti’ye oy veriyor. Gelir seviyesi Türkiye ortalamasına yakın tüccar, sanayici, büyük esnaf, yönetici, serbest meslek sahibi insanlar bunlar. Bir de biliyorsunuz bölgenin AKP’ye uygun muhafazakâr bir yapısı da var.

Onların beklentileri neler?
 

AK Partili Kürtler bölgenin ekonomik gelişmesini çok önemsiyorlar. Bölgede yoksulluk ve işsizlik biterse, Kürt sorununun çözümünde önemli aşama sağlanacağına inanıyorlar. Bölge ülkeleriyle iyi ilişkiler istiyorlar. Bir de AK Parti’nin dille ve kültürle ilgili yasakları kaldırmasını bekliyorlar. Bunlar, Kürtlerin yaşadığı ülkelerle iyi ilişkileri bir zenginleşme yolu olarak görüyorlar. Niye derseniz...

Niye?
 

Diyarbakır 1923’te Türkiye’nin üçüncü büyük ticaret ve sanayi kentiyken, Misak-ı Milli’nin komşularla ticareti yasaklaması sonucunda çöktü. İsmet İnönü’nün raporunda yazılıdır. Mardin’de yılda 130 bin top kumaş işlenirken, bir anda sınır kapatıldığı ve Suriye’yle alışveriş kesildiği için Mardin tekstili üç bin tona düştü. Zaten bölgenin zenginleşmesi hiçbir zaman devletin amacı olmadı. Bölge Cumhuriyet döneminde batıyla, ülkenin batısıyla bile entegrasyonu sağlayamadı. Ayrıca terörle, köy boşaltmalarıyla ve mera yasaklarıyla bölgede hayvancılık da bitti ve bölge çok geri kaldı. Artık ekonomiyi öne çıkarıp bölge acilen yoksulluktan kurtarılmalı. Çünkü yoksulluğun olduğu yerde, insanlar maç dahil bütün taleplerini şiddetle ifade ederler. Türkiye şiddet sorununu ancak yoksulluk sorununu çözerek halleder. Aslında Diyarbakır çok şanslı bir il.

Hangi açıdan şanslı Diyarbakır?
 

Zengin bir bölgede bulunuyor. Irak’ın yılda 36 milyar dolarlık ithalatı var. Bunun 20 milyar dolarını biz sağlayabiliriz. 20 milyar dolarlık ihracat bölgenin kurtuluşu demektir. Başbakan “Ben bölgeye sekiz katrilyon para verdim” diyor sürekli. Erdoğan’ın yedi yılda verdiği bu parayı biz Irak’tan bir yılda alabiliriz.

Irak’la ilişkiler epey gelişti. Ticaret niye gelişmiyor?
 

Irak’la aramızda hâlâ sadece Habur kapısı var. Bizim ihracatçılar 20 gün sınırda beklemek zorunda kalıyorlar. Oysa İran’ın beş, Suriye’nin üç kapısı var Irak’la. Türkiye, bölgenin Irak’la entegrasyonundan endişe ediyor.

Peki... DTP çizgisine oy veren Kürtlerin beklentileri neler?
 

Bunlar için hayatlarında en önemli sorun Abdullah Öcalan’ın serbest bırakılmasıdır. Türkiye’de Kürt sorunu, maalesef sadece DTP çizgisinin talepleri üzerinden okunuyor. Oysa bu ülkede Öcalan’ın özgürlüğü dışında önceliklere sahip olan Kürtlerin sayısı, bunlardan çok daha fazla. Ama demokrasi gelişmedikçe, Kürtler arasındaki bu farklılıklar açığa çıkamıyor. İnsanlar Kürt toplumunu bir azınlık üzerinden görüyor ve tanımlıyor.

Kürtler arasında eğitimli olanlarla olmayanlar arasında görüş farkları var mı?
 

En önemli fark şu: Eğitimli Kürtler, şiddetin bir hak arama yöntemi olarak kullanılmaması gerektiğini yüksek sesle söylüyorlar. PKK’nin artık şiddetten vazgeçmesi ve dağdan inmesi gerektiğini savunuyorlar.

Eğitimsiz Kürtler dağa mı çıkmak istiyorlar?
 

Onlar, dağa çıkmaya hazırlar. Unutmayın ki bu ülkede dağa çıkmanın ortamı hâlâ mevcut. Eğitimsiz Kürtler, bugüne dek elde edilen Kürt kazanımlarının tamamının PKK’nin şiddeti sayesinde sağlandığına inanıyorlar. “Kürtler ne zaman silah bıraktıysa, hakları o gün ellerinden alındı. Bizim şiddetten başka yöntemimiz yoktur. Şiddeti uygulayana sahip çıkacağız. Hatta gerekirse şiddeti kentlere taşıyacak şekilde organizasyonlar da yapacağız” diyorlar. Bugün herkes, PKK’yi 1980 sonrasında Diyarbakır Cezaevi’nde yapılan zulümlerin yarattığını söyler.

Doğru değil mi?
 

Doğru. Ama o gün yapılan zulümler herkes tarafından bilinmiyordu. Bugün ise taş atan çocukların dramını herkes biliyor. 1990’larda dört bin köyün boşaltıldığını, bir milyon insanın göç ettirildiğini herkes konuşuyor. Özellikle taş atan çocukların yaşadığı dramın toplum üzerindeki etkisi ve yarattığı psikolojik yıkım, 1984’teki Diyarbakır zindanlarında yaşanan işkencelerden çok daha etkili bugün.

Tam olarak ne demek istiyorsunuz?
 

Bu çocuklar başlarına gelenlerden ötürü intikam almak ve çatışmak istiyorlar. Bu çocukların arkadaşları dağda ölüyor. Dağdaki arkadaşlarına öldürülmesi gereken bir terörist olarak bakılması, bu çocukları çok rahatsız ediyor. Batı’da insanlar dağdakilerin ölmesini, ‘bir terörist daha öldü’ diye algılıyor ama, dağdan gelen her genç cenazesi bölgede büyük travma yaratıyor. Her operasyon ve ölüm, bölgede şiddeti daha da tırmandırıyor. Dağdan bir çocuğun cenazesinin gelmesi, on çocuğun dağa gitmesi anlamına geliyor. 1990 kuşağı dediğimiz zorunlu göçün ürünü olan ve mutlaka bir yakınını dağda kaybeden, kendisine şiddetten başka hiçbir çözüm sunulmamış olan bu çocuklar çok öfkeliler. Bunlara söz geçirilemiyor. Bu gençler, KCK veya bir başka derin operasyon olsun her eyleme hemen hazırlar. Bu kuşağı bir süre sonra KCK da durduramaz.

Öcalan durduramaz mı?
 

Öcalan bu gençler üzerinde çok etkilidir. PKK’nin şehir sempatizanı olan bu gençler kendilerini tamamen Öcalan’la ifade ediyorlar ve ona “irademiz” diyorlar. “Öcalan irademizdir” diye iki milyon imza topladı bunlar. Ama bugünkü sessizliğe bakıp aldanmayalım. Son dönemde dağa çıkışlar arttı. Taş atan çocuklara verilen cezalar öfkeyi çok arttırdı.

Kürtlerin yekpare olmadığını anlattınız. Bu çok çeşitli Kürtlerin ortak noktaları ne?
 

Hepsinde Kürt kimliği hassasiyeti var. Hepsi de anadilde eğitim dahil, Kürtçenin kullanımının önündeki tüm engellerin kaldırılmasını istiyor. Temel sorun dildir. Kürtler, Kürt kökenli Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak kendilerini özgürce ifade edebilmek istiyorlar. Anayasa’daki Türk milleti tanımı, Türkiye’yi oluşturan bütün insanları kapsamıyor. Biz, Azerbaycan’dakine Türk dedik, Kuzey Irak’takine “bizden değil” dedik. Bölgedeki Kürdü böyle kaybettik. İnsanlara zorla İstiklal Marşı dinletemezsiniz. Dağlara “Ne mutluyum Türküm diyene” yazarak yol alamazsınız. İnsanların bu ülkeye aidiyet duygularını geliştireceksiniz. Onlara, buranın eşit vatandaşı olduklarını, İstiklal Marşı’nın kendi marşı olduğunu hissettireceksiniz. Ortak değerlerin içine Kürt unsurlarını koyacaksınız. Mesela Başbakan Kürt sanatçılarından söz ettiğinde insanlar çok mutlu oluyor.

