26 Şubat 2010 Cuma

Zaman Kürtlerden yana

Türk devletinin, sayıca bu kadar büyük ve coğrafi anlamda homojen bir topluluğu askeri kontrol ve propaganda yoluyla ilelebet elde tutmaya yetecek maddi güce ve basirete sahip olduğu şüphelidir. 


- Nüfus artış hızı bakımından Kürtler, Türklere karşı bariz bir üstünlüğe sahiptir. Türkiye’nin, “üniter ve milli devlet” retoriğine ve askeri üstünlüğe dayanarak Fırat’ın doğusunda egemenliği elde tutabilmesi hayaldir.
- Kürtler arasında 1980’ler ile kıyaslanmayacak boyutta bir ulusal irade ve kararlılık görülüyor. PKK hareketi, kamuoyu nezdindeki tüm sorunlarına rağmen, Kürt ulusal iradesini güçlendirmek yönünde etkili olmuştur.
- Türk siyasi hayatındaki esas çıkmazın Kürt sorunu değil “Türk sorunu” olduğunu anlamak gerekiyor. “Türk Sorunu” çözülmediği müddetçe, Kürt sorununun kanlı ve korkunç bir sona doğru ilerlemesi kaçınılmaz görünüyor.
Kendine özgü uslubu ve sıradışı yazı ve makaleleriyle dikkat çeken Ermeni yazar Sevan Nişanyan, Türkiye’de asıl sorunun Türk sorunu olduğunu vurgulayarak, zamanın Kürtler’den yana olduğunu ve Fırat’ın doğusunda ne eski tarzda, ne de askeri olarak egemenlik sürdürmenin mümkün olmadığını vurguladı. Sevan Nişanyan, Kürt meselesi ve iflas eden Türk politikası ile ilgili sorularımızı yanıtladı.

Kürtlerin konumu ve durumunu değerlendirdiğinizde sizce çözüm nasıl şekillenmelidir?
Dünyada halen başka bir ulusun siyasi egemenliği altında yaşamaya devam eden en büyük homojen ulusal topluluk Türkiye Kürtleridir sanırım. Sovyetler Birliği ve Yugoslavya, egemenlikleri altındaki ulusal topluluklara hükmedemeyerek dağıldılar. Çin’de Uygurlar ve Tibetliler kendi ülkelerinde küçük bir azınlık durumundalar; hiçbir coğrafi alanda homojen bir çoğunluğa sahip değiller. Başka bir ilginç örnek olan Etiyopya’da egemen Amhari ulusunun üstünlüğü 1991 devriminden sonra sona erdi, gevşek bir federal yapı benimsendi. Sudan devleti, Arap olmayan bölgeler üzerindeki hakimiyetini kaybetti. Nüfusu 10 milyonu aşan başka örnek düşünemiyorum.

Dünyadaki başarılı görünen çokuluslu devletlerde iki ayrı model göze çarpıyor. İsviçre ve Hindistan’da devlet, bir ulusal toplulukla özdeşleşmiş değildir. İsviçre’de dört, Hindistan’da ise 18 kadar etnik topluluk, ayrı ayrı egemenliğe sahip birimler olarak yaklaşık eşit haklarla bir araya gelmiş ve ortak bir devlet kurmuşlardır. Bu devletler, egemenlikleri altındaki ulusal topluluklardan herhangi biri ile özel bir bağı olmayan birer siyasi üst yapıdır. Çekoslovakya’da bu model yürümedi. Belçika’da da, ayrı iki topluma dayanan devlet modelinin çözülmeye yüz tuttuğu görülüyor.

Bu modelin Türkiye için geçerli olmadığı muhakkaktır.
Diğer model, İngiliz egemenliği altında geniş haklara, özgürlüklere ve yerel idari yapılara sahip olan ve güçlü bir ulusal kimliği koruyan İskoçya ve Galler Ülkesi modelidir. Buna benzer bir model İspanya’nın Katalan ve Bask ülkelerinde büyük mücadelelerden sonra kurulabildi. Kanada’daki yapı teorik olarak İsviçre’ye benzer bir federasyon ise de pratikte daha çok İngiltere ve İspanya modeline yakındır.

Türkiye’de eğer Kürt sorununa barışçı bir çözüm bulunabilecekse, İngitere ve İspanya modelinden farklı bir seçenek mevcut veya mümkün görünmüyor. Sorunun artık çözümü dayattığını, çözümsüzlüğün artık kaldırılamaz bir durum olduğuna katılıyor musunuz? Zaman Kürtlerden yana. Türkiye’de mevcut yapının daha fazla sürdürülemeyeceği apaçık ortadadır. Öngörü sahibi siyasi yorumcular bu gerçeği daha 1960 ve 70’lerde algılamışlardı. Türk devletinin, sayıca bu kadar büyük ve coğrafi anlamda homojen bir topluluğu askeri kontrol ve propaganda yoluyla ilelebet elde tutmaya yetecek maddi güce ve basirete sahip olduğu şüphelidir. Kaldı ki Sovyetler örneği, öyle bir güç ve basiret olsa bile, günümüz dünyasında bunun ulusal toplulukları yönetmeye yetmediğini kanıtladı.

Zaman Kürtlerden yana işlemiştir. Türkiye’nin Doğu bölgesinde Cumhuriyet’ten önce varolan sosyal ve etnik denge Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana Kürtler lehine radikal bir şekilde değişti. Türk yönetici, Ermeni köylü ve esnaf, Arap tüccar ve din adamı ile Kürt aşiretten oluşan eski çokuluslu yapı, Ermenilerin tasfiyesiyle dengesini kaybetti. Eskiden Diyarbakır, Van, Bitlis gibi kentlerde kent nüfusunun önemli bir unsurunu oluşturan Türk yönetici sınıfı 1925-60 yılları arasında bölgeyi terkederek yerel egemenliği Kürtlere bıraktı. Bölgede bugün devlet memurları ile aileleri dışında yerleşik Türk unsuru kalmamış gibidir.

1960-70’lerde Kürt gençliğinin lise ve üniversite eğitimine katılmasıyla birlikte eski sosyal hiyerarşi altüst oldu. Eğitilmiş kuşağın, kendi ülkesinde aşağılanan bir “ikinci sınıf” vatandaşlığa razı olmayacağı ve yönetim pozisyonlarını talep edeceği aşikardı. Nitekim 1970’lerdeki ilk Kürt milliyetçi hareketlerinin hemen tümüyle üniversite gençliği arasında ortaya çıkmış olması anlamlıdır.

