6 Mart 2010 Cumartesi

Roj TV ye Operasyon;1 Milyon 200 Bin Euroluk Zarar Verdi

Med ve Medya televizyonlarının ardından tehdit altındaki bir dilin şarkısını söyleyen Roj TV de susturulmak isteniyor.
 
Kürt basın camiasında en köklü televizyonculuk geleneğine sahip olan Roj TV’nin yayınları dün durdu. Roj TV için program hazırlayan RojNV stüdyolarına Belçika polisi tarafından düzenlenen baskının ardından televizyon yayınları kesildi. Avrupa’da Kürt basın yayın kurumlarına yönelik baskılar, kapatmalar Kürtler için yeni bir durum değil. Dünyadaki ilk Kürt televizyonu Med TV ve Medya TV de daha önce yayın lisanslarının iptal edilmesi yoluyla kapatılmıştı.

İlk Kürt televizyonu Med TV

30 Mart 1995 tarihinde ilk Kürt televizyonu İngiliz Bağımsız Televizyon Kurumu’ndan alınan lisansla yayına başladı. Dünyada ilk kez yasaklı bir dilde sinyaller gönderiliyordu alıcılara: Rojbaş Temaşevanên Hêja! Kürt halkının her türlü savaş hukukun ayaklar altına alındığı bir kirli savaşla imha edilmeye çalışıldığı bir dönemde Med TV bağımsız bir haber kaynağı olarak psikolojik harekatın aşılmasında önemli bir rol oynadı. Kürtçenin dört lehçesi, Türkçe, Arapça, Asuri dillerinde yayın yapan televizyon Kürdistan coğrafyasının tüm renklerini içinde barındırıyordu.

Med TV’ye yönelik ilk baskın 1997 yılında Belçika’nın Sputnik operasyonu çerçevesinde Denderleeuw’daki stüdyolara karşı gerçekleştirildi. Bu baskın sırasında da Med TV’nin yayınlarını durdu. Operasyon çerçevesinde açılan soruşturma yıllarca sürdükten sonra Med TV lehine sonuçlandı. Alanındaki ilk kanal olan Med TV, kuruluşundan yaklaşık dört buçuk yıl sonra 17 Kasım 1999’da kapatıldı. Med TV’yi kapatma kararı alan kurum, İngiltere’nin RTÜK’ü niteliğindeki Bağımsız Televizyon Komisyonu oldu. Komisyon kapatma kararında gerekçe olarak KCK Önderi Abdullah Öcalan’ın yakalanmasının ardından Avrupa’nın dört bir yanında protesto gösterilerinin patlak vermesi sırasında kanalın ‘tarafsız yayıncılık ilkelerine uymayıp, tahrik edici yayın yapması’nı gösterdi. 15 Şubat komplosunun ardından Med TV’nin kapatılması Kürtler arasında büyük öfke uyandırmıştı. Birçok uluslararası kurum ve kuruluş da Med TV’ye yönelik baskıları kınadı.

Bu süreçte Almanya’nın Kassel şehrinde Orhan Aykan adlı bir Kürt genci, Med TV’nin kapatılmasını protesto etmek ve KCK önderi Öcalan’a yönelik komployu kınamak için bedenini ateşe verdi. Aykan 26 Mart 1999 tarihinde kaldırıldığı hastanede hayatını kaybetti.

Medya TV bayrağı devraldı

Med TV henüz yayında iken Medya TV yayına başlamıştı. 29 Temmuz 1999’de uydudan Fransa üzerinden yayına giren televizyonun kapatılması için Türkiye bir kez daha düğmeye bastı. Girişimler beş yıl sürdü. Şubat 2004’te Fransa’nın RTÜK’ü olan ‘Fransız Lisans Kuruluşu’ Medya TV’nin yayın lisansını iptal etti. Bu kararın alınmasında gerekçe olarak ‘Medya TV’nin Med TV’nin devamı olması’ gösterildi.

Roj TV 

Roj TV ise 1 Mart 2004 yayın hayatına başladı. Avrupa’dan Ortadoğu’ya kadar birçok bölgede izlenebilen Roj TV, Kürtçe’nin bütün lehçelerinin yanı sıra Türkçe, Arapça ve Süryanice dillerinde de yayın yapıyor. Roj TV’nin yayın lisansı Danimarka’dan. Ağırlıklı olarak Denderleeuw’da bulunan RojNV stüdyolarında hazırlanan programların yayınlandığı RojTV’nin de yayınları stüdyo merkezine düzenlenen baskının ardından kesildi.

Roj TV, dil üzerindeki yasak ve kısıtlamalar nedeniyle, Kürt dili ve kültürünün korunmasında önemli bir rol oynayan bir televizyon konumu. Kürtleri ilgilendiren her türlü haber, aktüalitenin yanısıra, kültür-sanat programları yayın akışının ağırlıklı bölümünü oluşturuyor. Roj TV, dört farklı ülkede yaşayan Kürtlerle, Kafkasya ve Avrupa’da yaşayan Kürtlerin sosyal, kültürel, ekonomik ve siyasal yaşamını, güncel sorunlarını ele alan bir yayın politikasına sahip. Kürtlerin yaşadıkları topraklar Asya’dan Avrupa’ya dünyanın birçok yerini (Avustralya, Arap ülkeleri, İsrail, Amerika ve Japonya’da göç edilen yerler arasındadır) içine alabilecek kadar genişti. Roj TV, uydu yayınları aracılığıyla tüm bu alanlara yayın yapmaktaydı.

Merkez stüdyoları Belçika’da olan Roj TV’nin temel sloganı „Barışın ve Özgürlüğün Sesi“. Roj TV’nin tanıtım metninde ise şunlar yeralıyor: „Bütün dillerin en güzel kelimesi ‘Güneş’. Güneş kelimesinin Kürtçe’deki karşılığı ‘Roj’. Roj kelimesinin diğer anlamı ise ‘gün’. Kürtlerin yaşamında ‘Roj’ üçüncü bir anlam taşıyor: Yasaklanmış; eğitim ve yayın hakkı olmayan ve gün geçtikçe eriyerek yok olma tehditi altındaki bir dilin şarkısını söylüyor Roj TV.“

Roj TV’nın yayınları uzun bir süreden bu yana Kürt basınını içerden ağır baskılar altında tutan Türk devleti tarafından engellenmek isteniyordu. Uluslararası alanda diplomatik girişimlerde bulunan Türkiye, Kürt illerinde de sinyal terörüyle Roj TV’nin halka ulaşmasını engellemeye çalışıyordu. 
Türk devleti ve AKP hükümeti 2005 yılından bu yana Roj TV’nin yayınlarının engellenmesi için bir çok girişimde bulundu. Danimarka makamlarına Roj TV’nin yayınlarının engellenmesi için sayısız başvuruda bulundu. Roj TV’nın kapatılmasına karşı çıkan 54 Kürt Belediye Belediye Başkanı hakkında hapis istemiyle açılan dava ceza ile sonuçlandı.

Danimarka Medya Sekreterliği Mayıs 2008’de Roj TV yayınlarının yasalara uygun olduğunu tescil etmişti. Geçtiğimiz günlerde bir açıklama yapan Roj TV yönetimi kapatma girişimleri konusunda şunları kaydetmişti: „Hukuki ve diplomatik yollarla sonuç alamayan Türk devleti, şimdi gerici ve yasakçı İran rejimiyle birlikte 3 Şubat’tan bu yana yayınlarımızı korsan, kanun ve etik dışı bir şekilde engellemek istenmektedir. Yayınlarımız İran’ın başkenti Tahran yakınlarından gönderilen sinyallerle engellenmektedir. Yayınlarımıza atılan sinyallerin bir TV yayınını engellenmekten çok daha öte bir amaç taşıdığı açık bir gerçektir. Türkiye’deki Kürt halkı, seçilmişleri, kurumlarına karşı başlatılan operasyonlar, Güney Kürdistan’a İran ve Türk ordusunun askeri saldırılarını artırdığı bir dönemde bölgeden tek ve doğru haber veren Roj TV ve NEWROZ TV’nin engelenmesi dikkat çekicidir. İran ve Türk devleti Kürdistan’da geniş çaplı askeri bir operasyon öncesi Kürt halkının dünyaya açılan penceresini sinyal terörü ile kapatmak istiyorlar.”


Belçika polislerince dün stüdyolarına baskın yapılan Roj Tv, baskında 1 milyon 200 bin Euro tutarında teknik zarar verildiğini söyleyerek, “Yayınlarımız sabote edilerek engellenmek istenmiştir” dedi.


Roj Tv yetkilileri polis baskınına maruz kaldıkları stüdyolarında basın toplantısı düzenledi. Belçika basınının yoğun ilgi gösterdiği toplantıda, Roj Tv Yayın Koordinatörü Amed Dicle basın toplantısında şu bilgileri verdi:

“Dün Roj Tv'ye yapılan baskın her hangi sıradan bir kuruma yapılmış bir operasyon değildi. Bu operasyon korsanvari bir şekilde Belçika hukukuna ve Avrupa hukukuna karşı yapıldı. Biz burada şirket olarak yayınımızı yapıyoruz ve kapılarımız sürekli açıktır. Belçikalı şirketler nasıl ki Belçika kanunlarına göre çalışmalarını yürütüyorsa, biz de öyle çalışıyoruz. Avrupalı şirketler yada farklı halkların şirketleri bir kere kontrol ediliyorsa, bizimki on defa kontrol ediliyor. Şimdiye kadar olan çalışmalarımız, mali ve bürokratik olarak Belçika hukukuna ve prosedürüne göre yürütülmüştür.

‘TERÖRİST OPERASYON’

Biz de Belçika yetkilileri de, bu operasyonun hukuki ve kanuni olmadığını, siyasi bir operasyon olduğunu biliyoruz. Burada yapılanlar, Türkiye'de Türk devleti tarafından Kürt halkına ve Kürt kurumlarına karşı yapılan terörün aynısıdır. Belçika polisi ve aralarında Türk polislerin de olduğu operasyonda çalışanlarımıza ve burada bulunan izleyicilerimize karşı aynı terör uygulandı. Operasyonu ‘teröre karşı operasyon’ olarak adlandırıyorlar ancak bu operasyon kendisi terörist bir operasyondur.

