28 Şubat 2010 Pazar

Açlıkla Boğuşan Bir Ülkede Din Söylemleri

(Not: Aşağıdaki yazı bundan 8 yıl önce 2002 seçimlerinden hemen sonra yazıldı. 2003 yılında çıkan “İhya’dan İnşa’ya” kitabıma da aynı başlıkla koydum. Son zamanlarda inşa etmeye çalıştığımız söylemin temel gerekçelerini gayet açık ortaya koyuyor. Mesele gelip geçici iktidarlarla ilgili değil; iş derinlerde ve temel “din algısının” dönüşümü ile ilgili. Gördüğüm lüzum üzerine yeniden yayınlıyorum…)
***
“Son yapılan araştırmalarda Türk toplumunun davranışlarını belirleyen temel unsurun “iş ve aş” kaygısı olduğu belirtiliyor. Hatta öyle ki toplumumuz yoğun ekonomik kriz nedeniyle iş ve aş kaygısından başka bir şey düşünemez hale gelmiştir. Toplum tarafından devlet, ekonomik ve sosyal olarak en önemli sığınak olarak görülmekte ve toplumda oldukça güçlü bir “sosyal devlet” talebi bulunmaktadır. Toplumun bilinçaltındaki devleti “baba” olarak gören muhayyile hala çok güçlüdür.
Öyle görünüyor ki Orhun Abideleri’nde geçen “Açları doyurdum, yoksulu giydirdim, dağılmış milleti topladım, Yüce Tanrı babam İlteriş Kağan’ı ve annem Bilge Hatun’u gökteki yanına çekmiş ve Türk milletinin başına kağan olarak dikmiş…” ibareleri toplumumuzun bilinçaltındaki “devlet baba” imajında hala yaşamaktadır. Toplumun devletten beklentileri bin küsur yıl önce dikilen Orhun Abideleri’ndeki ile neredeyse aynısıdır.
Seçimlere ilk defa giren bir partinin, seçim meydanlarında pilavlı nohut ve poşet içinde ekmek dağıtarak, okul kitaplarının bedava dağıtacağını vadederek oylarını artırması, bu bilinçaltına hitap etmenin sonuç getirdiğini göstermektedir. Keza seçimlerde sürekli olarak “doyurma, giydirme” gibi bol keseden umut dağıtan partilerin sürpriz yapması üzerinde iyi düşünülmelidir. Halkın düşürüldüğü bu bitap durumdan oy devşirenlerin umut tacirliği yapıp yapmadıkları ise ayrı bir tartışma konusudur. Açık olan şu ki Türk halkı kuru ekmeğe muhtaç edilmiş, iş ve aş vaadi dışında hiçbir taleple ilgilenemez hale getirilmiştir.
***
Bu noktada “açlık ve din” ilişkisi önemli bir sorun haline gelmektedir. Hz. Ali’nin bir sözü oldukça anlamlıdır; “Aç adamın dini olmaz!” Yine İmam-ı Gazali’nin “Din ile dünya ikiz kardeş gibidir. Din bozulunca dünya, dünya buzulunca din bozulur!” sözü üzerinde iyi düşünülmelidir.
Öyle görünüyor ki din (İslam) muhataplarını vasat düzeyde geçim imkanlarına sahip varlıklar olarak görmekte, bu ön kabul doğrultusunda insanları ahlaklı ve dürüst olmaya çağırmaktadır.
Maddi alt yapısı çökmüş, açlıkla boğuşan bir insanda “din” nasıl tutacaktır?
Türk insanı devleti baba olarak gördüğü için, her ne yapsa içine atmaktadır. Bu durumu iç kanama geçiren bir hastanın durumuna benzetebiliriz. Halkımız iç kanama geçirmekte, tepkisi dışarıdan belli olmamaktadır. Örneğin Arjantin’deki gibi sokaklara dökülmemekte, kanını içine akıtmaktadır. Bu ise tıbben çok tehlikeli bir durum olup, hastanın aniden ölmesine sebep olabilmektedir. Günlük gazetelerin üçüncü sayfalarında yer alan “Kızını sattı, gelinini pazarlarken yakalandı” vb. türünden haberler iç kanamanın hangi boyutlara geldiğini gösterir çarpıcı örneklerdir.
Bu durumda “iş ve aş” arayışı “inanma” arayışının önüne geçmiş görünmektedir. İnsanlara “ahlaklı olun, dürüst olun” dendiğinde “Açız aç, iş, aş istiyoruz” cevabı alınmaktadır. Bunun anlamı şudur; “Ben açım! Aç ayı oynar mı?”
***
Marksist literatürde sıklıkla kullanılan “Din milletlerin afyonudur” sözü üzerinde durmakta yarar vardır.
Aç ve bitap bırakılmış insanlara bazı hocaların çıkıp “Sabredin, Allah sizi fakirlikle imtihan ediyor” telkininde bulunmaları ne derece doğrudur? Bu durumda din yürürlükteki durumu onaylayıcı ve meşrulaştırıcı bir konuma getirilmiş olmuyor mu? Böylesi bir din gerçekten afyon misyonu mu üstleniyor acaba?
Halbuki dinin (İslam’ın) adalet talebi esas itibariyle bu çarpık durumun hesabının sorulması anlamına geliyor. Bugün dünyadaki altı milyar insanın bir milyarı aşırı şişmanlık (ebozite) hastalığından patlayacak durumdayken, buna karşılık bir milyar insan da bir deri bir kemik açlık sınırında yaşıyor. Her ikisinin de birer milyar olması acaba tesadüf müdür? Açıkca görülüyor ki birinin “azı” diğerinin “fazlası” haline gelmiştir. Üç tane Amerikalı’nın geliri 48 ülkenin milli gelirinden daha fazladır. Böylesi bir tabloda “din söylemlerini” yeniden gözden geçirmek gerekmektedir.
***
Garip bir şekilde her tür adaletsizliğe isyanla başlayan dinlerin, daha sonraları isyanları bastırmanın aracı olarak kullanıldıklarını görüyoruz. Bu çerçevede açlıkla boğuşan bir ülkede ve dünyada din söylemi “kaderci” bir temel üzerine oturtulamaz. Tam tersi ilk çıktığında olduğu gibi açlığa, adaletsizliğe ve buna neden olanlara “gür bir isyan” şeklinde tezahür etmelidir.
Din söylemleri aç insanları namaz kılmaya, oruç tutmaya çağırma yerine, daha çok maddi bölüşümdeki adaletsizliklere dikkat çeken, açlığın nedenlerini sorgulayan, buna kimin sebep olduğunu araştıran ve hortumcuların yakasına yapışan bir söyleme kaydırılmalıdır.
Hz. Peygamber’in çağrısında o günkü Arap toplumunu ilgilendirmeyen, yaşadığı çağa, coğrafyaya ve mekana yabancı hiçbir tema göremeyiz.
Hz. Ali’nin dediği gibi aç adamın dini olmaz.
“Açlık dinin işi değildir, bu sol bir söyleme kaymak olur” endişesi tümüyle yersizdir. Bu noktada endişesi olanlara Hz. Peygamber’in “Hulfu’l-Fudul” yıllarında neler yaptığını, soyguncuların yakasına nasıl yapıştığını araştırmalarını tavsiye ederim. Din, sadece “üst yapı” kurumlarıyla ilgilenen bir olgu değildir. Bilakis hayatın içinde, insanoğlunun her türlü acısında hemen yanıbaşındadır. Doğumunda, ölümünde, açlığında, susuzluğunda, düğününde, sevincinde daima insanoğlunun yanındadır.
İslam’ın büyük düşünürlerinden İbni Kayyım el-Cevziyye İ’lamu’l-Muvakkiîn adlı eserinde İslam’ın adalet felsefesini çok güzel özetlemektedir; “Allah’ın bir ismi de ‘el-adl’ (adalet) tir. Yerler ve gökler adaletle ayakta durur. Allah adaletin gerçekleşmesini tek bir şekle ve tek bir yola hasretmemiştir. Her ne şey adaleti sağlıyorsa o şeriattandır. Allah’ın rızası da ve muradı da oradadır…”
Hz. Ömer’in dediği gibi “Adalet mülkün (devletin) temelidir”.
Devlet, karın doyurmak, üst baş giydirmek için değil; bu işler yapılırken ortaya çıkan haksızlıkları gidermek, korkuyu önlemek ve güvenliği sağlamak için vardır. Böylece “adalet” sağlanmış olacaktır. Bu sebeple özgürlüğü kısıtlayan tek şey adalettir. Açlıkla boğuşan bir ülkede din söylemleri “adalet” temelinde yükselmek durumundadır.
Ezanın Türkçe okunması, ana dilde ibadet, Kur’an’ın şifresi, kehanetleri vb. söylemler, aslında dini hayatın dışına itmektedir. İnsanlar, kendi yaşamsal sorunlarıyla ilgilenmeyen bir din söylemine muhatap olmaktadırlar. Sanki dinin işi somut ve reel sorunlardan ziyade mitoloji, kehanet, cifr, üfürükçülük gibi işlerle uğraşmaktır. Gerçi varlığını bunlara borçlu olan dinler olmuştur tarihte, ama İslam bunları sürdürmek değil; insanları bunlardan kurtarmak için gelmiştir.
Dini toplumun somut sorunlarından koparanlara göre sanki Allah yeryüzünün sahici sorunlarına bigâne kalan bir tanrıdır. Fakirlerin değil zenginlerin Allah’ıdır. İnsanlar açlıktan ölürken o ihtirasla sürekli kendisine ibadet edilmesini istemektedir. Bu, Kur’an’ın “Allah”ı değil; olsa olsa Yunan’ın “Zeus’u” olabilir. Çünkü Kur’an’ın Allah’ı Rahman ve Rahimdir. Gerektiğinde “Bu kızı hangi suçtan dolayı öldürdünüz?” diye sorar, sivri sineği örnek vermekten bile çekinmez.
Bu dinin peygamberi “Ben fakirliğimle övünürüm” derken, “Ben her türlü imkan elimdeyken yemiyorum ve yedirmiyorum. Devletin başında olmam beni zengin etmiyor. İşte bununla övünmekteyim…” demek istiyordu.
Şu halde doğrudan hayatın içinden ilham alan, yaşamın dinamik temposunu yakalayan bir din söylemi yakalanmalıdır. Çünkü Kur’an yaşayan realitenin sorularına cevap olarak gelmiştir. Cevap daima sorudan sonra gelir. Önce hayatın ve insanın yaşamsal soruları ortaya çıkar, insanlar sorular arasında gidip gelmeye başlayınca Kur’an bunlardan doğru olanı teyid için gelir. İnsanların küllenmiş vicdanını harekete geçmeye, onları batıl bağımlılıklardan kurtarmaya, oluş ve akışa tepki vermeye çağırır. Yol göstericiliğin asıl anlamı da bu olmalıdır…” (İ. Eliaçık, İhya’dan İnşa’ya, s. 241, Çıra, 2003, İst.)
***
Görüldüğü gibi ana tema hep aynı.
“Bir kökün inkışaf seyrinde” yol alıyoruz…
Türkçe’de çok güzel deyimler var, aklıma geldi onlarla bitireyim; “dişe dokunur bir şey söylemek”, “etliye sütlüye karışmamak”, “suya sabuna dokunmak” gibi…
Yani…
* “Dişe dokunur bir şey var mı” ona bakacaksınız.
Ne demek dişe dokunmak?
Yani “dişe dokunan”; ağıza giren, dişe dokunan, açlıkla, yoksullukla ilgili bir şey var mı? Adamın sabahtan beri ağzından içeri bir şey girmemiş; “dişine bir şey dokunmamış”, geçmiş karşısına vaaz veriyor, nutuk atıyorsun. Dişe dokunan bir şey yok!
* “Etliye sütlüye karışıyor mu” ona bakacaksınız.
Ne demek etliye sütlüye karışmamak?
Yani insanlar açlıkla boğuşurken zengin sofralarının “etlisi ve sütlüsü” ile ilgili bir şey demiyorsun. Vaaz veriyor, hikaye anlatıyor, milleti afyonluyorsun!
* “Suya sabuna dokunuyor mu” ona bakacaksınız.
Ne demek suya sabuna dokunmak?
Yani “Su gibi akan paraya” dokunacak, “Bu değirmenin suyu nereden geliyor”, insanlar açlıkla boğuşurken “Zenginlik içinde yüzmek” nasıl oluyor, “Kara para nasıl aklanıyor”(hangi sabunla yıkanıyor) hesabını soracaksınız. Suya sabuna dokunacaksanız! Bunlara dokunmazsanız, boşuna konuşmuş, “havanda su dövmüş” olursunuz…
“Diş” de, “etli” de, “sütlü” de, “su” da, “sabun”da, “havan” da hep bununla ilgilidir.
Halkımız bu deyimleri ne güzel söylemiş.
Türkçe’nin gözünü seveyim.