1990’larda boşaltılan köylerden kentlere akan nüfus, bölgede Kürt kültürel egemenliğinin pekişmesine zemin hazırladı. Bölgede önemli bir nüfus oluşturan Zazalar (Siverek gibi birkaç örnek hariç) ya Kürtlüğe asimile edildi, ya da siyasi bakımdan Kürt hareketi içinde yer aldılar. Yakın tarihe kadar Arap çoğunluğun bulunduğu Mardin ve Urfa kentleri ile kısmen Siirt’te bugün Kürtler egemen unsurdur.

Ayrıca nüfus artış hızı bakımından Kürtler, Türklere karşı bariz bir üstünlüğe sahiptir. Bu koşullarda Türkiye’nin, “üniter ve milli devlet” retoriğine ve askeri üstünlüğe dayanarak Fırat’ın doğusunda egemenliği uzun süre elde tutabileceğini farzetmek hayaldir.

Sanırım bu durum görülünce, baskı ve şiddetle sorun çözüm değil de adeta ortadan kaldırılmaya çalışıldı?
Belirginleşen Kürt “tehlikesine” karşı Türk devleti, 1980 yılından bu yana sistemli bir askeri baskı ve yıldırma politikası izledi. Rasyonel görünmeyen bu politikanın ısrarla sürdürülmesi;

* ideolojik körlük, * basiretsizlik,
* belki süregiden çatışmanın doğurduğu birtakım kurumsal ve ekonomik çıkarlarla izah edilebilir.

Öte yandan baskı politikasının ters teptiği ve Kürt ulusal bilinçliliğini körüklemekten başka sonuç doğurmadığı ortadadır. Günümüzde Kürtler arasında 1980’ler ile kıyaslanmayacak boyutta bir ulusal irade ve kararlılık görülüyor. “Zulme uğrama” duygusu, yalnız Kürtlerde değil tüm insanlarda ve her çağda, eyleme geçme kararlılığının en önemli itici gücünü teşkil eder. Türk devletinin görünürdeki irrasyonel baskı politikasının yanısıra, Kürt hareketini bölmek veya birtakım marjinal örgütler yoluyla asli çizgisinden saptırmak veya kamuoyu nezdinde itibarını zedelemek yolunda birtakım çalışmaları da olmuş olabilir. Ancak böyle çalışmalar eğer varsa bunlar da ters tepmiştir. PKK hareketi, kamuoyu nezdindeki tüm sorunlarına rağmen, Kürt ulusal iradesini güçlendirmek yönünde etkili olmuştur.

Türk basın ve resmi ideolojisi sorunu sürekli dış güçlere bağlayarak, adeta çözümsüzlükteki rolünü de gizleyip, bir güvenlik sorunu olarak işledi... Sizce bu durum artık iflas etti mi?
Yabancı devletler Kürt mücadelesinin oluşumuna katkıda bulundular mı? Bunu bilemem. Ancak 29 yıldır süregelen propaganda çabasına rağmen Türk devletinin bu yönde inandırıcı bir delil ortaya koymamış olması, sanırım yeterince anlamlı bir olgudur. Her halükarda Batılı devletlerin, önemli bir NATO müttefiki olan Türkiye’yi bölmek ya da zayıflatmak veya istikrarsızlığa düşürmekte ne gibi bir çıkarı olabileceğini anlamaktan acizim. Belki Kürt hareketini teşvik etmekten ziyade, önüne geçilmesi imkansız görülen bir olguyu bir ölçüde denetim altında tutmaya yönelik müdahaleler olmuş olabilir. Öte yandan Rusya’nın olaylardaki muhtemel rolü üzerinde hiç durulmamış olması ilgi çekicidir. Acaba Rusya, Türkiye’nin Ortadoğu’ya yönelik (ABD güdümlü) askeri potansiyelini baltalamak veya Türk hükümetlerinin Kafkasya’da giriştiği birtakım maceralara misilleme yapmak amacıyla Kürt hareketine destek sağlamış olabilir mi? Bu konuda da ele gelir bir bilgiye sahip değilim.

Her halde dış faktörlerin, eğer varsa, olaylarda marjinal bir rol oynadığı muhakkaktır. Kürt hareketinin sosyolojik nedenleri yeterince açık ve güçlüdür. Başka ülkeler hiçbir şey yapmasa da son 29 yılın olaylarının aşağı yukarı aynı şekilde gelişeceği öngörülebilirdi.

‘Türk sorunu çözülmeden Kürt sorunu çözülmez’ diye tespitlerinizi okudum... Bunu biraz açabilir miyiz?
Türk siyasi hayatındaki esas çıkmazın Kürt sorunu değil “Türk sorunu” olduğunu anlamak gerekiyor. Çözüme yönelik düşünmek için bence ilk ve en önemli adım budur. Türkiye Cumhuriyeti’ne kuruluşundan beri egemen olan ırkçı, hakaretemiz ve hayalperest bakış açısı, salim akılla kolayca çözülebilecek en basit sorunları bile çıkmaza sokmakta eşsiz bir rol oynamıştır. “Atalarımız” eğer Ortaasya’dan geldiyse, Türkiye’de yaşayan herkes eğer “Türk” olmak zorundaysa, “Türk” olmayan hiç kimsenin ve hiçbir şeyin (binlerce yıllık köy adları dahil) bu vatanda hakkı yoksa, en temel vatandaşlık hakları ulusal ideolojiye biat koşuluna bağlanmışsa, rasyonel bir çözüm doğal olarak yoktur, olamaz ve olmayacaktır. “Türk Sorunu” çözülmediği müddetçe, Kürt sorununun kanlı ve korkunç bir sona doğru ilerlemesi bana kaçınılmaz görünüyor. Türkiye’nin iç barışını ve toprak bütünlüğünü koruması, hatta belki komşu bazı ülke ve bölgeleri kapsayacak şekilde etkinlik alanını genişletmesi, bu ülkede yaşayan herkesin ortak çıkarıdır. Bu hedefe varmanın ilk adımı Kürt sorununu çözmek değildir. Bunun ilk adımı, Türk sorununu çözmektir. Türk yönetici sınıfı ve Türk kamuoyu, bu devletin „Türklere” veya onlar adına ahkam kesenlere değil bu ülkede yaşayan herkese ait olduğunu, herkesin insan ve vatandaş olmaktan ileri gelen doğal haklara sahip olduğunu, her vatandaşın etnik kökeninden, tercih ettiği yahut etmediği dinden ve savunduğu siyasi görüşten bağımsız olarak saygıya mazhar olduğunu kavradığı gün, Kürt sorunu dahil bu ülkeyi 80 küsur yıldan beri hasta eden pek çok sorun kendiliğinden çözülmüş olacaktır. O zaman oturup, Kürtler hangi yasal ve idari düzenlemelerle memnun olur, hangi haklar nasıl korunur, sağduyuyla tartışmak mümkün olur. Bask modeli mi, Kanada modeli mi, başka bir şey mi, konuşulabilir.