‘7 ARKADAŞIMIZ YARALANDI’

Bu operasyon terörizme karşı değil, Kürt medyasına ve Kürt kurumlarına karşı yapılmış bir operasyondur. Herhangi bir televizyona karşı yapılan operasyonlarda ve yapılan incelemelerde yedi kişi yaralanamaz. Ama Belçika ve Türk polisin saldırısı sonucunda 7 arkadaşımız yaralandı ve doktor raporu aldılar. Yaralanan insanlar terörist değil gazetecidirler. Bu gazetecilere karşı saldırı gerçekleştirenler terör uygulamışlardır.

Polisler ve müfetişler her zaman gelip stüdyomuzda incelemelerde bulunabilirler. Yayın ve maili konularda incelemek istiyorlarsa kapımız sürekli açıktır. Ama bunu yaparken usula göre ve bu ülkenin kanunlarına göre yapmalılar. Biz burada tüm çalışmalarımızla kanunlara göre çalışıyoruz. Ama bize karşı yapılanlar kanunlara göre değildi. Polisin dün burada bulunan insanlara karşı uyguladığı şiddet ancak Suriye'de, Türkiye'de ve İran'da yapılır ama Avrupa ülkelerinde böyle şeyler yaşanmaması gerekiyor.

‘1 MİLYON 200 BİN EURO ZARAR’

Önceki gün sabah saat 05.00'de başlayan ve saat 17.00'e kadar süren operasyonda 200 bilgisayar, yazı yazdığımız sistemi, abone olduğumuz Reuters haber ajansına ait bilgisayar ve cihazlar, görüntü ve ses enfekt makineleri, 20'e aşkın diz üstü bilgisayar, özel eşyalar, çalışanların elbiseleri ve yiyeceklere el konulmuştur. Burada bulunan çay ve kahve makinelerini bozmuşlar. Şimdiye kadar tespit etiğimiz kadarıyla teknik açıdan 1 milyon 200 bin Euro zarar vermişler. Götüremediklerini de bozmuşlar ve tüm kabloları koparmışlar. Burada anladığımız, yayınımızı sabote ederek engellemek istemişler.

Belçika hükümetine sesleniyoruz; Çalışmalarımızı devam edebilmemiz için götürdükleri cihaz ve teknik malzemelerimizi en kısa bir zamanda geri vermelidirler. Gelip burayı kontrol edebilirler ama teknik eşyalarımız götürmeye, kırmaya hakları yoktur. Bu terörizmdir. Biz burada kalemimiz ve bilgisayarlarımızla çalışıyoruz. Silahımız bunlardır. Bu bizim onurumuzdur ve kola kolay kimseye bırakmayız. Malzemelerimizi geri vermeleri için tüm hukuki yollara başvuracağız.

BELÇİKA HÜKÜMETİ ÖZÜR DİLESİN

Belçika polisleri Türk polisleriyle birlikte operasyon yaparak arkadaşlarımıza karşı şiddet kullandılar. Biz Belçika hükümetine sesleniyoruz: Nasıl oluyor da başka bir ülkenin polisleri gelip sizin topraklarınızda bir şirkete karşı operasyon yapabiliyor? Belçika'nın kanunları nerde, onuru nerede. Burada ellerimize takılan kelepçeleri biz Türkiye'de ve Kürdistan'da tanıyoruz. Çünkü bu kelepçeleri Kürtlerin ellerine ve Kürtlerin seçilmişlerin ellerine vuruyorlar. Ama bu kelepçeler dün Türk ve Belçikalı polisler tarafından Kürt gazetecilerin ellerine takıldı. Belçika hükümeti televizyonumuzdan, izleyicilerimizden ve Kürt halkından özür dilemeli. Biz şimdiye kadar nasıl Belçika kanunlarına göre hareket ettiysek, bundan sonrada da kanunlara göre hareket edeceğiz.

‘5 DİLDE YAYIN YAPIYORUZ’

Roj Tv Kürt halkını ve Ortadoğu'nun sesidir. Biz burada beş dilden yayın yapıyoruz. Bizim amacımız halkımızı ve izleyicilerimizi objektif bir şekilde haber sunmaktır. Çünkü biz gerçeğin sesiyiz, çünkü biz Türk devletinin Kürt halkına karşı inkar ve imha siyasetini deşifre ediyoruz. Bu nedenle Türk devleti her fırsatta sessimizi kısmak istemiş. Şimdiye kadar defalarca yayınımıza ilişkin soruşturmalar yapılmıştır ama suç teşkil edecek bir şey bulunmamıştır. Çünkü biz basın ölçülerine ve kanunlara göre yayın yapmaktayız. Türk devletinin niyetini ve hedefini biliyoruz ama Avrupa ülkelerine sesleniyoruz; Türk devletinin niyetlerine ve hedeflerine ortak olmayın, Kürt halkının özgürlük taleplerine saygılı olun. Niye Kürtler söz konusu olunca Avrupa sessimizi kısmak istiyor. Avrupa basın-yayın kuruluşlarını televizyonumuz Roj TV'ye karşı yapılanlara karşı sessiz kalmamaya çağırıyoruz.”

ANF NEWS AGENCY

ÖZGÜRLEŞEN KADIN VE ÖZGÜRLÜK HAREKETİ Dogmalar-Paradigmalar

Özgürleşen kadın, sosyal, siyasal, ekonomik, inançsal ve kültürel bağlamda tüm boyutlarıyla ele alınmalıdır. Dünyada bu bağlamdaki farklılıkların kadının toplumdaki yerini, ilişkilerini ve statüsünü tarihi süreçler boyunca kuşkusuz olumsuz etkilemiştir.

Farklı inanç grupların geleneksel alışkanlıkları, kadının toplumsal yaşamdaki konumunu etkilemiştir. Hristiyanlığın, Museviliğin, Müslümanlığın ve diğer dinlerin ve inançların kadının toplum yaşamı, konumu ve rolü üzerinde negatif yönde etkili olmuştur.

Farklı halkların, değişik kültürlerin tarihten gelen gelenek ve göreneklerin, kadının toplumsal yaşamı ve rolü üzerinde etkilidir. Kadın, farklı toplumlarda, o toplumun geleneklerine göre şekillenmiş, alışıla gelmiş paradigmalarda farklı farklı yaşam özellikleri ve rolüne sahiptir.

Devletlerin kadınlara özgü farklı politikaları var, çoğunda da kadının toplumsal yaşamını sınırlandıran, kadın özgürleşmesi aleyhine gelişmiştir. Bir Asya ülkesinde kadının araba kullanması bile devrim olarak görülebiliyor. Başka bir ülkede kadının giyim, kuşam ve hareket alanı belli sınırlar içine hapis etmiş ve belli kurallara bağlamıştır. Kadının sosyal, siyasal, kültürel, ekonomik yaşamını etkileyen yasa ve kurallar belirlenirken ve hayata geçirilirken de kadının görüşünün alınmadığı da ortada olan yakıcı bir gerçek.

Dünyada, önemli ve yoğun sayılacak erkek egemen sistemlerde de kadına meta muamelesini meşru algılıyor. Tarihten günümüze kadın, erkek egemenliği hakim olan siyasal iktidarların biçtiği kalıplara, statükolara mahkum olmuştur. Sistemler, kadını sosyal, siyasal, ekonomik ve inançsal, biçilen kural ve kavramlara hapis etmiştir. Bunların başında da cinsiyet ayrımcılığı yer alır ve tabi tutulan muamele ağırlıklı olarak bunun üzerine yoğunlaşmıştır. Statüko ve Sistemlerin kadına yönelik yaklaşımı, uygulamaları istisnalar olsa bile öz itibari ile birbirlerine yakındır.

Kapitalist egemenlik ile birlikte kadına yönelik ayrımcılık çeşitlenerek ve artarak devam etmiştir. Gerek aile ortamında, gerekse de çalışma ortamında kadına yönelik cinsiyet ayrımcılığı sistemlerin karakterinde var olmaya devam ediyor.

Özgürleşme dinamiği

Kadın, Özgürlük İdeolojisi ekseninde demokratik, ekolojik ve cinsiyet özgürlükçü bir toplum paradigmasıyla kendisini yeniden inşa edebilir. Bu onun demokratik-sosyal yaşam özünü ifade edebilir. Yani demokratik sosyal yaşam, toplum içinde örgütlenmesinin öncüsü ve aslında kendi içerisinde yaratacağı özgür kadın ve özgür erkek etrafında gelişecek ideolojik, siyasal, örgütsel, sosyal-kültürel ilişki sistematiği, mekanizması ve mantığı ile öncü güç olmalıdır. Dolayısıyla özgürleşme hareketinin ideolojik kadro örgütlenmesinin önemli bir ayağı olabilir. Erkeğin dönüştürülmesinde, toplumsallığa çekilmesinde önemli bir misyona sahip olabilir. Özgür kadın burada örgütlenmeli, erkekle özgür tartışma, çalışma ve sosyal-siyasal örgüt zeminlerini yaratmalı, kısacası erkekle özgür-eşit bir ortaklaşmayı yaratmalı, buna bağlı olarak da erkek kendisini dönüştürmelidir. Kadın Özgürlük İdeolojisine özde ve güçlü bir katılımı sergilemeli, kendisini sistemin sınırlarında tutarsa, Kadın da erkek de kendi anlam ve özüne kavuşamayacaktır. Böylesine iç içe geçen, birinin zayıflığının diğerini bağladığı, birinin değişim ve dönüşümünün diğerini etkileyeceği bir mücadele zemini ve özgür yaşam modeli yaratılabilir. Dolayısıyla yaşam duruşu, örgütsellik, özgür- yaratıcı düşünsel ve yaşamsal üretim, katılımcılık gibi çok kapsamlı ve derin bir ideolojik formasyon isteyen bir zemindir. Mevcut statükoları ve paradigmaları ancak bu özgürleşme ideali ekseninde Demokratik, ekolojik ve cinsiyet özgürlükçü bir topluma evrilebilir.

