5 Mart 2010 Cuma

Fetullah Gülen Kimdir?

Fetullah Gülen, 1970'lerde klasik Nurcular'dan ayrılmaya ve kendi cemaatini kurmaya başladı. 1978'de bu cemaatin yayın organı 'Sızıntı' dergisini çıkardı.

Fetullah Gülen, 1942 Erzurum doğumludur. Said –i Nursi’nin oluşturduğu Nurculuk öğretisini kendisine göre yeniden yorumlayarak cemaat oluşumuna gitmiştir. Henüz gençlik yıllarında “Komünizmle Mücadele Derneği”ne üye olmuş hatta bunların bazılarının kurucusu olmuştur. Bilindiği üzere bu dernekler ABD’nin, Truman Doktrini doğrultusunda özellikle NATO’ya üye ülkelerde açtırdığı Gladio ve Kontrgerilla ile bağlantılı Sovyet karşıtı yapılanmalardı. Gülen, bu derneğin ilk şubesini İzmir’de ikincisini doğduğu memleket olan Erzurum’da açmıştır.

Fetullah Gülen, 1970'lerde klasik Nurcular'dan ayrılmaya ve kendi cemaatini kurmaya başladı. 1978'de bu cemaatin yayın organı 'Sızıntı' dergisini çıkardı. Bu dergi genel itibariyle süslü ve edebi bir ifade tarzının hakim olduğu fakat söylemlerin yaşamdaki karşılığının ne olduğunun anlaşılamadığı, soyut ve duygu sömürüsüne dayalı bir çizgiye sahipti. Kullandığı görsel öğeler de aynı biçimde soyut ve eklektik bir içerik taşıyordu. Dergi, sistemin dayattığı acımasız, kaba materyalist ve mekanik yaşam tarzından iyice usanmış olan ve manevi – mistik bir hayal aleminde rahatlamak isteyen toplumun birçok kesimi tarafından “ilgi çekici” bulundu.

Derginin geri planında ise aynı sistemin işlediğinden bihaber çoğu insan mistisizmle yüklenmiş sayfalarda avuntu ararken uyutulduğunu ve sisteme (cemaate) iyice bağlandığını fark edemedi. Bir görüşe göre “Sızıntı” bilinçli seçilmiş bir isim idi ve devlete “sızarak” ele geçirme amacının kod adıydı.
Bu dönemde yükselen sol devrimci dalgaya karşı gerçekleştirilen 12 Mart 1971 darbesi, bir kısım sağcı ve dinci kesimleri de “bir süreliğine” içeri alma gereğini hissetti. Bu bağlamda Fetullah Gülen de bu dönemde 7 ay hapis yattı.

1977 yılında Yüksek İslam Enstitülerinde protesto amaçlı boykotlar baş gösterdiğinde Gülen, "İslam'da boykot yoktur" diyerek direnişi kırdı. Bunun yanı sıra sürekli olarak “anarşistleri ve teröristleri devlete bildirmeyenlerin Allah katında sorumlu olduğu”nu dillendirdi. Öte yandan klasik Nurcular'dan Zübeyir Gündüzalp ile Avukat Bekir Berk, Alpaslan Türkeş'i eleştiren bir broşür yayınladıklarında Gülen bunlara karşı çıkarak Türkeş’i sahiplendi.

12 Eylül gelip de cunta yönetime el koyduğunda Fetullah Gülen hem darbeyi hem de sonrasında askerlerin hazırladığı “82 Anayasası”nı destekledi. Yani hemen her zaman olduğu gibi devletten yana tavır aldı. Sızıntı dergisinde askerleri öven yazıları çıktı. Cuntabaşı Kenan Evren, ayet ve hadislerle takviyeli nutuklar atarken, askerler doğrudan ya da dolaylı bazı dini gruplarla ilişkideydi. Daha doğrusu “laik” devlet kendi “din”ini kuruyordu. Bu da ABD’nin, Kızıl dünyaya karşı “Yeşil Kuşak” projesinin gereğiydi. Bu ortamdan Gülen de epeyce hoşnuttu. Cemaati daha da büyüyordu. Fakat işi kılıfına uydurmak gerekiyordu. Yani karşılıklı bir “hoşnutluk” durumu ve bunun yaratacağı izlenim, insanların kafasında soru işaretlerine neden olabilirdi. Bu yüzden her zaman için çalışmalara bir “muhalefet ve mağduriyet” havası gerekliydi. Nitekim bu dönemde Fetullah Gülen “aranan suçlular” listesindeydi. Ama pratikte ise Gülen tüm Anadolu’yu dolaşıyor, propagandasını yapıyor ve stratejik planlarını devreye koyuyordu.