R.İHSAN ELİAÇIK

İbn-i Haldun'dan Mülk Dersleri

Malum, İbn Haldun’un (öl. 1406) Mukaddimesi’nde en temel kavram “mülk”…
Öyle ki tüm Mukaddime “mülkün tabiatına dair” derinlemesine analizdir. Mukaddime’de mülk, kök anlamına uygun olarak “iktidar ve mal” anlamında kullanılır. Mülkün iktidar boyutuna daha fazla değinilirken mal boyutu da ihmal edilmez.
Mal-emek-değer arasındaki ilişkileri köklü bir şekilde ele alan İbn Haldun, Karl Marx’ın (öl. 1883) ekonomi politiğini andırır açıklamalar yapar. Öyle ki bilmeyen birisi bu metinleri okuyunca İbn Haldun’u beş yüz yıl öncesinden Marx’ın hocası bile zannedebilir.
Malum Marx, Das Capital’e “meta” ile başlar. “Meta dışımızdaki bir nesnedir” tanımıyla başlayan eser tümüyle meta, mal, para, sermaye, emek, değer kavramlarına, bunların birbiriyle ilişkisine ve dönüşümlerine ayrılmıştır.
Bunlar aynı zamanda Kur’an kavramlardır; meta, mal, altın ve gümüş/dinar (para), ruûsu’l-emval (sermaye/anapara), sa’y, kesb (emek)…
***
İbn Haldun’a göre amel ve sa’y (emek, çaba, hizmet, mesai, iş, çalışma) bütün iktisadî faaliyetin temelidir. Emekle elde edilen şeye rızk, kesb, künye, iktina, müktena (birikim, terâküm), menfaat, istifâde, fayda, hâsıla ve kâr, mefâd, servet, sermaye, zâhire adını verir. Ona göre emekle üretilen malın bir kıymeti (değer) vardır. Bu değer o malı meydana getirmek (tahsil) için harcanan emeğin değerine denk ve eşittir. (Marx’da metanın kullanım değeri). Şu halde malın hiç bir kıymeti yoktur. Önemli olan o malı üretmek için harcanan emektir, dolayısıyla malın fiyatı, mala harcanan emeğin karşılığı anlamına gelir. (shf. 889).
İbni Haldun’a göre nerede rızk ve gelir varsa orada nüfus çoktur. Rızk nüfusa değil; nüfus rızka tabidir. Diğer bir ifadeyle maddi şartlar manevi şartları belirler (Marx’da alt-yapı üst-yapı). Mülk ve devletten ahlaka varıncaya kadar her türlü toplumsal değeri belirleyen maddi şartlardır. (shf. 990).
İbn Haldun, geçim şekilleri ve kazanç yollarını başlıca dört kısma ayırır;
1- Zirâ’a (tarım, çiftçilik/maddi üretim),
2- Sınâ’a (ilim, kültür, el sanatları/manevi üretim)
3- Ticâre’ (alım-satım)
4- İmâre’ (emirlik, yöneticilik)
İbn Haldun’da bu sıralama aynı zamanda üstünlük sıralamasıdır da.
Ziraat mahiyeti icabı diğer tüm maişet yollarından önce gelir. Zira ziraat/çiftçilik teorik düşünceye ihtiyaç göstermeyen basit, tabiî ve fıtrî bir geçim yoludur. İbn Haldun’a göre çiftçilik genellikle bedâvet aşamasında kalan toplulukların mesleğidir. İlk, en eski ve tabiî olması sebebiyle çiftçilik aynı zamanda Hz. Adem’in de geçim yolu olmuştur.
Sanatlar, çiftçilik gibi tabiî/basit değil mürekkep, ilmi, fikir ve nazar (düşünce) gerektiren bir uğraştır. Yani, kafa yorma, el sanatı, zihni uğraş, ilim, kültür ve yetenek gerektiren bir iştir. Bu haliyle sanatlar (sınaî) bedâvet aşamasını geçmiş hadâret aşamasını yaşayan toplulukların geçim yoludur. Bu işlerin piri ise aynı zamanda ilk terzi olan Hz. İdris’tir.
Ticaret ise İbn Haldun’a göre ziraat ve sanatlar gibi üretici değil; üretilenleri alıp-satıcı bir meslektir. Bu açıdan ticarette kurnazlık ve hilekarlık çok görülür.
İmaret ise geçinmek için siyasi gücü ve idari makamı kullanarak kahren başkasının malına el koymak yoluyla olur. Dolayısıyla İmaret (devlet işi) tabiî bir geçim yolu değildir. İbn Haldun, imaret dediği devlet işlerini tabiî geçim yolu olarak görmez. Devlet işinde çalışan memurları kendi başına iş yapamayan, kadınımsı (acz ve muhannes) insanlar olarak tavsif eder. Başkasının işinde çalışmayı adamlık (erkeklik) nokta-i nazarından iyi bir şey olarak görmez. İbni Haldun’a göre sermayesini korumak ve zengin olmak için devlete yanaşmayanlar, kendi tabiriyle “boyun eğip yaltaklanmayanlar” servet sahibi olamazlar. Çünkü makam mal getirir. Kim iktidar makamlarını ele geçirirse veya iktidarı elinde tutan asabiyet sahiplerine yanaşırsa (yaltaklanırsa) zenginleşir… Öyle anlaşılıyor ki İbn Haldun iktidar sınıfını, siyasi/askeri güçleriyle sırf yöneticilik yaparak geçinen yiyici, asalak bir sınıf olarak görmektedir. (shf. 890-92)
İbn Haldun’un bu dört temel geçim yolundan ilk ikisine iyi, diğer ikisini de kötü baktığı anlaşılıyor. Ona göre ziraat ve sanatlar kişinin doğrudan kendi emeği ve alın terine dayandığı için en muteber geçim yoludur. Ancak her iki muteber (ve asil) geçim yolu genellikle insanları zengin etmez. Bunun için insanlar zenginleşmek için ya devlete yanaşıp yaltakçılık (mudâhene) yaparlar ya da ticaret kurnazlıklarıyla zengin olmaya çalışırlar. Bu sebeple Kur’an en çok imaret (iktidar/devlet) ve ticaret (alım-satım) işiyle meşgul olanların haksızlıklar yaptığını bildiği için sürekli olarak bu kesimlere ahlaki öğütler verir, adalete, doğruluğa, dürüstlüğe ve erdemli davranışlara çağırır. (shf. 889-92)
İbn Haldun’un hadarî (şehirli) bir meslek olarak gördüğü sınaî (sanat, zenaat, üretim, bir şey icat etmek) uğraşlar bugün anlaşıldığı anlamdaki “sanatçı” kavramından çok daha geniştir. Onun kendi zamanından örnekler vererek anlattığı sanat kollarından bazıları şunlardır; çifçilik, mimari, marangozluk, dokuma ve dikiş, ebelik, tıp, kitabet, sahaflık, musiki, hesap vs. Buradan anlaşılıyorki İbn Haldun sınaî meslekler derken şehirli bir toplumun topyekün üretim hasılasını anlamaktadır. Bugün bir milletin üretim/istihdam/ihracat potansiyeli neyse İbni Haldun’un “sınai” uğraş dediği şey odur. Bilim, kültür, sanat, inşaat, tekstil vs. üretime dayalı tüm alanlar “sınai” uğraşların içine girer. Nitekim bugün bile İbn Haldun’un “sınai” kavramı “sanat/sanayi” olarak kullanılmakta ve her tür üretim ve yaratıcılık kasdedilmektedir.
İbn Haldun, hadarî rekabeti ve ilerlemeyi işte bu sınaî yaratıcılığın gelişmesine bağlamaktadır. “Sanatlar ancak taliplerinin fazla oluşuyla iyileşir ve ilerler.” sözünün bugün için anlamı gayet açıktır: “Üretim, istihdamı ve ihracatı doğurur.” Bunu hangi ülke en iyi yaparsa kalkınmış ve ilerlemiş olan da odur. Her alandaki sınaî üretim iş kollarının çoğalmasına sebep olur, işsizlik ortadan kalkar. İyi ve kaliteli mallar üretince insanlar sizden alışveriş yaparlar. Giderek dünyanın başka yerlerine ürettiğiniz malları satar, ihraç edersiniz. Böylece ülke kalkınır, mamur hale gelir. “Harab olmaya yüz tutan şehirlerde sanatlar noksanlaşır.” sözünün anlamı da ortadadır: “Eğer bir ülkede istikrar olmazsa sınaî yaratıcılık (üretim) durur.”
***
İbn Haldun “umran” kuramını inşa ederken iç içe geçmiş tam on bir mukaddime yazmıştır. Bu mukaddimelerde ele aldığı konular esas itibariyle şunlardır;
Genel Mukaddime; Tarihin doğuşu
1. Mukaddime; Toplumun doğuşu
2. Mukaddime; Ümranın doğuşu
3. Mukaddime; Irkların doğuşu
4/5. Mukaddime; Ahlakın doğuşu
6. Mukaddime; Dinin doğuşu
7. Mukaddime; Medeniyetin (Bedevilik/Hadarilik) doğuşu
8. Mukaddime; Devletin (Mülk ve Asabiyet) doğuşu
9. Mukaddime; Şehirlerin doğuşu
10. Mukaddime; İktisadın (Ekonomi) doğuşu
11. Mukaddime; Bilimin (İlimler) doğuşu …
Öyle görünüyor ki İbn Haldun’un giriştiği iş bir tarih felsefesi/sosyoloji olmak durumundadır. Nitekim kendisi, değil İslam aleminin dünyanın ilk sosyoloğu kabul edilmiştir. Zira Aristo’dan beri tarih ve toplumsal ilimler “bilim” olarak görülmüyordu. İlk defa İbn Haldun, Aristo’ya katılmayarak, “Doğanın nasıl yasaları varsa tarihin ve toplumsal olayların da bir yasası olmalı” diyerek, tamamen kendi orijinal “icadı” olarak ümran ilmini kurmuştur.
Bu açıdan bakıldığında İbn Haldun modern sosyoloji akımları içinde toplumsal olarak da bir “yasa” bulmaya çalışan Comte, Durkheim ve Marx’a benzer. Bulduğu yasa veya yasalar yer yer bunlarınkiyle örtüşür. Öte yandan sosyal olaylarda tıpkı doğadaki gibi genel-geçer yasaların olamayacağını söyleyen Weber, Poper vb.den ayrılır. Yine, tarihsel olayların kendi zamanlarının ürünü olduğunu, bütün bir tarihsel zamanlar için geçerli yasalar olamayacağını söyleyen Diltheyci tarihselcilik ve toplumsal olaylardan öte doğada bile böyle yasalar olduğunu iddia edip her şeyi o tekçi yasayla (veya yasalarla) açıklamaya girişmenin ve toplumda veya doğada değişmeyen hakikatler aramanın mutlakçılık, tekçilik, dogmatizm, totallik vs. olduğunu söyleyen Fayarabend, Derrida, Deleuze, Lyotard vb. tarzı post-modernlik İbni Haldun’a yabancıdır.
İbn Halduncu söylem daha çok post-modern değil modern söylemle örtüşür. Yakından bakıldığında Comte’nin “metafizik, teolojik, pozitif dönem, üç hal kanunu” kavramları, Marx’ın “alt yapı, üst yapı, sınıf çatışması, emek” vb. kavramlarıyla İbn Haldun’un “mülk, asabiyet, bedevilik, hadarilik, ümran” kavramları aynı mantığın yani toplumsal/tarihsel alanda bir takım “yasaların” bulunduğu, bunların tecrübeyle aranıp bulunabileceği mantığının ürünüdür.
Öte yandan “ümranın kanunlarını bulma” noktasında bir Rönesans aydını gibi düşünen İbn Haldun Rönesansın sonucu olan “modernitenin insan ahlakı üzerindeki etkileri” konusunda ise post-modern söyleme yaklaşır. İbn Haldun bir anlamda şöyle demektedir; “Bedevilikten hadariliğe geçiş şu kanunlara göre olur. Ama hadariliğin insan ahlakını bozduğu, kötü sonuçlar doğurduğu da bir gerçektir. Bu açıdan eleştirilmedir…”
Bu noktada İbni Haldun “hadariliğin ahlaki bozulmaya yol açtığı” düşüncesiyle 15. yüzyıl sonrası yükselen moderniteye (İbni Haldun jargonuyla yeni bir hadarileşme) ilk ciddi eleştirileri yönelten J.J. Rousseau’ya benzer. Rousseau, “Bilim ve icatların gelişmesiyle insanlar sadelikten ve doğallıktan uzaklaşmış, kendine yabancılaşmıştır. Ahlak ve erdem yerine bilgiçlik önem kazanmıştır. İnsanlar duygusuz kuru akılcı bir yaratık haline gelmiştir…” diyordu.
İbn Haldun hadariliğin, Rousseau da modernitenin sonuçları konusunda hemfikirdir. Ancak her ikisi de bunu bütün kötü sonuçlarıyla beraber bir olgu olarak kabul eder. Bu durumdan kurtulmanın yolu tekrar eski doğal hale dönmektir. Ancak şehirli toplumların tekrar köylüleşmesi de mümkün değildir. Yani medeniyetin tersine çevrilmesi de imkansızdır. Bunun için yapılması gereken şey her ikisine göre de “şehirde doğallığı korumak”tır.
Bunu İbn Haldun “Kanunlar zora, baskıya ve korkuya dayanırsa, bu, halkın tesirli metanetini kırar, mukavemet kabiliyetini yok eder. Zulme uğramış (şehir) insanına tembellik ve bezginlik çöker…” şeklinde açıklar. Rousseau ise “Devletin görevi insanların doğallığını korumak ve gelişmelerini sağlamaktır. Bu da ancak toplum ile devlet arasında gerçekleştirilecek bir sözleşmeyle mümkün olur…” der.
Görülüyor ki her iki düşünür de “şehirde özgürlük”ten yanadır. Böylece insanların ilk doğal hali korunmuş olacak, kendine güvenen, cesur, yaratıcı bireyler toplumsal gelişmenin dinamiği olmaya devam edeceklerdir. Yine İbn Haldun’un “Şehirdeki baskıcı kanunların insanları körelttiği, bezginleştirdiği, yaratıcılığı öldürdüğü, şehirli hadarinin kaypak, kurnaz, ürkek hale geldiği” görüşü Çinli filozof Lautse’nin “Baskıcı ülkelerin insanları riyakar olur” sözüyle de örtüşür..
Keza İbni Haldun’un birinci mukaddimede anlattığı “Mülkün (devlet, hükümdar) ortaya çıkışı tabiî/fıtridir.” görüşü, Huig de Groot’un “doğal devlet” görüşüyle, “İnsanlar şehirdeki iş bölümü, yabani hayvanlardan ve hemcinslerinin tecavüzlerinden korumak için kudretli bir el (hükümdar, devlet) ihtiyacı içine girerler” görüşü, Locke’nin “Devletin görevi savunma ve çıkar çatışmasını düzenleme (adalet, hukuk) tur” görüşüyle, “İklimin (coğrafyanın) insan karakteri üzerinde etkileri vardır” görüşüyle Montesque’nun “Kanunlar milletlerin manevi yapılarına göre olmalıdır, her milletin yaşadığı coğrafyanın etkisiyle oluşan manevi bir tabiatı vardır” görüşüyle, “Değer o malı meydana getirmek (tahsil) için harcanan emeğin değerine denk ve eşittir” sözü Marx’ın “metanın kullanım değeri” dediği şeyle tıpa tıp aynıdır.
***
Doğrusu Mukaddime’yi okudukça bu eseri yazan kişinin hangi çağda yaşadığı konusunda insan oldukça şaşırıyor. Evet, bu satırların yazarı 1406 yılında vefat etmiştir! Tam altıyüz sene önce söylenmiş sözlerdir bunlar…
İslam dünyasında hadisinden kelamına, tasavvufundan tefsirine; Gazzalî, Eş’arî, Sufî, Selefî, Şiî, Sunnî yüzlerce, binlerce ekol oluşmasına rağmen neden İbn Halduncu bir ekol oluşmamıştır?
Meta, mal, emek, altın, gümüş, sermaye, infak, kenz vb. onlarca kavram doğrudan Kur’an’da geçmesine rağmen neden fıkhın muamelat kısmını aşamayarak Kur’an’a dayalı bir ekonomi-politik bu topraklarda yeşerememiştir?
İbn Haldun altıyüz sene önce (14. yüzyıl) bunu başlatmıştı, neden devam etmedi, edemedi?
İbn Haldun’un fikirleri neden batı toprağında boy attı da, İslam toprağında yeşeremedi?
Düşünün…