Kadının sosyal, siyasal, ekonomik, kültürel hayata katılımı salt kadın özgürlük hareketi açısından değil, erkeğin kendi özgürleşmesi doğasına ve öz tanımına ulaşması ve yeni özgürleşme paradigmaya girişi anlamında da çok stratejik bir önemdedir. Sorun sadece örgütsel mekanizmaların yaratılması, örgütsel işleyişlerin geliştirilmesi, oturtulmasının çok ötesindedir. Statükoların ve sistemlerin biçtiği kalıpların ötesine geçmeyi başarabilmelidir. Bunları ifade ederken somut gelişmelerle asıl anlamını bulan Kürt coğrafyasındaki kadın özsel gelişmeleri dikkat çekici. Zaten ideolojikleşmenin, siyasal, toplumsal söz ve karar durumunun temel tanımlarından biri, özgürleşen kadın bu coğrafyada öncü rol oynamaya başladığı kanısındayım.

Dünya özgürleşen kadın hareketlerinin Kürt coğrafyasındaki Kürt kadının yarattığı siyasal, ideolojik, toplumsal ve kültürel özgürleşme hareketini ve gelişmeleri dikkatle izlemeye devam etmeleri ve kadın özgürleşme hareketlerine ilham kaynağı ve ışık olmaya aday olduğu, bu gelişmeleri örnek almaya değer bulunabileceği inancındayım.

Tarihsel süreçlerdeki olgularla denilebilir ki; Yoğun hak ihlallerinin yaşandığı coğrafyada, hak arayışları hızlanır ve ön alır, bu olgu ve görüşlere paralel bir gelişme, Kürt Coğrafyasındaki yoğun hak ihlalleri, özelde kadına genelde tüm halka yönelmiş, buna karşı da evrensel haklar ve hukuk bağlamında özgürleşme ve Demokrasi mücadelesi büyümüş, kadın özgürleşme hareketi dünyadaki kadın özgürleşme hareketlerine örnek olabilecek diri, güçlü bir karakter ve gelişmeler yakalamıştır.

Kürt coğrafyasında özgürleşen kadın, Demokratik örgütlerini yaratıyor, özgürlük mücadelesinde öncü rol oynuyor. 8 Mart emekçi kadın, özgürleşen kadın hareketine kutlu olsun...

nkizilban@gmail.com

Ataturk'un Kurtlere Ihaneti


Taraf Gazetesi'nden Neşe Düzel'e konuşan Bilgi Üniversitesi Tarih Bölümü Başkanı Prof. Dr. Mete Tunçay'dan yine gündemi sarsacak tespitler geldi: Atatürk dönemi yargısı içler acısıydı.

İşte Neşe Düzel'in soruları ve Prof. Mete Tunçay'ın yanıtları:

İki temel kurum, bugün ciddi bir biçimde sorgulanıyor: yargı ve ordu. Cumhuriyet’in kuruluşunda bu iki kurumun yeri nedir?
Kuruculara tek tek bakacak olursak, cumhuriyeti askerler kurdu. Mustafa Kemal Paşa da, İsmet Paşa da, Fevzi Çakmak da askerdi. Zaten Milli Mücadele’de ilk beşten söz edilir. Bir Atatürk, iki Kazım Karabekir, üç Ali Fuat Cebesoy, dört Rauf Bey, beş Refet Paşa. Karabekir ve Cebesoy, Milli Mücadele’ye başlamak için 1919’da Mustafa Kemal’den daha önce Anadolu’ya gittiler ve M. Kemal’e ısrarla gel dediler. Ama M. Kemal tereddüt etti. Karabekir, sık sık onun gecikmesinden bahseder.

M. Kemal, Milli Mücadele’ye niye daha geç katılıyor?Başka şeylere oynuyor. Mesela İstanbul’da Sadrazam İzzet Paşa’nın hükümetine girmek ve harbiye nazırı olmak istiyor. ‘Ben harbiye nazırı olmak istiyorum’ diye de açıkça söylüyor. İzzet Paşa istemiyor. Bu isteği kabul edilseydi, herhalde o zaman milli mücadele diye bir şey olmayacaktı. Zira bu durumda Mustafa Kemal’in Anadolu’ya gidip, oradakilerle anlaşıp, Yunanlılara karşı bir hareket geliştirmesi beklenemezdi…

M. Kemal niye çok istediği halde, Osmanlı ordusunun başına getirilmedi peki?İzzet Paşa istemedi. İttihatçıların tabii kendi kadroları var. M. Kemal de bir zamanlar İttihat Terakki’ye girmiş olmakla birlikte hep yanlış şeylerin arkasına düşüyor.

Nasıl yani?İttihat Terakki’ye ilk girişinde Cemal Paşa hizbinde yer alıyor. Kendisinden yaşça küçük olan ve haklı olarak hep kızdığı, kıskandığı Enver Paşa’nın hizbinde yer almıyor. Sonra İttihat Terakki’nin genel sekreteri olan Fethi Okyar’ın adamı oluyor. Fethi Okyar bu makamdan düşüp de Sofya’ya sürülünce, ‘bu belayı da al yanında götür’ diye M. Kemal’i de Sofya’ya ateşe militer olarak gönderiyorlar. Sorunuza gelince… Cumhuriyet’in kuruluşunda ordunun ve yargının yerine gelince… Bizde cumhuriyeti kuran kadro tamamen askerin içinden çıktı. Bunda şaşılacak bir şey de yok.

Yeryüzünde askerlerin kurduğu başka hangi cumhuriyet var?Afrika’da var ama… Avrupa’da askerlerin yarattığı bir devleti düşünmek zor. Yunanistan, ancak cuntacı askerlerin kafasını kırdıktan sonra demokratik olarak gelişebildi. Ama Fransa’da ordu, De Gaulle’ün prestiji olmasaydı, darbe yapacaktı. Çok da uzak bir geçmiş değil bu. Cumhuriyet’in kuruluşunda yargının yerine gelince… Yargı hiçbir zaman ön planda olmadı. Kuvvetler ayrılığı ilkesine göre, yargı için ayrı bir kuvvet ve bağımsız dense de Türkiye’nin geçmiş tecrübesinde yargı hiçbir zaman ayrı ve bağımsız bir güç olmadı.

Yargı kime bağımlı oldu?Öncelikle orduya. 28 Şubat ve 12 Eylül’de yaşananlar da bunu açıkça ortaya koşmuştu. Bakın… Cumhuriyet’in kuruluşunda ordu çok önemliydi. Yeniçeri ayaklamalarından tutun da İkinci Meşrutiyet’te Mahmut Şevket Paşa’ya dek bu önemin bir geçmişi ve geleneği vardı. İlk askeri diktatörlük modelini Hareket Ordusu’nun komutanı Mahmut Şevket kurdu. Enver ve Cemal paşalar, Birinci dünya Savaşı yıllarında bu diktatörlüğü sürdürdüler. Nitekim bizim erken Cumhuriyet de geniş ölçüde askeri bir nitelik taşır. Mesela 30 Ağustos 1926…

30 Ağustos 1926’da ne yaşandı?30 Ağustos, orduda, geleneksel olarak terfilerin yapıldığı bir tarihtir. Milli Mücadele’yi başlatan ve Cumhuriyet’i kuran ‘ilk beş’in dördü olan Kazım Karabekir, Ali Fuat Paşa, Refet Paşa, Rauf Orbay, daha birkaç ay önce İzmir’de Atatürk’e suikasttan ötürü İstiklal Mahkemesi’nde idam talebiyle yargılanmışlardı. Aradan birkaç ay geçti ki, 30 Ağustos 1926’da Karabekir Paşa, Cumhuriyet’in Başbakanı İsmet Paşa’yla birlikte birinci ferikliğe yani korgenerallikten orgeneralliğe yükseltildi.

Bundan ne anlamalıyım?Bir kere, Cumhuriyet’in kurucularının askerlikle ilişkileri sürüyor. Cumhurbaşkanı Atatürk de asker, başbakan İnönü de asker… Bir taraftan Karabekir asıl isteniyor, diğer taraftan da ‘paşamız orgeneral olsun’ diye terfi ettiriliyor. Hele hele Cumhuriyet’in ilanından üç yıl sonra, Cumhuriyet’in başbakanının kalkıp da orgeneralliğe yükseltilmesi çok ironik oluyor. Bizde, ‘askerler, Milli Mücadele’yi yaptılar ve Cumhuriyet’i kurduktan sonra üniformalarını çıkardılar’ diye hikayeler anlatılıyor ya... Hayır, üniformalarını çıkarmadılar.

Atatürk’ün askerlerin siyasete bulaşmasını istemediği ve hatta onlara, ‘Beyler ya üniformanızı çıkarın, siyasete girin,.. Ya da üniformanızla kışlada kalın’ dediği söylenir. Atatürk aslında bunu da mı söylemedi?Atatürk, askerin kendisine karşı bir politikaya bulaşmamasını istiyor. Yoksa askerin, siyasetin içinde olmasına bir itirazı yok. Üstelik Atatürk’ün kendisi de üniformasını çıkarmadı ki. 1925’te Kastamonu’da şapka nutkunu söylüyor ya… Atatürk oraya mareşal üniformasıyla ayağında çizmeler, yanında köpeği ve elinde kamçısıyla gidiyor. Kastamonu’da bir ara sivil giyiniyor ve şapka nutkunu söylüyor. Sonra tekrar mareşal üniformasını giyip dönüyor. Kurulan cumhuriyet, demokratik bir cumhuriyet değil.

Kurulan cumhuriyet nasıl bir cumhuriyet peki?Kurulan cumhuriyet Jakoben bir cumhuriyet. Çünkü bunlar, halk için doğrunun, iyinin ne olduğunu biliyorlar. Halka öyle fazla danışmaya ihtiyaçları yok. Mesela 1946’ya kadarki seçimler iki derecelidir. 1946’ya dek, yurttaşlar gidip de milletvekillerini seçmiyor.