Nişanyan kimdir?Yazar Sevan Nişanyan, 1956 yılında İstanbul’da doğdu. Orta öğrenimini Işık lisesi ve Robert Kolej’in de tamamladı. 1974’te ABD’ye giderek Yale Üniversitesi ve Colombia Üniversitesi’nde tarih, felsefe ve Güney Amerika Siyasi Sistemleri üzerine eğitim gördü. Türkçenin etimolojisi üzerine ilk kapsamlı bilimsel çalışma olan Sözlerin Soyağacı: Çağdaş Türkçe’nin Etimolojik Sözlüğü adlı eserleri bulunan Nişanyan, Elif’in Öküzü, Sürprizler Kitabı’nın da yazarıdır. 2004’te İnsan Hakları Derneği tarafından verilen Ayşenur Zarakolu Özgür Düşünce Ödülü’ne layık görüldü. Kürt bölgelerine ilişkin resmi görüşün verilerini sorgulayan Ankara’nın Doğusu’ndaki Türkiye adlı gezi rehberi 2006’da yayımlandı. Nişanyan’ın Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş dönemine ilişkin eleştirel görüşlere yer veren Yanlış Cumhuriyet: Atatürk ve Kemalizm Üzerine 51 Soru adlı kitabı 2008’de basıldı. Sözlerin Soyağacı’nın geniş ölçüde gözden geçirilmiş ve genişletilmiş yeni versiyonu da aynı tarihte piyasaya sunuldu. Agos gazetesindeki köşe yazarlığına son verildikten sonra, 29 Ekim 2008’den beri Taraf gazetesinde „Kelimebaz“ adlı köşede yazmakta iken bu yazılarına 14 Aralık 2009’da son verdi.

ALİ ÖZŞERİK/ZÜRİH

Fethullah Gulen'in Devlet Burokrasisinde Orgutlenme Taktikleri..

Arkadaşlarımızın mevcudiyeti îslami geleceğimiz adına bu işin garantisidir. Bu açıdan Adliye, Mülkiye veya başka hayati bir müessesede bizim arkadaşlarımızın mevcudiyeti öyle ferdi mevcudiyetler şeklinde ele alınıp öyle değerlendirilmemelidir. Yani bunlar gelecek adına bizim o ülkelerde garantimizdir. Bizim varlığımızın bunlar nabzıdır. Zayiata meydan vermeyin. Daha bunun neye ihtiyacı var, nasıl takviye edilmeli, bu demeli, sürekli o araştırılmalı, daha bir takviye edilmeli, fakat 179 mevcuttan da bir ölçüde taviz verilmemeli derken yani fevkalade korumaya alınmalı, katiyyen zayiata meydan verilmemelidir. Bu açıdan bizim ister bu dairede, ister diğer dairede arkadaşlarımızın korunması çok önemlidir. Bu koruma mevzuunda işte arz ettiğim gibi belki işin esnekliğinden istifade edilebilir. Esnek olun, sivrilmeden can damarları içinde dolanın. Bu açıdan, bir taraftan bu kanun ve kuralları kullanma, biraz önce anlattığım esneklik içinde, diğer taraftan bir kanun ve kural adamı olma imajını uyarmak, yani harfiyen riayet ediyor bunlar denmeli, denmeli ki muntazam terfilerin arkannda bir ölçüde bu vardır. Ve sizin ileriki dönemde daha hayati, daha önemli yerlere gelmenizin arkasında da bu vardır. Yani sivrilmeden mevcudiyetinizi hissettirmeden çok ilerilere gitmek, işte, bu iki müessesede olduğu gibi hayati dinamik bir kısım müesseselerde söz konusudur. Ta ilerilere gitme, böyle can damarları içinde dolaşma ve eğer dönülüp gelinecekse yara alınmadan hissettirmeden dönüp geriye gelme meselesi geleceğimizin adına çok esaslı hususlardır. İstikbale yürümek için sistemin püf noktalarını keşfedin.

Hâlâ bu sistem devam ediyor. Bu sistem içinde arkadaşlarınız istikbale yürüyeceklerdir. Öyleyse bu sistemin püf nokralarını keşfetmeleri lazım. Hava boşluğu gibi, bu meselenin bir yanıdır. Bir diğer yanı da ister Adliyede, ister Mülkiyede arkadaşlarımızın gittikleri yerlerde daha rahat iş yapmaları, tutulmaları, kaymakam iseler vali olmaları, sıradan bir hakim iseler takdir olunan bir hakim olmaları..., siyasi güçlerle ve bize yüzde yüz ters olan insanlarla açık bir diyalogumuz olmasa bile böyle çatışmamak. Fakat az buçuk aynı cephe sayılabilecekleri, yani duygu ve düşüncelerimize, siyasi mülahaza ile bile sıcak bakan ve bizi terk etmeyen bir çevre içinde mülahaza edebileceğimiz siyasiler vardır. Refah'tan bu günkü manası ile DYP'sine kadar uzanan bir siyasi yelpazedir. Bu insanlarla çatışmadan, onlarla aramızdaki farklı müşterekleri ortaya koyarak o çizgide münasebet tesisinde yarar vardır. Müslüman durmaz, koşamıyorsan yerinde zıpla. Türkiye'de önümüzü kestiler. Yürüyemiyoruz, orada durgun sular gibi bir de gölleşme imajı uyandıracaksınız. Zorlanacaksınız, yerinde yürüyor gibi yapacaksın. Çünkü durmak, hem de durgunluk paslanma meydana getirir.... Bu mülkiyede de, adliyede de her zaman söz konusu olur. Yürümeli, eğer biz tüm nabzı tuttuk, kalp dinledik... Baktık ki geriye adım attıracaklar, bence adım atmam beklerim, fırsat kollarım. Yani her şey bir oyundur. Kung Fu gibi bir oyundur. Tekvando gibi bir oyundur. Yani her zaman insanın hasmını bir yumruk vurup yere yıkması şeklinde değildir. Bazen hasmımdan kaçmak bile çok önemli bir manevradır. Kuvvet dengesi yoksa kuvvete başvurmayın. Çok iyi planlayacak, ona göre yürü yeceksiniz. Dışarıdan bizi korkaklıkla itham edeceklerdir. Allah bizim çaremize bakacak.

