9 Şubat 2010 Salı

Ülkücü irade

Bence Bahçeli üslubunu, tehditlerini, saldırılarını bir daha düşünsün. “Sabırdan” söz ettiğinde, “sabrın biterse ne yapacaksın” diye sorarlar adama.


Ülkücü irade-Ahmet Altan
Taraf

Bazı kavramlar zehirlenmiştir.

Toplumun belleğinde o kavramlar, kötü ve kanlı çağrışımlar yaptırır.

Biri kalkıp, medyayı suçlayarak “milliyetçi ülkücü irade bu ahlaksızlığı asla unutmayacaktır” dediğinde bir anda geçmişi hatırlarsınız.

Sokaklarda vurulan solcuları, Bahçelievler’de öldürülen yedi genci, Mehmet Ali Ağca’yı, Susurluk’u, mafyayı hatırlarsınız.

“Milliyetçi ülkücü” iradenin eserleridir bunlar.

Hele bu “iradenin unutmayacağını” söyleyen parti lideri, bir de “sabırlarının bir sonu” olduğunu da söylüyorsa, durup “ne diyor” diye bir bakarsınız.

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, dört medya patronuyla AKP’yi, ürkütücü hatıraları yeniden zihinlere getirerek tehdit etti.

Derin devletle işbirliği yaparak 1980 darbesinin hazırlanmasında çok önemli bir rol üstlenen “milliyetçi ülkücü” iradeyi sokaklara dökmediği, mafyayı partisinden uzak tuttuğu, gerçek bir siyasi parti gibi davrandığı için Devlet Bahçeli daima övgüyle ve saygıyla karşılandı.

MHP’nin bugün izlediği politikalara karşı olanlar bile bir gün kalkıp da “geçmişi” MHP’nin başına kakmadı, kimse bu ucuzluğa düşmedi, MHP bir siyasi parti gibi davrandığı için herkes de MHP’ye bir siyasi parti olarak davrandı ve sadece onun politikalarını eleştirdi.

Toplumla ve medyayla bu “olumlu” ilişkisi sonucunda da MHP’nin oyları yükseldi, ilk seçimlerde “ana muhalefet” partisi olma ihtimali güçlendi.

Bilmiyorum bu “ihtimal” mi MHP’nin dengelerini altüst etti.

Yoksa Şamil Tayyar’ın yazdığı gibi parti içindeki “Ergenekoncu” bir kanadın muhalefetine fazla dayanamadığı için mi Bahçeli ve MHP yöneticileri birden şaşırtıcı bir sertliğe savruldular.

Osman Durmuş’un, “peygamberle”, “GATA’ya alınmayan Emine Hanım’la” ilgili sözleri ve türbanı yasaklayan askerleri destekleyen tutumu MHP’ye ağır bir siyasi fatura çıkardı.

Anadolu’nun affedebileceği, unutabileceği bir tavır değil bu.

Eşi “türbanlı” diye Abdullah Gül’ün Çankaya’ya çıkmasına engel olabilmek için 27 Nisan muhtırasını veren orduya en ağır darbeyi halk, AKP’ye yüzde 47 oy vererek vurmuştu.

Böyle giderse buna benzer bir silleyi MHP’nin de yemesi büyük bir ihtimal.

Durmuş’un densizliğini affettirecek bir çelebilikle açıklama yapacağına Bahçeli, “tehditler” yağdırdı.

“Peygamber” ve “türban” falsolarının yanına bir de 12 Eylül’ü hatırlatan “milliyetçi ülkücü irade” lafı, “sabrımız biter” tehdidi eklendi.

İnsan ister istemez merak ediyor.

Bir siyasi partinin sabrı biterse ne olur?

Pek bir şey olmaz, fazla fazla o partinin yandaşları kızdıkları gazeteleri almaz, sevmedikleri kanalları seyretmez.

Ama “milliyetçi ülkücü iradenin” sabrı taşarsa daha fazla şeyler olabileceğini biz geçmişten biliyoruz.

Biz o “iradenin” içinde silah, ölüm, kan, cinayet gördük.

Bahçeli’nin sözleri, kendi partisinin içinde o günleri özleyenlere de bir yeşil ışık yakma tehlikesini taşıyor elbet.

Tabii, şunu da unutmamalılar.

12 Eylül’den önce işlenen cinayetler “derin devletin” himayesindeydi.

Katiller de, onları kışkırtanlar da yakalanmıyordu.

Eğer bugün “milliyetçi ülkücü irade” eskiye tevessül ederse bu kez bambaşka bir gerçekle karşılaşırlar, bir iki kişi sokaklarda ölür belki ama öldürenler de, onları kışkırtanlar da, makamları, unvanları ne olursa olsun bir daha gün yüzü görmemek üzere zindanı boylarlar.

Ergenekon’u, cuntaları, darbecileri temizlemeye uğraşan bir ülke, “milliyetçi ülkücü iradenin” eski usul sertliğine hiçbir şekilde hoşgörü göstermez.

Başbakan Erdoğan, bu tavrın “faşistçe” olduğunu hemen çıkıp söyledi.

Devlet Bahçeli gerçekten de, “faşist, tehditkâr” bir üslupla “peygamber” ve “türban” konusunda densizce konuşarak seçim kazanabileceğini mi sanıyor?

Bu şiddet çağrıştıran tavrın sonucunda gerçekten sokaklar hareketlenir de silahlar patlarsa, bunun bedeli sadece seçim kaybetmek olmaz, mahkemeler ve cezalar da olur.

Bu ülke, MHP’ye bir darbenin yolunu kanla açma izni vermez.

Bence Bahçeli üslubunu, tehditlerini, saldırılarını bir daha düşünsün.

“Sabırdan” söz ettiğinde, “sabrın biterse ne yapacaksın” diye sorarlar adama.

Ne cevap verecek Bahçeli?

Tehlikeli ve kanlı sular bunlar, 12 Eylül’de o sularda MHP gemisi karaya oturdu, kendisi de çok kurban verdi, Bahçeli yeniden aynı kayalıklara bindirmeye mi hevesleniyor?

Bahçeli, cinayeti değil de siyaseti hatırlatan sözlerle konuşursa, hem milliyetçi gençleri, hem kendi geleceğini, hem de partisini kurtarır.

Osman Durmuş densizlik edecek, Bahçeli öfkelenecek diye kimse bir daha ülkeyi tehlikeye atmaz.

Bahçeli’nin yeniden o soğukkanlı ve sokaklardan uzak kimliğine dönmesinde yarar var, geçmişi hatırlatan tehditlerin kimseye yararı yok.

Ama zararı tahminlerden fazla olur.