Kimi seçiyorlar?Birinci seçmenleri seçiyorlar. Onlar, milletvekillerini seçiyor. Çünkü halka güvenilmiyor. ‘Halk, bütün gerilikleri getiriyor’ diye düşünülüyor. Zaten Halk Partisi’nde de bir asker ağırlığı var. Bugün hala tartıştığımız ‘vesayet’ kavramının nasıl oluştuğunu düşünmek lazım tabii. Cumhuriyeti kuranlar…

Evet… Cumhuriyeti kuranlar ne düşünüyorlar?Bunlar, 19’uncu yüzyıldaki pozivitistlerden etkilendiler. 19’uncu yüzyılda fizik bilimleri ve matematiğin gelişmesi dünyada insanlara, ‘Bütün soruların cevaplarını bilimden aldık ve alacağız. Din, iman gibi şeyler artık çocukluk hikayeleridir’ duygusunu verdi ve bu pozitivist ruh bizde de yayıldı. Dolayısıyla askerler, sivil yüksek memurlar ve burjuvaziden oluşan egemen sınıf, kamusal doğruyu ve kamusal iyiyi kendisinin bildiğini düşündü. Yargı da bunların peşinden gitti. Halkın taleplerinden korkuldu. Eğer halka soracak olursak, ‘bunlar kadınların başlarını örter, içkiyi yasaklar falan’ denildi.

Cumhuriyet’in kurucuları bu korkularında haklılar mıydı? Halkın kararına bırakılsa, yeni cumhuriyet, gerçekten bir din devleti olur muydu?Biz hiçbir zaman din devleti olmazdık. Çünkü imparatorluk geleneğinden geliyoruz. Bazı tarihçiler, Osmanlı’dan teokrasi diye söz ediyorlar. Bu, deli saçmasıdır. Bir imparatorluk, din devleti olamaz. Çünkü imparatorluk çeşitliliği korumak, bütün dinlere saygı göstermek zorundadır.

Osmanlı, şeriatla yönetilmiyor muydu?Hem evet, hem hayır. 19’uncu yüzyılda borçlar kanunu, ticaret kanunu gibi Batı kaynaklı o kadar çok kanun kabul edildi ki, şeriat sadece evlenme, boşanma ve mirasla sınırlı hale geldi. Ama şunu da bilmek lazım. Milli Mücadele sırasında içki yasağı kanunu çıkarıldı. Meclis’teki dindarların bir zaferiydi bu. İçki yasaklandı ve Atatürk o dönemde kanuna aykırı olarak içki içiyordu. O gün boyun eğildiği takdirde, dindarların o dönemde daha ileri taleplerinin olabileceği düşünülebilir ama bugün artık böyle bir tehlike yok.

Cumhuriyet kurulduktan sonra yargının ve ordunun işlevi ne oldu?Cumhuriyet kurulduktan sonra ordu enteresan bir macera geçirdi. Atatürk, orduyu Fevzi Çakmak gibi çok dürüst ama son derece tutucu birine teslim etti. ‘Her general, bir önceki savaşa hazırlanır’ diye bir laf vardır. Fevzi Çakmak da böyle… ‘Demiryolu olursa, İtalyanlar trenlere biner ve memleketin içine kolaylıkla gelirler. Otobüsle zor gelsinler!’ diye Antalya’ya demiryolu yaptırmıyor. Uzun menzilli donanma topları Karadeniz’den Gölcük’ü dövebilecek teknolojiye ulaşırken, Çakmak bunu düşünmüyor ve donanma için Gölcük’ü güvenli bir yer olarak seçiyor. Ayrıca, Harbiye talebesinin gazete okumasına bile izin vermiyor.

Nasıl?Fevzi Çakmak’ın ölünceye kadar Latin harfleriyle sadece ‘Fevzi’ diye adını yazdığı rivayet edilir. Eyüp mezarlığında şeyhinin ayağının ucunda gömülü olan Çakmak, bütün yazılarını Arap harfleriyle yazmış.

Cumhuriyet’in en önemli devrimlerinden olan harf devrimine, cumhuriyetin Genelkurmay Başkanı mı uymuyor? Atatürk niye ordunun başına böyle tutucu birini getiriyor?Atatürk’ün bunu istediğini düşünüyorum. Çakmak, 1943’e kadar, 20 yıldan fazla genelkurmay başkanlığı yaptı. Bir İngiliz tarihçi, benim de bulunduğum bir ortamda şöyle demişti: ‘Abdülhamit akıllı adamdı. Fakat büyük bir hata yaptı. Alman yardımıyla orduyu güçlendirdi ama, subayları yeteri kadar tatmin etmedi ve ordu, onun başını yedi. Menderes de aynı hataya düştü. Amerikan yardımıyla orduyu güçlendirirken subayları o da tatmin etmedi. Atatürk bu hatayı yapmadı.’

Atatürk, orduya nasıl yaklaştı?Atatürk, orduyu asla güçlendirmedi. Ordu’yu, Fevzi Çakmak gibi tutucu bir komutana teslim etti. Orduya yatırım çok sınırlı tutuldu. Mustafa Kemal’in kafasında, güçlü bir orduya ihtiyaç hissetmeden, bölgesel paktlarla savaş tehlikesini öteleme planı vardı. Balkan Paktı, Yakın Doğu’daki ilişkilerle, savaşa lüzum olmadan götürmek istiyordu işi.

Atatürk döneminde ordunun durumu böyleydi. Peki yargının durumu neydi?Atatürk döneminde aslında yargı da içler acısı vaziyette. Atatürk gece trenle İstanbul’a giderken Eskişehir’e uğruyor. Temyiz üyelerine haber veriliyor, hepsi sabaha karşı saat birde, ikide peronda hazır olda bekliyorlar. Atatürk, komünistler için ‘bunlar hafif akıllı adamlardır’ dediği o meşhur antikomünist nutkunu, işte o gün sabaha karşı istasyonda yargıçlara veriyor ve onları irşat ediyor, uyarıyor, yönlendiriyor. Yargının bağımsızlığını ve konumunu anlatmak açısından bu olay yeterli sanırım.

Atatürk’ün ölümünden sonra, ordu ve yargı cumhuriyeti koruyabilmek için nasıl bir rol üstlendi?Yargının rolü hep ikincil kaldı. Orduya gelince… Atatürk döneminde geri plana itilen ordu, İkinci dünya Savaşı yıllarında birden bire, ‘savaşa girecek olursak’ diye semirtildi. Dört yüz bin kişilik ordu bir buçuk milyona çıktı. Dolayısıyla ordu, fazladan bir önem kazandı. Harbiye’ye daha fazla öğrenci alındı. Nitekim 1960’ta, 300 generalin 275’i tasfiye edildi. Yani, İkinci Dünya Savaşı yıllarında, askeriye özel bir önem kazandı. İsmet Paşa 1945’te çok partili hayata geçip de 14 Mayıs seçimlerini kaybettiğinde, malum gece Genelkurmay Başkanı telefon edip, ona, ‘Paşam bir emriniz var mı?’ diye sordu.

Sonuç ne oldu?Ordudaki yüksek kademe, bir hafta, on gün içinde, Demokrat Parti iktidarı tarafından emekliye ayrıldı. Demokrat Parti döneminde ordunun açık bir muhalefeti olmadı ama ordunun içinde cuntacılık başladı.1960 darbesinin hazırlıkları 1950’lerin başında başladı. Hatta Samet Kuşçu diye birisi darbe hazırlıklarını ihbar etti.

Darbe ihbarı işe yaradı mı?Hayır. Adama inanmadılar, ‘iftira ediyorsun’ diye adamı bir de mahkum ettiler. ‘Kızı serbest bırakırsan ya davulcuya ya zurnacıya varır’ endişesinin benzerini, bu ülkenin halkı için duyan askerin ve yüksek sivil bürokratların ‘vesayet’ düşüncesini, ne yazık ki siyasiler de paylaştılar. Başta CHP olmak üzere bir takım siviller de, toplumun mutlaka bir denetim altında tutulması gerektiği görüşünü savundular. ‘Halk serbest bırakılırsa, yarın herkesin tesettüre girmesini ister bunlar’ diye düşündüler.

Bizim cumhuriyetimiz, evrensel ölçülere uygun bir ordu ve yargıyla kurulabilir miydi?El cevap, hayır. Latin alfabesi, şapka kanunu, halk oylamasıyla yapılamazdı ama başka türlü davranılabilirdi. Artık bugün Arap alfabesine dönmek gibi bir talep ve ihtimal yok. Aslında Hilafet kaldırılmayabilirdi ama artık geçmiş olsun. Halbuki Mecit Efendi halife olarak muhafaza edilseydi, Latin alfabesinin kabulüne bile karşı çıkmayabilirdi. Ki, Cumhuriyet’in en önemli devrimi alfabe değişikliğidir.

Sizce niye alfabe değişikliği en önemli devrim?Çünkü dinle dil değil ama dinle yazı arasında garip bir ilişki vardır. Müslüman olmakla Arap harflerini kullanmak arasında doğrudan bir bağ var ve bizim devrim bu bağı kırdı.

Bunu bilinçli mi yaptı?Bilinçli yaptı. Tarık Bin Ziyad’ın, geri dönülmesin diye gemilerini yakma hadisesidir bu. Latin alfabesi tamamen dinle ilişkili olarak getirildi. Hilafet kaldırılacağı zaman bir kamuoyu yoklaması yapılsaydı, cevap muhtemelen ‘Hilafet kaldırmasın’ çıkardı. Düşünün… Türkiye’nin baş tarihçisi olan Enver Ziya Karal, Galatasaray’da talebeyken, Hilafet kaldırılınca talebelerin yemek boykotu yaptığını anlattı. Türkiye’nin en aydınlanmış kesim bile hilafetin kaldırılmasına ‘hayır’ diyor.