PKK’nın talebi ne?
 

İlk zamanlarında ayrılıktan bahseden PKK şimdi kendini tamamen Öcalan’ın muhataplığı ve salıverilmesine endeksledi. Kürtlerin talepleri sadece Öcalan’ın salıverilmesi değildir. Bu, belli bir kesimin talebi olabilir ama tamamının talebi değildir. Şu anda PKK, sanki Kürtlerin tamamı aynı sesi veriyor gibi bir hava yaratıyor bölgede. Öcalan’la görüşülebilir ve çözüme katkıda bulunması sağlanabilir ama... Öcalan’la görüşmeyi tek çözüm yolu olarak öne çıkarmak, ülkeyi doğru bir yola götürmez.

Hükümetin Kürt açılımı çok başarılı yürümüyor. Hükümet nerede hata yapıyor?
 

Hükümet sorunu Kürtsüz çözmeye çalışıyor. Sorunun çözümünde ne kendi Kürtlerini kullanıyor ne de BDP’yi. Bırakın BDP’lileri, Başbakan çözüm için kendi Kürt milletvekillerini bile muhatap almıyor.

Parlamentonun ve hükümetin alacağı ne tür kararlar Kürt sorununu çözüme yaklaştırabilir?
 

Anayasayı değiştirmek, vatandaşlık tanımından Türklük tanımını çıkarmak ve dille ilgili bütün yasakları kaldırmak şart. Açılıma dağdan indirmeyle başlayamazsınız. Diyelim ki bugün dağdan indiler ve ovaya geldiler. Ovada her şey yolunda mı gidiyor? Bu insanların tekrar dağa çıkmalarını engelleyecek ne var bu ülkede? Bunlar gene dağa çıkacaklardır. Çıkmış olanları indirmek bir tarafa, bugün dağa çıkmak isteyen yeni gençler var bu ülkede.

Çok öfkeli Kürt gençliğinin öfkesi nasıl yatışır?
 

Bunların talepleri nedir? Öcalan’ın serbest bırakılması. Öcalan’ı serbest bırakalım ve öfkeleri yatışsın diyelim. Ama gerçek durum böyle değil. Bizde devlet, ilköğretimde okuyan 170 bin çocuğun ailesine şartlı nakil transferi adı altında ayda belli bir para veriyor. İlköğretimde okuyan kız çocuğa ayda 35, erkek çocuğa 20 lira veriyor. Bölgede çok sayıda aile, sadece çocuklarının okul parasıyla geçiniyor.

Ayda 20 lirayla mı?
 

Yirmi, otuz lirayla. Bazısı, üç çocuğunu ilkokula gönderiyor ve karşılığında 90 lira alıyor. Tek geliri bu okul parası olan çok sayıda aile var. Bu parayı okuyan çocuğa harcamıyor, o parayla eve erzak alıyor. Postaneye gidin kendiniz gözünüzle görün. Kadınlar, çocuk parasını almak için saatlerce sırada bekliyorlar, kuyruklar oluşturuyorlar. Alacağı para 60-70 lira. Bu parayla bir ay boyunca bir aile geçiniyor. Diyarbakır’da bu ailelerin oturduğu beş tane gecekondu yerleşim alanı var. Bir, iki odalı yerlerde 10-12 kişi yaşıyor. Açlık sınırında bir yaşam sürdürüyor bunlar.

Böyle kaç bin kişiden söz ediyorsunuz açlık sınırında yaşayan?
 

Diyarbakır’ın nüfusu bir milyon 600 bin civarında. Bunun yüzde 25-30’u açlık sınırının altındadır. Günlük gelirleri bir doların altındadır. Bu aileler ilköğretimden sonra nasıl çocuklarını okutsun? Okutamıyorlar tabii ki...

Öcalan serbest bırakılsa bunların öfkeleri yatışmaz mı?
 

Yatışmaz. Yoksulluk bitmedikçe bu kızgınlık bitmez. 90 kuşağı olan bu gençler kendilerini bu ülkeye ait hissetmiyorlar. Sen bu insanları köylerinden, üretici durumundan alıp getirmişsin ve şehirde hiçbir şey tüketemeyen bir duruma sokmuşsun. Bunların geçimlerini sağlayacak bir yapı oluşturmak şart. Dünyada sosyal güvenlik sistemlerinde bu uygulamalar var. Her eve hiç olmazsa asgari ücretin yarısı kadar bir para olan 300 liranın her ay verilmesi gerekiyor. Bu kesimdeki öfkenin yatışması için bu tabloya müdahale etmeniz gerekiyor. Düşünün... Diyarbakır’da ne devletin ne de özel sektörün toplam bin kişi çalıştıran tek bir kuruluşu var. Bugün Diyarbakır’da yeşil kartlı sayısı kaç biliyor musunuz? 630 bin.

Nüfusun neredeyse yarısı yeşil kartlı mı?
 

Evet. Bu, hiçbir sosyal güvencesi yok demek. Adına hiçbir tapu, gayrımenkul ve sigortanın olmaması demek. Altı-yedi kişilik ailesinin aylık gelirinin 225 liranın altında olması demek. Yani kişi başı ayda 30 liranın düşmesi demek. Yani günlük gelirinin bir doların altında olması demek. Böyle 630 bin civarında nüfus var burada. Bunlar, 2005 yılına dek ilaçlarını ya birilerinin karnesi üzerinden alıyorlardı ya da hiç alamıyorlardı. Ancak 2005’ten sonra ilaçlarını alabildiler. Ben eczacıyım, o günlerde adamın biri eczaneye geldi. Bana iki reçete gösterdi. “Eczacı Bey, ikisi aynı mıdır?” dedi. Baktım... Biri 2004’ün ikinci ayına ait. Diğeri 2005’e ait. Aradan bir yıl geçmiş. Baktım verilen ilaç aynı. Adama, “Evet reçeteler aynı. Niye sordun” dedim. “O zaman çocuk hastaydı. İlacını alamadım. Şimdi bu hak çıktı. İlacını almaya şimdi geldim” dedi. Bu adam hasta çocuğunun ilacını almak için bir yıl beklemiş.

İnsanın bu şehirde ruh sağlığını koruması çok zor olmalı, değil mi?

Ben, elimde alışveriş poşeti taşımaktan utanıyorum. Çocuğu bir yıl ilaç bekleyen biri bu devlete aidiyet duygusuyla nasıl bağlı olabilir ki? Böyle bir toplum var burada. Bugün Öcalan’ı istedikleri kadar öncelikleri olarak koysunlar. Yarın Öcalan’ı serbest bırakın. Üç ay sonra yine çatışmalı ortam ortaya çıkacaktır. Yoksulluğu çözmediğiniz sürece bu kızgınlık, bu öfke dinmez bitmez burada.

Peki, Apo barışı nasıl etkiler?
 

Örgütün dağdan inmesini sağlar ama bu, Kürt sorununu çözmez, bölgedeki yoksulluğu bitirmez. Bölgede demokrasiyi ve ekonomiyi at başı ilerletmeniz lazım. Çünkü hangi demokratik adımı atarsanız atın, ekonomik refah getirmeyen hiçbir adım bu toplumda huzur yaratamaz. Öcalan’a gelince...
  O ne yapabilir?

Bugüne dek onu hiç muhatap almadık ama Öcalan her dönemde haber gönderip bölgede çatışmalar yarattı, eylemler yaptırdı. Bugün de diyor ki, “Ben haber göndereyim, barışı sağlayayım”. Bugüne kadar çatışmaları yaratan haberleri göndermesine engel olmamışsınız. Şimdi bırakın... Barışı sağlamasına da engel olmayın. Bunun yöntemini yaratın. Öcalan dolaylı olarak muhatap alınabilir. Türkiye büyük ülke diyoruz. Büyük ülkeler sorunlarını çözen ülkelerdir. Sorunlarını büyüten ülkeler değildir. Kürtler savaşın bitmesini kesinlikle istiyor.