Rejimin ana niteliği


I. “FAİLİ MEÇHUL”LER KARŞISINDA ANAYASANIN, YASALARIN ANLAMI NEDİR?
1990’larda, Türkiye’de, çok ağır toplumsal ve siyasal bir ortam vardı. 1990’ların ortalarında bu ortam çok daha ağırlaştı. 1993, 1994, 1995, 1996 yılları. Tansu Çiller’in Başbakan olduğu yıllar… Tansu Çiller’in Başbakan, Süleyman Demirel’in Cumhurbaşkanı, Doğan Güneş’in Genelkurmay Başkanı, Mehmet Ağar’ın Emniyet Genel Müdürü, daha sonra Adalet Bakanı, daha sonra da İçişleri Bakanı, Ünal Erkan’ın, Olağanüstü Hal Valisi olduğu yıllar… Bu dönemde “faili meçhul cinayetler”, köy yakmalar, büyük kitleleri içeren sürgünler çok arttı. Kürt aydınları, işadamları ve din adamları ile ilgili olarak “Öldür-kaçır-göm” sık sık uygulanıyordu. Bu tür olaylara, Türk siyasal hayatında, İttihat ve Terakki’den beri rastlamak mümkün. Ama sözünü etmeye çalıştığım yıllarda, bu olaylar daha sistematik bir şekilde yaşama geçiriliyordu. Baskı yönetiminin bu uygulamaları tutukevlerine ve cezaevlerine de aynen yansıyordu. İdareyle tutuklular ve hükümlüler arasındaki gerginlikler, açlık grevleri, sürgünler… hiç eksik olmuyordu.
Türk siyasal rejimi, Türk siyasal sistemi, Anayasaya bakılarak, anayasanın hazırlanış sürecine bakılarak, anayasa değişiklikleri incelenerek anlaşılamaz. Bunlar siyasal rejimin temel nitelikleri, siyasal sistemin işleyişi hakkında, rejimin ana niteliği hakkında çok az bilgi verirler. Türk siyasal rejimi, rejimin ana niteliği siyasal partilere, siyasal partiler yasasına, genel seçimlere ve yerel yönetim seçimlerine, seçim yasalarına bakılarak da anlaşılamaz. Bunlar da rejimin temel niteliği ve siyasal sistemin işleyişi hakkında çok az, yüzeysel bilgi verirler. Türk siyasal sistemi, Türk siyasal rejimi, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne, TBMM’nin ve hükümetin çalışmalarına, birbirleriyle ilişkilerine bakılarak da anlaşılamaz. Türk siyasal rejimi, yargı organlarının kararlarına, örneğin Anayasa Mahkemesi’nin, Yargıtay’ın, Danıştay’ın kararlarına bakılarak, bu kararlar incelenerek de anlaşılamaz. Bunlar da rejimin ve siyasal sistemin temel niteliği hakkında çok yetersiz, çok yüzeysel bilgi verirler. Rejimin ana niteliği, ceza yasalarına, basın yasalarına, infaz sistemine bakılarak da anlaşılamaz. Türk siyasal rejimini, siyasal sistemi, rejimin ana niteliğini kavramak için, bütün bu yasalara ruh veren, yasaların işlemesine ruh veren temel anlayışın anlaşılması, kavranılması gerekir.
17 bine yakın, 17 bini aşkın ‘faili meçhul cinayet’den söz edilmektedir. Öldürülenlerin tamamının Kürt olduğu da bilinmektedir. Tek tek Kürtleri veya Kürt grupları hedef alan bu cinayetlerin JİTEM (Jandarma İstihbarat ve Terörle Mücadele) tarafından gerçekleştirildiği yine önemli bir bilgidir. JİTEM’in Jandarma Genel Komutanlığı’na bağlı bir birim olduğu da biliniyor. JİTEM’ de PKK itirafçılarına çok büyük görevler verildiği, cinayetlerin büyük bir kısmının bu elemanlara işlettirildiği üzerinde dikkatle durulması gereken çok önemli bir bilgidir. JİTEM’in varlığı 2008 yılı ortalarındaki Ergenekon soruşturmalarına ve tutuklamalarına kadar inkar ediliyordu. Bu sorgulamalar sırasında fiilen kabul edilir oldu.
Abdülkadir Aygan’ın, Tuncay Güney’in anlatımları, Profesör Mahir Kaynak’ın, “geçmişe takılıp kalmayalım, Türkiye’nin geçmişinde, pis işler çoktur” demesi bu kabulde önemli bir rol oynamış olabilir. Abdülkadir Aygan’ın PKK’li olduğu, daha sonra itiraflarda bulunarak JİTEM elemanı olduğu, JİTEM’de faaliyet gösterdiği, daha sonra da JİTEM’deki faaliyetlerini itiraf ettiği biliniyor. Bu itirafların yakın tarihte çok önemli gelişmelere yol açtığı da önemli bir gerçek. TUNCAY Güney’in ise, Ergenekon soruşturmalarında sık sık adı geçiyor. Hatta, bazı yazarlar ve gazeteciler tarafından, anlatımlarıyla Ergenekon soruşturmalarını başlatan isim olarak anılıyor.
Mahir Kaynak’ın sözü için bak. Vatan, 1 Ocak 2009, Mine Şenocaklı ile yapılan röportaj, ayrıca bak. Uğur Balık, Timur Şahan, İtirafçı: Bir JİTEM’ci Anlatıyor, Aram Yayınları, 2006; nasname.com, BOTAŞ (JİTEM’in Ölüm Fabrikası), 22 Şubat 2009, Kayıp Yakınları Yağmur Dinlemedi, 23 Şubat 2009; Bedir Acar, Tuncay Güney Anlatıyor, Ergenekon’un İlk Tanığı, Timaş Yayınevi, İstanbul 2008.
Yukarıda belirtilen yıllarda, Diyarbakır, Batman, Silvan, Nusaybin, Kızıltepe gibi Kürt şehirlerinde, yurtsever Kürtlere karşı yoğun cinayetler işleyen Hizbullah’ın da askeri kışlalarda eğitildiği ayrıntılarıyla bilinmektedir. Türk siyasal rejiminin ana niteliğiyle bu olgular ve olgusal ilişkiler arasında önemli bir bağ olduğu kanısındayım. Anayasada, yasalarda sınırlı da olsa, bazı haklardan, özgürlüklerden, kişi dokunulmazlığından söz edilmektedir. Kişilerin bazı dokunulmaz hakları olduğu vurgulanmaktadır. Ama, bu haklar, özgürlükler, Kürt diyarında çoğu zaman yaşama geçmemektedir. 17 bini aşkın ‘faili meçhul cinayet’, köylerin yakılması, yıkılması, Kürt ailelerin sürgüne zorlanması, bu değerlendirmelerin önemli bir kaynağıdır. Kürt diyarında böyle hukukuz bir süreç yaşanmaktadır. O zaman, anayasanın, yasaların, fiili durumu gizleyen bir örtü olmanın ötesinde bir değer taşımadığı söylenebilir.
Bu ilişkiler ağında bazı temel sorular gündeme gelmektedir. Devlet neden kendi halkına karşı gizli örgütler, yasa dışı örgütler kurma gereğini duymaktadır? Bu örgütler neden sık sık cinayet işlemektedir? Neden bu kadar çok ‘faili meçhul cinayet’ vardır? JİTEM elemanları neden Kürtleri öldürmeyi hak ve meşru görmektedir? Türk siyasal hayatında, neden Kürtleri Ermenileri, Süryanileri, Kızılbaşları (Alevileri), Êzîdîleri öldürmeyi hak ve meşru gören bir anlayış gelişebilmiştir? Osmanlıdan günümüze Türk toplumsal tarihinde kitle kıyımlarını izlemek çok kolaydır. İttihat ve Terakki döneminde daha planlı, programlı bir şekilde dile getirilen bu olaylar Cumhuriyetle birlikte sistematik bir şekilde uygulanır olmuştur.