Aslında bugün insanların korktuğu hilafet değil, şeriat. Cumhuriyet’in kuruluşunda oylama yapılsaydı, halk şeriat ister miydi?Osmanlı din devleti olmamıştı ki Cumhuriyet olsun. Ama Milli Mücadele yıllarında sanki bir din devleti olmaya gidiyoruz gibi bir hava yaratılmıştı. Dinci kesim bu yönde teşvik ediliyordu. Milli Mücadele tamamen İslam dininin istismarına dayanan bir şekilde kuruldu. Çünkü yığınları Türk milliyetçiliği adına harekete geçirmek mümkün değildi. İslam kardeşliğine atıf yapma mecburiyeti vardı.
NEŞE DÜZEL: ‘Milli Mücadele’de, insanları Türk milliyetçiliği adına harekete geçirmek mümkün değildi... Milli Mücadele tamamen İslam dininin istismarına dayanan bir şekilde kuruldu...’ dediniz. Milli Mücadele dini nasıl istismar etti?

METE TUNÇAY: Mesela... Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti, memleketteki bütün İslam yurttaşları ‘tabii aza’ sayıyordu. Gayrımüslimler ise Cemiyet’e üye olamıyorlardı. Mesela... Hiçbir Osmanlı Mebusanı’nda kürsüden Kur’an okunmamıştı. Büyük Millet Meclisi’nde ise kürsüden Kur’an okunuyor, Hacı Bayram’a Cuma namazına gidiliyordu. Meclis’in açılış günü bile Cuma’ya denk getirildi. Dolayısıyla İslam, Osmanlı’nın Meşrutiyet döneminde sahip olmadığı öneme, Milli Mücadele döneminde sahip oldu.


Dinin kullanılması ne kadar sürüyor?


Askerî zafere kadar sürüyor. 9 Eylül 1922’de İzmir’e girildikten sonra Atatürk Ankara’ya dönüyor. Kendisine “Hacı Bayram’a gidip şükran duası edelim” dendiğinde de, “Benim böyle bir borcum yok” diyor. Mesela... Milli Mücadele yıllarında, ‘İslam milleti’ anlamına gelen, “biz burada sadece Türk değil, Kürdü, Arabı, Lazı, ve Çerkesiyle tam bir birliğiz” denirken, Milli Mücadele’nin kazanılmasından sonra bu milli birlik, ‘Türk milli birliğine’ dönüştürülüyor.


İslamiyet birleştirici unsur olmaktan çıkıyor mu?


Birleştirici unsur Türklüğe çevriliyor. Ancak bu süreç adım adım ilerliyor. Çok kişi unuttu ama... 1922’nin kasımında Saltanat kaldırıldı ve Mecit Efendi halife oldu. Onun halifeliği bir buçuk sene sürdü. Bu bir buçuk senenin dört ayı Cumhuriyet dönemidir. Yani, bizim önce ‘halifeli bir cumhuriyetimiz’ vardı.


Bugün ciddi bir biçimde sorgulanan Cumhuriyet’in iki temel kurumuna dönersek... Neden bizim ordumuz ve yargımız Avrupalı ülkelerden farklı?


Bizim ordunun siyaseti dikte etme imkânı var. Ve, ordu da bunu yapıyor. Aslında ordunun ne kadar laiklik ve ilericilik yanlısı olduğu konusunda karar vermek güç. Ama şu kesin. İlerici ve laiklik yanlısı görünmek, orduya dominant güç olma imkânını sağlıyor. Zaten ordunun istediği de...


Ordunun asıl istediği nedir?


Ordunun istediği de, Türk toplumu üzerindeki egemen konumunu sürdürmek. Bütün bu laiklik ve Atatürk devrimleri vurgusu, topluma direktif vermeyi sürdürmenin bir bahanesi oluyor ordu için. Ordunun ilericiliği bana açıkçası bahane gibi geliyor. Toplumdan niye daha ileride olsunlar ki? Bunlar, öyle felsefe ve metafizik eğitimi görmüyorlar ki. Toplumdan daha ileride olabilmeleri için bir neden yok. Ama Abdülhamit’e Kanun-i Esasi’yi yeniden ilan ettirdikten bu yana, bu ülkede atılacak adımlara hep ordu karar verdi.


Cumhuriyet kurulduğunda toplumun yapısı nasıldı?


Bugün 72,5 milyonluk nüfus var. O gün 12 milyonluk bir kitleden bahsediyoruz. O kitlede muhacirlik, mübadillik, yerlilik, ayırımını da düşünmek lazım.


Niye?


Şunu unutmamak lazım. Teknoloji, medya, iletişim ve ilişkiler bugünkü gibi değildi. Ankara’da cumhuriyet vardı ama Atatürk, İstanbul’a küs idi. Yani İstanbul, Atatürk’ün küs olduğu bir şehirdi. 1927’ye dek Atatürk İstanbul’a gelmedi. Ancak 1 Temmuz 1927’de şehri affetti. O güne dek, İstanbul’a hep kötü gözle bakıldı.


Atatürk İstanbul’a niçin küstü?


İstanbul kendisine karşı muhalefetin, eleştirilerin, gazetelerin olduğu bir yerdi. İstanbul’da bir demokrasi talebi vardı. Mesela 1923’ün son günlerinde, Halife’nin istifa edeceği lafları çıkıyor. İstanbul Barosu Başkanı Avukat Lütfi Bey, Halife’ye “sakın ha istifa etmeyin” diye açık mektup yazıyor. Bunun üzerine İstiklal Mahkemesi Lütfi Fikri’yi yargılıyor ve beş sene hapse mahkûm ediyor. Lütfi Fikri hapishanede özel af için dilekçe veriyor.


Affediliyor mu?


Dilekçesi kabul ediliyor. Birkaç ay sonra hapisten çıkıyor ve İstanbul Barosu onu gene başkan seçiyor. Bu, Ankara’ya posta koymak değildir de nedir? Cumhuriyet’in kuruluşunda toplumun yapısını sormuştunuz... Ona dönersek... Rumelilik ve Anadoluluk hikâyesi de Cumhuriyet’in kuruluşu bakımından çok önemlidir. Rumeli’den Anadolu’ya bir buçuk milyon Müslüman geliyor o dönemde.


Rumelilik ve Anadoluluk ayırımı niye önemli?
Rumelililerle Anadolulular arasında bir çatışma mı var?

Olmaz olur mu? Atatürk zamanındaki yeraltı muhalefetinde, “ulan, bizi, ‘abe’ diye konuşanlar idare ediyor” deniyor. Çünkü Atatürk’ün kendisi de dahil böyle konuşuyor ve ortaya bir Anadoluculuk muhalefeti çıkıyor. Unutmayın ki, Cumhuriyet’i kuran kadro, geniş ölçüde Rumeli’de görev almış olanlardan oluşuyor. Zaten Mustafa Kemal’in kurmay subaylığı döneminde iyi subaylar Asya’ya gitmez, Rumeli’ye giderlerdi ve o sırada önemli olan Makedonya’da görevlendirilmekti. Mustafa Kemal, Şam’a ceza olarak gönderilmişti.

Peki, çatışmayı kim kazanıyor? Anadolulular mı Rumelililer mi?


Rumelililer kazanıyor. Bugün AKP, bir açıdan Anadolu’nun intikamı olarak da yorumlanabilir. Yalçın Küçük bir ara, insanların tek tek isimlerine bakıp, ‘dönmelik’ hikâyesini ortaya attı. Eğer Yalçın, “Sabetaycılık, Selanik’te önemli bir gruba hâkim olmuştu. Bunlar, iyi eğitim aldılar ve başkalarını da yetiştirdiler. Bunlar, Cumhuriyet’i kuran sivil kadro içinde çok önemli oldular. Bunların Sabetaycı kökenleri, Cumhuriyet’in laikliğinin formüle edilmesinde etkili oldu” deseydi, bu sözler kabul edilebilirdi ve Yalçın, yararlı bir hipotez getirebilirdi.

Ama yapılan yayınlar ve daha sonra başkaları tarafından da öne sürülen tezler, Cumhuriyet’i Sabetaycıların kurduğuna kadar vardı. Cumhuriyeti Sabetaycılar mı kurdu?


Yok canım. Böyle bir şey söylemenin manası yok. Sabetay kökenli insanların laiklik anlayışımızın gelişmesinde bir etkisi oldu. Ki, bunlar Cumhuriyet’te sorumlu makamlara getirildiler.

Atatürk hukuk konusunda bilgili miydi?


Bir kurmay subay ne kadar hukuk biliyorsa, o da ancak o kadar biliyordu. Mesela Enver Paşa için, “yok kanun, yap kanun” denir. Her yaptığı işin bir kanuna göre yapılmasını istediği için Enver, eğer yapılan işin bir kanunu yoksa, hemen o iş için kanun yaptırırmış. Atatürk’te de böyle bir meşruiyet fikri vardı. Çeşitli konuları Meclis’in onayından geçirmek gibi bir tutumu vardı. Ama şu var! Atatürk’e icazet veren kurumlar, yani onayına başvurduğu kurumlar, aslında kendisinden kaynaklanan kurumlardı.

Anlamadım...


Mesela bir milletvekili, ancak Halk Partisi içindeki bir kurulun kendisini aday göstermesiyle milletvekili seçilebiliyordu. Ve o kurulu da, cumhurbaşkanı tayin ediyordu. Tabii şekilden ibaret bir meşruiyet sistemidir bu.

Böyle bir meşruiyet sistemini benimseyen bir cumhuriyeti nasıl tanımlamak gerekir?


Söyle anlatayım... Atatürk ve yakın çevresi, toplumun neye ihtiyacı olduğunu bildiklerine inanıyorlar. Bu yüzden topluma danışma ihtiyacında değiller. Bütün mesele, kafalarındaki modeli topluma kabul ettirmek. Tek parti dönemi, demokrasiye hazırlık dönemi olarak yorumlanıyor ya...

Demokrasiye hazırlanılmıyor muydu?