R.İHSAN ELİAÇIK


Aykırı Bir Analiz

Savcıların generalleri tutukladığı şu günlerde; ulusalcılar kıyamet ya da panik, liberaller ve politik İslamcılar zafer havası içindeyken; ayrıntılar arasında boğulmak istemeyen ve oyunun genel gidişi ve ağırlık noktası hakkında daha kuşbakışı bir kavrayışa ulaşmak isteyen bir satranç oyuncusu gibi, olaylara geriye çekilerek uzaktan bakmakta yarar var.
Böyle zamanlarda, genel sosyolojik ve tarihsel eğilimler üzerinde durarak, olayların, aktörlerin ve çatışan güçlerin onlara yüklediği anlamlarıyla değerlendirmenin girdabına kapılmadan, nesnel anlamlarını açığa çıkarmak ve genel gelişme eğilimini belirlemek daha büyük önem taşıyor.
Genel ve tarihsel eğilimlere baktığınızda ise, şu an çok önemli olan veya öyle gibi görünen güçlerin ve eğilimlerin aslında çok da önemli olmadığı veya göründüğü gibi olmadığı ortaya çıkar.
Bunu fizikten şöyle bir benzetmeyle açıklamak mümkün olabilir. Bir tek hücreli yaratık hatta küçük bir böcek için, yer çekiminin hiçbir önemi yoktur. Ama küçük boyutlar ve bu boyutlardaki canlılar için, örneğin sıvılardaki yüzey geriliminin, yani atomları birbirine çeken güçlerin önemi çok daha büyük ve hayatidir. Bu nedenle, bakteriler veya küçük böcekler için, çekim gücünü algılamayla ortaya çıkmış, yukarı ve aşağı gibi kavramlar bir şey ifade etmez. Ama örneğin bir fare veya bir fil için suyun yüzey gerilimi artık hesaba bile katılamayacak derecede hiçbir anlamı olmayan bir kuvvet haline gelir. Yerçekimi dolayısıyla yukarı ve aşağı gibi kavramlar o canlı için hayati bir önem kazanır.
Benzeri durum genel ve sosyolojik eğilimlerle günlük politika arasındaki ilişkide de söz konusudur. Tarihsel veya temporal boyutlarda kısa ve uzun dönemlerde; topluluklarda küçük ve büyük boyutlarda benzer ilişkiler görülebilir.
Bu kısa girişten sonra, iki aykırı tespitle başlayalım.
Birincisi, bütün bu gelişmeleri her iki taraf da İslamcı Burjuvazinin veya Politik İslam’ın ve onların politik ifadesi olan AKP’nin, “Askeri Vesayet Rejimi”ne karşı bir başarısı (veya bakış açısına göre, İslamcıların Laiklere karşı bir darbesi) olarak görme ve gösterme eğiliminde.
Ulusalcılar ve Laikler; Liberaller ve Politik İslamcılar, birbirine zıt gibi görünen bu iki taraf (ki neredeyse tüm egemen basın ve entelektüel hayat demektir bu gün) aynı değerlendirmede anlaşmaktadırlar.
Bu bakış, olayların ardındaki derin değişmeleri ve güçleri görmemek, o güçlerin yansılarına göre gelişmeleri değerlendirmek olur. Her iki taraf da bu aynı yanlışı yapmaktadır.
Bütün bu gelişmeler, Burjuvazinin marifeti değildir, her şeyden önce İşçi Sınıfı ve Kürt Özgürlük Hareketinin var oluşu ve mücadelesi sayesinde mümkün olabilmiştir. Bunu biraz açalım.
İşçi sınıfı deyince herkesin aklına Sendikalar, Sosyalist Partiler, Grevler geliyor. Bu işçi sınıfının sendikalist ve ekonomist algılanışıdır.
İşçi sınıfı modern bir sınıftır, genel eğilimlerini bir şekle toplumsal hayatın içinde yansıtır ve yansıtacak kanalları yaratır. Bu kanallar çoğu kez hemen görülemeyebilir ve anlaşılamayabilir.
Tipik bir örnek verelim, başörtüsü. Altmışlarda ve yetmişlerde işçi sınıfı, uzun saç, İspanyol paça ve geniş yakalı gömlekler ve bunun muadili kadın kıyafetleriyle var olan sistem karşısında eğilimlerini dile getiriyor, kültürel dönüşümler yapıyor ve siyasete ağırlığını CHP ve diğer sosyalist parti ve gruplar aracılığıyla koyuyordu.
Seksenlerden sonra ise, aynı işçi sınıfı başını örterek, Askeri bürokratik oligarşinin bayrağına ve kadınların sarıya boyanmış saçlarına karşı, başörtüsünü bayrak yaparak ve aynı zamanda bu bayrak aracılığıyla kadını sokağa toplumsal hayata katmanın başka yollarını bularak; giderek CHP ve diğer sosyalist gruplardan uzaklaşarak eğilimlerini dile getirmeye başladı.
İşçi sınıfının bu eksen kayması aynı zamanda Saadet ve Refah’ın aşılıp, ortaya kitlesel AK Parti’nin ortaya çıkışına da denk gelmektedir. Sendikalist ve ekonomist bir bakış açısı İşçi Sınıfını bu gelişmelerde göremez. Ama daha derine inen bir sosyolojik bakış açısı bunu görebilir.
İşçi sınıfı, en büyük silahı olan oylarıyla AKP’yi destekleyerek, Ordunun her tehdidi ve darbe teşebbüsüne oylarıyla daha güçlü ve sert cevap vererek, fiilen ordunun siyasi gücünü ve hareket alanını daraltarak, bu günkü gelişmelerin yolunu döşedi. İşçi sınıfının bu desteği ve oyları olmasaydı, burjuvazi bu günkü adımları atabilecek ne gücü ne de cesareti bulabilirdi.
Son gelişmelerde dünyadaki politik konjoktürünün uygunluğu ve uluslar arası desteğin de önemi üzerine geniş yorumlar yapanların bu çok temel gücün esas rolünü görmemeleri anlamlıdır.
İkinci büyük güç ise, politik bir güç olan, Kürt Özgürlük Hareketidir. Kürt özgürlük hareketi, liderini bile esir olarak kaptırmasına rağmen var olmaya devam etmeseydi. Var olmakla kalmayıp, politik mücadelede yeni alanları zapt etmeseydi. Ve nihayet bütün bunların yanı sıra Türk Ordusuna ağır askeri yenilgiler tattırmasaydı, bu günkü gelişmelerin esamesi okunamazdı. Burjuvazi, İşçi sınıfının ve Kürt Özgürlük hareketinin pişirdiği yemeği yemektedir şimdi ve kendisi yediğine göre kendisinin pişirdiğini iddia etmektedir.
Aslında Kürt Özgürlük Hareketi de bir ölçüde İşçi Sınıf ve Hareketi olarak görülebilir. DTP veya bu hareketin bir derneğine giden esas kitlenin aşiret bağlarından kopmuş, şehre gelmiş modern ücretli insanların, İşçi Sınıfının en alt katmanlarının bu hareketin omurgasını oluşturduğunu görür. Sadece biraz daha ruhça köylü ama aynı zamanda daha alttaki bir işçi sınıfına dayanmaktadır bu hareket de.
Bütün zıt görünüşüne rağmen kadınların durumu da iki harekette benzemektedir. Şehirlerde veya politik İslam içinde, kadının evden çıkıp sosyal hayata katılmasının aracı olan başörtüsünün Kürdistan’daki karşılığı, kadın gerillaların elindeki Klaşinkovlar ve cinsel ilişki yasaklarıdır.
Kürt hareketinde ve politik İslam’da temel modern sınıfların durumları da farklıdır. Politik İslam’da bayrak burjuvazidedir; politik hareketin başını burjuvazi çeker. İşçiler oyları ve bayraklarıyla, kültürel kotlarıyla onlara destek verirler adaletsizlikleri gidermeleri ve daha geniş bir özgürlükler alanı sağlamaları için.
Kürt Özgürlük hareketinde ise, her ne kadar yeterince şehirli bir ruh egemen olmasa da, öncülük bir şekilde işçilerdedir, Kürt burjuvazisi bağımsız bir parti olarak çıkamamakta, hareketin içinde hem destek hem köstek olmaktadır. Aslında AKP’ye oy veren geniş işçi kitleler ile Kürt Özgürlük hareketinin çekirdeği; Kürt Özgürlük hareketine hem destek hem de köstek olan burjuvazi ve AKP’nin yönetimi birbirine daha yakındır. Bu çakışmayı engelleyen ise, sınıfsal çıkarlar değil, kültürel ve tarihsel araka planlardır.
Olaylara böyle baktığımızda, Türkiye’deki değişimlerin motorunun İşçi Sınıfı olduğu, bu sınıfın, Politik İslam ve Kürt Özgürlük hareketi gibi politik biçimler altında kendi genel ve tarihsel eğilimlerini yansıttığı görülür. Bunu burjuva sosyologları da bir şekilde ifade ediyorlar ve Türkiye’nin artık bir köylü değil, şehirli ve sanayi toplumu olduğundan söz ediyorlar. İşçi sınıfsız şehirli ve sanayileşmiş olunamayacağına göre, bu İşçi sınıfının rolünün utangaçça kabulünden başka bir anlama gelmez.
Bu iki tespitten sonra bir üçüncü tespit daha yapalım.
Askeri Bürokratik Oligarşi, “İdeoloji” veya bir “Rejim” veya bir “Politika” değildir.
Türkiye’deki sosyalistlerin çoğu, Askeri Bürokratik Oligarşiyi, bir “İdeoloji” olarak tanımlama eğilimindedir ve Kemalizm’le yapılacak bir ideolojik mücadelenin onunla en iyi mücadele aracı olduğunu sanmaktadırlar. Fikret Başkaya’dan, İsmail Beşikçi’ye kadar geniş bir yelpaze vardır böyle. Bunların dillerinden düşürmediği kavram “Kemalist İdeoloji”dir.
Bir de Askeri Bürokratik Oligarşi’yi bir takım idari ve hukuki düzenlemelerle ortadan kaldırılabilecek bir Politika veya Rejim olarak tanımlayan genellikle Liberal diyebileceğimiz, geniş bir kesim bulunmaktadır.
Ne var ki ne ideolojik mücadele, ne de politik ve hukuki düzenlemeler askeri bürokratik oligarşinin toplumsal temeline dokunamazlar. Bu gücün çok sağlam ve derinlere giden bir toplumsal temeli bulunmaktadır. Bu toplumsal temel, ekonomi dışı cebir aracılığıyla, artı ürünün bir bölümüne el koyulmasıdır. Yani özünde kapitalizm öncesi bir soygun ve sömürü ilişkisi üzerinde var olur bu tabaka.
Türkiye’de bir zamanlar toprak ilişkilerinde feodalizm (Kapitalizm öncesi) aranırdı. Tam da modernleşmeleri yürüten “Devlet sınıflarının” bu modern öncesi sömürüye dayanan tabaka olduğu kavranamazdı.
Askeri ve Bürokratik bu devlet cihazı var oldukça, bu toplumsal güç var olmaya devam eder. Bu gücü ancak radikal ve devrimci bir demokratik program tasfiye edebilir. Yani bu pahalı, baskıcı, bürokratik, keyfi cihaz tasfiye olmadan bu gücün ortadan kaldırılması mümkün olmaz. Dolayısıyla bu son gelişmelerin bu gücün temellerine hiçbir şekilde dokunmayacağı bellidir.
Ayrıca Askeri Bürokratik Oligarşinin kendi içinde, çok uzun zamandan beri, bugünkü politika ve yapıya karşı bir yenileme ihtiyacını dile getiren, “aynı kalmak için değişmemiz gerekiyor” diyen güçlü bir reformcu kanat bulunmaktadır. Ve bu iç mücadele kimi politikacıların, subayların ve gazetecilerin öldürülmesi gibi çok sert biçimlerde de yıllardır sürmektedir. Eğer böyle bir kanatın desteği ve varlığı olmasa bu günkü gelişmelerin hiç birisi olmayabilirdi.
İşçilerin ve Kürt Hareketinin darbeleri bu kanadın konumunu güçlendirmiştir. Bu sayede en gizli toplantı ve planlar gazete sayfalarına geçmiştir.
Bu durumda, şu sonucu kolaylıkla çıkarabiliriz. Bütün bu tevkifatlar, davalar, askeri bürokratik oligarşinin gücünün budanması gibi görünen ve bu şekilde liberallerce alkışlanan gelişmeler nesnel olarak Askeri Bürokratik Oligarşi’nin kendini daha modern bir ideoloji ve politikayla donatması, politika ve ideolojiye egemen fosillerin tasfiyesi ve etkinliğinin kırılması, ama aynı zamanda yeniden gücünü kazanmak için stratejik bir ricat; ileriye fırlamak için gerilemesi olarak da görülebilir.
Şöyle tersinden bir benzetme belki durumu kavramayı kolaylaştırabilir.
28 Şubat, Politik İslam’ın ideolojik ve politik olarak kesin bir tasfiyesi gibi görülüyordu. Ama onun sosyal temellerine dokunmadığı ve dokunamayacağı için, aslında İslamcı Burjuvazi’ye fosilleşmiş eski ideoloji ve politikadan kurtulma ve daha geniş bir cephe oluşturma gereğini gösterdi ve olanağını sundu.
AKP, tam da 28 Şubat’ın ürünü olan bu gelişmeler ve değişimler sayesinde, laik burjuvazi ve işçi sınıfının desteğini alarak ezici bir seçim zaferiyle iktidarı aldı. Güç yerinde duruyordu ve gücünü politik alana yansıtabilmesi için uygun ideolojik ve politik biçimlerin ortaya çıkıp gelişmesinin yolunu açmıştı bu budama.
Şimdi de, AKP, bu borcunu ödüyor sayılabilir askeri bürokratik oligarşiye. Şimdi aynı şekilde, bizzat kendisi demokrat olmadığı için, Askeri bürokratik oligarşinin temellerine dokunmadığından ve dokunamayacağından, bu budama fiilen Askeri Bürokratik Oligarşi’nin fosilleşmiş ideoloji ve politikalardan kurtulmasının yolunu açacaktır. 28 Şubat’ın İslamcı Hareket’e yaptığı gençlik aşısını, Ergenekon tevkifatlarıyla AK Parti hükümeti Askeri Bürokratik Oligarşiye yapmaktadır.
Aslında, bu anlamda bakıldığında, AKP, Askeri bürokratik oligarşi içinde reformcu denebilecek; “aynı kalabilmek için değişmeliyiz” diyen kanat için kestaneleri ateşten çıkarmaktadır da denebilir.
Ama askeri bürokratik oligarşi, gerçek politik iktidarı, aldığı artı ürünü vermemek için bu tazelenmiş ideoloji ve politikalarla (ve muhtemelen buna uygun yeni öndelikler ve kadrolarla) mücadelesine devam edecektir.
*
Yarın öbür gün, Askeri bürokratik oligarşi, 27 Mayıs döneminde olduğu gibi, demokratik özlemlerin bayrağını ele geçirip, AKP’nin Barzani ve Talabani ile ittifakı karşısında Kürt Özgürlü Hareketi ile ittifak yapıp, İslamcı Burjuvazi karşısında Laik burjuvaziyi de yanına alıp kendini yenilemiş bir güç olarak ortaya çıkabilir ve çıkacaktır da muhtemelen.
O zaman, Kürt Özgürlük Hareketi, kendisini bir yol ağzında bulacaktır. (1) Bu olanaktan yararlanıp, üzerindeki tecridi kırarak gerçekten köklü demokratik dönüşümlerin başını çekebilen bir güç haline dönüşebilir. (2) Ama kendini yenilemiş Kürt-Türk Askeri Bürokratik oligarşisinin kadrolarına da dönüşebilir. Tabii böyle bir dönüşüm, Kürt Özgürlük Hareketi içindeki çok güçlü demokratik eğilimlerin kanlı bir tasfiyesiyle atbaşı gider.
Kendini yenilemiş bir askeri bürokratik oligarşi ve onun ipleri elinde tuttuğu asma yaprağı bir parlamentarizm mi, yani Şarklılığın modern biçimi mi, yoksa askeri bürokratik oligarşinin toplumsal temellerini yok eden bir demokratik devrim mi, yani Batının Orta Doğu’ya yayılması mı?
Hangi yolun üstün geleceğinde her şeyden önce Kürt Özgürlük hareketi içinde şimdiden oluşacak birikimler, hazırlıklar ve uyanıklıklar belirleyici olacaktır.
Bunun için işçi hareketinin tarihsel deneylerini incelemenin büyük önemi vardır.
Sovyetlerin, ondan önceki ve sonraki bütün devrimlerin bürokratlaşmalarının ve devrimler içindeki karşı devrimlerin tarihi bunun dersleriyle doludur.
Demir Küçükaydın
24 Şubat 2010 Çarşamba