Kürtlerin en büyük endişesi ne?
 

Demokratikleşme adımlarının durması. Her olayımız Bursaspor maçı gibi olursa, biz bu ülkede yaşayamayız. Ayrılmayı savunur hale geliriz. Bursa’daki gibi ilişkimiz olacağına ayrılalım, hiç olmazsa öyle huzur içinde yaşarız diye düşünürüz. Barış iklimini oluşturmak için, bölgede yaşananların Türk toplumuna anlatılması gerekiyor. Bölgede yaşananlar Türklerin başına gelseydi ne hissederlerdi, bunu Türkler eğer bir gece düşünseler, Kürt sorununun çözümünde çok önemli bir adım atılmış olur! Ben eczacıyım. Hiçbir siyasi çizgiyle bağım yok. Ben dört defa gözaltına alındım. İşkenceye uğradım. Nasıl olduğunu anlatsam gülersiniz.

İşkenceye nasıl gülebilirim?
 

1990 başlarında Dicle’de eczacılık yapıyordum. Bir polis, kendisine ilaç vermedim diye beni kafasına taktı. Polis bir şey istedi, siz hayır dediniz. Sizi alıp Diyarbakır’a götürüyordu ve orada işkence yapılıyordu. Bazen Dicle’nin bütün esnafını toplayıp Diyarbakır’a götürüyorlardı. “Bunlar örgüte para veriyorlar” diye suçluyorlar. Ortada ne belge var, ne de bir işaret. Öyle keyfî muameleler yapıldı ki bu ülkede. Türklerin bunları bilmeleri gerekiyor!

Türk soyunu korumak


Kutsal aile kurumunun en safkan Türk tohumuyla inşa edilmiş çatısının altında varolmak istemeyen kadının vay haline. Her gün birkaç kadının aşktan, namusa gelen halelden, töreden katledildiği toplumumuzda devlet, kadını, katillerin gözüyle, kendi tasarrufunda kendi malı olarak görüyor.

Bu hafta yazmak istediğim konu için internette bir gezinti yaparken “Göktürkler” adlı bir sitede Savaşçı nam bir düşünürün, ‘Yönetim neden Türk soyluların olmalıdır’ başlıklı bir yazısına rastladım. İnancı kavi, özgüveni sağlam bir düşünür, Savaşçı. Onun yazdıklarını kimsenin yadırgayacağını sanmıyorum. Kimseye yabancı gelmediği gibi, meşruiyeti bile doğru dürüst sorgulanmamış bir söylem. Buyurun okuyun: ”Bilindiği gibi ulus devlet, kurucu ulus toplumuna dayanır. Türkiye cumhuriyetinin kurucusu Türk ulusudur. Türkçü düşüncede ulusun(budun) en temel yapı taşı hiç kuşkusuz soy bağı yani ırktır. Türk toplumu içindeki Türk soylu olmayan unsurlar, yurttaşlık bağı ile Türk devletinde yaşam hakkı elde ederler. Resmi dil olan Türkçe konuşurlar Türk ikliminin etkisi altında bir çeşit Türkleşme sürecine katılırlar. Kendilerine sağlık, eğitim, hukuk ve ekonomi alanında temel-insani haklar sağlanır ki olağan yaşamlarını sürdürebilsinler. Bu unsurların yönetime katılmaları ise Türkçü düşüncede kabul edilemez. Bunun gerekçesi ise, girişte anlatıldığı üzere, ulus devletin, kurucu ulusa dayanması ve ulusu ulus yapan harcın ham maddesinin soy bağı olması değişmez gerçeğidir. Zaten bölücüler bu gerçeği inkar etmemekte ‘iki kurucu ulus var, üniter değil federe devlet olmalıdır’ türünde söylemler geliştirmişlerdir. Ayrıca ulus-devlet kişiliği ve yapısı ile bağdaşmayan, yerel özerklik ve eyalet isteklerini dillendirmektedirler. Atsız beğ’in içinde bulunduğu dönemin, azınlık ihanetlerinin tazeliğini koruduğu ve dünyada nasyonalist akımların şiddetle yaşandığı bir dönem olmasının, başta Atsız beğ olmak üzere diğer Türkçülerin ırkçı tepkiler geliştirmesi sonucunu doğurmuştur düşüncesini öne çıkararak, aslında milliyetçilik ve Türkçülük ırkçı karakterde değil diyenlere günümüzde yaşananların farkı ne peki? Diye sorulduğunda ne diyeceklerdir? İşin gerçeği ırkçılığın bir tepki olmadığı, başlı başına bilimsel temellere dayanan aksiyoner bir doktirin olduğudur; insanoğlu var olduğu sürece uluslar var olacaklar, uluslar var oldukça da yapısı gereği soy esasına dayanan ulusçuluk(bizim için daha özel anlamda Türkçülük) var olacaktır. Soyun korunması ve egemen kılınması, ulus-devletin olmazsa olmazıdır; buda yönetimin Türk soyuna özgü kılınmasını kaçınılmaz kılmaktadır.”Gururlu ırkçı düşünür, ırkçılığın, bilimsel temellere dayalı olduğunu belirtiyor. Soyun korunmasının zaruretinden dem vuruyor.
Bu söylemi toplumca aşmış olduğumuz; bu söylemin marjinalize olmuşluğu iddialarında bulunanlar toplum olarak hızlanan ‘dolaptan çıkma’ serüvenimizdeki son manevralar karşısında ne düşünüyor, kim bilir?
Başbakan, ezberini unutur unutmaz Kasımpaşa ufkundan seslenmeye başlayıveriyor. Milliyetçilik ve militarizm illetiyle hırlaşmayı göze almış bir siyasetin lideri olarak zapturapt altına almaya çalıştıklarından hiç de farklı bir kafa yapısına sahip olmadığını görüyoruz.
Çünkü bütün yolu boyunca yukarıda alıntıladığım lakaplı yazarın dile getirdikleri ile beslenmiş. Belediye Başkanıyken İstanbul şehrine vize koyarak Anadolu’yu uzakta tutma planları yapıyordu, şimdi de elinde rehine olarak hoş tuttuğunu söylediği, ekmek peşindeki insanları sınır dışı edivermekten söz ediyor.
Üstelik itiraz edenleri de bir türlü anlayamıyor. Eline bir düzgün metin verseler, oradan okuyacak ya, ezberinde yok.
İnkârcılar tarafından tembih edile edile yolunu bulur zannedenler de diz dövüyor. Çünkü milli inkârcılık literatürüne zengin katkılarda bulunuyor. Onun ataları asla katliam yapmazmış. Bütün ata geçmişine kefil.
Atalarının cibilliyetinden ve sek soy olduklarından hiç kuşkusu yok.
Bu da bizi geçen hafta tartışılan bir başka konuya yolcu etsin. Yine Göktürk yazarının yansıttığı ‘bilimsellik’ten bire bir izler taşıyordu, soy koruyucularının tezleri.