Halka, aydınlara karşı bu kadar yoğun bir şekilde cinayet işlenmesine rağmen bunların hiçbirinin yargı organları önüne getirilememiş olması, rejimin ana niteliğinin önemli bir boyutudur. Bu cinayetlerin neden yargı organları önüne getirilemediği yine önemli bir sorun olmalıdır. Bu cinayetlerin bazı Türk yetkililer ve görevliler tarafından “pis işler”, “pislik” olarak adlandırıldığı da görülmektedir. Ama bu “pis işler”i yapanların “hukukçu” olduğu söylenen “hukukçu” olduğu vurgulanan 10. Cumhurbaşkanı tarafından “devlet övünç madalyası” ile ödüllendirildiği, madalyanın bu kişilere bizzat Cumhurbaşkanının taktığı da görülmektedir. Ama aynı Cumhurbaşkanı çatışmalarda yaşamlarını yitiren Kürt savaşçıların analarını, “barış anaları”nı ve onların beyaz tülbendini kabul etmediği de önemli bir bilgi olmalıdır.
Jenosid suçuyla ilgili 1948 tarihli Jenosid Suçunun Önlenmesine ve Cezalandırılmasına İlişkin Sözleşme çocukların ailelerinden zorla koparılıp başka bir gruba transfer edilmesini ve o grubun değerleri ile büyütülmesini (Madde 2 (e)) suç sayar. Ama Türk düşüncesi, Osmanlı dönemindeki devşirme sistemiyle övünmektedir. Devşirme sistemi, jenositle ilgili yukarıdaki sözleşmede belirtilen durumun ta kendisidir. Bu da Türk düşüncesi ile evrensel değerler arasında önemli bir çelişki olduğunu göstermektedir. Bugün de Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Kürt çocuklarını Bölge Yatılı İlköğretim Okullarında eğiterek asimilasyonda önemli bir halka olmaktadır. Asker destekli, ordu teşvikli Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği, Kürt çocuklarının Türklüğe asimilasyonunu “çağdaşlık” kavramıyla savunmaktadır. Türk düşüncesi Kürt çocuklarının Türklüğe asimilasyonunu çağdaş bir olgu, çağdaş bir süreç olarak değerlendirmektedir. Ama Türk düşüncesi 1985-88 arasında Bulgaristan’da Türklerin isimlerini değiştirme, Türklere Bulgar isimleri verme sürecini ırkçılık, emperyalizm, sömürgecilik, gericilik, çağdışılık olarak suçlamaktaydı.
Osmanlı döneminde Müslüman olmayanlara, örneğin Kızılbaşlara (Alevilere), Êzîdîlere, Ermenilere, Süryanilere vs. baskı, zulüm yapılırdı. Cumhuriyet döneminde ise Türk ve Müslüman olmayan herkese karşı baskıyı ve zulmü Türk siyasal düşüncesi hak ve meşru görmektedir. Cumhuriyet dönemindeki baskının ve zulmün ana hedefinin Kürtler olduğu besbellidir. Müslüman olmaları Kürtleri bu baskıdan ve zulümden azade kılmamaktadır. Saddam Hüseyin döneminde Irak’ta Kürtlere sürekli bir soykırım uygulandığı da yine bilinen bir gerçekliktir.
Bunlar Türk siyasal kültürünün önemli boyutlarıdır aynı zamanda rejimin ana niteliğinin görüntüleridir. Bu ilişkiler ağında üniversitenin rolü nedir? Yargının rolü, konumu nedir? Basının rolü nedir? İlişkilerin bu yönünün de irdelenmesi gerekir. Kürt sorunu söz konusu olduğu zaman devletin bu temel kurumlarının çok farklı bir işleve sahip olduğu görülmektedir. Üniversite gerçeği araştırma değil, gerçeği gizleme, çarpıtma, yok sayma gibi bir işleve sahiptir. Basın bu olayları kamuoyuna duyurma değil gizleme, bu olayların kamuoyunun bilincine çarpmasını engelleme gibi bir işleve sahiptir. Yargı, hukukun üstünlüğü gibi bir anlayışın değil, üstünlerin hukukunun bir temsilcisi olmaktadır. Üstünlerin hukuku elbette JİTEM hukukudur. Bu hukuk anlayışı binlerce faili meçhul denen cinayetin hiçbirini yargı önüne getirememekte ama panzerlere taş atan çocukları 20 yılı aşkın ceza istemleriyle yargılamakta ve cezaevine koymaktadır. Türk siyasal sistemi, Türk siyasal rejimi devlete egemen olan bu ilişkiler ağında, bu ilişkiler çerçevesinde anlaşılabilir. Bu ilişkiler ağında askerin, ordunun belirleyici ve yönlendirici bir rolü olduğu açıktır.
JİTEM anlayışı, JİTEM hukuku nedir? PKK itirafçıları JİTEM elemanı yapılıp bir zamanlar yoldaşlık yaptıkları arkadaşlarını öldürmeye, kendi halkına zulmetmeye başlayınca onlara “kahraman” deniyordu. İtirafçı JİTEM elemanları Kürtleri birer ikişer katlettikçe kahramanlıklarının dozu artıyordu. Bölgede görevli generallerin bu “kahramanlar”la çekilmiş fotoğrafları var. Ama JİTEM’de çalışmış Abdülkadir Aygan JİTEM’in Kürtleri nasıl öldürdüğünü, yaktığını vs. itiraf edince bir zamanlar birlikte çalıştıkları generaller kendisine “alçak” dediler. Burada inandırıcı olan, toplumsal güvenilirliğe sahip olan generaller midir JİTEM itirafçısı Abdülkadir Aygan mıdır? İşte Türk siyasal sistemi Türk siyasal rejimi ancak bu yasal olmayan ilişkiler analiz edildiğinde anlaşılabilir. Temel soru şudur? Neden bu kadar çok Kürt öldürülüyor? Neden bir Kürdü öldürmek için başka bir Kürt devreye sokuluyor? Neden, bütün bunlara rağmen “kardeşlik” diye bir söylem, Kürtlerin Türklerin kardeşliği gibi bir söylem hiç bitmiyor? JİTEM itirafçıları, Kürtleri nasıl öldürdüklerini etraflı bir şekilde anlatıyorlar. Bir Türk’ü öldürmüş olsalar katliamlarını bu kadar rahat bir şekilde anlatabilirler mi? Türk siyasal sistemi anayasaya bakılarak, seçim yasalarına bakılarak, siyasal partilere, Büyük Millet meclisine, Anayasa Mahkemesi kararlarına, Danıştay kararlarına vs. bakılarak anlaşılamaz. Ancak bu yasa dışı ilişkiler analiz edildiğinde anlaşılabilir. Yasa dışı örgütlenmelerin ve operasyonların gizli tutulabilmesi, yargıya konu olmaması rejimin ana niteliğinin önemli bir özelliğidir.
Kürtlere karşı geliştirilen faili meçhul cinayetler, köy yakmalar, sürgünler, yani Kürt bölgelerinde geliştirilen JİTEM operasyonları söz konusu edilmeden Türk siyasal sistemi, Türk siyasal rejimi ve rejimin temel niteliği anlaşılamaz. Bu dönem, bu ilişkiler yargı konusu olmadan, sorumlular, görevliler hakkında dava yürütülmeden gerçek demokrasi de kurulamaz. Türk üniversitesi, Türk basını, Türk yargısı, Türk iş hayatı ancak bu ilişkiler çerçevesinde anlaşılabilir.
Adalet ve Kalkınma Partisi önümüzdeki 29 Mart 2009 seçimlerinde %47’nin
üzerinde oy almayı hedefliyor. Bu mümkündür. Militarist anlayışla yoğun bir işbirliği yapılarak, “pis işler”e hiçbir sorgulama, eleştiri getirilmeyerek, bunlar görmezlikten gelinerek %50’nin üzerine de çıkılabilir, ama AKP yine de iktidar olamaz. Askeri vesayet altında iktidar sahibi olmak mümkün değildir. Askeri vesayet altında gerçek demokrasi de kurulamaz.