1983'te yapılan genel seçimlerde Turgut Özal'ın Anavatan Partisi tek başına iktidar oldu. Ülkede yeni bir hava estirilmeye başlandı. Türkiye neo – liberalizme kaydırılmaya başlandı. Fetullah Gülen, cemaatinin, Anavatan Partisi’ni desteklemesini sağladı. Karşılığında ise Özal’dan çok büyük bir destek gördü. 1988'de Yeni Ümit dergisini çıkardı ve başyazılarını bizzat kendisi yazdı. 1989' un Ocak ayında İstanbul Üsküdar'daki Valide Sultan Camii'nde seri vaazlarına başladı.
Özellikle bu dönemde Gülen yakın kurmaylarına yeni stratejisinin ilk pratik adımlarını uygulama talimatını verdi. Cemaat ulaşabildiği her yerde okul açacaktı. Bu çalışma ilkokuldan üniversiteye kadar yapılacaktı. 1980’lerin sonu ile 1990’ın hemen başında Varşova Paktı çökünce eski Sovyet topraklarındaki “bakir” Türkî cumhuriyetler Fetullah Gülen’in iştahını kabarttı ve “ileri” emrini verdi. Özal ve sonrasında Süleyman Demirel’in güç ve destek vermesiyle bu ülkelerde kısa denilebilecek bir zamanda mantar gibi “Fetullah okulları” bitmeye başladı. Başarının sırrı “ideoloji ile ticaretin” senteziydi.

Önce cemaatten yetenekli ve gönüllü öğretmenler buraya gönderiliyordu. Gönüllü iş adamları da maddi destek veriyordu. Böylece iş adamları hem kendi reklâmını yaparak “itibar” topluyor hem de buradan mezun olan yetenekli ve devşirilmiş gençleri “eleman” olarak işe alıyorlardı. Bu durum ilgili devletin de hesabına geliyor. Üstelik de “niteliğe” büyük önem veriliyor ve bunlar bulundukları ülkelerin “en seçkin” okulları haline getiriliyorlardı. Durum böyle olunca bir süre sonra bu ülkelerin hükümetleri de bizzat her türlü maddi ve siyasi desteği sağlıyordu. Bu çalışmalar zaman içerisinde “küresel” bir hal aldı ve dünyanın 91 ülkesinde 300’den fazla okul kuruldu. Eğitim işi sonrasında iyice ticari ve siyasi alana da kaydırıldı ve artık hastane, dernek, vakıf, bazı işletmeler vs. açıldı. Fetullahçı kurumların hepsinde en başta ideolojik eğitime öncelik verildi. Fakat bulunulan ülkenin koşullarına ve ortamına bürünülerek! Yeri geldiğinde “İslamcılık” yeri geldiğinde ama esasında da “Türkçülük” işlendi. Afrikalı bir zencinin “Gesi Bağları” ya da “Evreşe Yolları Dar” türküsünü söylemesi kimin aklına ve hayaline sığardı?

Ama işin ilginç ve en önemli boyutu vardı. Dünyaya bu kadar yayılım bu kadar basit miydi? Salt sözü edilen hareket tarzı ve mekanizma bunun için yeterli miydi? Ya da dünyanın süper gücü ABD’ye rağmen bu yapılabilir miydi? Bunun cevabını, bir röportajında Fetullah Gülen’in kendisi veriyor: “Amerikalılar istemezlerse kimseye dünyanın değişik yerlerinde hiçbir iş yaptırmazlar. Şimdi bazı gönüllü kuruluşlar dünya ile entegrasyon adına gidip dünyanın değişik yerlerinde okullar açıyorlarsa, Amerika ile çatıştığınız sürece bu projelerin gerçekleştirilmesi mümkün olmaz.”