Türk dölüyüz ezelden
Yurtdışındaki sperm bankalarından alışveriş yapmayı yasaklayanlar, gerekçe olarak soyun korunması gerekliliğini gösteriyor.
Kadınların kaç çocuk doğurmaları gerektiğine Başbakan çoktan karar vermişti. Şimdi kadınların hangi koşullarda ve hangi soydan insanlar tarafından döllenmesi gerektiğine de karar veriliyor.
Kutsal aile kurumunun en safkan Türk tohumuyla inşa edilmiş çatısının altında varolmak istemeyen kadının vay haline.
Her gün birkaç kadının aşktan, namusa gelen halelden, töreden katledildiği toplumumuzda devlet, kadını, katillerin gözüyle, kendi tasarrufunda kendi malı olarak görüyor. Kadının varlığına meşruiyet kazandırabilmek için sınırları ihlâl etmemesi gerekiyor.
Önemli olan da ırkın devamıyla görevlendirilmiş kadınların bir sapma gösterip, özgürlük yalanlarına kanıp yoldan çıkmaması.
Meğer ırkın ıslahı diye çırpınan, ırklar arası birliktelikleri yasaklayan Naziler haklıymış. Irklar arası evlilikleri yasaklayan kanunlar, ırklar arası ilişkileri lanetleyen ideoloji de onlarca yıl önce ABD de mahkum edilmemeliymiş.
Ama Göktürk diyor ya, ‘özel anlamda Türkçülük’ çeşitli kisveler altında iktidarını koruyormuş.
Kimden isterlerse ondan çocuk sahibi olmak, kadınların hakkıdır.
Bunu tartışmaya açmak bile, giderek melez bir tek ırk tek soya doğru evrilen çağdaş dünyada, insanı gülünç kılar.
Kaldı ki atası, geçmiş sultanı, devşirilmiş anaların, babaların çocuğu olan bu millet; onlarca katliamdan sonra kimin kılıç artığı kimin Türkmenistanlı olduğu hiç belli olmayan bu halkların hangi soy özelliklerini koruyacaksınız?
Türk dölünde olup da başka ırklarda ara ara bulamadığınız özellikler nedir?
En ahlaklı, en faziletli olan Türk ırkı mıdır? Bunun kanıtlarını gösterebilir misiniz?
Milli gurur vesilesi olan Türk insanının misafirperverliği mitosu, sizce sahiden çoktan çökmedi mi, sözgelimi?
Yabancı sanatçıların yollardan kaldırılıp tecavüz üstüne katledildiği memleket değil mi burası?
Komşuluk değerleriyle berkitilmiş misafirperverlik algısının inandırıcılığı ‘Yemekteyiz’ programıyla sarsıntıya uğramadı mı? Milyonların seyrettiği bir fenomene dönüşen bu programda misafir etmekle-misafir olmanın düsturları ne güzel elden geçiriliyor.
Çalışkanlık mı, beni güldürmeyin. Türkiyeliler, hazza ve tembelliğe daha yatkın Akdeniz halklarıdır. Bu topraklara yönelik bir umudumuz var ise, bundandır üstelik.
Adalet ve vicdan duygusu bağrımıza çökmüş militarizmin katkılarıyla yerle bir edilmiş, ‘her yol mubahçılık’ milli hasletimiz haline gelmiş.
Neyi koruyacaksınız sahiden? Soyumuzu ıslah ettiğinizde, mutsuzluğumuz dışında korumayı düşündüğünüz ne var?
Kutsal aile yapısını; o çeşitli boy kölelerden oluşan mükemmel çekirdeği tehdit eden hiçbir şeye izin yok elbette.
Bu muhafazakâr milletin, muhafazakâr siyasileri her gün yüz kızartıcı uygulamalar, kısıtlamalar, özgürlük ve hak ihlâlleriyle çıkacaklar karşımıza.
Ben yine de seviniyorum. Yok, ensemi karartmamaya karar verdiğimden değil.
Artık bütün günahlar ortada işleniyor diye. Hepimizin gözleri önünde açıkça cereyan ediyor, geçmişten bu yana sırtımızda sürüklediğimiz melanetin oyunları.
Görüp bağırabiliyoruz. Alemin önünde kayda düşürüyoruz.
Milliyetçilik sinsi bir dokunulmaz olarak ensemizde tütmüyor artık. Adı konuyor. Artık ırkçılığa açıkça ırkçılık diyerek savunan yiğitlere katılacak ya da kendi dillerine, kafalarına, ruhlarına bir çeki düzen verecek, muktedir makamından ötenler.
Yanlış anlaşıldım diye ağlamanın deşifre edilmeye faydası yok.    



YILDIRIM TURKER

Türkiye-ABD ilişkileri-Noam Chomsky


82 yaşındaki dev Chomsky, tevazusu ile heyecanımı dindiriyor, bahsettiği tüm insani değerleri birebir uygularcasına, törpülenmiş bir ego ile sorularımı sabırla yanıtlıyor. "Beni Türkiye ziyaretlerimde etkileyen ve dünyanın hiçbir yerinde örneğini pek görmediğim unsurlar var;  aydın, yazar, sanatçı, akademisyen, yayımcıların iktidar/güç odaklarına olan itirazları, protestoları ve sivil direnişleri örnek olacak düzeyde, hiçbir yerde böyle birşey görmedim".

NOAM CHOMSKY: AVRUPA VE ABD’NİN TÜRKİYE’DEN ÖĞRENECEKLERİ ÇOK ŞEY VAR/ Tanju Arman-Birgun

Noam Chomsky ile Türkiye-ABD ilişkileri, Ergenekon, TEKEL ve DTP hakkında Boston’da konuştuk. Profesör Noam Chomsky seminerlerde ve söyleşilerde tanıtılırken New York Times tarafından kendisine atfedilmiş olan “...belki de dünyanın en etkili aydın lideri” tanımı kullanılır. Chomsky bu tanımı hep gülerek düzeltir; zira iltifat sanılan kısım cümlenin yarısıdır ve cümlenin ikinci yarısı “....peki neden Amerika hakkında bu kadar kötü şeyler yazıyor?” şeklinde devam eder. ABD eşrafı ile pek hoşlaşmaz. Boston’daki M.I.T. ofisinin kapısı açıldığında karşımda yüzü aşkın kitabın yazarı, hakkında belgeseller yapılmış, dünyanın en çok tanınan düşünürlerinden 82 yaşındaki dev Chomsky, tevazusu ile heyecanımı dindiriyor, bahsettiği tüm insani değerleri birebir uygularcasına, törpülenmiş bir ego ile sorularımı sabırla yanıtlıyor. Türkiye ile gayet haşır neşir olduğunu bildiğimden sorulara verdiği detaylı yanıtlar şaşırtmıyor, ancak bakış açısının kapsamı bildiğimiz veya bildiğimizi sandığımız konulara derinlik kazandırıyor. Memleket ahvalini eğrisi ile doğrusu ile ondan dinlerken büyüdüğüm coğrafya ile sanki yeniden tanışıyorum.

»Türkiye şu sıralar Ergenekon davasından TEKEL işçileri ve destekçilerinin protestolarına kadar ilginç evrelerden geçiyor. Din bazlı muhafazakâr iktidar  parti Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihinde ilk kez ‘dokunulmaz’ bir orduyu darbe girişimleri konusunda sorgulayabiliyor. Sizinle darbe konusunu ele almak istiyorum.
Hükümetin din bazlı olduğu kesin ama muhafazakâr olarak tanımlanmalarını ilginç buluyorum. Zira laik hükümetlerden daha yenilikçi oldukları bir gerçek.

»12 Eylül 1980 darbesi bir ‘demokrat’ tarafından, Jimmy Carter ABD başkanı iken desteklenmişti...
Evet, bu doğru.

»Söz konusu darbenin ve bu dönemde oluşturulan anayasanın reformu için Avrupa Birliği’nin yönlendirdiği bir süreçten geçiyoruz ve Cumhuriyet tarihi darbelerinin olumsuz etkileri hâlâ gündemimizde. Sizce ABD ve Türkiye ilişkilerinin evrimi çerçevesinde Obama yönetimi yeni bir darbe girişimini destekler mi?
En son 2003 yılında ABD yönetimi bir darbe istemişti zaten. Hatırlarsanız Paul Wolfowitz Türk ordusu yöneticilerini darbe yapmadıkları için epey azarlamıştı. Türkiye herkesi şaşırtarak halkın yüzde 95’inin iradesi ve isteği doğrultusunda Irak savaşına ‘hayır’ dedi ve ABD’nin yanında yer almadı. ABD’de bu hareket bir hakaret olarak algılandı.  ABD’nin demokrasiye olan nefreti o kadar uç noktalarda ki (Türkiye’nin bu seçiminin nedeni) fark edilmedi bile.  Wolfowitz’i örnek vereyim, New York Times ve Washington Post gibi gazeteler onu ‘İdealist Şef’ olarak nitelemişti, hatta bu kadar demokrasiye ‘âşık ve adanmış’ birinin kendini biraz tutması gerektiği bile ima edilmişti. Wolfowitz ve Collin Powell demokrasiye olan ‘tutkularını’ 2003 yılında Türk ordusunun kulağını çekerek ifade ettiler, hatta Wolfowitz darbe yapmadıkları için Türk ordusunun ABD’den özür dilemesini bile ‘rica’ etti. Çok net bir şekilde Türkiye’nin görevinin ABD’ye yardım etmek olduğunu hatırlattı ve halkın seçiminin pek birşey ifade etmediğinin altını çizdi.  Unutmayın, kendisi aynı zamanda demokrasi aşığı ‘İdealist Şef’!  ABD popüler basın/medyasında bu davranışı eleştiren bir yazı bulamazsınız. Neden? Çünkü bu davranış, bu tepki gayet ‘normal’ ve sistematik. Bir başka ilginç nokta, bu gelişmelerin ortamını hazırlayanlardan Donald Rumsfeld ve ürettiği Eski Avrupa/Yeni Avrupa tanımı. Bu tanıma göre Eski Avrupa halkın çoğunluğunun iradesini savunan/uygulayan hükümetler, Yeni Avrupa ise İtalya’da Berlusconi-İspanya’da Aznar gibi liderlerden oluşuyor. Hatta ABD demokrasiye olan sevgisini Berlusconi’yi de Beyaz Saray’a davet ederek İtalyan halkının yüzde 80’ninin onaylamadığı bir süreci göz ardı ederek gösterdi.