II. DEVLET ÖDÜLLERİNİN İŞLEVİ

2008 Yılı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü, 2 Şubat 2009 tarihinde, İstanbul’da, Aya İrini’de düzenlenen bir törenle yazar Çetin Altan’a verildi. Törene Başbakan Recep Tayip Erdoğan, Kültür Bakanı Ertuğrul Günay, milletvekilleri, yazarlar, basın mensupları katıldılar. Ödül Çetin Altan’a, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan tarafından verildi. Başbakan, ödül töreninde yaptığı konuşmada, düşün hayatıyla ilgili olarak önemli görüşler dile getirdi.
“Üzülerek söylemeliyim ki, yakın tarihimizde, düşüncenin serüveni meşakkatli bir yolculuk olmuştur. Farklılıkların kabulü kolay olmamış, kemikleşen ön yargılar, tahammülsüz anlayışlar, düşünceyi ağır bir şekilde cezalandırmış ve bedelini bütün Türkiye ödemek zorunda kalmıştır. Bu yolculukta direnç gösteren bedel ödemek pahasına, düşünce sevdasından vazgeçmeyen, otoriter anlayışlara boyun eğmek yerine gerçeği söyleyen aydınlarımızın öncülüğü önem taşıyor. Hiç kuşkusuz onlardan biri Çetin Altan’dır.”
“Eleştirel akıl olmadan eleştiriye tahammül olmadan yol alamayız. Söz olmadan, yazı ve fikir olmadan uygarlık iddiamızı gerçekleştiremeyiz. Farklı düşünmek, asla birbirimizi anlamaya, en azından anlama çabasına mani olmamalı. Demokrasinin temeli tahammül duygusudur.”