Nitekim ABD ile Fetullah Gülen, aynı zamanlarda eski Sovyet topraklarına çıkarma yaptılar. ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi dahilindeki ülkeler, Fetullah Gülen cemaatinin de en çok yoğunlaştığı ülkeler oluyor. Fetullahçı kurumlar ile ABD istihbarat teşkilatı CIA’nın paralel çalıştığı da artık sır değildir. Bu konudaki en çarpıcı gelişme ise 2004 yılının sonlarında yaşandı. Rusya, CIA merkezleri olmakla suçlayarak Fetullahçı okulları kapatmaya başladı. Bu ülkelerdeki okullarla ilgili olarak, Fetullah Gülen’in eski sağ kolu ve cemaatten ayrılarak itiraflarıyla Fetullah Gülen’in gerçek yüzünü gün yüzüne çıkaran Nurettin Veren de "CIA’nın casus üsleri haline" geldiklerini söylüyor.

Türkiye içerisinde ise özellikle 1994 yılından başlayarak Fetullah Gülen, medyanın önüne çıkmaya başladı. Yıllarca biriktirmiş olduğu güce dayanarak boy gösterdi. Ama özellikle ordu ve sistemin derin odaklarıyla çelişmemeye ve çatışmamaya, onlardan taraf olmaya ya da tarafmış gibi görünmeye özen gösterdi. 26 Mayıs 1995’te Türk Ocakları Vakfı'ndan 'Nihal Atsız' ödülünü aldı. Aynı yılın 1 Temmuz'unda Mehmetçik Vakfı'na bağışta bulundu. 25 Temmuz'da ise Mehmetçik Vakfı'ndan teşekkür beratı aldı. Ordunun 28 Şubat darbesini savundu ve Erbakan’a karşı tavır aldı. Fakat tüm bu çabaları yetmedi. 1999 yılına gelirken kendisine dönük yönelimlerin olacağını gören Gülen, bu yılın Mart ayında, bazı röportajlarında ilişkilenmeyi açıkça savunduğu ABD’ye gitti ve hala da orada yaşıyor.

Fetullah cemaatinin çalışma tarzı Masonlarınkine benzer ve istihbaridir. Görünürde dini bütün, masum ve namazında niyazında olan, camilerde verdiği vaazlarda yoğun bir mistik atmosfer ve duygu yoğunluğu oluşturabilen Fetullah Gülen gerçekliği derinlerde bambaşkadır. Din ve ticareti “harika” denebilecek bir tarzda sentezleyebilen, bunu aynı derecede örgütlenme ağlarına kavuşturabilen Gülen, zamanla Kemalist sistemin bürokrasi, emniyet, istihbarat, siyaset ve eğitim gibi can damarlarında etkince yer edinmiştir. Ordu ise her sene gerçekleştirdiği Yüksek Askeri Şura’larında onlarca Fetullahçı’yı ihraç etmektedir. Zaman gazetesi, Aksiyon dergisi, İngilizce çıkan Today’s Zaman, Samanyolu TV, Mehtap TV, Burç FM ve daha pek çok yayın organlarıyla medyayı çok etkili bir biçimde kullanmaktadır. “Kimse Yok mu Yardım Derneği” ve dini duyguların sömürüsü yoluyla “yoksul kesimleri” kendi cemaatine bağlamaktadır.

“Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı” aracılığıyla da aydın ve yazar kesimlerine uzanmaktadır. İŞHAD iş adamları derneği ve Asya Finans, iş alanındaki örgütlülükleridir. Türkiye’de her sene yapılan “Abant Toplantıları”nda, siyasi ve ideolojik durum değerlendirmeleri yapılmaktadır. Abant çevresi, en son 15 Şubat gibi Kürt halkının en hassas olduğu bir günde, Güney Kürdistan bölgesel yönetiminin başkenti Hewlêr’de toplandı. Dünyada da düzenli yapılan Masonların Bilderberg toplantılarına bu cemaatten katılım gerçekleşmektedir. Fetullah Gülen ve cemaatinin bu faaliyetlerle bağlantılı olarak kullandığı ana kavramlar "hoşgörü" ve dinler arası diyalog", aynı zamanda ilişkili olduğu Mason, Siyonist, Evangelist ve Moon tarikatı gibi çevrelerin geliştirdiği yeni küresel politikaların ya da “ılımlı İslam” projesinin ana kodları olmaktadır.