Var olduğumuz, bu cepheye girdiğimiz, bu yola girdiğimiz günden itibaren hiç döneklik yapmışmısınız? İslam'a vefasız lık yapmışmısınız? Allah ve Resulünün karşısına çıkmışmı siniz? Ona bakacaksınız, yani bu mevzuda fırsat bulup yola devam edeceksiniz. Yine orada o esnekliği gösterecek, geriye çekiliyor gibi yapacak, fakat adımlarınızı daha ileriye atıp gedeceksiniz, işte bu herkes için, yani ister değişik şekilde resmi olsun, ister Mülkiye'de çalışan arkadaşlarımız olsun, ister Adliye'de çalışan arkadaşlarımız olsun herkes için söz konusudur bu. Fuzuli kahramanlık yerine ele geçirmeyi tercih ederim. Bazı arkadaşlar bir takım cesaretli ruhları cesaretlendirmek, secaatlendirmek, bir takım ruhları heyecanlandırmak için belki kahramanca tavırlara ihtiyaç vardır diye düşünebilirler. Fakat ben kuvvet dengesi olmadığı için şahsen o yol yenine kendi düşüncemi yayma, kendi düşünce sistemim adına her tarafı fethetme, ele geçirme yolunu şahsen tercih ederim... Bu mesele mülkiye ve adliyede çalışan arkadaşlarımız için çok önemlidir. Bence hususiyle öyle devlet memuru olan arkadaşımız kahramanlık yapamazlar. Fuzuli kahramanlık olur.
Allah Allah diyecekler. Birisi çıktı risaleleri yazdı, bir sistem geliştirdi. Bu sistem içinde milletin dinine, imanına hizmet ediyor. Ne zaman bu başına koyduğu bir takkeden dolayı Türkiye'de bir insanın karakolda can verdiği dönem, siz bunu bilmezsiniz. Camiden çıkmış unutmuş, başında takke var diye karakola götürülüyor ve orada ölüyor. Bir daha dönmüyor... Başına çarşaf geçirdiğinden dolayı Erzurum'da Cumhuriyet Caddesi'nde kadının asıldığı dönemde, niye çarşaf giyiyorsunuz diye, demokrasinin rafta olduğu, istibdadın milleti kırıp geçirdiği dönemde... açıktan açığa mücadele yanaştık yani. Ben ondan daha sonra ki biraz demokrasiye açıldığımız dönemde, evimden çıkardım caminin kapısına kadar, Victor Hugo'nun Sefillerinde görmüsşünüzdür. Birini takip ediyor hafiye, aynen o hafiye gibi arkamdan polis geldi, cami kapısına kadar. İmana ve Kur'an'a hizmet düşüncesini evlerimizde gerçekleştirmeye çalışıyoruz. Sizin de aşina olduğunuz ışık Evlerin de, ışık komplekslerinde gerçekleştirmeye çalışıyoruz. Burada da gerçekleştirmeye çalışalım. Bu hizmetin kendine göre bir sistemi var. Cezayir'i, Mısır'ı, Suriye'yi yaşamayalım. Ve Müslümanlara Cezayir'deki hadiseler gibi yeni bir hanlise yaşatırlar, Suriye'deki 1982 yakası gibi bir vaka yaşatırıar... Dünya İslami gelişmeden çok korkuyor. Bu dünyanın değişik ırktan, değişik düşünceden meydana gelen insanlarının dirilmesine, o kâfir, o zalim dünyanın tahammülü yok. Çok tedbirli, çok temkinli ve tedbirli hareket etme mecburiyeti var. Bu hizmetin içinde bulunanlar, bu hizmete göre hizmet vermek isteyenler, her birisi dünyayı idare edebilecek bir diplomat gibi hareket etmeli, kendi planındaki meseleleri çözdükten sonra ülkesinde de çözmeye çalışmalı bu şekilde.  Burada gerçekleştirmeye çalışırken bu hizmetin kendine göre bir sistemi var.
Dünya firavunlar çağını yaşıyor. Toprak firavun bitirmek için pek münbit. Böyle bir dönemde tam özümüzü bulacağımız, kıvama geleceğimiz ana kadar, dünyayı sırtımıza alıp taşıyabilecek güce ulaşacağımız ana kadar, o kuvveti temsil edeceğimiz şeyler elimizde olacağı ana kadar, Türkiye'deki devlet yapısı ölçüsüne göre, bütün Anayasal müesseselerdeki güç ve kuvveti cephemize çekeceğimiz ana kadar her adım erken sayılır. İsterseniz Frenkçe tabiri ile bu evlere Sarf evleri denebilir. Bu evlerde metafizik gerilime geçilir, bu evlerde planlar projeler üretilir. Bu evlerde yetişen yüreği pek, imanı pek veya onun sözleri ile diyelim, hakiki imanı elde etmiş adam, kâinata meydan okuyan bu adamlar bu evlerde yetişirler. Bu evler doldurma boşaltma yerleridir. İnsanlar burada dolar, sonra gider boşluklara boşalırlar... Hususiyle her şeyin kapatıldığı, bütün kapılara kilit vurulduğu bir dönemde bu evler geçmişte olan misyonlarından daha büyük misyon yüklenirler. Çünkü geçmişte bu evlerin yaptığı vazifelerden bazılarını medrese yapar. Bazılarını mektep yapar. Bazılarını tekke yapar. Bazılarım zaviye yapar. Gel gör ki bu evlerin temeline harç atıldığı zaman, dünyanın o dönem itibariyle en şereflilerinden birisinin kutlu eliyle harç atıldığı zaman artık medrese yoktu, mektep misyonlarından uzaklaştırılmıştır. Tekkenin kapısına kilit vurulmuştur, zaviyenin kapısının arkasına sürgü sürülmüştür. O kapıları açmak, o kapılardan içeri girmek mümkün değildir. Bütün bu büyük misyonu, bu çok ağır vazife ve mükellefiyetleri bu evler görecekti.... Allah bu evlere izin verdi. İzni Allah verdi, cami kapatan zihniyete rağmen, mescitte namaz kılınmasına müsaade etmeyen zihniyete rağmen, Allah şimdilik benim adım bu evlerden yükselsin ve benim adım bu evlerde anılsın, kitaplar okunsun, benden bahisler açılsın, geçmişte camilerde yapılan müzakereler yapılsın, kollektif şuurun müzakereleri, bundan sonra bu evlerde bir araya gelerek müzakere edilir.