“Türkiye daha fazla özgürleşecek, daha fazla demokratikleşecek, kalkınacaktır.”
Kültür Bakanı Ertuğrul Günay da, törende yaptığı konuşmada, ödülü, “Demokrasi için güzel bir gelişme” diye değerlendiriyor. Ödül töreninden sonra, Ahmet Altan ve Mehmet Altan törene ilişkin izlenimlerini dile getiren yazılar yazdılar. Ahmet Altan, “Bazen ‘hiçbir şey değişmeyecek mi?’ diye umutsuzluğa kapıldığım da oluyor. Ama önceki gece, Aya İrini de yaşananları izlerken, ‘bir şeyler değişiyor galiba’ duygusuna kapıldım. Yazarları linç ettiren, hapislere attıran başbakanlardan, yazarlara saygı gösteren başbakanlara gelmek az iş değil.” diyor (Çetin Altan ve Başbakan, Taraf, 3 Şubat 2009).
Mehmet Altan, “tarihin derinliklerinden süzülerek gelen anıtsal bir mekandaki… Kültür Bakanı ile Başbakan’ın aristokratik bir incelikle geçmişin kötü mirasın silmeye çalıştıkları ödül töreni” nden söz ediyor. (Aya İrini’de Bir Akşam, Star, 3 Şubat 2009)
Bir gün sonra, 4 Şubat 2009 da, Hasan Bildirici, ödül törenine ilişkin bir yazı yayımladı. (Devlet Ödülleri, kurdistan-post.org) Bu yazıda Hasan Bildirici, 16 yıllık , sürgün hayatına son vermek niyetiyle İsviçre Başkonsolosluğu’na başvuru yaptığını anlatıyor. Pasaport istiyor. Kendisine herhangi bir kimlik kartı veya pasaport veremeyeceklerini, İstanbul havaalanına en yakın bir hapishaneye gidebilmesi için uçuş kağıdı verebileceklerini söylemişler.
Hasan Bildirici yazısında, aynı gün, Ankara Cumhuriyet Savcılığı’nın, aralarında, Demokrasi Partisi (DEP) Genel Başkanı Yaşar Kaya, DEP milletvekilleri Ali Yiğit, Remzi Kartal, Zübeyr Aydar, Nizamettin Toguç’tan ayrı, Necdet Buldan, Serhat Bucak, Şerafettin Kaya, Haydar Işık, Ahmet Aktaş, Mesut Uysal, Abdurrahman Çadırcı, Yaşar Ertaş, Ali Matur, Celal Özkan, Özcan Keldoya gibi, Kürt, Süryani, Alevi, Ezidi şahsiyetlerinde bulunduğu 31 kişi hakkında 15 ile 22 yıl arası ceza istemiyle dava başlattığını vurguluyor. Kısa bir süre önce, Leyla Zana’ya on yıl hapis cezası verildiğini hatırlatıyor. On ylda 17 binden fazla Kürt insanının kaçırılarak, kablo atılarak, satırla doğranarak, ensesine kurşun sıkılarak katledildiğini vurguluyor.
Hasan Bildirici bu yazısında, emeklilik primlerin de kendi faydalanmasına sunulmadığını yazıyor. Bu konuda şunları yazıyor. “İsviçre’deki emeklilik kurumu, geçmiş çalışmalarımı buradaki çalışmalarıma eklemek için, Türkiye’ye bir yazı yazdı. Yazıya gelen cevap karşısında ben de mahcup oldum. Şöyle yazmışlar: Hasan Bildirici’nin, Rize Veliköy Çay Fabrikası, Gaziantep Çay Satış Reyonu, Diyarbakır Çaykur BölgeMüdürlüğü’nde üç yıl memurluk yaptığına dair bir kayda rastlanmamıştır.”
Hasan Bildirici bu olgulardan hareket ederek, Ahmet Altan’a, Mehmet Altan’a, Türk yazarlarına, Türk aydınlarına, şunları söylüyor: Siz Türkler için bir şeyler değişiyor olabilir,
Biz Kürtler için değişen bir şey yok.
Olgular bunlar. Birbirleriyle ilişkiler çerçevesinde bu olguları, olgusal ilişkileri değerlendirmek gerekir. Başbakan’ın konuşması, düşün özgürlüğüne ve eleştirel akla vurgu yapması, düşün hayatı bakımından olumludur. Ama böyle bir konuşma, böyle bir düşünce, tek başına bir şey ifade etmez. Bu düşüncelerin yaşama geçip geçmediğinin sınanması gerekir. Bu sınama ise, ancak Kürt sorunu gibi bir mihenk taşında yapılabilir. Kürt sorunu gibi bir mihenk taşına vurulduğu zaman, bu düşüncelerin hiç yaşama geçmediği görülmektedir. Bilakis, Kürt sorunu çerçevesinde, özgür eleştiriyi, düşüncenin özgürce ifade edilmesini boğan bir ortam vardır. Bu da Başbakan’ın ilke sahibi olmadığını, yerine ve zamanına göre farklı farklı tutumlar sergilediğini, nabza göre şerbet verdiğini gösterir. TRT Şeş elbette önemli bir gelişmedir, önemli bir adımdır. Üniversitelerde, Kürt Dili ve Edebiyatı bölümleri’nin açılmasının düşünülmesi elbette olumludur. 24 Şubat 2009 da, TBMM’de, Demokratik Toplum Partisi Grup Toplantısı’nda, Genel Başkan Ahmet Türk’ün Kürtçe konuşması, devlet katlarında ve devletin yönlendirdiği sokakta, bu konuşmaya, bu tutuma yoğun tepkiler gelmemesi, yani devletin sokağı harekete geçirmemesi elbette not edilmesi gereken bir durumdur. Ama, ortada 17 bini aşkın “faili meçhul cinayet” vardır. Bu cinayetleri işleyenler besbellidir, fakat bunların hiçbiri yargıya intikal etmemiştir. Öyle bir konu görmezlikten, bilmezlikten, duymazlıktan geliniyor. Demokratik Toplum Partisi’nin, “BOTAŞ kuyuları açılsın, cesetler ortaya çıkarılsın, mağdur aileler hiç olmazsa yakınları için bir mezar yapsın” talebi çok ciddi bir sorunu ortaya koymaktadır. Bu talepler duymazlıktan gelinemez. Bu Türk hukukunun, Türk siyasetinin önündeki en önemli sorundur. Böyle bir ortamda hala “kardeşlik”ten söz edilebilmesi ancak, sorunun ciddiyetini kavramamak olarak değerlendirilebilir. Bu konuda, devletin, hükümetin ciddi bir özeleştir yapması gerekmez mi?
Ahmet Türk’üm TBMM’de, DTP Grubu’nda, Kürtçe konuşmasının olumlu olduğunu belirtmiştim. Ama, Ahmet Türk’ün savunması yanlıştır. Ahmet Türk “Başbakan konuşursa ben de konuşurum” diyor. Bu savunma yanlıştır. Kürtçe’yi konuşmanın, yazmanın, Kürtçe eğitim almanın vs. her yerde, her zaman hak olduğu, Kürtçe’yi yasaklamanın çağdışı olduğu vurgulanmalıdır.
Başbakan’ın düşüncesinde ve tutumunda çarpıcı bir çifte standardın olduğu dikkatlerden uzak değildir. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Şubat 2009 başlarında, Davos’ta, İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres’e, “siz öldürmeyi iyi bilirsiniz” diye çıkışmıştı. Peki, 17 binden fazla Kürt’ü kim öldürdü acaba? “Faili meçhul cinayetler’i kim gerçekleştirdi? Filistinli çocuklar için yanıp tutuşan başbakan, Kürt çocuklara zulmeden, onları 20-25 yıl gibi ceza istemleriyle yargılayan, cezaevlerine yollayan bir sistemde Başbakan değil mi? Adam öldürmeyi kim kimden öğreniyor acaba, kim kime örnek oluyor?
Bir toplumda, insanlar, ortak amaçlarını belirlemek ve onları gerçekleştirmek için çeşitli örgütler oluştururlar. Bu örgütler hiyerarşik olarak da birbirlerine bağlanmışlardır. Siyasal sistem bu ortamda oluşuyor ve toplumdaki bütün örgütleri kapsayıcı, bütünsel bir yapı gösteriyor. Siyasal sistem, devlet içinde, iktidara, otoriteye önemli ölçüde etkide bulunan kuvvetler ve kuvvetlerin faaliyetidir. Kararları emredicidir ve bütün toplum için, bütün insanlar için bağlayıcıdır. Siyasal sistem sadece, devlet içinde, iktidarı, otoriteyi değil, iktidarı, meclisi, hükümeti önemli ölçüde etkileyen sosyal ve siyasal iktidar kurumlarını, gruplarını ve bunların faaliyetlerini de kapsar. Siyasal rejim ise, yönetenler ve yönetilenler arasındaki ilişkileri tanımlar. Daha doğusu, yönetilenlerin devlet karşısındaki haklarını ve özgürlüklerini anlatır.
Anayasa, birinci planda, toplumsal talepler doğrultusunda, devletin, iktidarın sınırlandırılmasıdır. Çağdaş anayasalarda, devlet-toplum-birey arasındaki ilişkileri, bireyler lehine belirleyen maddeler mevcuttur. Bu genel çerçeve içinde 17 bini aşkın ‘faili meçhul cinayet’ nasıl açıklanabilir, nasıl değerlendirilebilir? Bu, Türk siyasal hayatında, Kürt sorunu karşısında, devleti, iktidarı sınırlayan hiçbir gücün, kurumun olmadığını gösterir. Devlette, ‘iktidar karşısında, Kürtlerin hak ve özgürlükleri sıfırlanabilir’ anlayışı egemendir. Sorunun temelinde ne vardır? Kürt kimliğini tanımamak vardır, Kürtlerin Kürt toplumu olmaktan doğan haklarını tanımamak vardır. Baskıyı devamlı kılmak bunun içindir.
Son yıllarda, Kürtler arasında toplumsal hareketler güç kazanmaktadır. Kürtler, toplumsal ve kültürel taleplerin toplantılarla, gösterilerle, yürüyüşlerle dile getirmektedir. Bu toplantılara, gösterilere, yürüyüşlere, gençler, yaşlılar, kadınlar, çocuklar… herkes katılmaktadır. Kadınların siyasete yoğun bir şekilde katılması, Kürt toplumunda izlenen çok önemli bir gelişmedir. Ama iktidarın, iktidarın yönlendirmesindeki medyanın, bunları görmezlikten bilmezlikten geldiği, bunlardan hiç etkilenmediği görülmektedir. Toplumsal hareketlerden, sadece, cezai yaptırım söz konusu olduğu zaman söz edilmektedir. Demokratik toplumlarda, kitle hareketlerinin, kitleler tarafından dile getirilen toplumsal taleplerin iktidarı etkilediği sık sık görülen ve izlenen bir durumdur. Tük siyasal hayatındaysa, ordunun, belirleyici ve yönlendirici bir rolü olduğu, ordunun bu ağırlığı karşısında, siyasal partilerin, hükümetin, TBMM’nin bir kıymet-i harbiyesi olmadığı biliniyor.
Bu ilişkiler çerçevesinde aydınların rolü ne olmalıdır? Temel görev, elbette, 17 bini aşkın “faili meçhul cinayet”in hiç birini yargı önüne getiremeyen toplum düzeninin, hukuk düzeninin, siyasal düzenin eleştirisi olmalıdır. Böyle bir düzenin saygın ve değerli yazarlara verdiği “Büyük Kültür ve Sanat Ödülleri”nin, bu ödüllerin kabul edilmesinin iki önemli işlevi vardır. Bir kere bu ödüllerin bu hukuksuz, keyfi düzenin Kürtlere karşı geliştirdiği operasyonları gizleyici bir işlevi vardır. İkinci olarak, ödülün kabul edilmesi böylesi bir düzenin eleştirisine de engel olabilir. Bu düzenin ödülünü kabul ediyorsanız, düzenin yapıp ettiği işler konusunda ciddi bir eleştiri yapamazsınız. Daha önemli olan konu şudur: Eğer Türkiye’deki bu değişimler Kürtler için de bir şey ifade etmiyorsa, Kürt aydınlarının, Kürt yazarlarının, Kürt siyaset adamlarının, Kürt analarının, Kürt öğrencilerin, Kürt çocuklarının, Kürt işçilerin, Kürt köylülerin, Kürt esnafının, Kürt iş adamlarının, kısaca kendini Kürt hisseden herkesin. yaşamlarında, faaliyetlerinde bir rahatlık yaratmıyorsa, Türk aydınlarının, Türk yazarların algıladığı değişim de kalıcı olmaz, göstermelik olarak kalır. Fizikteki birleşik kaplar teorisi, kendisini, toplumsal ilişkilerde de aynen gösterir. “Ülkenin bir yanında demokrasiyi geliştirelim, kökleştirelim, öbür yanında baskıyı tırmandıralım” olmaz. Böyle hukuksuz bir niyetin yaşama geçmesi mümkün değildir. Bu durumda, Kürtlere uygulanan baskının, bütün toplumu sarması kaçınılmazdır. Bu ilişkiler çerçevesinde, saygın ve değerli yazarlara verilen “Büyük Kültür ve Sanat Ödülleri”, bu yazarlar için, ağır bir yük olmanın ötesinde bir değer taşımaz.