Bakın... Özgürlük, aykırı olabilmektir. Özgürlük, hayır diyebilmektir. İsmet Paşa, 1938’de cumhurbaşkanı oluncaya dek, ortada böyle bir özgürlük ve demokrasi niyeti yoktu. Ama 1937’de İsmet Paşa, Atatürk tarafından birden bire başbakanlıktan kenara atılınca, şoke oldu. Atatürk öldükten sonra Cumhurbaşkanı olduğunda, İsmet paşa’nın, Atatürk’ün el atamadığı bir şeyi başarmak, onu geçmek gibi bir derdi oluştu. “Atatürk her şeyi yaptı ama demokrasiyi getiremedi, onu da ben getireceğim” dedi adeta.

Peki ordu, ‘kuruluştaki’ görevini, Cumhuriyet kurulduktan sonra da sürdürdü mü?


Sürdürdü. Mustafa Kemal’e, Meclis namına yetki kullanma hakkı tanınmıştı. Yani, ‘diktatörlük hakları’ tanınmıştı. Böylece M. Kemal’in ağzından çıkan her emir kanun kuvvetindeydi ve Meclis namına yetki kullanma hakkı, üçer aylık sürelerle uzatılıyordu. M. Kemal, 1922’de “artık lüzum yok” dedi ve hak uzatıldı. Sadece, “Başkomutanlık, sonsuz olarak M. Kemal’de kalsın” diye bir karar verildi. Bunu söylerken, Kanun-i Esasi gereğince, başkumandanın padişah olduğunu da akılda tutmak lazım.

Padişahın yetkisi, M. Kemal’e mi geçti bu durumda?


M. Kemal’e geçti. Zaten Cumhurbaşkanı olunca, Atatürk’ün sivil olduğunu düşünmek yanlış. Cumhuriyet’in cumhurbaşkanı mareşaldi ve askerdi. Unutmayın ki, İsmet Paşa da Başbakan’ken orgeneralliğe terfi etti. Atatürk 1927 haziranında askerlikten emekli oldu ve emekli maaşı aldı. İnönü de öyle...

Ordu, Atatürk zamanında da kendisini ayrıcalıklı görüyor muydu?


Başta da dedim ya, Atatürk, Abdülhamit’in hatasını yapmadı. Orduyu güçlendirmedi.

Ordu Atatürk’e karşı darbe yapabilir miydi ki?


Gayet tabii yapabilirdi. Atatürk’ün ruhiyatını çok iyi bilemeyiz ama, muhtemelen böyle bir şeyden endişesi var. Mesela Hint Müslümanlarından gelen paralar meselesi... 1927’de Büyük Nutku söylerken, gazetecilere, “bu paraları millete vereceğim” diyor. Ancak on yıl sonra veriyor ve İş Bankası’na yatırıyor.

Daha önce ne yapıyor o paraları?


Kendi elinde tutuyor. Dışarıdan veya içeriden bir darbe olursa, bu parayı kullanarak kendisine bir başka hayat yaratabileceğini mi düşünüyordu, Atatürk’ün iç âlemini bilemeyiz ama böyle bir endişesi olabilir. Ya da Hintliler, “Hilafeti kaldırdın, bu parayı geri ver” derlerse diye de düşünüyor olabilir. Atatürk, 600 bin lira dolayındaki bu paranın yüz bin lirasını, Büyük Taarruz’dan önce Milli Müdafaa Vekâleti’ne ödünç veriyor ve sonra geri alıyor.

Milli Savunma Bakanlığı’na ödünç para mı vermiş Atatürk?


Savaş için ödünç vermiş sonra geri almış. Atatürk, İsmet Paşa başbakanken ona da para yardımı yapıyor. Bu, İsmet Paşa’nın anılarında var.

Başbakan, sadece devletten maaşını almakla kalmıyor, cumhurbaşkanından da mı para alıyor? Bir ülkenin başbakanını aşağıya çeken bir durum değil mi bu?


“Bu para yetmez, sen bu maaşla idare edemezsin” diye para veriyor herhalde. Tabii, demokratik bir şey değil. Padişahlık gibi bir şey bu. Atatürk’ün bir de bakanları var. Başbakan Celal Bayar da olsa, İsmet Paşa da olsa, Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras ile İçişleri Bakanı Şükrü Kaya hiç değişmiyor. Atatürk ölüp de İsmet Paşa cumhurbaşkanı olunca, Celal Bayar’a, “Siz, başbakanlıkta devam ediniz efendim” derken, “bu iki adamı da bakanlıktan atın” diyor ve atılıyorlar. Bu arada, İsmet Paşa’nın Atatürk’ten sonra cumhurbaşkanı olması için ordunun parmak oynattığı tahmin ediliyor. Ordu, İsmet Paşa’yı destekliyor.

Orduya bu ayrıcalıklı konumunu kim verdi? Atatürk mü?


Aslında Atatürk, ordunun gücünü iktidara karşı kullanmamasının yolunu sağlıyor. Ve, Atatürk’ün döneminde ordu gücünü iktidara karşı kullanmıyor. Atatürk askere, “Ya üniformayı çıkarıp siyasete girin, ya da orduda kalın” diyor.

Üniformayı çıkarıyorlar mı?


Çoğu orduda kalıyor. Çünkü o sırada, üniformayı çıkarmanın manası, Atatürk’e karşı muhalefete katılmak. Nitekim, daha sonra Takrir-i Sükûn Kanunu geliyor ve muhalefetin kurduğu Terakki Perver Fırka’nın canına ot tıkanıyor. Üniformayı çıkaranlar tasfiye ediliyor.

Takrir-i Sükûn Kanunu neydi?


Bu, dinginliğin sağlanması adıyla getirilen bir kanundur. Şöyle anlatayım... Terakki Perver Fırka hareketi başlayınca, Halk Partisi’nden çözülmeler, istifalar oluyor. M. Kemal, İsmet İnönü’nün askerlikten gelme sertliğiyle insanları ürküttüğünü düşünüyor ve çok daha yumuşak bir asker olan Fethi Okyar’ı başbakan yapıyor. Yani İnönü, başbakanlıktan uzaklaştırılıyor.

O dönemde Atatürk’e karşı ciddi bir muhalefet mi vardı?


Tabii. En büyük problem, başta Yunanistan, kısmen de Bulgaristan ve Girit’ten gelen mübadiller konusunda çıkıyor. Çünkü Türkiye, mübadeleye hazırlıksız yakalanıyor. Yunanistan, Türkiye’den gelen mübadiller için dış krediler alırken, bizimkiler, ağızları yandığı için dış borç istemiyorlar. Bir de o dönemde yolsuzluklar olmuş. Güya giden 600 küsur bin kadar Rumun boşalttığı yerlere, gelen 450 bin Müslüman yerleştirecek ama ne mümkün?

Niye mümkün değil?


Rumların boşalttıkları yerlere, yerel mütegallibe çoktan el koymuş. Rumların malı mülkü güçlü adamlar tarafından kapışılmış. Hatta o sırada Mübadele, İmar ve İskân Vekaleti var. Onun işlemlerine ait Meclis’te sorulan bir soru, gensoruya dönüşüyor. Terakki Perver’in 1925’te Meclis’te ortaya çıkışı da bu yolsuzluk tartışmaları üzerinden oluyor. Kısa bir süre sonra da Genç Vilayeti’nde Şeyh Sait adında bir Nakşibendi şeyhi ayaklanıyor.

Şeyh Sait ayaklanması irtica ayaklanması mıdır, Kürt ayaklanması mıdır?


İkisi birarada bence. Başbakan Fethi Okyar, önlem olarak “yerel sıkıyönetim ilan edelim ve oraya bir miktar asker kaydırmak için bütçeye ek ödenek koyduralım” diyor. İsmet Paşa ise, “hayır bunlarla böyle mücadele edilemez. Zaten asıl mesele sadece o başkaldıran Kürtler değil. Asıl mesele, o havayı yaratan İstanbul’daki soysuz aydınlardır” diyor. İsmet Paşa’nın Şeyh Sait ayaklanmasına koyduğu teşhis bu.

Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında yaşananlar bugün yaşadıklarımıza ne kadar çok benziyor. Öyle değil mi?


Çok benziyor. “İstanbul’daki aydınlar ‘demokrasi’ deyip duruyorlar. Demokrasi isterseniz, başınıza böyle ayaklanma çıkar işte” deniyor. Böylece Kürt ayaklanması, muhalefeti tasfiye etmek için bahane olarak kullanılıyor. İsmet Paşa’nın arzusu üzerine, 1925 mart başında, Takrir-i Sükûn Kanunu çıkarılıyor.

Ne kadar sürüyor?


Kanun iki seneliğine çıkarıldı ve iki kez uzatılarak 1929’da kaldırıldı. Bu kanun, hükümete, mahkeme kararı gerekmeksizin sonsuz yetkiler verdi. Hükümet her örgütü kapatabiliyor, her yayını yasaklayabiliyor ve her gazeteyi ortadan kaldırabiliyordu.

Takrir-i Sükûn döneminde neler yaşandı?


Meclis biri Diyarbakır’da, diğeri Ankara’da iki tane İstiklal Mahkemesi kurdu. Ankara’dakinin yetki alanı bütün Türkiye oldu.

Ayaklanma Doğu’da olmuyor mu? Niye Ankara’da da mahkeme kuruluyor?


Eee, başka yerlerde de alçaklar olabilir! Bu kanuna dayanarak, Ahmet Emin Yalman’a varıncaya kadar, İstanbul’un belli başlı bütün gazetecilerini toplayıp isyan bölgesine gönderiyorlar. “Demokrasi ve özgürlük isteyerek, Şeyh Sait ayaklanmasını dolaylı olarak desteklediler” diye gazetecileri yargılıyorlar. Bu kanun, sadece muhalefetin canına ot tıkamakla kalmıyor, ülkedeki her türlü özgürlüğün de canına okuyor. Takrir-i Sükûn, çok büyük bir dönüm noktasıdır. Takrir-i Sükûn, erken Cumhuriyet açısından gerçek bir kırılmadır. Cumhuriyet’in ilanı o kadar önemli bir şey değildir. Ama Takrir-i Sükûn öyle mi?

NEŞE DÜZEL: Takrir-i Sükûn Kanunu, Cumhuriyet’te neyin bitişidir ve neyin başlangıcıdır?