İster mülkiyede, ister adliyede, ister diğer sahalarda böyle bir münasebetle bahsetmiştim, arkadaşlarımızın mevcudiyetinin İslami geleceğimiz adına, o işin garantisidir. Yani bu açıdan bir adliyede, bir mülkiyede, hayati bir müessesede bizim arkadaşlarımızın mevcudiyeti, böyle ferdi mevcudiyetler gibi ele alınıp böyle değerlendirilmemelidir. Yani gelecek adına bizim o ünitelerde garantilerimizdir. Bizim varlığımızın bunlar nabzıdır. Bu alanda varlığımızın teminatıdır. Bu ölçüde ve eğer şimdiden mevcut olanlar mevcudiyetini koruyamazsa, arkadan gelenlerin mevcudiyetini koruyamayız veya korumamda. Şimdi onları kazanmaya çalıştığımız gibi zorlanırız. Askeri savcı soruyor, silahların altında ifade veriyorsunuz. Ben dedim, Bediüzzaman'ı okumamayı şahsen çok büyük eksiklik sayarım. Çünkü Cumhuriyet'ten bu yana Türk toplumunda ve siyasi hayatında en önemli rolü oynamış bir insan. Ben sizden şunu beklerdim. Yani, "Hoca ayıp sana, bu adamı neden okumadın?" çünkü bu adam din alimi. Ben merak edip onun dini eserlerini okumalıyım. Okumadığım zaman bana sorulmalıydı... Bu adam aynı zamanda istiklal mücadelesini destekleyen adamlardandır... Bunu İngiliz süngüleri altında diyor. Milli mücadele hareketi aleyhine verilen fetva malumudur. Mesmu
olmaz diyor... O ne diyordu? Din hayatın ruhundur diyordu. Din insan tabiatının bir yanıdır diyordu. şimdi onun dediği noktaya gelindi bugün. Acı mesela, fakat bütün bunlarda karşı tarafı tahrik etmemek, bu okuduğumuz şeyleri daha yumuşak bir üslup ile anlatmak çok önemlidir. Bunu aştıktan sonra da, acaba bu mevzuda dünyanın tavrı nedir?., onu hesaba katmalı, ayrı ayrı platformlarda karşısına çıkabilecek planla"rın hepsinde başarılı olmadan son adımı atmamalıdır. Bir yanlışlık bize falso yaşatır ve yanlışlıktan yediğimiz mağlubiyeti sonra telafi edemeyiz. Yanlışlık olur, telafi edemeyiz. Bu sefer onlar bizi kıskıvrak derdest eder. Bir daha da belimizi doğrultmaya fırsat vermezler. Hafezanallah.

Kur'an zannederim bu hususların hepsine işaret ediyor. Ne var ki, o evlerin fonksiyonu bitmemiştir. O evler yine bir medrese gibi işlemeli. İslami ilimler orada onun çerçevesi içinde tedris edilmeli... o evler bir tekke ve zaviye gibi işlemeli... O evleri bir tekke ve zaviye gibi hizmet ettirmezseniz ve sizler de o evlerin bir sakinleri olarak büyük dervişler gibi en mükemmel şekilde orucu, en mükemmel şekilde namazı, en mükemmel şekilde tefekkürü icra ederek tekke ve zaviyede aranan manayı tam temsil edemezseniz Hazreti Muhammed Mustafa'ya ihanet etmiş olursunuz. Halk Partisi'nin yaptığı kötülüğü sizin tahmin etmeniz mümkün değil, yani benim çocukluğum... Halk Partisi yıkıldığı zaman 11 yaşındaydım. Çok fazla bilmem ama bununla beraber benim gördüklerim bile 300 sayfalık kitap yapar... Yani ben bugün diyorum SHP, CHP, DSP canları cehenneme, onlar kadimden bu yana devam edegelen temerrüt düşüncesinin eşsiz emsalsiz temsilcileridir.

Burada yapılan şeyler mikro planda dünya ile hesaplaşma işidir. Bütün bir dünya ile hesaplaşma işidir. Ve dünya ile bir gün hesaplaşacak bu insanların, dünya ile hesaplaşma yollarını öğrenmeleri işidir. Talim ve terbiye işidir. Böylesine feleğin çemberinden geçenler, geleceğin fikir işçileri olarak kendi dünyalarını kuracaklar, fikir mimarları olarak kuracaklar fakat burada böyle defaatle feleğin çemberinden geçmeyen insanlar, kendi acemiliklerine, toyluklarına takılacaklar ve tabii kendi ülkelerinde kendileri de zarar görecek. Biz bugün sesimiz soluğumuz bu. Bunca kalabalık içinde, ben bu duygu ve düşüncemi sizlere sözde mahremiyet içinde anlattım. Ancak sizin mahremiyete sadık, mahremiyet hususunda hassas duygularımıza sığınarak anlattım. Biliyorum, elinizdeki meyve suları boş kutularını dışarı çıkarken bir çöp kutusuna attığınız gibi, bu düşünceleri de açık olma yanıyla çöp kutusuna atıp geçeceksiniz. Arz edebildim mi? Sırrınız sizin esirinizdir. Söylerseniz siz esir olursunuz.