III. “ONİKİNCİ DALGA”

13 Nisan 2009 günü Ergenekon soruşturmaları kapsamında gerçekleştirilen 12. Dalgada bazı gözaltılar oldu. Bu kapsamda bazı rektörler, eski rektörler, sivil toplum örgütlerinde çalışan bazı kişiler gözaltına alındı. Bazı profesörlerin evleri arandı. Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Genel Başkanı Prof. Dr.Türkan Saylan’ın evi arandı, evrakının bir kısmına el kondu. Milliyet Gazetesi’nde, “Baba beni okula gönder” kampanyasını yürüten Tijen Mergen gözaltına alındı. Doğan Holding İcra kurulu Üyesi Tijen Mergen birkaç gün sonra serbest bırakıldı. Çağdaş Eğitim Vakfı’nda aramalar yapıldı, bazı belgelere el kondu. Genel başkan Gülseven Yaşar arandı, bulunamadı.
13 Nisan 2009 günü Ergenekon soruşturmaları kapsamında gerçekleştirilen 12. Dalgada bazı gözaltılar oldu. Bu kapsamda bazı rektörler, eski rektörler, sivil toplum örgütlerinde çalışan bazı kişiler gözaltına alındı. Bazı profesörlerin evleri arandı. Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Genel Başkanı Prof. Dr.Türkan Saylan’ın evi arandı, evrakının bir kısmına el kondu. Milliyet Gazetesi’nde, “Baba beni okula gönder” kampanyasını yürüten Tijen Mergen gözaltına alındı. Doğan Holding İcra kurulu Üyesi Tijen Mergen birkaç gün sonra serbest bırakıldı. Çağdaş Eğitim Vakfı’nda aramalar yapıldı, bazı belgelere el kondu. Genel başkan Gülseven Yaşar arandı, bulunamadı.
12 Nisan tarihinden itibaren Türk basınının incelediğimiz zaman, Ergenekon soruşturmaları sürecinde gözaltına alınanlara karşı yoğun bir arka çıkma, destek olma yaşandığını görüyoruz. 14 Nisan 2009 tarihinden itibaren Demokratik Toplum Partisi yöneticilerine, üyelerine, sempatizanlarına karşı sistematik bir gözaltına alma süreci yaşandı. Çeşitli illerde yapılan operasyonlarda 300’ü aşkın DTP li gözaltına alındı, 150 den fazlası tutuklandı. Türk basını Ergenekon şüphesi ile gözaltına alınanlara büyük bir ilgi gösterirken, DTP’lilere hiç ilgi göstermedi. Ergenekon şüphesi ile gözaltına alınanlara, gözaltına alınırlarken baskı yapıldığı, hukuksuzluk yaşandığı vurgulandı, ama DTP’lilerin yaşadığı zulüm hiç söz konusu edilmedi, görmezlikken gelindi. Her iki sürece yaklaşımda ayrımcılık yapıldığı açık bir şekilde kendini gösteriyor.
Türk basınında, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Genel Başkanı profesör Türkan Saylan, “Baba beni okulu gönder” kampanyasını yürüten Tijen Mergen ve Çağdaş Eğitim Vakfı Genel Başkanı Gülseven Yaşar için çok övücü yazılar yazıldı. Yoksul ailelerin çocuklarını okulu gönderdikleri, onlara burs verdikleri, yoksul ailelerle özellikle ilgilendikleri vurgulandı. Yoksullukla mücadele eden bu kişilere ve kurumlara karşı gözaltı ve ev araması operasyonlarının çok yanlış olduğu vurgulandı. “Türkan Hanım’a da bu yapılır mı?”, “Tijen Mergen’e de bu yapılır mı?” dendi. Profesör Saylan’ın hastalığı dile getirilerek operasyonlar daha bir eleştirilir oldu.
Bense bu yazıda, Türk basınını hiç değinmediği, gizlemeye özen gösterdiği bir konuyu değinmek istiyorum. Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin, “Baba beni okula gönder”, “Haydi kızlar okula” kampanyalarının, Çok Amaçlı Toplum Merkezi (ÇATOM)’un, Çağdaş Eğitim Vakfı’nın (ÇEV) çalışmaları, düşünceleri, eylemleri ve niyetleri ancak, Kürt sorunu bağlamında ele alındıkları zaman anlaşılabilir. Türk basını, Türk düşüncesi, bu örgütleri, bu örgütlerde çalışanları, her zaman, “çağdaşlık”, “insanlık”, “insani” gibi kavramlarla dile getirmektedir. Halbuki yaptıkları iş, tam aksi yönde bir içeriğe sahiptir. Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin, “Baba beni okula gönder”, “Haydi kızlar okula” kampanyalarının, Çok Amaçlı Toplum Merkezi’nin, Çağdaş Eğitim Vakfı’nin temel amacı, Kürtlerin Türklüğe asimilasyonunu sağlamaktır. ‘Anadil anadan öğrenilir. Bu bakımdan geleceğin anaları Kürt kız çocuklarını asimile etmek çok daha önemlidir anlayışı vardır.’ Bu bakımdan bu örgütler Kürt kız çocuklarına daha yoğun bir şekilde yaklaşmaktadır. Kürt bölgelerinde yapılan YIBO’ların (Yatılı İlköğretim Bölge Okulları), kız öğrenciler için yapılan pansiyonların temel amacı budur.
Bu çabaların İnsan Hakları kurumlarıyla işbirliği yapılarak değil, militarist kurumlarla, Türk Sanayici ve İş Adamları Derneği (TÜSİAD) gibi kurumlarla işbirliği yapılarak yürütüldüğü de biliniyor. “Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Kürtlere Ne Veriyor?” başlıklı yazıda bu konulara değinilmişti (www.kurdistan-post.org 19 Mart 2008).

Son 25 yılda, Kürt coğrafyasında yaşanan önemli süreçlerden biri, evlerin yakılması, köylerin yıkılması, temel geçim kaynaklarının tahribidir. Yüzbinlerce insanın, ailelerin, yerlerini, yurtlarını terke zorlanmalarıdır, mağdur edilmeleridir. ‘Faili meçhul’ denen cinayetler, yine önemli olan, sık sık yaşanan bir süreçtir. JİTEM tarafından (Jandarma İstihbarat Terörle Mücadele) Kürt gençleri, Kürt köylüleri, esnaf, iş adamları, din adamları, işçiler, vs. kaçırılarak öldürülmüş, işkencelerle katledilmiş, cesetler, toplu mezarlara, kuyulara doldurulmuş, asit kuyularında, kalorifer kazan dairelerinde yok edilmiştir. Bu şekilde gerçekleştirilen cinayetlerin 17 binden fazla olduğu vurgulanmaktadır.
Bu örgütlerden hiçbirinin, bu örgütlerde çalışanların hiç birinin, Kürtlere karşı geliştirilen böylesine zulümler karşısında, devlet güçlerine karşı küçücük bir eleştirileri yoktur. İnternet sitelerinde, basın organlarında bu haberlere de yer vermezler. Kürtlere karşı geliştirilen sistematik zulüm, görmezlikten, bilmezlikten, duymazlıktan gelinir. Bu örgütlerin, mağdur Kürt ailelerine, Kürt bireylerine sağlıklı bir ilgisi de yoktur. İlgi sadece, mağdur edilmiş, muhtaç hale getirilmiş ailelerin çocuklarınadır. Bu ilgi asimilasyon politikasının, asimilasyon uygulamasının gereği olan bir ilgidir.
Son yıllarda, 7-8 yaşlarındaki Kürt çocukları, polise, panzerlere taş atıyorlar diye, gözaltına alınıyorlar, işkence görüyorlar, tutuklanıyorlar, cezaevlerine konuluyorlar. 25 yıla yakın ceza istemleriyle yargılanıyorlar. Çocuk mahkemesinde yargılanmıyorlar, Terörle Mücadele Yasası’nda yapılan bir değişiklikle polise, panzerlere taş atan çocukların yetişkinler gibi bu yasa gereğince yargılanmaları sağlanmıştır. Yetişkinlerin kaldığı cezaevlerine konulmaları sağlanmıştır. Altı yaşlarındaki Kürt çocukları bile gözaltına alınıp işkence görmektedir. Diyarbakır, Van, Batman, Adana, Mersin gibi yörelerde yaşları 8-15 arasında, cezaevlerinde olan, yargılanan 300’e yakın çocuk vardır. Bütün bu süreç içinde, bu örgütlerden hiçbiri çocukların bu şeklide gözaltına alınmalarına, işkence görmelerine, cezaevlerine konulmalarına, yargılanmalarına karşı bir açıklama yapmamışlardır. Gerek bu örgütler, gerek bu örgütlerde çalışanlar, çocuklara karşı sürdürülen bu şiddet politikasını olumlu bulmaktadır.
Halbuki, çocukların yaşadığı ortam ele alınıp, bu eylemler ifade özgürlüğü olarak da değerlendirilebilir. Bu çocukların mensup olduğu ailelerin evleri yakılıp köyleri yıkılmıştır. Şehirlerin varoşlarında da sağlıklı bir yaşantıları yoktur. İş yok, aş yok, sağlık olanakları yok eğitim yok… Güvenlik güçleri çocukların analarına, babalarına karşı durmadan küfür etmekte, aşağılamaktadır. Sık sık evlerine baskın yapılmakta, ana, baba, ağabey, dede vs. taciz edilmektedir. Bu koşullar altında çocukların polise öfke duymaları, öfkelerini de taş atarak dile getirmeleri doğal karşılanmalıdır.
Türk siyasal rejiminin, Türk siyasal sisteminin en önemli sorunu ifade özgürlüğü sorunudur. İfade özgürlüğü, düşün yasaklarıyla sistematik bir şekilde baskı altında tutulmaktadır. Düşün yasaklarının, birinci planda, Kürt sorununun algılanmasını, anlaşılmasını ve anlatılmasını engellemek için getirildiği çok açık bir gerçektir. Yukarıda belirtilen örgütlerden hiç birinin, bu örgütlerde çalışan hiçbir kişinin sistematik düşün yasakları konusunda devlete küçücük bir eleştirisi yoktur. Düşün yasakları çerçevesinde, soruşturmaya uğrayan kişilere karşı bir ilgileri de yoktur. Onların işi, sistematik asimilasyon politikaları ve uygulamaları konusunda önemli bir halka olmaktır. Kendi kendilerine verdikleri görevleri heyecanla, isteyerek yaparlar. Halbuki, bilimin temel koşulu düşün özgürlüğüdür. Bilim ancak bilim ortamında üretilebilir. İfade özgürlüğü, özgür eleştiri, özgür tartışma yoksa bilim ortamı da oluşamaz. İfade özgürlüğü demokrasinin de temel koşuludur. İfade özgürlüğünün kurumlaşmadığı bir siyasal sisteme demokrasi demek mümkün değildir.