Açılımdan Tasfiyeye: AKP’nin Kürt Oyunu! -1

Türkiye siyasetine 2009 yılında ‘açılım’ kavramı damgasını vurdu. Toplumda bir umudun oluşmasına da yol açan ‘açılım’ı AKP Hükümeti bir çözüm planı olarak sundu. Kürt tarafının demokratik bir çözüm amacıyla geliştirdiği eylemsizlik kararı, yol haritası ve barış gruplarının gönderilmesi gibi adımlara AKP Hükümeti’nin cevabı ise devletin tüm kurumlarıyla yıl boyunca Kürtler üzerinde bir terör havası estirmek, aralıksız süren askeri operasyonlar, DTP’nin kapatılması ve aralarında belediye başkanlarının da bulunduğu bini aşkın Kürt siyasetçinin tutuklanması oldu.




Türkiye Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Türkiye’de kamuoyunu umutlandıran ama muhalefeti kaygılandıran ‘iyi şeyler olacak’ sözlerinden sonra Türkiye’de ‘açılım’ furyası başladı. Kürt açılımı, Alevi açılımı, Ermeni açılımı, başörtüsü açılımı, Kuran kursu açılımı derken her taraftan ve her yerden paketler açıklandı. AKP eline aldığı ‘açılım’ pankartıyla meydanlarda dolaştıkça CHP ve bu konuda en muhafazakar olan MHP de paketler açıkladılar. ‘Açılım’ herkesin diline pelesenk oldu ama herkes bir diğerinin ‘açılım’ına muhalefet etmekten de geri durmadı. Hatta muhalefetin dozajı o kadar yükseldi ki, AKP’ye göre CHP ve MHP ‘bölücü’, CHP ve MHP’ye göre de AKP ‘bölücü’ oldu. Bölücülük yaftası kime yapışacağı belli olmayan bir şekilde havada savruldu. 


Kürt tarafı hep önaçıcı oldu


Kürt sorununu Türkiye ve dünya gündemine koyan, tartışan-tartıştıran esas güç PKK, uzun süre bu sürece fazla müdahil olmadı. Kürt sorununun Türkiye tarihinde ilk defa bu şekilde tartışılıyor olması bile umutlanmaya yol açtı. KCK yöneticileri AKP hükümetinin, başı olan ama rotası ve hedefi gösterilmeyen açılımına karşı kendi kaygılarını dillendirmekten de geri durmadılar. Buna rağmen Kürt sorunun siyasal ve barışçıl yollarla çözüleceğine dair umutlanmak isteyen KCK, Kürt sorununun çatışmasız bir ortamda sağlıklı tartışılması için, 13 Nisan 2009 tarihinde tek taraflı eylemsizlik kararı aldı. Bu kararın üzerinden daha yirmi dört saat geçmemişti ki, devlet DTP’ye yönelik operasyon başlattı. Buna rağmen KCK 1 Haziran ve 15 Temmuz tarihlerinde eylemsizlik kararını uzattığını açıkladı. 
PKK lideri Abdullah Öcalan da avukatları aracılığıyla sürece katkı sunmak için bir yol haritası hazırladığını bildirdi. Fakat devlet bu yol haritasının kamuoyuna ulaşmasını engelledi. KCK ise iki sefer uzattığı tek taraflı eylemsizlik kararını en son 1 Eylül 2009 tarihine kadar uzatabileceğini açıkladı. Resmi olarak KCK eylemsizlik sürecini bitirdiğine dair herhangi bir açıklama yapmadı. Ancak KCK yetkililerinin açıklamalarında AKP’nin “açılım” tartışmaları altında Kürt Özgürlük Hareketini tasfiye planları olduğuna sürekli vurgular yapıldı. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan da avukat görüşmelerinde AKP’nin “Kürt oyunlarına” dikkat çekerek hedeflenenin bir tasfiye hatta Kürtlere karşı bir darbe olduğunu söylüyordu.



Türk tarafı güven vermiyor


Peki geçen bu süreçte neler olmuş ve ipler neden gerilmişti? Kürt cephesinde tansiyonu artıran bu gelişmelere, sınır ötesi operasyon tezkeresinin 5 Ekim günü meclisten geçirilmesi tuz biber oldu. Ortam iyice gerilmeye, ipler kopma noktasına gelmeye başladı. Öcalan yeniden devreye girdi. Siyasal sürecin yeniden tıkanma noktasına doğru gittiği uyarısında bulunan Öcalan, sürecin önünü açmak için KCK’den Türkiye’ye Barış Grubu gönderilmesini istedi. KCK’de bu çağrıya 19 Ekim günü 34 kişilik grupla cevap verdi. Grup tahminlerin ötesinde bir ilgiyle karşılandı. 
Milyonlarca insan bir anda sokaklara döküldü. Görkemli karşılama törenleri karşısında birçok yorumcu ‘sürecin kontrolü PKK’ye geçti’ şeklinde yorumlar yapmaya başlayınca AKP hükümeti panikledi. Geçmişte ima yoluyla yansıttığı PKK ile Kürt sorununu birbirinden ayıran ve PKK’yi terörize eden yaklaşımını açıkça dilendirdi. PKK’ye siyasal, sosyal, ekonomik, kültürel ve askeri alanların hepsinde savaş ilan etti. Hemen ardından Kürtlere karşı ırkçı, şoven dalga başladı. Türkiye’nin birçok ilinde, birbirinden bağımsızmış gibi görünen, linç girişimleri gelişti. Hemen ardından DTP kapatıldı ve aralarında DTP Eş Başkanı Ahmet Türk ile milletvekili Aysel Tuğluk’un da bulunduğu toplam 37 üyesine 5 yıl siyaset yasağı getirildi. DTP’nin kapatılma şoku daha atlatılmamıştı ki, DTP’ye beşinci, BDP’ye birinci operasyon başlatıldı. Aralarında 7 belediye başkanının da bulunduğu iki yüzü aşkın kişi tutuklandı ve tutuklanmaya devam ediliyor. 


Açılım adıyla tasfiye girişimi



Birçok ayrıntısı bulunsa da son bir yıldaki AKP açılımının kısa bir panaroması bu şekilde çizilebilir. CHP ve MHP’nin ‘bölücü’ tezahüratları ile başlayan AKP açılımı, gelinen aşamada PKK karşıtlığı temelinde ortaklaşmaya dönüştü. Kürt sorunu ile PKK birbirinden ayrı olgularmış gibi yansıtılmaya, PKK terörize edilip imha edilmesi gereken güç olarak lanse edilmeye başlandı. KCK ise AKP açılımındaki oyunları gördü. AKP’nin bu oyunla kamuoyunu yanıltma temelinde başlatıldığını, samimi olmadıklarını birçok kez açıkladı ve bu oyunu oynayanları uyardı. Suçlamalar karşılıklı olsa da sonuçta açılım denilen süreç açılmadan tıkandı ve çözüm tartışması artık bütünlüklü bir devlet projesi olarak PKK’yi tasfiye planlarına dönüştürüldü. Peki bu süreç hangi hatalardan ve neden tıkandı? Bu basit sorudan yola çıkarak başladığımız bu araştırma derinleştikçe bir sorun olarak kabul edilmesi dahi yıllar alan Kürt sorununun ne kadar karmaşık olduğunu yeniden çarpıcı bir şekilde fark ediliyor.


Sorunun adını doğru koymak

Kürt sorununun çözümüne ilişkin 2009 yılında devlet adına AKP hükümeti, Kürtler adına da PKK lideri Abdullah Öcalan iki ayrı rapor hazırladılar. Buna rağmen çözüm gelişeceğine dair umutlar kırıldı, toplumsal gerilim yeniden Türkiye’yi sardı. Peki yol haritalarında ne vardı? 
Türkiye’de de Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün deyimiyle “İster terör, ister Güneydoğu, ister Kürt meselesi deyin” diye tarif edilen ve inkarı artık imkansız hale gelen bir sorun var. İçinde doğru ve yanlış veya acı ve tatlı olayları olan bir olgu veya eski Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in deyimiyle: Kürt realitesi… 
Uzun bir geçmişi olan Türk-Kürt ilişkilerinde yaşanan bazı yanlışlar, Kürt realitesinin bütününü yanlış tanımlamaya yetmediği gibi, birkaç doğruysa sorunun giderilmesine yetmedi. 
O zaman sorunun, olgunun veya realitenin bütününü görmek önemli. Olguyu kısmen daraltıp 2009 yılı sonlarında yaşanan bazı olaylar ile başlayıp geçmişe gel-git yaparak, Cumhurbaşkanı Gül’ün Kürt sorunu için ‘Türkiye’nin en önemli meselesidir ve mutlaka halledilmelidir’ uyarısına rağmen Kürt sorununun bir türlü çözüm yoluna girmemesinin nedenlerini bulmak gerekmektedir. 



‘Kürt açılımı’



Türkiye açısından ‘Açılımlar yılı’ olarak anılacak olan 2009 yılına damgasını vuran en önemli ‘açılım’ AKP’nin Kürt açılımıydı. Daha 2009 yılının ilk gününde Arı Stüdyoları’nda yapılan törenle Türkiye’de 24 saat Kürtçe yayın yapan ilk televizyon kanalı TRT 6’nın açılması ve aynı törende YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan’ın iki üniversitede Kürt Dili ve Edebiyatı Bölümü’nün açılması için çalışma yürüttüklerini açıklaması kamuoyunda ‘Türkiye’de ne oluyor?’ sorusunu uyandırdı. Merak ve ilgili bir bekleyişlerin arsında Başbakan R. Tayyip Erdoğan hükümetin yaptıklarını ‘Kürt açılımı’ olarak isimlendirdi. Bu konuda başka adımların da atılacağının sinyallerini verdi. 
Kamuoyunu umutlandıran en önemli açıklamalar Abdullah Gül’den geldi. Gül, Tahran ziyareti için 10 Mart günü yola çıkarken, Kürt sorunuyla ilgili yakında çok iyi şeylerin olacağını belirtti. 8 Mayıs günüyse “İster terör, ister Güneydoğu, ister Kürt meselesi deyin, bu Türkiye’nin en önemli meselesidir ve mutlaka halledilmelidir’ dedi. Gül, bu konuda herkesi üzerine düşeni yapmaya çağırdı. 
Cumhurbaşkanı’nın çağrısına ilk cevap Kürtlerden geldi. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan, çözüme katkı sunmak için Ağustos’un sonuna kadar bir yol haritası hazırlayacağını açıkladı. Bu doğrultuda herkesin görüş ve önerilerini istedi. Hazırlayacağı yol haritası için de KCK yetkililerinden zaman isteyen Öcalan, 13 Nisan-1 Haziran tarihleri arası ilan edilen tek taraflı eylemsizlik kararını, yürütülen DTP operasyonlarına rağmen, 1 Eylül’e kadar uzatılmasını talep etti. 
Temmuz ayı başlarında da AKP hükümeti harekete geçti. 