METE TUNÇAY: Cumhuriyet’in ilanı o kadar önemli bir şey değildir. 29 Ekim 1923 sembolik olarak tabii önemlidir ama... Cumhuriyet’in ilanının bir hafta öncesiyle bir hafta sonrası arasında hiçbir fark yoktur. Ama Takrir-i Sükûn’un üç gün öncesiyle üç gün sonrası arasında dehşet bir fark vardır.

Takrir-i Sükûn’un öncesiyle sonrası arasında ne fark var?


Bu kanunun uygulanmasıyla her şey, bütün hayat değişiyor. Cumhuriyet’in kimliği belirleniyor. Meclis’tekiler kuzu gibi oluyor, hükümet ne isterse yapıyor. Takrir-i Sükûn öncesinde daha özgürlükçü olan Cumhuriyet, Takrir-i Sükûn Kanunu’ndan sonra diktatöryal bir cumhuriyet oluyor. Eleştiriler yapabilen bir basın varken, gazeteciler Diyarbakır’daki İstiklal Mahkemesi’ne gönderiliyor. Hatta o sırada genç bir politikacı olan Avni Doğan’a da savcılık görevi düşüyor. Avni Doğan, İçişleri Bakanı’na mektup yazıyor. Ben o mektubu Türk Tarih Kurumu’nun Atatürk Merkezi’nde buldum ve kitabımda kullandım.

İstiklal Mahkemesi Savcısı mektupta ne diyor?


İçişleri Bakanı’na özetle şunu diyor: “İsmet Paşa bu adamların asılmasını, cezalandırılmasını istiyordu. Ama Atatürk’ten başka bir haber geldi. Bunların affedilip işlerine dönmeleri isteniyor. Maalesef aramızdan bazıları sanıklara bunu açıkladı. Size yalvarırım, yukarı tükürsem bıyık, aşağı tükürsem sakal. Biri cumhurbaşkanı, diğeri başbakan. Ne söylerseniz onu yapacağım ben.” Ve, Atatürk’ün istediği oluyor. Gazeteciler özür dileme telgrafı çekiyorlar ve affediliyorlar. Bizde cumhuriyet lafı, demokrasiyle birlikte düşünülür ya... İşte bu doğru değildir. Cumhuriyet sadece devlet başkanlığının, saltanatın babadan oğla geçmediği bir sistemdir. İyi ki Atatürk’ün çocuğu yoktu...

Cumhuriyet’in kuruluşundaki İstiklal Mahkemeleri tam olarak ne tür mahkemelerdi?


Milli Mücadele sırasında asker kaçaklığını önlemek için milletvekillerinden kurulan mahkemelerdi önce bunlar. Yakaladıklarına bazen sopa atar bazen de ibret-i âlem olsun diye bir, ikisini asarlardı. Takrir-i Sükûn’dan sonra kurulan İstiklal Mahkemeleri ise tam bir felaket oldu. Cumhuriyet devrimlerini ilan etme cesareti zaten bu mahkemeler kurulunca gösterildi. İşe, şapkayla başlandı. Rakamlar, saat, alfabe değiştirildi.

Şapka nedeniyle çok kişi asıldı mı?


Türkiye’nin her yerinden 20-30 kişi asıldı. 1926 yılına gelindiğinde... İzmir’de Atatürk’e suikast teşebbüsü ortaya çıkarıldı. Kazım Karabekir ve Ali Fuat Cebesoy dahil olmak üzere muhalefet tutuklandı. Mahkeme başkanı, Karabekir’i serbest bıraktıran Başbakan İsmet Paşa’nın bile tutuklanmasına karar verdi. Atatürk araya girdi de İnönü kurtuldu. İstiklal Mahkemelerinde korkunç şeyler yaşandı.

Atatürk’ün haberi olmadan İsmet Paşa tutuklanabilir mi?


Haberi olmadan olmaz tabii.

İstiklal Mahkemelerinde neler yaşanıyor peki?


Mesela biri bakanlık yapmış olan iki İttihatçı sanık on beş yıla mahkûm oluyorlar. “Biz memleketin içine sanık ve mahkûm olarak çıkamayız. Mahkûmiyet kararına itiraz edelim” diyorlar. İtiraz üzerine yargılama yenileniyor ve bunlar bu kez idama mahkûm edilip asılıyorlar. Kısacası bu süreç, İttihat Terakki’nin hesabını görme sürecidir. O sırada yurtdışında olan Rauf Orbay da Atatürk’e suikast girişiminden on yıla mahkûm oluyor. Ülkeye Atatürk’ün vefatından sonra dönüyor. İsmet Paşa bütün bu eski muhalifleri topluyor ve Rauf Bey Londra Sefiri, Kazım Karabekir de tekrar milletvekili ve Meclis Başkanı oluyor.

Halk, İstiklal Mahkemeleri hakkında neler düşünüyordu?


Herhalde halk dehşet duyuyordu.

İstiklal Mahkemeleri hakkında fikirlerini söyleyebiliyorlar mıydı?


Hayır söyleyemiyorlardı. İstiklal Mahkemelerinin, İskilipli Atıf Hoca örneğinde olduğu gibi ‘zulüm’ denebilecek icraatları var. Hoca, Frenk Taklitçiliği ve Şapka isimli bir kitap yazıyor ve bir sene sonra şapka devrimi yapılıyor. Adamı bir sene önceki kitabından ötürü asıyorlar. Mesela... Bir adamın iki çocuğu asker kaçaklığından yargılanıyor. İstiklal Mahkemesi, adama, “Oğullarından birini idam edeceğiz, birini de askere göndereceğiz. Hangisini asalım, seç” diyor.

Hangi evladın idam edileceği kararını babaya mı verdiriyorlar?


Evet. Adamın bayıldığı anlatılıyor.

Atatürk’ün en çok çekindiği kişi kim?


Karabekir’den de, Orbay’dan da çekineceğini sanmıyorum.

O zaman niye muhalefeti bu kadar sert bir biçimde tasfiye ediyor?


Onların arkasındaki halktan çekindi. Terakki Perver Fırka’nın tüzüğünde, “bizim partimiz efkâr ve itikat-ı diniye saygılıdır” diye bir laf vardı. Bu, irticaya destek olarak gösterildi ama Terakki Perver Fırka aslında liberal bir hareketti. Kazım Karabekir, bazen Cuma’ya gidiyor olsa da, M. Kemal kadar Batı’ya açık biriydi. Cebesoy, kendisiyle ilgili Nutuk’ta anlatılanları yalanlar.

Atatürk,
Nutuk’ta Cebesoy için ne diyor?

“Ankara istasyonuna omzunda filintayla çeteci kılığıyla geldi. Koca cephe komutanı Çerkez Ethem’in maiyetine girmiş gibiydi” diyor. Cebesoy, Atatürk’ün ölümünden sonra yayımladığı anılarında, “Bu tamamen yalan. Beni Moskova’ya niye sürdüler biliyor musunuz? Kazım Karabekir Paşa’yla ben, Milli Mücadele için İstanbul’a karşı Doğu’da mücadele etme azmindeydik. M. Kemal ise İstanbul’la ilişkileri yumuşak olan İsmet Paşa’yı ve Fevzi Çakmak’ı kullanmayı tercih etti. Biz olduğumuz sürece M. Kemal İstanbul’la uzlaşamazdı” diyor.

Sizce bunlar gerçek mi?


Ben bu iddiayı inanılır buldum. Kazım Karabekir kendi anılarında, Cebesoy kadar ileri gitmedi. O, Atatürk için sadece, “Onu, Sakarya’da mareşal yaptılar. Aslında o, Sakarya’da ‘çekilme’ emri vermişti. Fevzi Paşa, çekilmeyi erteletti ve sabaha Yunanlılar çekildi. Bizimki mareşal oldu” diyor.

Bazıları
Nutuk’a, tartışılmaz, mutlak bir metin gibi bakıyor. Niye sizce?

Nutuk
, ne yazık ki 1919-1938 dönemine bir temel çerçeve getirdi. Bu çok sakıncalı şey. Nutuk’a inanacak olursak, Karabekir nankör ve hain biri. Halbuki Karabekir, “Milli mücadelenin ilk zaferi, Doğu’da benim sağladığım zaferdir” diye yırtınıyor. Ama Nutuk’ta Milli Mücadele sanki Birinci ve İkinci İnönü’yle başlıyor.

Ordu, Atatürkçü bir kurum ve herkesin de Atatürkçü olmasını istiyor. Atatürkçülük nedir?


Atatürkçülük, toplumun Batı’daki gibi bir toplum olması için, modernleşmesi için gerekirse toplumun zorlanmasını savunan bir anlayıştır. Çünkü doğrunun ve iyinin ne olduğunu onlar bilirler. Mesela başı örtmek geriliktir. Onun için başı örtmeyeceksin ve başı örtülü karısı olanı orduda tutmayacaksın. Atatürkçülüğe göre, dini gizli yaşayabilirsin ama ibadetini görünür hale getirmeyeceksin. Cuma’ya gitmeyeceksin. Namazını evinde kılacaksın. Düşünün... İsmet Paşa öldükten sonra, onun mütedeyyin bir tarafının olduğu anlaşıldı. İsmet Paşa dini, hiç kullanmadı. Bir yere gittiğinde, “Biraz Allah’tan, Peygamber’den bahset dendiğinde, ‘Allahaısmarladık’ diyeceğiz ya” dedi.

Atatürk, Cumhuriyet’i bir tek parti rejimi olarak kurdu. Tek parti rejimi ile Atatürkçülük arasında nasıl bir bağ var?

Aynı şey. Bulgaristan’da, “Dimitrov, Bulgaristan’ın yetiştirdiği en büyük adamlardan biridir” diye yazıyordu. Tarihçi arkadaşıma, “Bizde olsa hemen ‘en’ kelimesi kullanılır. Siz neden en büyük demediniz” diye sordum. “Olmaz” dedi. “Dimitrov’a en büyük demekle, bu Jivkov eşeğin biridir mi demek istiyorsun?” dedi. Bu cevabı, bana müthiş bir aydınlanma oldu.