İnsanlaşma…
İnsan olma, insanlaşma, bütün kişiler için, bütün toplumlar için önemli bir amaçtır. İnsan, nasıl insan olur? İnsanlaşma nasıl sağlanır? İnsanlaşmanın temel göstergesi, temel kriteri insanın, kendisi gibi insanlara gösterdiği muameledir. 1985-1988 yıllarını, Bulgaristan’ı hatırlayalım. O yıllarda, Bulgaristan’da, Türklere isim değiştirme operasyonları yapılıyordu. Türklere, “Bulgar isimleri alırsanız Bulgaristan Komünist Partisi’nde ve Bulgaristan devlet bürokrasisinde yükselme olanakları bulursunuz, aksi halde, yaşamınızda çok ağır güçlüklerle karşılaşırsınız…” deniyordu. Bulgaristan’ın bu politikası, uygulamaları, Türkiye’de devlet ve hükümet tarafından, basın, üniversite ve yargı organları tarafından, sivil toplum kurumları tarafından çok ağır eleştirilerle, suçlamalarla karşılaştı. Bulgaristan yönetimi emperyalist olmakla, sömürgeci olmakla, çağdışı olmakla, asimilasyoncu, gerici ve faşist olmakla suçlandı. Bulgaristan’ın, oradaki Türkler için uyguladığı politika elbette Türklerin Bulgarlığa asimilasyonunu amaçlıyordu. Bu bakımdan Türkiye’de çok büyük tepkiler oluşuyordu. İşte insanlaşma tam da bu noktada kendini gösteriyor. Çağdaş Yaşamı Desteleme Derneği, Çağdaş Eğitim Vakfı gibi kurumlar, Çok Amaçlı Toplum Merkezi (ÇATOM) gibi organizasyonlar, “Baba beni okula gönder”, “Haydi kızlar okula” kampanyalarını yürütenler, örneğin, Bulgaristan’da Türklerin asimilasyonu sürecine şiddetle karşı çıkıyorlar, ama Türk Devleti’nin Kürtlere uyguladığı asimilasyon politikasının gönüllü uygulayıcısı oluyorlar. Bu bakımdan burada, insani olana, insanlaşmaya karşı bir süreç yaşanıyor. Bunun, çağdışı ve gerici, bir süreç olduğu besbellidir.
Türk basını, Türk düşün çevreleri, Ergenekon operasyonları sürecinde büyük bir baskı gerçekleştiğini, hukuksuzluk yaşandığını vurgulamaktadır. Ama, Kürtlere, Demokratik Toplum Partisi’ne karşı geliştirilen operasyonlara, baskılara hiç ses çıkarmamaktadır. 17 binden fazla olduğu bilinen “faili meçhul” cinayetlere karşı da bir tepki yoktur. Darbeci anlayışa karşı daha yoğun bir destek olduğu çok açıktır. 12 Mart (1971), 12 Eylül (1980) gibi geçmiş darbelerde zulüm görenlerin de bu anlayış içinde olmaları dikkate değer bir durumdur. Oya Baydar, Taraf’daki yazılarında, bu tutumu eleştirmiştir. Darbe Kuşaklarına Açık Mektup (14 Mart 2009), Darba Zihniyeti ve Sivilleşmek (21 Mart 2009), Devletin Zirvesi Esas Duruşta (3 Nisan 2009) başlıklı yazılarda bu görüşler dile getirilmiştir.

Köylerin yakılması,yıkılması, temel geçim kaynaklarının tahribi, “faili meçhul” cinayetler, yüzbinlerce insanın yerini yurdunu terke zorlanması, Kürt kimliğinin inkarı, asimilasyon politikaları, uygulamaları, şüphesiz Kürt toplumunu, Kürt milli değerlerini çürütmek için yapılmaktadır. Bütün bunların, Kürtlere, Kürt ailelere, Kürt toplumuna sıkıntı verdiği, yaşamı zorlaştırdığı açıktır. Ama, bu uygulamaların Türk toplumunu, Türk toplumsal kurumlarını, toplumsal değerleri çürüttüğü de vurgulanmalıdır. Kütleri, Kürt toplumunu çürütmek için düşünülen, yaşama geçirilen öneriler, aslında Türk toplumsal kurumlarını çürütmektedir. Türk üniversitesi çürümektedir. Türk basını çürümektedir. Kürt gerçeğini gizlemek, çarpıtmak, üniversitenin temel amacı olmaktadır. Olayları, olguları gizlemek, basın esas işlevi olmuştur. Bunların çürüme getirdiği açıktır. 9 Kasım 2005 e, Şemdinli’de, bir kitapevine JİTEM tarafından bomba atılmıştı. Suçlular suçüstü yakalanmıştı. Dönemin Genelkurmay Başkanı, yakalanan suçluların “iyi çocuklar” olduğunu söylemişti. Bundan sonra olayların nasıl geliştiğini de biliyoruz.
İddianame yazan savcının mesleki görevine son verilmesi, Van Ağır Ceza mahkemesi’nin, JİTEM elemanları sanıkları, ayrı ayrı 39 yıla mahkum etmesi…Yargıtay’ın bu mahkumiyet kararlarının bozması, davanı askeri yargıya devredilmesi… Askeri Yargıtay’ın ilk duruşmada ilgili sanıkları tahliye etmesi…
Sivil yargı ile askeri yargı arasındaki bu kadar zıt yorum farkı neyi gösterir? Adalet kurumlarının, adalet mekanizmasının çürüdüğünü gösterir. Hrant Dink’in katledilmesinde büyük rolü olan Yasin Hayal’e, Trabzon’da, bir iş yerine bomba attığı için üç yıl ceza veriliyor. Diyarbakır’da polislere ve panzerlere taş atan çocuklar, 25 yıl istemleriyle ve tutuklu olarak yargılanıyor. Bunlar, adalet kurumlarındaki çürümenin ciddi bir göstergesidir. Filistin’de, İsrail askerlerine ve İsrail tanklarına taş atan çocuklara, Türk basını tarafından nasıl övgüler düzüldüğü bilinmektedir. Gerek o çocuklar, gerek o çocukların anaları-babaları övgülere boğulmaktadır. Kürt çocukları aynı işi Türk tanklarına yapınca, “bu masum çocukları kim kışkırtıyor?” olmaktadır. Düşüncedeki böylesine bir çifte standart olması düşün hayatının çürümesinden başka bir şey değildir.