Hükümetin izleyeceği yol haritasını hazırlaması için İçişleri Bakanı Beşir Atalay görevlendirildi. Görüş ve önerileri almak için Atalay çok kısa sürede çok sayıda parti ve sivil toplum kuruluşu ile görüştü. Yol haritası hazırlıklarının diplomasi ayağını ise Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’yla birlikte yürüttü. 
Tartışmalar bu şekilde sürerken Öcalan hazırladığı ‘Barış İçin Yol Haritası’nı tutuklu bulunduğu İmralı Cezaevi Müdürlüğünü 20 Ağustos günü teslim etti. Fakat savcılık eliyle devlet Öcalan’ın yol haritasına el koydu. 



Öcalan’ın Yol Haritası



Hükümet ile muhalefet arasında restleşmeler sürerken, Öcalan devletin el koyduğu yol haritasının ana başlıklarını avukatları aracılığıyla kamuoyuna duyurdu. 
Öcalan, Kürt sorununun çözüm yoluna girmesi ve barışın gelişmesi için gereken temel adımları ‘çift taraflı bir ateşkes’in sağlanması, Kürtlerin ve farklı etnisitilerin haklarını da kapsayacak şekilde bir ‘sivil anayasa’nın düzenlenmesi ve geçmişte yaşanan savaş suçlarını aydınlatacak bir ‘hakikatleri araştırma komisyonu’nun kurulması şeklinde sıralıyordu.


Öcalan, Kürt sorununun çözümüne ilişkin temel taleplerini ‘Demokratik cumhuriyet, demokratik ulus, demokratik vatan’ diye üç başlık altında topluyor. Bunların açılımlarını ise şöyle yapıyor; “Demokratik cumhuriyetle kastım, devletin demokratikleştirilmesidir. Demokratik vatan, ortak vatan toprağıdır, sınırlarla uğraşmıyoruz ama demokratik bir biçimde ifade edilmeli. Demokratik ulus kavramı, ulusun demokratikleşmesi, burada söylemek istediğim aslında çoklu ulustur. Sadece Kürtler, Türkler değil, farklı etnisiteler, azınlıklar var. Tümünü kapsayan çoklu kültür, çoklu kimlik, çoklu ulus, bunların bileşimine demokratik ulus diyebiliriz. İspanya’da bu var. Biliyorsunuz orada tek bir İspanyol ulusu yok, ortak bir vatan var, İspanya var ama herkesi İspanyollaştıran, herkese tek tip ulus, tek tip dil dayatan bir anlayış, devlet yok. İngiltere’de buna benzer bir anlayış var. Tek devlet, tek ulus anlayışı “Kara Delik” gibidir. Her şeyi yutar, kendine benzeştirip tek tipleştirmeye çalışırken yok eder.” Bu üç ana başlığın alt başlıklarında yerel yönetimlerin güçlendirilmesi, anadilde eğitim ve yayın hakkının tanınması, siyasal örgütlenme hakkının tanınması, Kürtlerin kurucu öğe olarak anayasada tanımlanması, üst kimlik olarak Türkiyeliliğin üst kimlik olarak tanımlanması gibi bazı öneriler buluyor. 
Öcalan’ın “KCK, kesinlikle devlet içi bir çözüm değildir” değerlendirmesi ve ‘Demokratik Özerklik’ tanımı ayrılık veya farklı bir devlet talebi olarak yorumladı. Bundan dolayı ‘ortak vatan’ kavramı üzerinde çokça duran Öcalan, bu kavramları “KCK, özgürlük temelinde toplumun demokratik örgütlenmesidir. Ne devlet ne de federalizm temelindeki bir örgütlenmedir. Toplumun kendi kendini devlet dışı bir şekilde örgütlemesidir. Toplumun kendi kendini demokratik yönetimidir. Demokratik özerklik dediğimiz de budur” şeklinde tanımlıyor. 


Mevcut siyasal sınırlar ile bir sorunlarının olmadığının altını özellikle çizen Öcalan, “Bizim çözümümüz, mevcut siyasal sınırlara dokunmadan, sınırları sorun yapmayan demokratik bir çözüm öneriyor. Demokratik Konfederalizm dediğimiz sistem bunu amaçlıyor” diyor. Türkiye’yi bölme iddialarını ise şöyle cevaplandırıyor; “Bizim tek devlet, tek millet, tek bayrakla bir sorunumuz yok. Bizim devletin üniter yapısıyla da bir sorunumuz yok. İstedikleri kadar tek tek tek kalabilirler.”
Kürt sorununun çözümü için üç aşamanın gerektiğini belirten Öcalan, bu aşamaları şöyle sıraladı: “Birinci aşama, devlet Kürtlerin tüm haklarını güvence altına alacak. Bu konuda bana güvence verecek. Beni ikna edecek. Biz de, bölücü olmadığımızı devlete ispatlayacağız. 

Ayrılıkçı, bölücü olmadığımızı beyan edeceğiz. 
İki, şiddeti yöntem olarak esas almadığımızı ilan edeceğiz. Şiddet yöntemini devreden çıkaracağız. Bu aşamada çatışmasızlık ortamı oluşturulur. Çatışma-şiddet yaşanmayacak. Devlet de demokratik çözümü kabul edecek, Kürtlerin saydığım beş boyutunu dikkate alacak. Kürtlerin kendi kendini yönetmesine imkân tanıyacak. Ancak bunların olabilmesi için benim önümün de açılması lazım. Bütün bunları çok uzun tartışmak gerekiyor. Ben daha önce, 90 gün askeri boyutunu, 45 gün emniyet boyutunu müzakere etmem lazım derken bunları kastediyorum. Bu o kadar kolay değil. Benim PKK’nin Kongreleri’ne katılmam, Kongrelerini yapmam lazım, yüzlerce kişiyle her gün toplantı yapmam lazım. Çünkü başarabilmek için onları ikna etmem lazım, herkesi ikna etmem lazım. Bu olursa ikinci aşama olarak sınır dışına çekilme gerçekleşecek. 
Üçüncü aşama olarak da devlet verdiği güvenceyi hukuki mevzuata yansıtacak, bunun anayasasını, kanunlarını, yönetmeliklerini yapacak. Mevcut mevzuatta değişiklik yapacak. Devlet bunu yaptığı oranda da geri dönüşler olacak.”
Öcalan’ın ikinci aşamada dile getirdiği, devletin Kürtlere ilişkin dikkate alması gereken beş boyut ise şunlar; “Beş ilke şartından birincisi, sosyal ve ekonomik şartlar bir ilke şartı olarak kabul edilir. Bu ilke çerçevesinde Kürtlerin öncelikle kendi aralarındaki ekonomik-sosyal ilişkileri sağlanır ve bunu devletler düzeyinde de yaparlar. 
İkincisi, kültürel şart. Kürtlerin kültürleri adına ne varsa bunları güvenceye alır. Kültür özgürlüğü sağlanır. 
Üçüncüsü, birlik şartı. Kürtlerin kendi aralarındaki birliği ve ilişkiyi ifade eder. Tüm Kürtler birbirleriyle ilişki kurar, birlikte hareket ederler. 
Dördüncü ilke, demokratiklik ilkesi. Kürtlerin diğer halklarla bir arada yaşamasını ifade eder. Bunu daha önce demokratik Konfederalizm olarak da ifade etmiştim. 
Beşincisi, halkın meşru savunma ilkesidir. Her halkın bir meşru savunma gücü vardır. Bu, o halkın varlığı için gereklidir.”



Devletin kırmızı çizgileri


Kürt tarafının çözümü içeren görüş ve önerilerine karşı İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın hazırladığı hükümetin yol haritası ise10-13 Kasım tarihleri arasında TBMM’de görüşüldü. ‘Demokratik Açılım’ ismiyle Meclis gündemine getirilen AKP açılımında göze çarpan ilk husus ‘kırmızı çizgilerdi.’ Bunlar, anayasanın ilk üç maddesine ve devletin üniter yapısına aykırı hiçbir adımın atılmayacağı ile başlıyordu. Ayrıca genel af, anadilde eğitim, Kürt alfabesindeki ‘w’, ‘x’ ve ‘q’ harflerinin mevcut alfabeye dahil edilmemesi gibi bazı maddeler ile devam ediyordu. 
AKP’nin açılım adına atmayı planladığı ve Meclisteki tartışmalarda dillendirdiği adımlar ise şöyle: 


- Cezaevlerinde Kürtçeye izin 
 

- Silahlı eyleme karışmayan Kürt kökenli kişiler İçişleri Bakanlığı’nın önerisiyle Türk vatandaşlığını yeniden kazanabilecek.


- Mahmur kampının boşaltılması için Kuzey Irak’taki Kürt yönetimiyle işbirliği yapılması. Kandil’in boşaltılması için de Türk Ceza Kanunu’nun etkin pişmanlığı düzenleyen 221. Maddesinde değişiklik yapılarak, geri dönüşlerin kolaylaştırılması.
 

- Tüm cezaevlerine AB standartlarının getirilmesi. 
 

- Taş atan çocuklara hapis değil, rehabilitasyon uygulanması 
 

- Özel Televizyonlarda da 24 saat Kürtçe yayına izin verilmesi 
 

- Yerleşim yerlerine Kürtçe isme izin verilmesi 

- Yerel yönetimlerin güçlendirilmesi 

- AİHM’in yeniden yargılama kararı verdiği, Öcalan’ın da aralarında bulunduğu, 208 dosya için yeniden yargılanma imkanı verilmesi. 
 

- TCK’nin ifade özgürlüğünü düzenleyen 216. Maddesi’nin değiştirilerek ifade özgürlüğünün genişletilmesi. 


- Kürtçenin de, tıpkı İngilizce, Fransızca gibi “seçmeli ders” olmasının önünün açılması.
 

- Üniversitelerde Kürtçe enstitüler ya da Kürt Dili ve edebiyatı bölümünün kurulmasının önünün açılması.
* Siyasetçilere, anadilde propaganda hakkı verilmesi.
 

- Tarih kitaplarında Kürtleri yok sayan ifadelerin değiştirilmesi. 



AKP Kürt kelimesini bile kullanmaktan çekiniyor


Hükümetin açıkladığı yol haritasına AKP içinden yapılan ‘güven artırıcı önlemler’ tanımlaması manidardı. Uluslararası sözleşmelerde her insana tanınması gereken üç kuşak haklarının açılım adı altında AKP tarafından bahşediliyor gösterilmesine Kürtler sert tepki gösterdi. ‘Kürt açılımı’ diye anılan önergenin meclis gündeminde tartışılması esnasına ise, AKP’lilerin hiçbirinin konuşmalarında Kürt kelimesini hiç telaffuz etmemeleri de kabul edilemez bulundu. DTP ise bu duruma ‘açılım bitti’ şeklinde refleks verdi. KCK Yürütme Konsey Başkanı Murat Karayılan da tepkilerini şöyle yansıttı; “Kürt halkının iradesini tanıyayım, haklarını vereyim, bu temelde sorunu çözeyim gibi bir mantık yoktur. Çünkü zihniyette bir değişiklik yoktur. Devlet Kürtleri uzun vadede asimile etme politikasından vazgeçmemiştir.” 


Kürtler üzerinde terör dalgası

Meclis görüşmelerinden hemen sonra ipler yeniden gerilmeye başladı. Kürtler üzerinde yeni bir “terör dalgası” başlatıldı. İmralı’da Öcalan üzerinde giderek ağırlaştırılan şartlara tepkisini Tokat’ta askeri bir eylemle ortaya koyan HPG’nin eylemi tartışmalara yeni bir boyut kazandırdı. Çözüm yerine Tokat olayı ırkçı/faşist güçler tarafından o kadar işlendi ki, İzmir, Çanakkale, Muğla, Hatay, İstanbul, Ankara, Edirne, Manisa derken neredeyse milliyetçi, ırkçı dalga Türkiye’yi teslim alacak noktaya geldi. Olgu olaya kurban edilmek istenirken, ‘suçlu’ arandı. Olgunun bütününü tanımlamada ve çözmede ‘Suçlu kim?’ sorusu tali bir soruyken, ‘çözüm sürecinin işlememesinin nedenleri’ esas soru olmaktadır. 

SÜRECEK


‘AKP oyun çabasında’

“Bugüne kadar Türkiye’yi yöneten bütün hükümetler Kürtleri, yani PKK ve önderliğini düşman olarak gösterip, toplumu Kürt düşmanlığına sürükledi. Bu şekilde Kürt sorunu bir ‘terör’ sorunu olarak ön planda tutuldu. Bugün AKP de aynı oyunları oynama çabasında.”

 İlgili Başlıklar


Ortadoğu uzmanı Prof. Dr. Udo Steinbach, Kürtlerin düne kadar varlıklarının inkar edildiğini ancak günümüzde Kürt kimliğinin tartışıldığını belirtiyor. Steinbach, bu durumu, “inkar ve imhanın belinin kırılması” olarak niteliyor. Prof. Dr. Udo Steinbach, Alman devletine ait en önemli düşünce kuruluşu olan Leibniz Küresel ve Bölgesel Araştırmaları Enstitüsü’ne (GIGA) bağlı Alman Şark Enstitüsü’nün direktörlüğünü 30 yıl boyunca yaptı. Bu süre içinde genelde Ortadoğu, özelde de Türkiye ile ilgili çok sayıda kitap kaleme almış olan Steinbach, kısa bir süre öncesine kadar, PKK’nin Güney Kürdistan’dan ‘Türkiye’nin güvenliğini ve istikrarını’ tehdit ettiği gerekçesiyle, Türk devletinin sınırötesi operasyon yapmasını meşru görmüştü ve bunu ‘öz savunma hakkı’ olarak nitelemişti.