Bizim hizmetimiz temel felsefesi, temel talimatı açısmdan bunu zaten öğretiyor. Yani böyle bir yerlerde birer tane ev açtık. Orada örümcek saboyla ağımızı kurup, o gün içine düşecek insanları bekleme, düşenlere bir şeyler anlatma, yememe, bitirmeme de, onlara dirilmeye giden yollan gösterme şeklinde ağ kurup bekleme, o ölmüş insanlara hayat üfleme, onların var şekilde ele alıp, yurtta, pansiyonda, aynı şeyi yapma ve günümüzde daha değişik mülahazaları harekete geçirerek, mütevelliler, çevre mütevelliler... İleride ne adla anacaksanız, hangi isimle yad edecekseniz, öyle yad edeceksiniz. Diğer taraftan okullarla hizmete koşma, pansiyonlarla, üniversite hazırlık kursları ile sünnet mevsimlerini çok iyi değeriendirme, arkadaşları hiç boş bırakmama, iş hayatları dışında hemen zamanı müesseseleri gezdirme, arkadaşlarla görüştürme şeklinde değerlendirmek çok önemlidir.
Her iyi arkadaşımız işini bilen, müşteri bekleyen ve iman sıhhatine kavuşturduğu her insanı, bedeni sıhhate de kavuşturuyor gibi hareket eden, davranan ve işinin şuurunda olan bir hekim gibidir. Mütehassıs bir hekim gibidir. Uyumsuzluk yapacaklar, bu ülkede, bizim insanımızdan uyumsuzluk yapan insan sayısı hiç de az değildir. Kaç defa dinledi, küfredip gittiler. Kaç defa bize güldü gittiler. Kaç defa anlattınız anlattınız da yüzümüze vurup gittiler. Hep böyle oluyordu. Siz kendi evladınızla, kendi kardeşinizle bu dershanelerde, bu evlerde, bu pansiyonlarda aynı şeyleri yaşadınız. Yetmiş sene ateizmin faaliyetleri altında, dini duygu, dini düşünüce adına bütün duyguları, bütün düşünceleri, preslenmiş, dümdüz edilmiş insanlardır. Allah bilmeyen, Peygamber bilmeyen, kitap bilmeyen, Kur'an bilmeyen müstehcenliğe açık insanlardır. Ve siz bu yoklardan, bu karanlık ruhlardan insan çıkaracaksınız.

Fethullah Gulen'den Sinsi Strateji ve Taktikler...

Strateji ve taktik konusunda sanık Fethullah GÜLEN kitaplarmda şunları yazmıştır. "Fasıldan Fasıla-ı" isimli kitabında yazılanlar:
Dengeli bir hizmet eri(Sıyasetcı yada Gulenın stratejısıne hızmet edenler kastedılıyor) söyleyeceği şeyleri hemen söylemez. Olabilir ki söylemesi gereken her şeyi hemen söylerse kendisine hayat hakkı tanımayanlar çıkabilir,şartlar aleyhine ağırlaşabilir. Dolayısıyla sıkıntılı bir atmosfere düşebilir (Takkıye sıyasetının kısaca acıklaması)(Say-fa: 1119)

"Ölçü veya Yoldaki ışıklar-3" isimli kitapta yazılanlar: Sizin gibi düşünmeyip çok farklı bir dünya görüşüne sahip bulundukları halde çok faydalı ve samimi kimselerin olabileceği mülahazası ile size ters gelen bir düşüncenin karşısına acele ile çıkmamalı ve düşünce sahipleri de kaçırılmamalıdır. Hatta onların mütalaa ve fikirlerinden istifade yolları araştırılarak mutlaka diyaloga girilmelidir. Yoksa bizim gibi düşünmüyor diye bir bir uzaklaştırılan veya uzaklaşan bu gayrimemnunlar, dev dev kitleler meydana getirerek karşımza çıkıp sizi yerle bir edebilirler. Gayrimemnunların beşer tarihi boyunca müspet bir icraatları gösterilmese bile yıktıkları devletler sayılamıyacak kadar çoktur (Sayfa:40).

"Fasıldan Fasıla-2" isimli kitapta yazılanlar: Evet, Allah Rasulü etrafında her zaman işte böyle Serden-geçtiler oldu, ama o hayatın hiçbir anında, hiçbir tedbirde kusur etmedi, kuvvet dengesinin olmadığı bir yerde ortaya atılmasının hezimet ve mağlubiyetle neticeleneceğini herkesten iyi değerlendirdiği ve bu sebeplerle de stratejisini hep temkin ve tedbirle örgütledi. Evet denge gözetilmediğinde hezimet ve mağlubiyetin kaçmılmaz olduğu şartlarda, kahramanlık gösterisi sadece bir ihanettir (Sayfa: 141-141).

Hadiste mümin, ekin'e benzetiliyor. Bela ve musibetler karşısında o fırtına önündeki gibi eğilir. Yerlere yatar ve fırtına dinince tekrar ayağa kalkar. Bizim bu hususiyetimiz şeytan cephesini tedirgin eder... Geçenlerde onlardan biri bu durumu hissetmiş olacak ki aynen bu benzetmeyi kullanarak betidi güçlerin dikkatini çekiyor ve onlar fırtına önünde ekin gibi davranıyorlar, bu durum sizi aldatmasın, diyordu (Sayfa:273).

"Fasıldan Fasıla-3" isimli kitapta yazılanlar: Türkiye'de Islam ıtibarının ikbale dönmesi için, hizmet meydanına(sıyasete) atılmış hak erlerinin istikamete çok dikkat etmesi gerekir... Bu aynı zamanda hedefe varmada da önemli bir vasıtadır (Sayfa: 76).

Bir diriliş hamlesi ve bunu hayatın her kesimine yayma çabası içinde bulunan bu gruplar sıran tenevveret düsturuyla hareket etmektedirler. Böylece bir taraftan bu hayati faaliyetleri hiçbir engel ile karşılaşmadan daima artan bir hızla devam ettirirler, diğer taraftan da kendilerinden sonra gelecek nesillere iyi bir zemin, bir atmosfer hazırlamış olurlar (Sayfa: 128).

"Asrın Getirdiği Tereddütler-i" isimli kitapta yazılanlar: Işte bu manada telaffuz, yapılan hareket kime karşı yapılıyorsa; tavrımız onlar tarafından hiç sezdirilmeden ve hissedilmeden yapılmalıdır ki ve bunun gidip hedefi vurma ve yararlanmadan da geri dönme gibi bir ifade ile arz etmemiz müm kündür (Sayfa:207).