»Şu meşhur ‘gönüllülerin kolalisyonu’ (Coalition of the willing)...
Evet, bu ‘gönüllüler’den Aznar ABD’de o kadar seviliyordu ki Bush ve Blair onu davet edip savaş ilanını beraber yaptılar.  Aznar bu dönemde İspanyol halkının yüzde 2’sinin desteğini almıştı. Geleceğin örnek demokratik lideri!
Elbette bütün bunlar gayet sistematik ve popüler basın yayın/medya bunları size anlattığım biçimde yayımlamaz, ABD ve İngiltere’nin demokrasiye olan nefreti o kadar yer etmiştir ki bu gerçekler görülemez hale gelmiştir. Bir başka örnek; New York Times Türkiye muhabirinin (Stephen Kinzer) 90’lı yıllarda Türkiye’ye akan silah desteğini tamamen yok saymasıdır. 1984’te başlayan ve Clinton hükümeti döneminde zirve yapan bir silah akımından bahsediyoruz. Türkiye, Clinton döneminde ABD’nin desteklediği (İsrail hariç) en büyük silah alıcısı konumuna geldi. Bu silahların kullanımının sayısız vahşetin yaşandığı 3500 köy ve kasabanın tahribi, onbinlerce kişinin katledilmesi ve milyonlarca kişinin göçü ile sonuçlanması şaşırtıcı değil. Clinton silah gönderdikçe vahşet arttı. Unutmayın, Clinton’un bu dönemde Türkiye’ye gönderdiği silah adedi tüm soğuk savaş döneminde yapılan silah yardımından daha fazladır. Kinzer bu konuda herhangi bir bildiride bulunmamıştır.  Elbette İstanbul’da yaşayıp milyonlarca kişinin göçünü fark etmemek imkânsızdır, ABD ve genel medya bu kadar acımasız bir dönemden herhangi bir rahatsızlık duymamıştır.

»ABD yine aynı dönemde Balkanlar’da bir kahraman olarak algılanılıyordu.
Kesinlikle. Hatta 1997’de popüler basın yayın kuruluşları Clinton’ın dış politikasının en saygın dönemini yaşadığını büyük bir onur, gurur ve rehavet ile bildiriyordu. Sırbistan’da yaşananlar NATO bombardımanından evvel elbette olumlu değildi ancak uluslararası standartlara göre fark edilemez seviyedeydi. Bombardımandan evvel  toplam 2000 kişinin öldüğünü biliyoruz ancak asıl katliamın NATO bombardımanından sonra zirve yaptığı batı basınında yer almıyor. Orada yaşanan trajediyi asıl bu bombardıman alevlendirmiştir. Sırbistan Batıda hazımsızlık yaratırken NATO sınırları dahilindeki vahşet ABD, Almanya, Fransa gibi ülkeler tarafından desteklenmiştir.  Bu ikiyüzlülük o kadar uç noktalardadır ki, bahsettiğinizde Batıda hırçın bir tepki ile karşılaşırsınız. Sırbistan’da yaşananlar elbette kötüdür ancak büyük güçlerin desteklediği felaketler çok daha kötüdür.  Büyük medyada bunları yazamaz, konuşamazsınız.

»Dolayısı ile ABD hükümetinin başında hangi parti olursa olsun bu düzenin, zihniyetin değişmeyeceğini söylüyorsunuz.
Clinton’dan daha liberal birini düşünebiliyor musunuz? Obama’ya bakınız. Mısır’daki meşhur konuşmasında İslam alemini ne kadar sevdiğini ifade etmiş ve hep beraber barış türküleri söylemek istemişti. Basın toplantısında baskıcı Mısır hükümeti hakkındaki düşünceleri soruldu -bu arada bu hükümete ‘baskıcı’ demek iltifat olur, en zalim yönetimlerden biri olan Mübarek hükümeti halkının yüzde 99’una oy hakkı vermezken herhangi bir itiraza işkence ile yanıt verir- Obama’nın bu soruya cevabı: “Ben ‘baskıcı’ gibi ifadeler ile kimseyi tanımlamayı sevmem.” Mübarek’i düzeni koruyan bir güç olarak görüyor ve arkadaşlığını sürdürüyor. Ortadoğu’da yaşayan ve İran’ın insan hakları suçlarından bahseden bir ABD’ye kahkahalarla gülmeyen birini düşünebiliyor musunuz? Mesela Türkiye’de yaşayan vatandaşların bunları görmemesi mümkün mü?  Fakat batı ezberini bozmuyor, bunlar sorgulanmıyor.

»Beni şaşırtan da bu oldu. Bahsettiğimiz konular hakkında Batıda çok kısıtlı bilgi var.
Doğrudur. Beni Türkiye ziyaretlerimde etkileyen ve dünyanın hiçbir yerinde örneğini pek görmediğim unsurlar var;  aydın, yazar, sanatçı, akademisyen, yayımcıların iktidar/güç odaklarına olan itirazları, protestoları ve sivil direnişleri örnek olacak düzeyde, hiçbir yerde böyle birşey görmedim. Bazen Avrupa seyahatlerimde Avrupa’lılar Türklerin AB’ye girecek medeniyet seviyesinde olmadıklarını söylüyorlar; bence Avrupa ve ABD’nin Türkiye’den demokrasi, dürüstlük ve entelektüel onur adına öğrenecekleri çok şey var. Bunu Avrupa’da birine söylemeye kalkın, size ay’dan inmiş bir yaratık gibi bakar. Bu gerçek tüm şeffaflığı ile ortadadır. Aydın kesimin Türkiye’deki direncine dünyada bir başka örnek düşünemiyorum.

»Sizce TEKEL işçileri ve destekçilerinin mücadeleleri Ortadoğu’da demokrasi adına bir sivil direniş örneği olabilir mi?
Elbette, Türkiye bir sürü konuda Ortadoğu’ya örnek olabilir. Bölgeye sunabileceği, önerebileceği çok şey var.  TEKEL mücadelesi gibi bir direnişi Mısır gibi bir ülkede düşünebiliyor musunuz? Mübarek hakkında herhangi bir aydın ılımlı bir eleştiride bulunsa hapsi boylar.