Steinbach şimdi ise Kürtlerin AKP’nin oyunlarına karşı uyanık olması gerektiğini vurgularken, Türkiye’de yaşanan gelişmelerin Kürtlerin mücadelesinin sonucu olduğunu söyledi. Prof. Dr. Steinbach ile Kürt sorununda gelinen aşamayı, sorunun siyasi yansımalarını ve AKP hükümetinin yaklaşımını konuştuk.

Bir Ortadoğu uzmanı olarak Kürt sorununu nasıl tanımlarsınız?
Her şeyden önce hepimizin bildiği gibi Kürt sorunu bir halkın kimlik ve özgürlük sorunudur. Ve bu sorunun 21. yüzyılda çözüleceğine, Kürt halkının özgürlük mücadelesinin kısa sürede büyük başarılar elde edeceğine sonsuz inancım var. Kürt halkının mücadelesiyle bu aşamaya gelen Kürt sorununun artık tartışılıyor olması beni çok sevindiriyor. Kürt sorunu tarihte olduğu gibi, bugün de hem Ortadoğu’nun, hem de bölge ülkelerinin kanayan sorunudur. Daha çok Türkiye ağırlıklı bir sorundur. Aynı zamanda Türk toplumunun, Türkiye’de yaşayan azınlık halkların ve inançların sorunudur.

Günümüzde Kürt sorununun Türkiye sınırlarında ulaşmış olduğu düzey konusunda beni mutlu eden yanlar var. Türkiye politikası ve toplum, artık Kürt sorununun varlığını tartışmaktan, bugün sorunun çözümünü tartışan bir noktaya geldi. Ki, toplumun bir kısmı artık sorunun demokratik ve siyasi yollarla çözülmesini istiyor. Bu halkın yıllarca yasak olan dili, kültürü ve siyasi talepleri bugün Türkiye ve dünya medyasında yer alıyor ve sokakta rastladığımız sivil bir insan bile Kürt halkının mücadelesinin az çok bilincinde. Yani düne kadar varlığı inkar edilen Kürdün kimliği bugün tartışılıyor, özellikle de Türkiye’de. Ancak Kürtler açısından onyıllar süren savaştan sonra varılan nokta o kadar da olumlu değil tabii.

‘Kürtler sorunun varlığını devlete kabul ettirdi’
Konuya iki cepheden yaklaşmak gerekiyor. Birinicisi; Türk egemen cephesinden. İkincisi; demokratik Kürt özgürlük mücadelesi cephesinden. Burada söyleyeceklerimin Kürtler tarafından yanlış anlaşılmamasını umuyorum. Bugün devlet inisiyatifinde de olsa TRT6 adında devlet kanalında Kürtçe yayın yapılmakta, hükümet yasak olan DTP’yi muhatap almış ve Kürtlerin bazı kültürel haklarına ilişkin çeşitli tartışmalar yürütülmekte. Bu verdiğim örnekleri 1990’lı yıllardaki tartışmalarla kıyaslamamız mümkün olmadığı gibi, aralarındaki farklılıkları da görmezlikten gelemeyiz.

Yani sonuçta Kürtler, Türk devletinin ve toplumunun kendileri üzerindeki imha politikalarını tasfiye etmiş ve devletin belini kırmıştır. Kürtlerin yıllardan beri verdiği özgürlük mücadelesi tabii ki demin verdiğim örnekler için değildi. Ama sonuçta Kürtler Türk toplumuna ve devletine kendi varlığını, Kürt sorununun varlığını kabul ettirmiştir. Ben bunu Kürtler açısından bir kültür devrimi, bir siyasi devrim olarak görüyorum. İşin pozitif yanı bu. İşin negatif yanı ise; nasıl oldu da devlet Kürdün dilinde yayın yapıyor ve olmayan Kürdün sorununu sözde demokratikleşme yönünde atılması gereken, daha doğrusu çözümlenmesi gereken büyük bir sorun olarak görüyor?

‘Düşmanlık politikasını AKP de yürütüyor’
Bugüne kadar Türkiye’yi yöneten bütün hükümetler Kürtleri, yani PKK ve önderliğini düşman olarak gösterip, toplumu Kürt düşmanlığına sürükledi. Bu şekilde Kürt sorunu bir terör sorunu olarak ön planda tutulmuş ve hükümetler kendi egemenliklerini korumaya çalışmıştır. Bugün AKP de aynı oyunları oynama çabasında. 2005 ve 2006 yıllarından bunun somut örneklerini verebilirim. Hepimizin bildiği gibi, AKP hükümeti, dini bir anlayış içinde ülkeyi yöneten bir hükümettir. AKP 2005 ve 2006 yıllarında “Ben kadın öğrencilerini başörtüleriyle nasıl üniversitelere sokabilirim” mantığıyla hareket etmiş, yine Kürtleri, yani PKK’yi ön planda tutarak, düşmanlık tablosunu gündeme taşımış ve orduya talimatlar vererek operasyonları başlatmıştır. Bugün ise yine bu kartı kullanıp, DTP’yi yasaklamış ve parti üyelerini tutuklayarak, parlamentodaki ulus milliyetçiliği içinde olan muhalefeti ve ordu içindeki kemalist, İslam karşıtı eğilimleri tasfiye etme girişiminde bulunmaktadır. Bu da Kürtler açısından işin olumsuz yanıdır.

AKP Kürt kartını sizce nasıl kullanmaya çalışıyor?
DTP’nin yasaklanması kararı, yasaklanan diğer Kürt partilerinde olduğu gibi siyasi bir içerik taşıyor. AKP hükümeti aynı zamanda orduya ve muhalefete karşı kendi stratejik menfaatleri doğrultusunda DTP ve PKK’yi Kürtlere düşmanlık kartı olarak kullanıyor. Dikkatinize çekerim; AKP hükümeti hem iç, dem de dış politikasına birden fazla farklı cepheden yaklaşıyor. Kürtlerin AKP’nin bu oyunlarına karşı tedbirli olmaları gerekir. Ayrıca şunu özellikle belirtmek istiyorum: BDP’ye geçen eski DTP milletvekillerinin bir özeleştiri vermeleri gerekir.

Hangi konuda özeleştiri vermeleri gerekir?
Demin söylediğim gibi; AKP’nin kendi hedefleri için orduya ve muhalefete karşı kullandığı Kürt kartını görmek gerekir. AKP Kürtlere sağ gösterip sol vuruyor. Yani kendi çıkarları doğrultusunda Kürt özgürlük mücadelesini bir düşman olarak gösterip gündeme taşıyor, ama aynı zamanda bir Kürt açılımı yapıyor ve tüm bunlarla hem İslam karşıtı kemalist orduyu ve milliyetçi güçleri, hem de demokratik bir şekilde seçilmiş DTP’yi tasfiye ediyor. Hal böyle olunca parlamentoya giren Kürt milletvekillerinin dikkatli davranması gerekiyor. Bu konuda eski DTP’lilerin yeni parti içinde bir özeleştiride bulunması gerekiyor.

‘Derin devlete inat demokratik mücadele verilmeli’
Yıllardan beri Türkiye’de derin devlet ve ordu tartışmaları var. Peki derin devletin ve derin ordunun bulunduğu bir ülkede halkın oyu ile parlamentoya giren meşru bir Kürt partisi nasıl bir politika üretmeli? Türkiye’de demokratik yollarla parlamentoya giren bir DTP, yani şu an BDP, derin devlete ve derin orduya karşı derin bir demokrati mücadelesi vermeli. Orduya ve hükümetin tasfiye politikalarına inat demokrasi anlayışıyla legal alanda çalışmalar geliştirilmeli. Bu aynı zamanda takip ettiğim kadarıyla Sayın Öcalan’ın da açıkladığı gibi radikal demokrasi tarzına uymaktadır. Kısacası; belirtmek istediğim şey, yeni Kürt partisinin ve milletvekillerinin stratejik çıkarları için legal bir alanda faaliyet yürütmelerinin gerekliliğidir.

Silahlı mücadelenin propagandasından uzak durulması bence daha mantıklı olur. Çünkü sonuçta AKP hükümeti Kürtleri kendi çıkarları doğrultusunda kemalist orduya ve ulus milliyetçiliğine karşı bir düşman konsepti içinde sunmakta ve tasfiye girişimleri içinde bulunmakta. O zaman Kürtlerin bu tasfiye planlarını altüst etmek için daha dikkatli davranarak, stratejik çıkarlarını ön planda tutarak legal faaliyetlerini sürdürmesi gerekir. Bu da BDP’nin görevidir. Yani BDP eşittir PKK izleniminin yaratılmaması gerekir. Madem ki hükümet, muhalefet ve ordu kendi egemenlikleri için seni düşman olarak gösterirken hem seni, hem birbirlerini tasfiye etmeye çalışıyor, o zaman sizin de kendi siyasi çıkarlarınızı ön planda tutarak hareket etmeniz gerekiyor. Yani hegemonyaya karşı hegemonya ideolojisi.

‘PKK sayesinde Türkiye geçmişiyle yüzleşiyor’

Sizce PKK’nin bu bahsettiğiniz hususlar karşısında nasıl bir tavır sergilemesi gerekiyor?
Takip ettiğim kadarıyla PKK hala aylar önce başlattığı ateşkes süreci içindedir. Bu sürecinin kesinlikle devam etmesi gerektiği görüşündeyim. PKK’nin içinde bulunduğu bu pozisyonun kendini tasfiye ettirmeme ve kaçınılmaz olan barışın dayatılması olarak görüyorum. Tabii ki tek taraflı bir ateşkesi yürütmek basite alınacak bir girişim olmadığı gibi, bedellerin de ödetildiği bir kahramanlıktır. 21. yüzyılda devrimler sadece savaşlarla kazanılmıyor. Bir ülkeye, bir topluma barış getirmek de bir devrimdir. Yine uzun vadeli ve kalıcı bir barışı göz önünde bulundurduğumuzda; PKK, ateşkesi ile yapılması ve örnek alınması gerekeni temsil ediyor.

PKK aynı zamanda Türkiye’ye geçmişiyle yüzleşmeye yönelik bir yön vermiştir. En basit ve en önemli konulardan biri de Ermenistan meselesidir. Bugün Kürtlerin verdiği mücadele sayesinde Türkiye Ermenistan meselesini de masaya yatırıyor. Az da olsa tarihi ile yüzleşmektedir. Yani Türkiye’de bu denli değişimlerin yaşanacağı kimsenin aklından geçmezdi. Türkiye’nin bu değişim sürecine girmesi Kürt sorunu sayesinde olmuştur. Bunu herkesin görmesi ve bilmesi gerekir. Bunlar basite alınacak şeyler değildir.

Kürt sorununun çözüleceğine inandığınızı söylediniz. Bu iyimserliğinizi açıklar mısınız?
21. yüzyılda Kürt sorunu baskı ile çözülecek bir sorun olmaktan çıktı. Geçenlerde bir öğrencim, 12 Kasım 2009’dan beri Kürtçe de yayımlanan Le Monde Diplomatique Kurdi gazetesine yazılar yazmamı istedi. Ben de yazdım ve yayın yönetmeni olan Faysal Dağlı’ya gönderdim. Bu yazıyı yazarken aklımdan neler geçti, biliyor musunuz? Le Monde Diplomatique gibi dünya çapında bilinen, klasik entelektüel bir gazetenin Kürtçe dilinde yayın yapması beni şaşırttı desem yalan olmaz. Burada hayret ettiğim şey neyd; 21. yüzyılda Kürt sorunu hala varlığını koruduğu bir dönemde Kürtlerin imza attığı başarıları! Kürtlerin bu denli başarılı olması, benim için Kürtlerin sorunlarının çözüleceği anlamına gelmektedir. Türk devleti veya Tahran hükümeti Kürtlerin bu başarılarını görmüyor mu sizce?

‘PKK’nin ateşkes kararları doğrudur’
Uzun lafın kısası; Kürt sorunu Türkiye devleti ve toplumu için çözülmesi gereken ‘kutsal’ bir sorundur. Hatta bütün bölge için acilen çözülmesi gereken bir sorundur. Bir kere Kürtler bölgedeki dördüncü büyük halk konumunda. Ve bu halk gün geçtikçe aydınlanan bir halktır. Bundan dolayı bu halkın sorunları baskı ile çözülemez. Bundan dolayı da PKK’nin aldığı ateşkes kararları en hassas süreçlerde alınan doğru kararlardır. Bunlar, Türkiye hükümetini tasfiye edecek ve adil bir barışa yönlendirecek kararlardır. Bunun yanısıra, sorunun ön plana çıkmasındaki bir diğer neden de, Türkiye’nin Suriye, İran, Lübnan gibi bölge ülkeleriyle ve Kafkaslarla yaptığı ticari anlaşmaların altında yatıyor. Hem Türkiye, hem de bölge devletleri Nabucco Boru Hattı Projesi gibi anlaşmalarla sorunun çözülmesi yönünde bir şeylerin olacağının sinyalini veriyor. Bu hat Kürt topraklarından geçecektir. Böylesi bir dış politikaya yönelen Türkiye’nin en başta iç huzuruna kavuşması gerekir. Bu da Türkiye’yi sorunu adil bir şekilde çözmeyne yönlendirecektir; ki, Obama da bunu istiyor. Bir de AB üyelik süreci var, Kopenhag Kriterleri var. Bunlar tabii ki sorunun çözülmesini sağlayacak esas faktörler değil. Asıl neden, Türkiye’nin artık bu şeytan çemberinden çıkması ve huzura kavuşmasıdır.