Gülen cemaatinin Kürt halkına ve değerlerine yaklaşımı ise inkârcı, pervasız ve kural ile sınır tanımazdır. Kürt halkının, sömürgeci Türk devletine karşı mücadelesinin zirvede olduğu 1994 yılında Fetullah Gülen dönemin başbakanı (kontrabaşı) Tansu Çiller ile görüştü. Çiller, ondan “Terörle Mücadele Yasa Tasarısı”nı (yani Kürt halkına karşı sınırsız cinayet, katliam, yargısız infaz ve kirli savaş) desteklemesini istedi. Fetullah Gülen bunu kabul etti ve karşılığında ise şimdiki AKP’nin yaptığı gibi kendisi için rejimden tavizler istedi. Birkaç yıllığına bunları aldı da. Eğer Fetullah Gülen o yıl ABD’ye gitmek zorunda kalmamışsa bunun nedeni, Kürdistan Özgürlük Hareketine karşı yapılan bu katliam antlaşmasıdır.

Fetullahçılar sadece Kürdistan Özgürlük Hareketini hedeflemekle kalmamaktadırlar. Bizzat Kürdün temel değerlerine saldırmaktadırlar. “Din kardeşliği” ve “ümmet” kisvesine büründürülen bu saldırı özünde faşist ve yok edicidir. MHP bile “Kürtçe konuşan vatandaşlarımız” ifadesiyle Kürt kimliğini “kendince” tanırken bu cemaat, cümle aralarına gizlediği niyetleriyle Kürt halkını inkâr etmektedir. Kürdistan Özgürlük Hareketine saldırılar ise başta istihbari olmak üzere birçok cepheden yürütülmektedir. Bunu rant kavgası yaptıkları ordu ile yarış halinde yapmaktadırlar. Bu cemaatin söz konusu yayın organlarına bakıldığında bu saldırıların stratejik anlamda ve günlük olarak yürütüldüğü rahatlıklar görülebilir. Üstelik de din ve ümmet kılıfına gizlenen derin bir ideolojik saldırı eşliğinde yapılmaktadır. Çünkü Özgürlük Hareketinin yaptığı Kürt halkını bunların onlarca yıldır kurduğu dini sömürü sistematik çarkından ve pençesinden kurtarmaktır. Dolayısıyla temel rezerv alanlarını kurutmaktır. Bu kadar saldırgan olmalarının nedeni budur.

Kendi medya organlarında din ve vicdan sömürüsüne dayalı sistematik programlar yayınlayan Fetullahçı cemaat, son zamanlarda İstanbul sermayesinin “Kürt dizileri”ne alternatif diziler de hazırlıyor. “Tek Türkiye” adıyla hazırlanan bir dizide bir yandan “sefalet” ve “cehalet” kavramlarıyla Kürtler aşağılanırken diğer yandan “kardeşlik” söylemine gizlenen inkâr ve ırkçılık had safhaya vardırılmaktadır. Gülen Cemaatinin Kürt ulusal birliğine karşıt son “icraatı” ise yukarıda belirtildiği gibi “barışı ve geleceği birlikte aramak” sloganıyla Hewlêr’de gerçekleştirilen Abant toplantısıydı. Toplantının gerçek amacına bakıldığında niyetin “barış” değil, demokratik birlik ve bütünlüğünü görkemli bir biçimde gerçekleştiren Kürt halkının bu tarihi yürüyüşünü sekteye uğratmak ve Türk devlet egemenlerinin tarihte sürekli yapageldiği Kürtleri bölüp parçalamak planı olduğu görülmektedir.

Bülent Arınç Kimdir?

Başbakan yardımcısı ve Manisa milletvekili olan Bülent Arınç, 1948 yılında Bursa'da doğdu. 1970 yılında Ankara Hukuk Fakültesi'ni bitirdi.