»Suudi Arabistan’da da tabii...
S. Arabistan dünya rejimlerinin en vicdansız, en zalim, köktendinci örneklerinden biri. Petrol kaynakları onları ABD’nin sıkı dostu yapar ve eleştirilmez.
Güneydoğu’da bizi takip etmişlerdi
»Kürt kökenli vatandaşların temsiline değinecek olursak, sizce DTP’nin kapatılması sonrasında hâlâ bir gelişme söz konusu mu?
2002 yılında Güneydoğu’ya iki ziyaretim oldu.  Farklı aralıklardaki ziyaretlerimde bile önemli gelişmeler tespit ettim. Ziyaretlerimden birinin nedeni kitaplarımı yayınlayan kişinin davası idi, bu davada yayımcımın yanında yer alacağımı öğrendiklerinde yetkililer kötü reklam olur diye davayı düşürdüler. Ancak tespitlerimde gözden kaçmayacak gelişmeler de vardı.  Mesela oradaki avukatım ikinci ziyaretimde bölge valisi olmuştu. Gittiğimiz her yerde takip edilsek de, halkın ifadeleri konuşmalarımda bile etkili idi -mesela konuşma sonrasında bir Kürtçe-İngilizce sözlük hediye etmişlerdi bana- bu o dönemde, belki hâlâ, cesur bir davranıştı. Güvenlik görevlileri sıkıca takipteydi. Hatta arkadaşlarım ve bazı insan hakları gönüllüleri vatandaşlarla konuşurken dikkatli olmamı, biz gittikten sonra onların hayatlarının ‘zorlaştırılabileceğini’ söylüyorlardı. O tarihten bu yana gelişmeler bazen geriliyor, bazen adım adım ilerliyor. Böyle bir mücadele ABD’de Afrika kökenli Amerika’lılar için dört asır sürdü, sürüyor. Demokrasi adına kestirme bir yol olmadığı gibi özellikle Amerika’da bu mücadelenin evrelerinin ne kadar zaman aldığını belgelemek mümkün.
(Bu söyleşi editörler tarafından kısaltılmış ve modifiye edilmiştir. Noam Chomsky ile söyleşinin tamamını
İngilizce olarak www.facebook.com/tanjuarman adresinden izleyebilirsiniz.)

Silah bırakma önceliği


Hasan Bildirici

Tarih: 22 Mart 2010 Pazartesi
Hasan BildiriciTürk İçişleri Bakanı Beşir Atalay, katıldığı her toplantıda, PKK’nin yakında silah bırakacağını söylüyor. Herhalde rüya görüyor ve gördüğü rüyayı konuşuyor. Çünkü benim de içinde olduğum çok geniş bir Kürt çevresi, öncelik olarak PKK’nin değil, Türk ordusunun Kürdistan’da silah bırakmasını istiyor. Türk ordusu Kürdistan’da silah bırakmadığı sürece PKK’nin silah bırakmasının Kürt sorununa çözüm katkısı sıfırdır. Türk ordusu silah bırakmadan PKK silah bırakırsa, Kürtler açısından çok büyük bir kargaşa ve kaos, Türk devleti açısından da büyük bir zafer anı yaşanacaktır.
Çünkü dağdaki Kürtler, Türk devleti ve ordusunun baskı, şiddet ve saldırılarından kaçarak dağlara sığınmışlardır. Bu dağlara sığınma, Dehak zulmünden kaçan Med çocuklarının dağlara sığındığı Newroz efsanesindeki gibidir. Dağlara sığınıp yeniden Dehak’ın zulüm sofrasına inmek ne kadar anlamsızdıysa, Türk ordusunun şiddetinden kaçıp uzun yıllar dağlarda savaştıktan sonra yeniden Türk ordusunun zulüm sofrasına dönmek de o kadar anlamsızdır.
Türk ordusu, Kürtlerin ordusu değildir. Aksine Kürtleri yasaklamak, baskı altına almak, baskı ve yasaklara karşı çıktığında ise soykırım da dahil her türlü şiddet biçimini devreye sokmak için Kürt köy, kasaba ve şehirlerinde konumlanmış bir ordudur.
Ulusal bir ordunun görevi halkın can güvenliğini, dilini, kültürünü, şeref, onur ve namusunu korumaktır. Türk ordusunun Kürdistan’daki görevi ise, bunun tersidir. Türk ordusu Kürt halkının malına, canına, namusuna, şeref ve onuruna tecavüz etmiştir. Tecavüzcü bir orduya dayatılacak tek işlem vardır. Tecavüz ettiği topraklardan çekilmesi olacaktır…
Kürt sorununu çözüme götürecek sürecin en can alıcı sorusu şu olmalıdır artık: Tecavüzcü ordunun Kürdistan’daki konumu ne olacak?
Kürdistanlı bir birey olarak, bu konudaki düşüncemi dile getirmek istiyorum. Kürt halkına karşı soykırım da dahil her türlü suç işlemiş olan bir gücü, Türk silahlı kuvvetlerini kimse bize Kürdistan’ın yasal silahlı kuvvetleri olarak dayatamaz. Böyle bir orduyu kendi ordumuz olarak benimsememizi Kürtlük adına kimse bizden isteyemez. Yüzyıldır her türlü suçu işlemiş bir ordunun Kürt yerleşim alanlarından çekilmesini istemek, onları bir daha silah kullanamaz konuma itmek bizim görevimizdir.
Türk ordusu silah bırakabilir mi? Bu sorunun cevabını bulmak bizim değil, Türk devletinin işidir. Bir ordu, sevilmediği, kendisine itibar edilmediği, tecavüzcü ve katliamcı olarak görüldüğü bir yerde kalmaktan zevk alıyorsa buyursun ölüm tarlaları, asit kuyuları ve JİTEM merkezleriyle kalmayı sürdürsün…
Türk silahlı kuvvetlerinin silah bırakıp veya geri çekilmesi gerektiği sömürge topraklarında; böyle bir sorun yokmuş gibi, sömürgeci uygulamalara karşı çıktıkları için vadilere ve mağaralara sığınan Kürtlerin silah bırakmasını savunmak, Kürtlerin ırkçı ve sömürgeci vahşete yeniden teslim olmasını istemek anlamına gelir…
Bu satırları yazmaya başladıktan birkaç saat önce Türkiye ve Kürdistan’a gönderdiğim, fakat Türk gümrüğünün içeriye almayıp iade ettiği kitaplarımı postaneden gittim aldım. Hem kitap gönderirken yüksek bir miktarda posta parası ödemiştim hem de geri alırken ödedim. Postanede çalışan bayan Türkiye’yi tanıyan esprili bir kadın.
“Uyuşturucu tırlarının korna çalarak geçtiği Türk gümrükleri kitap konusunda bayağı hassasmış,” dedi.
İşin aslı şu. Türk devleti, Türk nüfus içinde dolgu yemi olarak tutulan Kürtlerin devleti değildir. Kürdün işine yarayan, Türk devletinin işine yaramıyor. Kürt halkının sevdiği kitaplar, Türk devletinin sinir sisteminin canına okuyor.
Bunlar, Kürtlüğünü satlığa çıkarmış birkaç televizyon ve basın soytarısını oynatıp, Kürt sorununu çözmeye çalıştıklarını sanıyorlar…
Hayır, Kürdistan’ın özgürlük davası; bir zamanı, bir çağı mutlak olarak yerinden oynatacak zincirlerinden kopmuş büyük bir davadır. Bu sorun öyle Beşir Atalay’ın dediği gibi, Amerika, Irak ve Türkiye’nin üçlü numaralarıyla kapatılacak bir sorun da değildir…
Türk devleti ve ordusu yüz yıl uğraşmış, Kürtleri bitirememiştir. Şimdiki mücadele, sayısız kez yenilmişlerin ölüm arsızı torunlarının tarih sahnesine dönüşüdür. Çocuk doğmuştur, emeklemiş ve ayağı kalkmıştır…
Bu çocuğa yol verilecektir…
Kürtlerin için ölüm, işkence, zulüm ve soykırım anlamına gelen Türk ordusunun Kürdistan’daki yerleşim birimlerini terk etmesi ön şarttır…
Avrupa’da tren veya otomobillerle binlerce kilometre yol yapın. Hemen hemen hiçbir askeri kışlaya rastlayamazsınız. Çünkü Avrupa’daki ordular halkını öldürmek için konumlanmamıştır. Fakat Türk ordusu Kürt halkını öldürecek şekilde köy, kasaba ve şehirlerin en işe yarar hakim mevkilerine konumlanmıştır. Saldırgan, tecavüzcü ve yabancıdır.
Dağdaki Kürtler, tecavüzcü ordunun saldırganlığından ve şiddetinden kaçıp dağlara sığınmışlardır.
Silah bırakma veya geri çekilme önceliği Türk ordusunundur. Bu mümkün değilse, Kürt sorununun çözümü de mümkün değildir…
    