Tabii, burada komşu ülkelerindeki Kürtlerin durumu da gözönünde bulundurulmalı. Farz edelim Irak’taki kaos yarın yerini gerçek bir demokrasiye bıraktı, Amerikalılar geri çekildi ve ülke huzura kavuştu. O zaman oradaki Kürtlerin durumu ne olacak? Irak’ta sona erecek kaos ülkenin yeniden yapılanmasını sağlayacaktır. Yeniden yapılanan Irak’ta o zaman Kuzey Irak’ta, yani Güney Kürdistan’da Kürtlere ait yüksek derecede uluslararası kamuoyunda saygıyla karşılanan bağımsız bir Kürt kimliğinin verilmesi gerekecektir. Buna Türkiye, Suriye ve İran’daki Kürtler nasıl yaklaşır? Bunu süreç gösterecektir. Filistin’i gözönünde bulunduralım. Filistinliler Filistin’in hepsini sahiplenmek istemiyor.

Diyelim Türk hükümeti sorunun demokratik bir şekilde çözülmesi için ciddi adımlar atarak, BDP’yi doğrudan muhatap aldı ve savaşın son bulması için samimi girişimlerde bulundu. Sizce o zaman dağdaki PKK kadroları ve silahlı üyeleri ne olacak? Bunun yanında Türkiye cezaevlerindeki PKK’li tutsaklar ve İmralı’da bulunan Sayın Abdullah Öcalan’ın durumu ne olacak?
Eğer Kürtler, yani BDP, sivil toplum örgütlerini, insan hakları örgütlerini ve çeşitli Türk-Kürt demokratik halk tabakasındaki kitleleri arkasına alıp, AKP hükümetini, muhalefet ve orduyu legal demokratik mücadelesiyle etkisiz kılar ve hükümetin sorunun çözümü için demokratik adım atmasını sağlarsa, o zaman bu konular da zaman içinde gündeme gelecektir. Eğer zamanla böylesi gelişmeler yaşanırsa, o zaman hükümetin PKK kadrolarına, üyelerine ve cezaevindeki PKK’li tutuklulara geniş çaplı bir af çıkarması gerekecektir. PKK’nin üst düzey kadroları üçüncü bir ülkeye gönderilir gibi saçma tartışmaların gerçekte karşılığını bulacağını pek sanmıyorum. O zaman PKK’ye de FKÖ örneğinde olduğu gibi haklar verilecektir. Ancak tüm bunlar yaşandığı taktirde Sayın Öcalan da özgürlüğüne kavuşacaktır.

Prof. Dr. Udo Steinbach kimdir? 1943 Almanya doğumlu İslam bilimci ve Ortadoğu uzmanı Steinbach, 1971-1975 yılları arasında Alman hükümetine bağlı ‘Bilim ve Siyaset Vakfı’ adlı araştırma enstitüsünün Ortadoğu bölümünde sorumlu idi. 1975’de Deutsche Welle haber ajansında Türkiye servisini yönetti; ardından Alman Şark Enstitüsü’nün başına geçti. 2007’ye kadar bu görevi sürdürdü, ardından bir yıllığına Alman Küresel ve Bölgesel Araştırmalar Enstitüsü’nün Ortadoğu Bölümü’nü yönetti. 2008 yılında emekli olan Prof. Dr. Steinbach, mevcut durumda Marburg Üniversitesi Yakın ve Ortadoğu Araştırmaları Merkezi’nde öğretim görevlisi olarak çalışıyor. Steinbach’ın Türkiye ve Ortadoğu’daki siyasi durumlara ilişkin çok sayıda kitabı ve makalesi bulunmakta.

MUSTAFA İLHAN

AKP... Meslek partisidir

Epigrafi:
Osmanlıcı Hasan Cemalleri, Cengiz Çandarları… elimizin tersi ile iteceğimiz gün, bugündür. Yeminli Kürd düşmanı olduğunu bildiğimizden dolayı Bahçeliden mesela, Kürde fazla zarar gelmez. Dinlerken gıcık olduğumuz MHP, CHP liderleri normal Kürd düşmanları, normal Türk insanlarıdır.
Sözleri kulağa hoş gelen, iki düşmanı bir ip üzerinde oynatan cambazlar var ya!...
Yazılarıma mektuplarıyla sık sık tepki gösteren değerli bir okur arkadaş, ruhi içeriğini çok beğendiğim bir mektubunda Cengiz Çandar’ın “Güneydoğu’da zülüm ve hayal kırıklığı…” yazısından “iyi bir tespit” diye “İktidar partisinin bölge milletvekilleri Ankara’da bölgeyi değil, bölgede Ankara’yı ve partilerini temsil ediyorlar” sözlerini iktibas etmiş. Üzüldüm, neden biliyor musunuz? Arkadaşımız, AKP’yi ve bu güruha şakşakçılık yapanların ne mal olduğunu bilen birisi. Arkadaşın ruhu tertemiz, kalbi pirupak ama ne sırrı Xwedê ise, düşüncesi Türk siyaset kirliliğinin pençesinde can çekişiyor. Böyle kardeşlerimiz az değil, ne yazık ki.
Türk siyaset kirliliğinden medet ummayı kendine reva gören ruhu temiz kimi kardeşlerimizin düşünsel çaresizliğinden esinlenerek yazıyorum şuan.
Biraz sertim bugün, affınıza sığınacağım.
Ankara çöplüğünden beslenenlerin tamamı “bölgede (bölge ha?!)” Ankara’yı temsil etmiştir. Bu temsiliyet ve teslimiyet 500 yaşındadır. Cengiz Çandar, yeni bir söz söylememiş, söz oynatmıştır sadece. Bu söz oyununun hangi amaca hizmet ettiğinin anlamını taşıma yükünü ilerdeki cümlelere bırakıyorum.
Türk iktidarının “bölge”de temsilini sistemleştiren, 16. yy.da Osmanlı sarayının divan katibi İdris-i Bitlisi olmuştu. Dönemine göre iyi eğitim görmüştü ama eğitimini, eski Konstantinapol’ün en iyi uşağı ve ayakçısı olarak servet ve otorite kazanmak için kullandı. Milli onurdan, aşiret onurundan yoksundu ve orta yerde kocaman bir servete ve düşman saraylarında ‘otoriteye’ sahip olmayı başarabilmişti. Bireysel onurunun varlığını yokluğunu ise tartışmaya açacak kadar veriye sahip değiliz.
“Dönemin koşulları İdris-i’yi bu tür davranmaya zorlamıştı”; bu zatın savunulması, bu kadar sığ bir “bilimsel tez”e dayandırılıyor.
Velhasıl, Mevlana İdris, “ülkesini satma karşılığında” “aslan payını” kapıp gitti. Günümüzün İdris-i Bitlisi artıklarından AKP’li 75 “Kürd milletvekili”, Ankara uşaklığı yapmanın kazandırdıkları ile eşlerinin önünde övünürken, sofra artığı ile beslendiklerini…
Ve bu ağır cümlenin devamını getirmekte zorlanarak bir kahve molası veriyorum.
Bu arada gazeteci Ece Temelkuran hanımı dinleme fırsatım oluyor. Ne hoş bir tesadüf! Avrupa Parlamentosundaki Kürd konferansında konuşuyor, Roj TV canlı yayınlıyor. Dış cazibenin ve düşünsel güzelliğin hayretimiz bir uyumla buluşturulduğu bir hanım efendidir Ece Temelkuran.
Kahve molasından önce kapanan düşüncemin gözlerini açıyor.
Ece hanımın, ‘Çözüm, Kürdlerle Türklerin yeniden tanışmasından geçer’ sözleri kafama dank ediyor. Hanım efendinin samimiyetinden kuşkum yok. Onlarca yazısını okudum. Ancak ben, güzellik ölçütü olarak gördüğüm bu insanın aksine, “çözümün, Kürdlerle Türklerin kapılarını şart diye birbirlerinin yüzüne kapamasından” geçtiğine inanıyorum.
Türkün ve Kürdün kurtuluşunun, Ece hanımın söylediklerini tersten anlamakla mümkün olduğuna bir daha kanaat getiriyorum.
Kapatacak ve ayrışacağız. Bugün bizim yapmamız gereken bu. Çözüm, yeniden tanışmakta değil, kapıları kapatmaktadır.
Bizler galiba iyi tanışıyoruz, değerli Ece hanım!
Sultan II Beyazıt’ın, Sultan Selimin, Kanuni’nin göksümüzün başına saplanan kılıcının ve İdris-i Bitlisi’nin sırtımıza gömülen hançerinin bedenimizde birbirine dokunduğu noktadan başlar bizim tanışıklığımız. Atatürk’ün cumhuriyeti döneminde bir daha Ağrı’da, Dersim’de, Koçgiri’de tanıştık. Son zamanlar Şemdinli’de, İzmir’de yeniden tanışma fırsatımız oldu. “Kürd açılımı” ile birlikte zindanlara doldurulan çocuklarımıza erken tanışma imkanı sağlandı. Daha nereye kadar tanışacağız?
Bize yeni İdris-i Bitlisiler yaratılması önerisinde bulunmayın, lütfen. Bizde olan İdris-i Bitlisi’leri biz, insan başına değil, kilolarla, tonlarla hesaplarız.
Şimdi Sizi rahat bırakıp, tonlarla hesapladıklarımızı savunanların yakasından yapışacağız.
Şakir Epözdemir, “1514 Amasya Antlaşması. Kürd-Osmanlı İttifakı ve Mevlana İdris-i Bitlisi” kitabında İ.Bitlisi faaliyetlerini kitap yazma sorumluğunun hakkını vererek, tarihi verilere dayanarak anlatmaya çalışmışsa da, kaynağını bilmediğim bir nedenle bu zatı övme yolunu seçmiştir. Sayın Epözdemir gibi düşünen kardeşlerimizin bilmesi gereken bir şey var; bu halk, Osmanlı torunlarından çektikçe, İdris-i Bitlisi’yi “aslında iyi birisi” olarak özgürlükçü düşüncelere yamamak mümkün olmayacaktır.
Tarihi kaynaklar İdris-i Bitlisi portresini şöyle çizer:
Kaynak bir:
“Sultan II Beyazıt, Kürd aşiret reislerini Sefevi devletine karşı kışkırtmak için Mevlana İdris-i Bitlisi’yi uygun bir araç olarak kullanma yolunu seçti. Bu amaçla Mevlana İdris, sultan sarayına davet edilerek sözde devletin tarihini yazmak için “Vegenevis” (olayları yazan) olarak atandı. Aslında ise Kürdistan’a gönderildi ve kendisi burada Osmanlı hükümetinin çıkarları temelinde hummalı bir çalışmaya başladı”.

Kanyak iki:

“Osmanlı-İran hükümetleri arasında çelişkilerin hat safhaya ulaştığı bu dönemde Mevlana İdris-i Bitlisi, Osmanlı sarayının yararına Kürd emirleri arasında propaganda yürütüyor ve onları Şah İsmail hâkimiyetine karşı tahrik ediyordu”.

Kaynak üç:

“Şeref han Bitlisi, 1512–1520 yıllarında 1. Sultan Selim’in yağmacılık siyasetini ve Mevlana İdris Bitlisi’nin çabaları sonucunda Kürd emirliklerinin Osmanlı hâkimiyetine tabi edildiğini dile getirmiyor!”.

Kaynak dört:

“Osmanlı hükümeti, Mevlana İdris-i Bitlisi’yi Kürdistan’a gönderdi ve kendisine Kürd emirlerini sultana yakınlaştırma görevi verdi. Milliyetçe Kürd olan Mevlana İdris, kendi dönemine göre mükemmel eğitim almış ve vakti ile Akkoyunluların kâtipliğini yapmıştı. Kürd emirleri arasında büyük nüfusa sahipti. Onun bu özelliği, sultan yararına yürüttüğü propagandada etkili oldu”.

Kaynak beş:

“Şerefname”deki bilgiye göre, söz konusu dönemde 20’den fazla Kürd emiri, Mevlana İdris-i’nin aracılığı ile 1. Sultan Selim Han’a mektup göndererek ona bağlılıklarını belirttiler. Dahası, sultan hükümeti, bazı Kürd emirlerine para ve görev vaadinde bulunarak onları kendi yanına çekti”.

Kaynak altı:

“Mevlana İdris, şunu da ekledi ki: ‘Kürd aşiretleri birbirine itaat etmemektedir. Bu nedenle sultanın kendi adamlarından birini onların üzeride beylerbeyi olarak ataması iyi olur’. Sultan bu öneriyi kabul etti ve Muhammed ağa Çavuşbaşı’yı Diyarbakır beylerbeyi ve Kürdistan ordusunun başkomutanı tayin etti”.

Kaynak yedi:

“Diyarbakır, Erzincan ve Maraş eyaletleri gasp edildikten sonra 1. Sultan Selim, Mevlana İdris aracılığı ile Diyarbakır savaşına katılan Kürd emirliklerine değerli bahşişler ve fahri devlet ödülleri gönderdi. Sultan, resmi fermanında Diyarbakır’ın ele geçirilmesini, Kürd halkının esaret altına alınmasını Mevlana İdris-i’nin iyi bir hizmeti olarak değerlendirmişti”.

Kaynak sekiz:

“Mevlana İdris, kendi vatanı Kürdistan’ın Osmanlı hakimiyetine bağımlı hale gelmesi yolunda o kadar sadakat göstermişti ki, 1.Sultan Selim, mühürlenmiş beyaz kağıdı ona gönderip istediği biçimde kullanmasına izin vermişti”.

Kaynak dokuz:

“Mevlana İdris’in yardımı ile Kürdistan, Osmanlı hükümetine bağımlı hale geldi”.

Kaynak on:

“Kürdistan’ı işgal etmek için yürütülen 1514 ve 1515 yıllarındaki Osmanlı-İran savaşı, Osmanlıların zaferi ile sonuçlandı. 1.Sultan Selim, bundan dolayı Mevlana İdris aracılığı ile Kürd emirlerine 500 armağan ve 17 bayrak gönderdi. Mevlana İdris’in kendisini ise Fransa’da hazırlanmış altın kılıflı kılıç ve 12 bin altın doge (bir doge 35 gramdır, 12 bin doge, neredeyse yarım ton altın eder) değerinde olan hediyelerle ödüllendirdi”.