AKP hükümetinin devlet bakanı - başbakan yardımcısı ve Manisa milletvekili olan Bülent Arınç, 1948 yılında Bursa'da doğdu. 1970 yılında Ankara Hukuk Fakültesi'ni bitirdi. Manisa'da serbest avukatlık yaptı. Üniversite yıllarındayken siyasetle uğraşmaya başladı. Siyasal İslamcı geleneğin siyasi partilerinde gençlik kolları ve il başkanlığı görevlerinde bulundu.  24 Aralık 1995'te milletvekili genel seçimlerinde Refah Partisi'nden (RP) Manisa Milletvekili seçilen Arınç, ilk defa meclise girdi ve RP MKYK’sına alındı.

Arınç, RP'nin 15 Şubat 1998'de Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmasından sonra, 27 Şubat 1998'de bir grup arkadaşıyla beraber 17 Aralık 1997'de kurulan Fazilet Partisi'ne (FP) geçti. 18 Nisan 1999 milletvekili genel seçimlerinde FP'den Manisa Milletvekili seçildi. İki yasama döneminde FP Grup Başkanvekili görevinde bulunan Arınç, ayrıca meclis Dışişleri Komisyonu üyeliği yaptı.

Bülent Arınç bu dönemde FP'nin ‘Yenilikçi Kanat’ olarak lanse edilen milletvekilleri arasında öne çıkan Kayseri Milletvekili Abdullah Gül ile beraber hareket etti ve 14 Mayıs 2000'de toplanan FP 1. Olağan Büyük Kongresi'nde Genel Başkanlığa adaylığını koyan Gül'ü destekledi.

RP'nin ardından, FP'nin de 22 Haziran 2001'de Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmasıyla bu partiye mensup milletvekillerinden ‘Yenilikçi Kanat’ın, 14 Ağustos 2001 tarihinde Recep Tayyip Erdoğan başkanlığında kurduğu AKP'nin kurucuları arasında yer alan Arınç, 3 Kasım 2002 tarihinde yapılan milletvekili erken genel seçimlerinde üçüncü kez Manisa Milletvekili olarak parlamentoya girdi. 19 Kasım 2002'de ise TBMM Başkanlığına seçildi. 22 Temmuz 2007 Genel Seçimleri'nin ardından yapılan Meclis Başkanlığı seçimlerine aday olmadı. Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesi cumhurbaşkanlığı için adı geçen Arınç, 24 Nisan 2007 günü aday olmayacağını açıkladı. 1 Mayıs 2009 günü yapılan revizyon sonucu kabineye girdi.

Gençliğinden beri ‘Siyasal İslamcı’ hareket içinde olan ve ‘hukukçu’ kimliğiyle birleştirdiği ‘Türk-İslam sentezci’ duruşuyla Manisa ve yöresinde  önemli bir destek almaktadır.

Arınç, dinci siyaset çizgisi içerisinde hep ‘babacan, vakur ve ılımlı’ bir imaj çizdi. Türkiye, Kürdistan, Avrupa ve ABD’de çeşitli konferanslar verdi. Bu konferanslarına hala da devam ediyor. Ancak bu etkinliklerde bir ‘siyasetçi’den ziyade bir ‘misyoner’ duruşu ve üslubu öne çıkıyor. Yüzeysel propagandadan ziyade ‘derinlikli’ enjeksiyon uyguluyor. Yer yer kontrolünü yitirdiğinde esas kişiliği ve misyonunu ele veriyor ve ‘ılımlı özelliği’nin bir maske olduğu ortaya çıkıyor. Güvercin rolünü oynuyor ama şahin yanını gizleyemiyor. Özcesi AKP içerisinde Cemil Çiçek gibileri ‘şahin ve kötü polis’ rolünü, Arınç ise ‘güvercin ve iyi polis’ rolünü yüklenmiş durumda.

Arınç’ın bir diğer özelliği ise ‘derin’ yanıdır. TC genelkurmay eski başkanlarından Doğan Güreş 2006 yılında Habertürk kanalının ‘Basın Odası’ adlı programındaki konuşmalarında Arınç hakkında ilginç şeyler söyledi. Güreş, 1990’lı yıllarda tecrübeli bazı şahsiyetlerle belli zamanlarda bir araya gelip ‘memleket meseleleri’ni konuştuklarını açıkladı. Sözünü ettiği oluşum ‘Encümen – i Danış’ yani devletin ‘derin aklı’ idi. Güreş’e göre sonradan (nasıl olmuşsa!) Arınç ile yolları ayrılmış.