Hasan Bildirici
bildiricihasan@hotmail.com

Newroz’da Gever(Hakkari)’de olmak

İpe çekilmek Mahabad’da
Beden ve zındanında Diyarbekir’in
Çira çira yakmak kendini
Kürde özgüdür
**
Ve Kürde özgüdür
Halepçe’de gazlanmak topluca
Qamışlı’da onar onar taranmak
Ve ağulardan süzülüp
Govende durmak
Salınmak ve ağıtlar yakmak
Kürde özgüdür
Her Newroz’da..
Şimdi Newroz. Şimdi yeni bir baharın, yeni bir başlangıcın, yeni bir kavga döneminin startı veriliyor. Doğa kendince, Kürtler kendince.. Ve Gever’de, sınır üçgeninde, bir kasabada, yüzbin Kürt umudu haykırıyor olanca güzelliği ve haşmetiyle..
O Gever ki, son yıllarda direnişin, mücadelenin yükünü yüklenmiş.. O Gever ki, yedisinden yetmişine, yüzde doksanlara varan bir oranla birlik ve bütünlüğün abidesi olmuş.. O Gever ki, gül yüzlü çocukların Türk devlet çarkına çomak soktukları atlaslarda yer verilmeyen kent.. Ve o Gever ki, başı dik kadınların mücadele alanı..
Bir tarafta ulusal hakları, eşitlik ve özgürlük için ayağa kalkmış bir halk, diğer tarafta yabancı bir işgal kuvveti, sömürgeci ve çağdışı bir sistem..
Bir tarafta Türk devletinin süngü gücü, diğer tarafta panzerlere göğüs geren körpe bedenler..
Bir tarafta kanatları kırılan Cüneytler, kafaları parçalanan Seyfiler, bedenleri havaya uçurulan Ceylanlar, diğer tarafta açılım sahtekarlığıyla oltaya takılan Kürt Bekolar..
Bu halk yolunu buldu. Bu halk korku duvarını aştı. Hiç kimsenin kuşkusu olmasın, bu halk bu sahtekarlığın suratına da şamarını indirecektir.
Kürt halkı coplanacağını, panzerlerin saldırısına uğrayacağını, karayüzlü zebanilerce linç edileceğini bile bile hergün sokağa çıkıyor. Hem de öyle bir çıkış ki sormayın gitsin. Ellerinde yasaklı renk ve pankartlar, dillerinde yasaklı ve yarım kalmış şarkı ve marşlar, üstlerinde yasaklı giysi ve libaslar ve kavganın rumuzuna dönüşmüş zafer işaretiyle kollar..
Türk devleti önce dedelerini katletti, sonra babalarını işkence çarklarından geçirdi, abi ve ablalarının katledilmiş bedenlerini parçaladı ve şimdi sıra onlarda..
Onlar ki yaşanan tüm vahşeti daha beşikteyken ana sütüyle benliğine nakşetmiş. Onlar ki yaşıtlarından daha sıska ve narin, ama akranlarından daha olgun. Onlar ki yaşları daha on-onbeş, TC zındanlarının müdavimleri.. Ve onlar ki sevmesini de, ölesiye kavga etmesini de yaşamın öznesi haline getirmiş Azad ve Nergisler, Berzan ve Berfinler..
Rejim titriyor.. Rejimin çivisi çıktı, kimyası bozuldu.. Rejim çoktandır streste. Çünkü artık hergün Newroz. Çünkü artık hergün, her hafta eylem ve kavga günü.
Varsın TC’nin açılım oltasına takılanlar farklı tellerden çalıp suyu bulandırmaya, ufku karartmaya çalışsınlar. Onların farkına varamadıkları yadsınamaz bir gerçek var artık orta yerde: O da Kürt halkının o durağı çoktan geçtiği gerçeğidir. Gever’de biraraya gelen yüzbin insan bunun kanıtıdır. Kürdistan’ın bir ilçesinde, ilçe nüfusundan daha fazla bir kitle biraraya gelebiliyorsa bu işte bir tılsım var demektir. Ama bu öyle bir tılsım ki Bekoların tüm gayretkeşliğine rağmen rejimin sihrini çözemediği bir tılsım. Türk devletinin Kürt Açılımı, kerameti kendinden menkul bir avuç Kürdü sisteme integre etme ve böylelikle direnişi alt etme gayretidir. TRT Altı bu iş kullanılıyor. Kimi Kürt sanatçı ve kavganın tekavüte ayırdıkları bu iş için devreye sokularak rejimin kirli yüzü cilalanmaya, ömrü uzatılmaya çalışılıyor. Ne var ki Türk devleti de, ona destek sunmakta sıraya giren ve yaşamla kavganın kıyısına vurmuş o çok bilmiş Kürtler de müthiş yanılıyorlar.
Milyonlarca Kürt her allahın günü rejimin sahte açılımına karşı ayakta. Gever’de Newroz vesilesiyle biraraya gelen o görkemli kitle gerçek Kürt Açılımı’nın ne olduğunu Bekolara gösteriyor.
Fazla değil, yapılacak ilk seçimlerden sonra düğüm çözülecek ve PKK denklemin vazgeçilemez ögesi haline gelecek. Onsuz bu sorunun çözülemeyeceği daha iyi anlaşılacak ve TC ile her konuda ona arka çıkan Amerika ve Avrupa Birliği PKK’nin kapısını çalacak.
Zafer işareti ile hergün sokağa dökülen kadınları kınalı ellerinden, panzerlere göğüs geren körpecik çocukları terli avuçlarından öper, tüm güzel insanların Newroz’unu kutlarım.
- Tüm günleriniz Newroz gibi olsun, aydınlık ve güzel. Newroz’unuz kutlu olsun!
- Hemû rojên we Newroz, Newroza we pîroz!
msahin1@web.de

Medyadaki İtirafçı, Ajan ve Provokatörler İçin *

NADİRE MATER
15:31 / 23 Mart 2010
İzzet Kezer gazeteciydi, Sabah gazetesi muhabiriydi. 18 yıl önce bugün Cizre'de öldürüldü, Kanlı Newroz'dan iki gün sonra. 38 yaşındaydı.

Cizre Newrozunda İzzet'le beraberdik. Kürtler 20 Mart akşamı türkülerle newroz ateşlerinin etrafında Kürt sorunu çözülmüşçesine halay çekiyorlardı. Kadınlar rengarenkti.

Biz yerel, ulusal ve uluslar arası medyadan gazeteciler ise çok tedirgindik. Korkuyorduk. Hatta, "aramızdan kim ölecek" gibisine tatsız esprilerle bir de toplu fotoğraf çektirmiştik.

Cizre çok güneşli bir newroza uyandı. Ara sokaklardan alana çıkılmaya kalmadan güvenlik kuvvetlerinin ateşi başladı. Nereye sığınacağımızı bilemeden koşuyorduk.

Sallanan beyaz bezler işe yaramadı; hatta yaralıları görmeye gittiğimizde hastanede de ateş altında kaldık. Yerlere attık kendimizi. Sokağa çıkma yasağı ilan edildi. Cizre meydanındaki yasağı delen ineğin özgürlüğünü kıskandık. Çok insan öldü, yaralandı; çoluk çocuk, kadın, erkek, yaşlı yaşsız.

Ateş sabaha kadar sürdü; Kadıoğlu otelininin lobisinde, merdiven altlarında, odalarda canımızı kurtarma peşine düştük. Bizim fotoğraf tamdı, eksilen olmamıştı; otelin tüm cepheleri delik deşikti.

Cizre'yi terk etmeli miydik? Karar veremiyorduk. Kalırsak halkın canı belki daha az yanardı diye düşündük. İyi de, her şey onca canlı yayın arabasının, kameranın, gazetecinin, dünyanın gözü önünde yaşanmamış mıydı?

22 Martta üçer beşer ayrıldık Cizre'den. Hürriyet, Milliyet; Gündem yerel muhabirleri, Sabah'ın Ankara'dan yolladığı İzzet Kezer kalmak zorunda olanlar arasındaydı. Yaşananlar Cizre'de protestolara yol açtı. Yer yer de güvenlik kuvvetlerine karşılık verilmiş.

23 Mart günü, gazeteciler ellerinde beyaz bezleri, "gazeteciyiz biz" diye seslerini duyurmaya çalışarak ateşten korunmaya çalışmışlar. Panzerdeki el/eller seslere aldırmadan ardı ardına ateş etmiş.