Nasıl bir aydınlanma?


Çünkü sonradan gördüm ki, Atatürk’ün büyüklüğü, İsmet Paşa’ya muhalefet olarak ortaya atılıyor ilk defa. İsmet Paşa, cumhurbaşkanı olunca, doğal olarak paraya pula kendi resmini koyduruyor. Muhalifler, “Atatürk büyüktü sana ne oluyor?” demeye başlıyorlar. “Atatürk büyüktü” demek, “sen büyük değilsin” demek oluyor. Bir süre sonra İsmet Paşa ve Halk Partisi uyanıyor ve “tabii Atatürk büyük ve bizim partimizi o kurdu” diyorlar. Böylece bir açık arttırma ve Kemalizm ululaması başlıyor.

Atatürkçülük’te demokrasi, insan hakları yok. Bugün Atatürkçülük dediğimizde ‘demokrasisiz’ bir yapıdan mı söz ediyoruz? 


Evet.

Atatürk’ün kurduğu ‘tek parti’ rejimini ordu bugün hâlâ savunuyor mu? 


Resmen savunmuyor ama... Orduda, ana muhalefette ve yüksek bürokraside paylaşılan bir anlayış bu. Kökeni ne olursa olsun, ister din eğitimi almış, İmam Hatip’i bitirmiş olsun, ister din eğitimi almamış olsun, üniversiteye hak edenin girmesi gerekir. Ama İmam Hatipliler daha çalışkan çocuklar diye korkuyorlar ve onları bastırmak istiyorlar. Ülkedeki hâkimiyetlerini sürdürmek için de, “biz kontrol etmezsek, dinciler her şeyi değiştirir” diyorlar.

Ordu, Atatürk’ün ölümünden sonra onun bazı konuşmalarını sansür etti mi? 


Meclis’te yapılan konuşmalar örtülemezdi ama en azından bazıları öne çıkarılmadı. Mesela Milli Mücadele’nin İslam milletinin mücadelesi olduğu gibi sözlerini öne çıkarmadılar. Aslında çok ilginç bir şey var ve bunun üzerine hiç gidilmedi. 1940 yılına kadar Halk Partisi’nin Güneydoğu’da teşkilatı yoktu. 

Bugün de milletvekili yok... CHP Doğu’da niye örgütlenmedi?


Başlangıçta Urfa teşkilatı varmış ve kapatılmış. Düşünün, ülkede tek parti var ülkenin bir bölümünde örgütlenmiyor. Milletvekilleri oralara tayin ediliyor. Mesela Selanikli olan Naci Yücekök Muş Milletvekili yapılmış. Adam Muş’u görmemiş. Bütün bunlar, Kürtleri kontrol etmek için yapılıyordu. Orada parti teşkilatı olsa, partinin kongresine ve Meclis’e Kürtler gelecek.

Atatürk Kürtlere özerklik vermekten ne zaman vazgeçiyor? 


Atatürk, Kürtlere, mahalli muhtariyet vermekten söz ediyor. Kendisinin yeteri kadar güçlü olduğunu anlayınca, bundan vazgeçiyor. Mesela Atatürk’e, “Doğu’ya okul mu yapalım, yol mu” diye soruyorlar. “Yol yapın, ordu girebilsin” diyor. Nitekim yol yapılıyor Doğu’ya. Atatürk, Doğu’da bir hayli bulunmuş. Diyarbakır’da evi var. Kürtleri yakından tanıyor. Mustafa Kemal’in özelliği ne diye hep düşünmüşümdür.

Özelliği nedir sizce? 


1919’da Samsun’a indiğinde böbrek sancıları tutuyor ve Havza’da kaplıcalara gidip bir ay kalıyor. O sırada ‘memleketin sahiplerine’ mektup yazıyor. Mustafa Kemal, kimin, memleketin sahibi olduğunu biliyor. Doğu’daki Kürt beyleri, şeyhler de var mektup yazdıkları arasında. “Efendi hazretleri sizinle şurada teşerrüf etmiştik. Ben o hatırayı hep zihnimde taşıyorum” türünden mektuplar yazıyor.

Yani...


Bu memleketi hareket ettirecek manivelalar kimlerin elinde Mustafa Kemal biliyor. Onun bu memlekete hâkim olması şaşırtıcı değil. Hangi ipi çekeceğini biliyor o. M. Kemal, bir taraftan da dehşet küstah biri. Fikrinizi sorup, özgür cevap verdiğinizde hakaret ediyor. Ancak ona boyun eğenlere yaşam hakkı tanıyor.

İsmet Paşa boyun eğdi mi? 


Herhalde. Eğmediği zaman başbakanlıktan atıldı. 

İsmet Paşa’nın orduyla ilişkileri neydi? 


O da ilginç. Bir, iki yıl önce çıkan güncesini okurken biraz da irkildim. Büyük Taarruz’u yazıyor ve kendisinin neler yaptığını anlatıyor. Cephe komutanı adam. Biz, bunu o kadar Atatürk’e mal etmeye alışmışsız ki... Aslında Atatürk, Nutuk’ta 19 Mayıs öncesini hiç anlatmıyor. Atatürk’ün Sadrazam İzzet Paşa’nın kabinesinde bakan olmak istediği dönem bu. 

Atatürk’ün iki yönü var. Bir siyasetçi, bir de asker yönü değil mi?


Evet ama, siyasette de asker gibi davranıyor, önce karşısındakini bölmeye çalışıyor. Karşısındaki cepheyi bölüp, bir kısmını esir alıyor, öbür kısmını da ortadan kaldırıyor. Mesela sol muhalefete karşı bunu yapıyor. Yeşil Ordu diye bir cemiyet kuruluyor. Atatürk Yeşil Ordu’yu bilmediğini söylüyor ama doğru değil. Bunu başından beri biliyor. Yeşil Ordu’cuların bazılarına, “Bırakın bu Yeşil Ordu’yu, siz düpedüz komünist olun” diyor. Türkiye’de Büyük Millet Meclisi döneminde 17 Ekim 1920’de ilk kurulan parti Türkiye Komünist Fırkası’dır. Yeşil Ordu’yu önce bölüyor, sonra yok ediyor. 

Bu ülkede asla kaldırılmayan, memurların dokunulmazlığını sağlayan bir ‘geçici’ yasa vardır. Bu Cumhuriyet’in koyduğu bir yasa mıydı yoksa Osmanlı’dan kalma bir yasa mıydı?


Osmanlı’dan kalma bir yasadır bu.

Neden memurlar, hukukun dokunamayacağı bir konumda tutuldu?


Geleneksel yönetimin gereği olmalı bu. Bugün modernlikten bahsederken, çağdaş demokrasinin temel ihtiyacı olarak, ‘şeffaflığı ve hesap verebilirliği’ öne çıkarıyoruz. Ordu için bu çok zordu.

Devlet görevlilerinin işlediği bilinen ama bu suçlardan yargılanmadığı olaylar oldu mu?


Atatürk’ün son zamanlarında yaverliğini yapan biri vardı. İstanbul’da metresini öldürdü. Deli raporuyla serbest bırakıldı. Birkaç ay sonra da milletvekili seçildi. Bundan daha iyi örnek olur mu?

Bugünkü devlet ve hukuk anlayışımızla Cumhuriyet’in kuruluşundaki anlayışlarımız arasında farklar var mı?


Cumhuriyet’in kuruluşunu, hep bitmiş tükenmiş, işgal altına girmiş bir ülkenin ayağa kalkması diye düşünmek lazım ama... Atatürk’ün zamanında da liberalizm olabilirdi. Tam tersi, Osmanlı Meşrutiyeti’nin ve Birinci Türkiye Millet Meclisi’nin havasından ve o kavramlardan geriye gidildi. Kürt isyanı falan bahane edildi. Şunu bilmek lazım. Terakki Perver Cumhuriyet Fırkası’ndakiler mürteci değillerdi. O fırka sürdürülebilirdi. Ama çok kötü bir sistem olan terk parti sistemi tercih edildi. Zaman zaman bu sıkıntıyı Atatürk de hissetti.

Neyi hissetti?


1930’da Fethi Okyar’a “Benim gençliğim Abdülhamit istibdadına karşı mücadeleyle geçti. Şu hale bak. Bugün gözümü kapatacak olsam, arkamda bırakacağım şey bir diktatörlük manzarası” dedi.

“Başka türlü olamazdı” deniyor. Olamaz mıydı?


Biraz daha cesur davranabilseydi... Halktan korkmasaydı, olabilirdi. Ama halkın geri olduğunu düşünüyor.

Halktan korkuyor mu?


Karışık bir duygu içinde. Herhalde hem hakir görüyor, kızıyor, hem de endişe ediyor. Mayıs 1919’da Kaplıca’dayken tuttuğu defterde, “Ben bu kadar okumuş yazmış, yüksek fikirlere erişmiş bir adamım. Şimdi kendimi halkın derekesine mi indireceğim? Yok... Yapmam gereken şey, halkı benim seviyeme getirmek” diyor. Halkı kendi seviyesine getirmek, o kadar kolay yapılacak bir şey değil. Bunu yaptığında, diktatörlük falan oluyor işte o zaman. Ama şunu da söylemek gerekir. M. Kemal’in hakikaten büyük bir prestiji var toplum üzerinde. Sürekli dayak yemiş bir toplum, ilk defa zafer kazanmış bir komutanı çok seviyor. Toplum ona tapıyor.

Son soru... Darbecilik neden bizim ordunun yerleşik bir parçası haline geldi?


Sonuç veriyor da ondan. Uzun yıllar Harbiye Nazırı olan Mahmut Şevket Paşa’nın Babıâli Baskını’yla 1913 yılında İttihatçılar tarafından sadrazam yapılması çok önemlidir. Babıâli baskını, darbecilerin 1960 darbesinden önceki, ilk elbiseli provasıdır. Sonra 1960 oldu ve arkası geldi. Ama bundan sonra darbelerin yapılamayacağı görülüyor. Çünkü darbelerin eskisi gibi sonuç veremeyeceği anlaşılıyor.