Şimdi ise anlaşılan o ki Arınç, AKP’nin ‘derin aklı’ işlevini görüyor. Özellikle de bu oluşumun Kürdistan politikalarında psikolojik harekat ve yönlendirme boyutlarında sıkı çalışıyor. Yer yer de dışa açılarak bunu konferans ve sempozyumlarla pratikleştiriyor. Yine harekatın medya ve STÖ ayaklarını işlevselleştiriyor. Arınç bu bağlamda ‘Fetullahçı’ etkinlikleri de kaçırmıyor ve bunların çoğunda ‘gözyaşları’na boğuluyor!

Diğer taraftan Arınç, ‘Deniz Feneri’ davasında takındığı sözde ‘tarafsız ve adaletli’ tavırlarıyla çok konuşuldu. Esasında ise Arınç’ın yaptığı danışıklı dövüş ile AKP’yi ve ‘yeşil sermaye’yi bu kirlilikten aklama çabasıydı.

Kürdistan politikalarında ise Arınç gibileri ‘akıl’ ve ‘perspektif’ oluştururken İhsan Arslan, Abdurrahman Kurt, Hüseyin Çelik ve Dengir Mir Fırat gibileri ise ‘pratisyen’ olarak çalışıyorlar.   

Şimdi de ‘açılım’a gelelim: Hülya Avşar gibi bir oyuncunun bile sırf bu ‘açılım’daki sahtekarlığı afişe ettiği için yargılandığını hatırladığımızda devlet ve AKP’nin gerçekte kendisine dahil olmayana karşı ne kadar ‘ölümcül’ davrandığı anlaşılacaktır. Yine DTP’nin kapatılmasıyla Kürt çobanına bile getirilen siyaset yasağı devletin verdiği mesajı anlaşılır kılmaktadır. Devlet bir karalama ve bir katliam kararını verdi. Bunu günlük olarak da sürdürüyor. Böyle bir durumda genelkurmay ile AKP bir tiyatroyu sahneye koydular. Başrol oyuncusu Arınç idi. ‘Kozmik’ perde gerisinde sahnelenen oyunun yapaylığı perde dışına taşıyordu.

Kürdistan’daki ‘faili meçhul’lerin daha % 1’i bile aydınlanmamışken ‘kozmik’ operasyonun ne derece sahte olduğu ortadadır. Bir ülkede 17 binden fazla sivil öldürülecek ve bu ülkede darbeciler sözde yargılanacak! Bırakalım devlet cinayetlerinin açığa çıkması bu ‘operasyon’ özünde Kürt Hareketine karşı irade vampirliğinin bir kılıfıdır.

Peki neden Arınç? Güya Arınç, orduya muhalif ve sürekli ona dil uzatıyor! Gerçekte ise durum öyle değildir. Arınç ve diğerleri Sünni Mezhebinin, Nakşî tarikatı üzerinden devlet mezhebi haline getirilmesinin ismidir. Yaşanan Anadolu – İstanbul sermayeleri rant savaşının Anadolu cenahından ‘derin’ karakoludur. Ve esasta bu rant savaşında iki tarafın da ordu ve sistemle esaslı sorunları yoktur. İlkesel sorunları hiç yoktur. Aksine sisteme ve orduya yaranma yarışı söz konusudur. Gelinen aşamada Arınç klasik sisteme ‘muhalif’ rolünü oynuyorsa bu Arınç’ın kendi marifeti ve kararı değildir. Zaten sistem kendisini küresel güçlerin yeni konseptine uyarlama kararı almıştır. Arınç’a verilen görev bu konsept içerisinde klasik sisteme ‘muhalif’ olmaktır.

Kürt ve Kürdistan’a yönelik ise kaba inkar ve imha dönemi sona erdirilmiş yerine ‘inceltilmiş’ ama daha tehlikeli olan inkar – imha konsepti (kültürel, toplumsal, siyasal soykırım) devreye konmuştur. Bu konsept içerisinde en incelikli ve derin rollerden birini ise Bülent Arınç üstlenmiştir.


Ozan Erdem