Bugün devrin getirdiği şartla ve hizmetin stratejisi açısından, bir yanağına vurana öbür yanağını çevir, karşılık verme, sokağa dökülme diyorsak, bu manada bu ruhu temsil gereğinden dolayıdır. Ġleride inşallah Muhammed-i Zemin tam oturacak ve Muhammed-i renk bütün renklere hâkim olacaktır. (Sayfa:222

"Yoldaki ışıklar-2" isimli kitapta yazılanlar: Asıl mesele ise bütün bu olup bitenlerden sonra, yeni oluşumu kadim ve sarsılmaz prensiplere tevfikan mükemmel hazırlamaktır. Işte bizler bugün böyle bir olma veya olmama durumu ile karşı karşıya bulunuyoruz, ya bugün bu buhranlardan sonra, bir idrak veya izanla kurulmasını tasarladığımız dünyayı kuracak ve huzura ereceğiz, veya bir kısım küçük hesap ve çıkarlar uğruna çekilen binlerce ıstırabı semeresiz ve boş çıkılacak bir anlayış ve davranışla maazallah gerisin geriye gideceğiz. Doğrusu ittifak ve iftirak mevzuu günümüzde ehemniyetini koruyan en aktüel bir mevzudur. O, her devirde ehemmiyetini korusa bile merkezi taazzuvun gerekli olduğu bir dönemde ciddiyeti giderek artan ve bütün içtimai meselelerin önüne geçen bir mevzu haline gelmiştir. Asırlardan beri faturasını milletin ödediği bu ihtilaf ve iftirak, hissiliği ön aldığı günümüzde endişe verici boyutlara çıkmıştır. Çok rahatlıkla söyleye biliriz ki dirilişimiz için bundan daha büyük bir tehlike tasavvur etmek mümkün değildir (Sayfa:4).

Zira anlaşma ve uzlaşma herşeyden evvel bir akıl mantık işidir. Akla ve mantığa dayalı bir vahdettir ki dayanır ve uzun ömürlü olur. Buna karşılık günümüzde daha çok hissi vahdet ve kardeşlik vardır. Bu ise zayıf, yetersiz ve kısa ömürlüdür. Belli bir grup karşısında toplanmalar, düşmanlık duygusuyra bir araya gelmeler, saldırılmış olma ruh haleti içindeki dertlenmeler, hissi birleşmelerin gelip geçici dalgalanmalarından ibarettir. Bugünden keyfi ve kemmi bulduklarımız içinde böyre bir vahdet katiyen yetersizdir ve hele mukaddes prensiplerimiz açısından asla tecviz, tasvip ve muhakkak suretle takdir edilemez (Sayfa:5-6).


Öyle ise iç ve dış faktörleri hesaba katarak faslı müştereklerimizin müzakereye getirilmesine ve bilgilerimizin aklilik ve mantıkilikle yeniden ele alınmasına şiddetle ihtiyaç vardır... Maddi manevi, dünyevi ve uhrevi şiddetimizin temel taşı olan vahdetimiz için hiç olmazsa Anglo-Sakson ve Galli ittifakı biçiminde bir ittifaka ihtiyaç, hem çok şiddetli ihtiyaç vardır. Düşmanlarımızı meşgul etme, düşündürme, göz açtırmama gibi kiyaset ve dirayet isteyen hususları beceremesek bile, hiç olmazsa onların oyununa gelmeme ve elimizde kendi tü kenişimizi hazırlamama anlayışı göstermeliyiz. Aslında buna mecburuz da.
 (Sayfa:6-7).

Her Ģeyden evvel temelde olmayan farklı düşüncelerin normal kabul edilmesi ve en azından bir yabancıya karşı takınilan suni nezaket kadar olmasa da böyle bir şeye hissedar kılınması elzemdir, zaruridir. Mukaddes birlik ve düşüncelerimize bir temenna ve selamdır. Kaldı ki küçümsenmeyecek kadar bölücü faaliyetler de vardır ve bunların mevcudiyetini kabul etmek realizmin ifadesidir. Uzun zaman dini hizmetlerin muattal kalması ve sonra da bu vazifelerin birbirlerinden ayrı fert ve cemaatler tarafından yürütülmesi ve hele bu fert ve cemaatlere sözünü geçirecek bir liderin bulunmayışı, her grubun ayrı bir yol tutup gitmelerine sebebiyet vermiştir. Bir kısmi her köyde bir Kur'an kursu açmak, bir kısmı dini ihya edici mahiyetle hazırlanmış kitapları okuyarak, bir kısmı entelektüel seviyede adam yetiştirerek milletlerine hizmet yolunu tutmuşlardır. Bu itibarla da din ve vatan hizmetindedirler. Fakat ayrı ayrıdırlar, Bu grubun her birileri kendilerine ışık tutan rehber ve öncülerine müceddit nazarı ile bakmaları masum olsa dahi bir ağırlığa sebebiyet vermektir.

Mehdilik müessesesinde de mücedditlik için varit olan aynı şeyler zikredilebilir. Korkunç ahir zaman fitnesi karşısında mehdilik akidesi fert içinde, cemaat içinde bir kurtarıcı simittir. Evvel, itikadi bağların zaafa uğradığı, amelin terk edildiği, muamelatın tamamen muattal kaldığı bir dönemde öyle harika bir zat lazımdır ki, bize göre muhal olan tüm bu işler için gerekli ıslahatı bir hamlede yapabilsin. Bundan başka içimizdeki ihtirafların dıştan körüklenmesi de hesaba katmak mecburiyetindeyiz (Sayfa:8).

"Fasıldan Fasıla-ı" isimli kitapta şu hususlar yer almıştır: Cemaatleşıme tabii ve normaldir. Anormal olan cemaatleşmeyi tefrikaya vesile yapmaktır. Herhangi bir cemaati meydana getiren fertler arasında, nasıl ciddi bir irtibat söz konusu ise cemaatler arasında da aynı oranda irtibat şarttır ve zaruridir. Bu yapılmadığı taktirde cemaatler bölünmeyi, ufalanmayı, eriyip gitmeyi netice verir. Bu ise ıslam adına büyük bir zarardır. Bundan kurtulmanın yegâne çaresi de bütünleşmek, birlik ve beraberliği korumaktır. Bu konuda ütopik laflar etmeye de hiç gerek yoktur... Ancak bu hususta bazı prensiplerin hatırlanmasında yarar vardır. Evvela hiçbir cemaat diğerinin aleyhinde bulunmamalıdır. Ikincisi cemaat fertleri diğer cemaat büyüklerine karşı saygılı davranmalı ve onları daima edeple anmalıdır. Üçüncüsü bütün bu cemaatler birbirlerinin dertleri ile dertlenmeleri, sevinçlerinde de onlara, ortak olmalıdırlar (Sayfa: 170-172).