İzzet orada öldü.

Birkaç yıl sonra, Sabah gazetesi arka sayfasında "terörle mücadele kapsamında" Güneydoğu'daki durumla ilgili kocaman haberde İzzet Kezer'n PKK kurşunlarıyla öldüğünü okuduğumda öfkeden ne yapacağımı bilemediğimi hatırlıyorum.

Haberin imzasını aradım; tanıdığım biri. Çığlık çığlığa sordum, "bu ne" diye. Editörü böyle yazılmasını daha ilgi çekici bulmuş. Gazeteci elbette direnmiş ama ne çare! İnternetsiz günlere denk gelen bu haberi bir ara arşivden bulmalıyım.

Geçende, İnternet'te arama yaparken Sabah gazetesinin "Tarihte bugün" köşesine denk geldim:

23 Mart 1992: Şırnak'ın Cizre ilçesinde çıkan olaylarda, güvenlik güçleri ile göstericiler arasındaki çatışmaları izleyen Sabah gazetesi muhabiri İzzet Kezer başından vurularak öldü.

Bu cümleler künyesinde genel yayın yönetmeni olarak Ergun Babahan'ın adının geçtiği 17 Mart 2008 tarihli Sabah gazetesinden. Artık, bu "bilgi" internette Kezer'in ölümündeki "gerçek" oluvermiş.

Dinç Bilgin ve Ergun Babahan'ın Taraf gazetesinde Neşe Düzel'e yaptıkları açıklamalarda İzzet'ten de söz etmelerini bekledim safiyane.

Sabah'ın kurucu sahibi Dinç Bilgin'le Gazetenin özellikle 28 Şubat 1997 darbesi dönemi sorumlularından Ergun Babahan'ın açıklamalarına pek bir sevindik; hiç olmazsa anlatıyorlar diye. Sevinmeye hasretiz ya.

"Ajanları biliyorduk" diyorlar. Biz de!

Babahan paşaların nasıl manşet attığını, biz okurların düşman sandığımız iki gazetenin/grubun Sabah ve Hürriyet'in/Doğan Medya'nın sık sık birlikte yemek yiyip, telefonlaşıp hangi haberi koyup koymayacaklarını konuştuklarını, Amerika Birleşik Devletleri'in Ankara'daki büyükelçilerinden Morton Abramowitz'in gazetecilerle konuşup 28 Şubat darbesinin önemli ayaklarından olduğunu, medyanın hükümetler kurup, bakanlar atadığı ya da istifa ettirdiğini anlatıyor.

Politikacılar da gazetelerden gazeteci/köşeci attırırlarmış. Bu arada patronlar ihale kapar, mafya da tehditlerini savuruyormuş...

Dinç Bilgin'den de, Babahan'ın anlattıklarının yanı sıra ihaleleri, hükümet pazarlıklarını, siyasilere "babalanmaları"nı, başbakanların da medya patronlarını azarlayıp kağıt kotalarını düşürerek cezalandırdıklarını, "istihbaratçı"ları ileride işlerine yarar diye gazeteci olarak çalıştırdıklarını öğreniyoruz.

Bilgin gazete patronlarının başka işlere girmemesi gerektiğini söylüyor, yaptıklarını "konformizm"e ve "gücün şehveti"ne bağlıyor: "Medya o dönemde, bu ülkede hiç olmadığı kadar güçlü oldu. Hem asker güçlendi, hem medya."

Babahan da bu görüşü "fıstık gibi hayatlar" tanımıyla paylaşıyor ama kendi nedeni farklı: "Çok laikçi olmak."

Ben aslında, Bilgin'in siyasilere söylediğini aktardığı "Tiyatronun sahibi biziz. Siz sonuçta aktörlersiniz. Siz, gelir ve gidersiniz" sözüne bayıldım. Bizim bildiğimiz "biz hancıyız, sen yolcu"nun rafinesi. Her zaman da hayat böyle akmıyor; Bilgin'in "tiyatrosu"nu elden çıkarmak zorunda kaldığına bakılırsa.

Bu açıklamalarda isim isim çok sayıda gazeteci ve generalden söz ediliyor. Köşelerde bu açıklamalarla ilgili tek tük birkaç yazı çıktı. Adları geçenlerse üstlerine hiç alınmadılar.

Bir "gazeteci" kuruluşu başkanı Babahan'ın kendisiyle ilgili iddiaları "o bacaksızı, hukukun verdiği tüm imkânları kullanarak, doğduğu yere kadar kovalayacağım," sözleriyle karşıladı.

Yayın yönetmeni olanıysa, "ağabey"in planını meşakkatli buluyor, "doğumunda annesi sifonu çekmeyi unuttu" diye, Babahan'la daha fazla uğraşamazmış.

Korkunçlar. Hem militarist hem de erkek medya; hep tekrarladığımız gibi.

Paşalı, ajanlı, provokatörlü, itirafçılı medyanın normalliğini/gerekliliğini de Sabah'ta Sevilay Yükselir'e konuşan eski MİT balkanlarından Sönmez Köksal hatırlatıyor, bilmeyenlere öğretiyor.

"MİT kötü bir şey mi ki bazı gazetecilerin ilişkiye girmesi tartışma konusu oluyor. ... Gazetecilerin MİT'e destek atması kadar doğal bir şey olamaz. Bir meselenin aydınlığa kavuşması, yalan, yanlış bir iş olmaması için MİT'in bir gazeteciye bilgi vermesi ve dahası o meselede doğru yol bulunsun diye yönlendirmesi son derece normal bir tutumdur.

"Ayrıca bir gazetecinin bir haber hakkında MİT'e bilgi vermesi de doğaldır! Hem zaten MİT ve bazı gazeteciler arasındaki fikir teatisi yani bilgi alışverişi ülkenin çıkarları açısından sağlıklı bir yöntemdir."

Şimdi, arkadaşlarıyla birlikte "Türkiye gerçekleri dışında Lale devri" yaşadığını söyleyen Babahan'ın, Kürt meselesine girmesini Hasan Cemal'in Kürtler kitabına borçlu olmasına ne diyelim?

Medyanın Kürt savaşının sürmesinde, bunca insanın ölmesinde, hayatların kararmasında ve bu ülkede 30 yıldır yaşananlardaki ölçülemez sorumluluğunu da daha önce yazsaydı deyip Hasan Cemal'e mi yükleyelim?

Babahan düzmece olduğunu bildikleri, biz okurlara Şemdin Sakık ifadesi olarak yutturdukları belgenin/andıçın yayımlanmasıyla gazeteci arkadaşlarının -Mehmet Ali Birand ve Cengiz Çandar'ın- hayatlarını kurtardıklarına da inanıyor.

Düzel de, andıçın yayımlanmasından sonra Akın Birdal'ın vurulduğunu hatırlatmak zorunda kalıyor, isim yayımlamanın hayat kurtarmak anlamına gelmediğini söylüyor ve soruyor:

"Birdal vurulunca ne hissettiniz?"

"Çok rahatsız olduk."

Hepsi bu kadar...

En iyisi, Ercan Arıklı'nın Babahan'a söylediğini aktaralım: "Oğlum yapmayın. Bırakın gidin gazeteciliği. Şart mı sizin gazetecilik yapmanız?"

Ercan beye "merhaba" demek istiyorum.

Medyanın önümüze dökülen bu gerçekliği bizi şaşırtmadı ama şu ana kadar onca ismin geçtiği bu açıklamalara karşı çıtı çıkmayan gazetecilik kuruluşlarını şaşırtmasını bekliyorum.

Yargı kısmını bir yana bırakıyorum. Gazetecilik kuruluşlarının tek tek ve bir araya gelerek kurullar oluşturmasını ve itirafçılı, ajanlı, provokatörlü medyayı tartışmaya açmasını, adı geçenleri tek tek herkese açık oturumlarda dinlemesini, medyanın arındırılması çalışmasına hızla girişmesini talep ediyorum. Biz gazeteciler bu kirliliğe razı olmamalıyız, olamayız.

İzzet yaşasaydı 56 yaşında olacaktı. Merhaba İzzet!



* Kaynak: Bianet