Kimileri, Kürdistan o tarihlerde Osmanlıya peşkeş çekilmeseydi, İran’ın eline geçecekti diyebilir. Bizse hiçbir şey demiyoruz. Tarih, söylediğini söylemiş.

Ancak bugün, güncel konularda apaçık ve dobra dobra konuşacağım. Gına geldi çünkü…

İdris-i Bitlisi’nin varisleri olan AKP Kürdleri, saltık Kürd zümresini oluşturuyor. Osmanlının alıp-satma kültürü bugün AKP’de tecelli ettiği, bu parti satma-alma mantığı üzerinde kurulduğu için AKP’ye bulaşan Kürd, satıp aldığı gibi, satılıp alınmaya da açık konumdadır.

Bu AKP’li 75 zatın tarifini Cengiz Çandar yapmış, bir de biz yapalım mı?
Siyasi oynaşlığın artıklarıdır onlar. İki üç bakan da var içlerinde. Onlar ise süper siyasi oynaşlığın artıklarıdır. Hakaret mi oldu? Asla. Keşke onlar için hakaret sayılabilecek kelimeleri bulabilseydim. Ne var ki, hakire hakaret bulaşmaz; kir, kirle kirlenmez.
Sıkça dile getirilen ‘AKP, çeşitli siyasal kesimleri temsil ediyor’ sözleri doğrudur. Bu sözlerin satır altını şöyle okuyacağız; AKP, siyasal görüşleri, milliyeti, dini farklı fakat mesleği aynı olanların partisidir. AKP, siyasi bir parti olmaktan öte, bir meslek partisidir!

Şimdi ise mektup yazma lütfünde bulunan kardeşimin demokrat bulduğu Cengiz Çandar’ın yazısında elli cümleyle ifade etmek istediği mantığı, yüke dayanıklı mert bir cümleye yüklemeye çalışacağım. Arkadaşım alınacak mı, sevinecek mi, bilemem.
C. Çandar, Erdoğan’a diyor ki, ‘senin 75 adet vazelininin süresi geçmiş, kalitesi düşmüştür… Bu nedenle Doğulu halkımız acı çekiyor’.
“Türk demokratları”, “bölge” temsilinin Ankara’da yeterince yapılmadığının bilinmesini istiyor. Ankara’nın “bölge”de, “bölge”nin Ankara’da temsil edilmemesinin Kürdleri ne kadar mutlu edeceği de bir bilinse…
Ankara, meslek kentidir. İnsanlık, 10 bin yıldır bu meslekle baş edemedi, biz mi baş edeceğiz? Bu arada Kürdistan’ı Ankara’da temsil etmeye çalışan 20 onurlu vekilimizin de bu kentle çok fazla içli dışlı olmamasını tavsiye ederiz; havası bulaşıcıdır.
Yapılması gereken; ‘senin Ankara’nı da, 75’ni de, 775’ni de’ deyip, Ankara’ya çıkmayan patikalarla yola devam etmektir.
Aslında, Apocu, gayri Apocu gibi ahmakça bir ayrışmanın gölgesinde yürüyor olsak da, yurtsever kesimlerin tamamının kutsal Kürdistan yolcuları olduğuna inanıyorum. Bayağı bir mesafe de kat edildi. Üç beş on yıllık kısa yaşamımız boyunca Kürdistan’a ulaşamasak dahi, yürümeyi sürdüreceğiz; yaşamanın anlamı bu değil midir? Bu, bir bayrak yarışı, yürüyüşüdür. Bu yürüyüşte önümüzde birileri olmuştur, peşimizden de birileri geliyor. Yolun çoğu gidilmiş, azı kalmıştır. Peşimizden gelenlerin adım sesleri ortalığı yarmakla kalmayıp önümüzdekilerin ruhlarını bile tırmıklıyor. Arkamızdan öyle bir dalga geliyor ki... Çığ gibi. Bize düşen adımlarımızı biraz daha hızlandırmaktır, yoksa peşimizden gelenler, bizi bile silip süpürecektir.

Çandarmış, Bahçeliymiş… ‘Yılanın beyazına da, siyahına da lanet olsun’ diyerek yürüyeceğiz! Geçilmemiş yollar, yılansız, çayansız olur mu?

  
Hejarê Şamil
hejare_shamil@hotmail.com

Eşitlik ideali üzerine

Dünyada  halklar arasında ulusal haklar anlamında eşitsizliği ulusal mücadeleyle yok etmek mümkündür. Tarih bunun örnekleriyle doludur. Ancak ekonomik haklar ve insanların yaşam seviyeleri arasındaki eşitsizliği, sınıf, eğitim, sermaye, sistem temellerinde ele alırsak bunu yok etmek tarihte mümkün olmadı ve bunun öyle kolayca gelecekte de mümkün olamıyacağı gerçeği göz önünde duruyor. Kürtler, demokrat ve sol kesimler, ezilen ve baskı altındaki  halk ve sınıflar sık sık çoğumuzun yaptığı gibi eşitlikten bahsederler. Halklar arasında eşitlik, sınıflar arası eşitlik, cinsler arasında eşitlik, bölgeler arasında eşitlik, eğitim ve imkanlarda eşitlik, her kesin yasalarla eşit muamele görmesi v.s. Etrafımıza, bakıp insan ve dünyayı bir kaç saniye gözlemlediğimizde bu kavramın ne kadar da gerçek hayatla uyuşmadığını hepimiz görüyoruz. Bazıları lüks arabalara biner, pahalı villalarda oturur, en pahalı elbiseler giyer, en muhteşem yemekleri yer; diğerleri ise bu imkanlara sahip değildir. Eşitlik yoktur. Ekonomide gelir açısından eşitliğe bakalım. Eşitlik mümkün mü? Yalnız içinde bulunduğumuz dönemde değil, modern anlamıyla, sanayi devriminin Îngiltere`de hız almasıyla birlikte en az dört yüz yıldan beri bu konu demokrasi, özgürlük ve devrimlerle ilişkilendirilmiş ve filozoflar, sosyal bilimciler, ekonomistler v.s.  eşitlik  ve bunun nasıl sağlanabileceği üzerine kafa yormuşlar, tartışmışlar, yazmışlardır. Sonuç klasik anlamda iki zıt görüşün kabul görmesi olmuştur. Bir, özel mülkiyetin kaldırılması ile eşitlik sağlanır.. İki, serbest piyasa ve liberal poltikalarla gelişme sağlanır ve uzun vaeade insanlar arasındaki uçurum minime edilir. Bu gün dünyamızda özel mülkiyetin yok edilmesi dünya görüşü yeterliliğini, taraftar ve destekleyicilerini kaybetmiştir. Bu sosyalist devrimlerin başarısızlığının bir sonucu olarak tarihe geçmiştir, geçecektir. Geriye ikinci alternatif kalmıştır. Serbest piyasa ve liberalizmim serbestliliğiyle bir kesimin zenginleşmesi ve bunun sonucu olarak diğer kesimin bu imkana sahip olamaması nedeniyle gün geçtikce zengin ve fakir arasındaki uçurum, yani eşitsizlik gerçeği. Dünya, insanlık, tarih, deneyimler ve hatta bilgi ve bilim öyle çetrefil ve biçimsizliklerle dolu ki insan iyimser olamıyor. İnsani, humaniter ya da sol ilkelere ne kadar bağlı olursan ol, bu sorunu çözmek hiçte öyle bazen ileri sürüldügü gibi kolay değildir. Herhalde bu nedenledir ki ezilenler bu ilkeler için topyekûn bir harekete, başkaldırıya gitmemiştir, gitmiyor. Galiba bunun en önemli nedeni pazardır, yani üretim ve tüketimdir. Sosyalist ülkelerdeki özel mülkiyetin devletleştirilmesi deneyimi ve gerçeği, üretimin ve bunun sonucu tüketimin en alt düzeye düşmesine sebep olmuştur. Halbuki parti ve iktidardakiler dışında halkın tüm kesimleri ekonomik yönden eşitti. Yani her kes aşağı yukarı aynı maaşı alıyor, bu maaşa uygun bir şekilde tüketiyordu. Yani zengin yoktu. Ama her keste fakirdi. Çünkü ekonomi gelişmiyor, üretim yapılamıyor, ve düşük gelir nedeniyle insanlar tüketemiyordu. Bunun nedeni yalnız sistemi elinde tutanlar değil, alttakilerin haklı boş vermiş tavırlarıydı. Yani çalışanlar yeterli kadar ücret alamadıkları için ya da kendileri ürettiklerinde direk üretimden pay alamadıkları için yeteri kadar üretime ve sisteme sahip çıkmıyorlardı. Böyle bir sistemi ve üretim şeklini hâla yaşatmaya çalışan Kuzey Kore ve Küba örneğinde bu üretim ilişkilerini bugün bile görebiliyoruz. İyi bilinen Küba gerçeğinden bir kaç örnek vererek eşitlik sorununa açıklık getirmek istiyorum. Bu ülkede zengin diye bir sınıf yok. Bir kaç yüz kişilik bir elit var. Özel mülkiyet yok. Devlet her şeyin sahibi. Toprağın, fabrikanın, konutun, restorantın, dükkanın, domuzun,  ineğin, her şeyin sahibi devlet. Hatta beş tavuk sahibi bile olamazsın. Bir insan öldürsen beş-on sene sonra sebestsin, ama bir sığır çaldın mı en az yirmi sene yatarsın. Dünyada ücret yönünden insanların yüzde 99.9 `un eşit olduğu bir ülke. Ama dünyanın haklı olarak en tembel insanları ve yoksulları. Neden haklı, diyorum? Adam çalışmak istemiyor. Niye çalışıp yorulsun ki, ücret aynı, kazanamıyor. İşe, üretime devletindir diye, bana bir sey yok diye, boş veriyor. Boş vermekle kalmıyor, aksatıyor, engelliyor, yavaşlatıyor, çalıyor. Normal çalışanın ücreti ayda on-onbeş dolar. Profesor, doktorun aldığı maaş yirmi dolar. Bir generalin maaşı bile yüz doların altında. En yüksek maaşı devleti halktan koruyan polisler alıyor. Aylık maaş yüz dolara yakın. Eğitimde, sağlıkta eşitlik sağlanmış deniliyor. Yoklukta eşitlik neye yarar. Dünyanın en cahil öğretmenleri. Kitap, gazete yok ki adam gelişsin. Hastaneler berbat, ilaç yok ki hastalar tedavi edilsin. Böyle eşitlik neye yarar. Toparlarsak, tarihe ve bir çok ülkede devrimlerle denenen özel mülkiyetin olmadığı toplumlarda ve durumlarda halk az bir maaş dışında bir şeye sahip olamıyorsa o ülke üretemiyor, satamıyor, gelişmiyor. Yoksul ama diğeriyle eşit ücretle yaşamını sürdürmeye çalışıyor. Yaşam seviyesi düşük ve kalitesiz.   Üretim ancak özel mülkiyetle, piyasa ekonomisiyle gelişir. Ve ekonomi ancak bu sekilde büyür. Ve insanlar gelişen ekonomiden daha fazla pay alır. Az gelişmiş ülkelerde ekonomide eşitlik sağlansa da bu yoklukta bir eşitlik oluyor. Çok gelişmiş ülkelerde, güçlü ekonomilerde, özel mülkiyete rağmen, sınıflarlar arası uçuruma rağmen alt sınıflar arasında bir  ücret eşitliliğinin olması, düşünülmesi gereken bir konudur. En düşük aylık maaş iki bin dolar. İhtiyaçlarını karşılayabiliyor, hayat seyiyesi yüksek, arabası var, tatile gidiyor.   Kapitlist ekonomilerde bu eşitlik seviyesine reformlarla gelindi. Halkın hayatındaki bazı iyileştirmeler sermayeye yeni sermayeler kattı. Egemenlerin daha kolayca egemenliklerini devam ettirmelerin sağladı. Başta dediğim gibi, sol ilkeleri savunsak, özel mülkiyete karşı olsak bile, bu gerçekleri görmek gerekiyor. Eşitlik hedefini gelecekte insanlar nasıl elde edecek sorusu yerinde duruyor ve bu öyle kolay halledilebilecek bir konu da değildir. Evet,  özel mülkiyet olmasın, diyoruz; zenginliğe sınır getirilsin, diyoruz; sınıflar arası eşitsizlik kalmasın, diyoruz. İnsanlar eşit olsun diyoruz. Ama özel mülkiyetin, özel sermayenin olmadığı ülkelerde ekonomik gelişmenin olamayacağını ve halkın çoğunluğunun yoksul bir sekilde yaşayacağını da söylüyoruz. Bu bir çelişkidir. Ama dünyada, toplumlarda öyle çelişkili, halledilemez çok ilişki ve durumlar var ki… bu nedenle çozülmeleri imkansız gözüküyor. En ücra bir köy veya bir kasabada yaşayan yoksul insanla dünyanın en zengin ülkesinde ve semtinde yaşayan birileri arasında var olan eşitsizliği ortadan kaldırmak mümkün mü? Ve eşitlikle ilgili bir kaç soru daha: Özgürlükleri kullanmada eşitlik var mı, bu nasıl sağlanır? Sosyal hakları kullanmada eşitlik var mı, bu nasıl elde edilir? Hukuk ve yasalar eşit uygulanıyor mu? Adaletli bir gelir-gidere insanlar nasıl sahip olacak? Tüketimde eşitlik nasıl sağlanacak? Eğitim ve sağlıkta eşitlik var mı? Toplumlarda ayırımcılık ve ırkçılık nasıl sona erdirilecek? Sınıflar, halklar, bölgeler, ülkeler arası eşitsizlik nasıl ne zaman son bulacak? Bugün dünyada eşit haklardan dem vuran bunun için çalışan bir parti var mı? Eşitlik ilkelerine sadık bir iktidar var mı? Eşitlik ilkelerine kim uyuyor? Bu dünyada bunlara uymak mümkün mü? Cumalicotkar@live.se