Islam cemaatlerinden birine dahil olan her fert manevi bir şirketin üyesi demektir (Sayfa: 174).

Ikinci Dünya Savaşı'nda Hitler,Rusya'da nasıl arkadan gelenler üzerinden geçebilsin diye tanklarının bazılarını bataklıklara yığmışsa, aynı şekilde bir nesil de arkadan gelen nesihlerin kurtulması adına kendini feda etmelidir. Türkiye'de şu anda yaşanan süreç budur (Sayfa: 110).

Hiç şüpheniz olmasın zaman Müslümanları birleştirmektedir. Şimdilik net olarak keyfi veya kemmi bir umudumuz yoksa da, nasıl anne karnında ceninin doğmasına olağanüstü şartlar dışında kesin gözüyle bakılıyorsa öyle, bizim durumumuz da.Şu anda artık doğum yaklaşmış bir cenin gibi kabul edilebilir. Evet bu millet bugün olmazsa da yarın mutlaka sorumsuz insanların elinden dünya idaresini almak zorundadır.(Sayfa:112).

Izmir 1996 baskılı "Fasıldan Fasıla-ı" isimli kitapta bu konuda yazılanlar: Dini mübin-i Islam'a hizmet eden her fert neferdir. Dolayısıyla bu hizmetlerde askeri disiplin çok önemlidir. Şeklen asker değiliz, ama ruhen askeriz ve öyle de olmalıyız. Hatta öyle olmak mecburiyetindeyiz. Bu sebeple Islami hizmetlerde nefer olduğunu idrak edemeyen ve neferliğe ters tutumlar içi ne giren herkes, mutlaka ve mutlaka bunun cezasını çeker (Sayfa: 125).

Şu anda dünyada dini sistemler adına büyük bir boşluk yaşanıyor. Kamu nizamının her sahada bitişi ve tükenişi, sistem arayışını daha da hızlandırdı. Ancak karşı cephenin insanları da boş durmuyor. Boş durmuyor ve bu boşluğu başka şeylerle doldurmaya çalışıyorlar. Daha önce de aynı şeyler olmuştu. Materyalizm ve Marksizmin yetersizliğini sezen Batı, alternatifini yine kendi içinden çıkarmış, materyalizm boşluğunu Bergson'un ruhçuluğu ile doldurmaya ve gerçeğe olan ihtiyacı çarpıtmaya çalışmıştır.Bergson da bir Yahudidir. Allah inancı yerine vicdanı, cennet yerine de vicdan huzurunu ikame etmeye çalışan bir Yahudi. Maddecilik yıkılmaya yüz tuttuğunda Batılılar Bergson'un ruh anlayışını insanlığa bir din gibi takdim ettiler. Şimdi eğer topyekûn insanlığa ait bir boşluğu biz inandığımız din ile dolduramaz ve bunu kısa zamanda gerçekleştiremezsek aynı oyun yine tekrar edilecek ve insanlık nice sapık yollara yönlendirilecektir. Bu sebeple de daha hızlı bir tempo ile çalışmamız gerekmektedir ve az dahi olsa durmak hatadır (Sayfa: 168).

"Fasıldan Fasıla 2" isimli kitapta ise şunlar yazılmaktadır: Plan ve programlar önce tasavvurlar ile başlar. Sonra akıl sürecine girenler ve birer düşünce ve fikir olurlar. Sonra bu düşüncelerin hayata geçirilmesi için vasat ve ortamın müsait hale gelmesi de şarttır. Demek oluyor ki meselelerin bir düşünce ve fikir olarak hazırlanması, bir de bu düşünce ve fikirlerin hayata geçirilmesi yönleri var. Biz bunların bütününe plan ve program diyoruz (Sayfa: 18-119).

" Birisi irşatta muvaffak olduğu halde, cephede hiç iradesi yoktur, irşattaki başarısına bakıp da cephede vazifelendirirseniz büyük bir fiyasko ile karşılaşırsınız. Binaenaleyh hizmetin selameti için insanlar iyi tanınmalı ve sonra istihdam edilmelidir (Sayfa: 140). Hizmet içinde önde gelen arkadaşlar her an kendi durumlarını gözden geçirmekle beraber, hizmet içinde her şahsı mutlaka kabiliyetlerine göre vazifelendirmeyi de ihmal etmemelidirler. Vazife bizim hayatımızdır... Bu itibarla her bir ferd önde bu işi planlayanlar tarafından mutlaka birer vazife tevdii edilmelidir (Sayfa: 149).

Günümüzde, kaderin bir cilvesi olarak gözde ve gönülde bir hayli hizmet eri var. Bunlar kabiliyet ve liyakatlarını aşan önemli sorumluluklar altında bulunuyorlar. Bu arada bunlar "şöhret ayn-ı riyadır, kalbi öldüren zehirli bir beladır," anlayışından hareketle, gösteriş ve alayiş endişesi ile gaybubet etmeyi, bir kenara çekilmeyi de düşünüyorlar. Bence bunun üzerinde çok ciddi düşünmek lazım. Zira bazen hizmetteki konumu itibariyle "Olmazsa olmaz" bir yerde bulunan arkadaş, değişik mülahazalarla bir kenara çekilse öyle zannederim ki bu davranışı ile sevap değil, ihtimal günah kazanabilir. Çünkü daha yapılması gereken dünya kadar iş var. Alttan gerecek kadro henüz bu işleri yapacak, hem daha iyi yapabilecek kapasitede değil. ... Bu itibarla bizim bütün düşünce ve davranışlarımızda hizmet gemisinin yürümesi hedeflenmeli, ahireti kazanmak için gönderildiğimiz şu dünya kışlasında, askerlik çok iyi yapılmalı, her hareketimizde "Rıza-i ilahi" amaçlanmak ve cennete gitme bile ola ki hemen hemen herkes bunun iştiyaki ile kavruluyor bu hedeflere ulaşmayı geciktiriyor ise bundan şimdilik vazgeçilmelidir (Sayfa:345).