Kürt Rönesansı
Türk Devleti, Kürtleri çürüteceğim, asimile edeceğim diye, üniversite gibi, yargı gibi, basın gibi eğitim gibi, devletin temel kurumlarının çürümesine de yol vermektedir.Halbuki, bu baskılar, zulümler Kürtleri çürütememiştir. Kürtler, 7’den 77’ye dimdik ayaktadır. Hatta Kürtler, bugünlerde bir rönesans yaşamaktadır.
Kürtlerin bir Rönesans yaşadığını söylüyoruz. Bu nasıl olmaktadır? Profesör Türkan Saylan’a bazı sağcı çevrelerden, Fethullah Gülen’e yakınlığıyla bilinen çevrelerden bazı eleştiriler gelmiştir.Bu çevreler, profesör Saylan’ı misyonerlik yapmakla, PKK’lilere burs vermekle suçlamaktadır. Bu sağcı çevrelerin Kürt sorununa bakışı, bir bakıma, resmi ideolojinin bakışına benzemektedir. Özellikle, Fethullah Gülen’e bağlı çevreler, Kürt bölgelerinde, ‘dine ve manevi değerlere bağlılık’ görünümü altında Türkçülük yapmakta, Türkçülüğü yaygınlaştırmaya çalışmaktadır. Ailelerinden koparılıp YİBO’ lara alınan Kürt çocuklarına Kürtçe nasıl yasaklanıyorsa, Fethullah Gülen taraftarlarınca organize edilen Kur’an Kursları’nda da Kürtçe yasaklanmaktadır. Devlet politikası olarak, Kürt bölgelerinde Kur’an Kursları’nı yaygınlaştırılmaktadır. Kur’an Kursları eğitimi de, Kürt çocukları pansiyonlara yerleştirilerek yapılmaktadır. Türkiye’nin Batı yörelerinde Kur’an Kursları’yla, İslami akımlarla mücadele eden devlet, Kürt bölgelerinde, Kur’an Kursları’nı, İslami akımları teşvik etmektedir. “Kürtleri geriletmek, Kürt sorunun dinsel akımlar içinde eritmek için bunlar gerekli olmaktadır” şeklinde bir devlet algısı vardır. Bu bakımdan Kürt sorunu söz konusu olduğu zaman, ‘aydınlanmacılık’ görüntüsü altındaki Kemalizmin Türkçülüğü ile, ‘dine ve manevi değerlere bağlılık’ görüntüsü altında yapılan Türkçülük arasında birçok benzerlik vardır. Bunlara rağmen, Fettullah Gülen’e yakın olan çevrelerin, Kürt sorunu karşısında, Kemalist anlayışa nazaran daha insancıl, daha hümanist olduğu söylenebilir.
Bu arada, Rasim Ozan Kütahyalı’nın, Taraf’ta yayımlanan bir yazısına işaret etmek gereği vardır. Rasim Ozan Kütahyalı, 22 Nisan 2009 tarihli Taraf’ta, “Fethullah Gülen ve Abdullah Öcalan” başlıklı bir yazı yayımladı. Yazar, Fethullah Gülen ve Abdullah Öcalan’ın, Türkiye’de belirli toplum kesimlerince desteklendiğini, devletin, toplumun, kamuoyunun buna alışması gerektiğini, söylemektedir. Burada eksik bir algılama vardır. Fethullah Gülen ve Abdullah Öcalan’ın konumları aynı değildir. Fethullah Gülen’in temsil ettiği çizgi, Kürtlere karşı, Kürt sorununa karşı, devletin, derin devletin, hareket ettirebildiği bir çizgidir. Devlet, bugün, Kürtleri, Kürt hareketini, PKK’yi geriletebilmek için her olanağı, her kurumu, her kişiyi kullanabilmektedir. Sağcılar, solcular, liberaller, dinsel akımlar vs. Hizbullah’ın devlet tarafından kurulduğu PKK’ye karşı, daha doğrusu şehirlerdeki yurtsever Kürtlere karşı mücadeleye sürüldüğü bilinen bir gerçektir. Fethullah Gülen çevresinin, yani Nurcu akımların, Bediüzzaman, Said-i Kurdi’nin Kürtlere ilişkin yazılarının tahrif edilerek, kırpılarak piyasaya sürüldüğü yine bilinen bir gerçektir. Bu anlayışa karşı, Said_i Kurdi’nin yazılarını aslına uygun olarak yayımlayan, Fethullah Gülen ve çevresinin bu anti-Kürt tutumunu eleştiren Kürt çevreler de şüphesiz vardır.
Yukarıda, Kürtlerin mağduriyetini istismar eden, Fethullahçı çevrelerin, Kürt çocuklarının Kur’an Kursları’nda toplayıp Kürtçe’yi yasakladığını, Kürt çocuklarının Türk dili ve Türk kültürü ortamında yetişmeleri için gayret sarf edildiğini belirtmiştim. Bu dayatmalara karşı olan din adamları da Kürt dilini ve Kürt kültürünü savunmaktadır. Bütün baskılara rağmen, esnaf, gençler, öğrenciler, arasında, kadınlar arasında, işçilerde, köylülerde, din adamlarında, Kürt diline, Kürt kültürüne karşı yoğun bir ilgi gelişmektedir. Bunun bir Rönesans olarak değerlendirilmesi mümkündür. Artık, bu süreci durdurma olanağı da yoktur. Bu çerçevede vatan bilincinin gelişmesi için de çaba gösterileceği açıktır.
Toplumsal Potansiyelin Yönü?
29 Mart 2009 Yerel seçimlerinde Kürtler, Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanlığı başta olmak üzere, Batman, Van, Siirt, Tunceli, Iğdır, Hakkari, Şırnak belediye başkanlıklarını kazanmıştır. Bunun gibi, nüfusu yüzbin civarında olan, yüzbini aşan, ilçelerin belediye başkanlıklarını da kazanmıştır. Bu, Kürtleri yerel yönetimlerde iktidar yapmaktadır. Bu da dikkate değer, önemli bir gelişmedir. Bismil, Ergani, Silvan (Diyarbakır), Nusaybin, Kızıltepe (Mardin), Doğubeyazıt, Patnos (Ağrı) , Yüksekova (Hakkari), Malazgirt (Muş), Kurtalan (Siirt), Tatvan (Bitlis), Hilvan (Urfa), Akdeniz (Mersin) bu şehirler arasındadır.
Kürt şehirlerinde askerin, polisin ve özel timlerin ne kadar çok olduğu bilinmektedir. Bunun yanında Kürt bölgelerinde iş yapan Türk iş adamları varlığına da işaret etmek gerekir. Bu kesimlerin oylarını bloklar halinde Adalet ve Kalkınma Partisi’ne (AKP) verdiği açık bir gerçektir.
Kürt toplumunda bugün yoğun bir dinamizm, yoğun bir potansiyel vardır. Gençlerde, kadınlarda, çocuklarda bu potansiyeli, enerjiyi izlemek mümkündür. Bu potansiyeli, bu pozitif enerjiyi, olumlu yönlere, Kürt değerlerinin kazanılmasına yönlendirmek de önemli olmalıdır. “Öcalan’ın doğum gününü kutluyoruz”, “Üveys Ana’yı ölüm yıldönümünde anıyoruz” diyerek kitleleri seferber etmek sağlıklı bir tutum değildir. Doğum günlerine, ölüm yıldönümlerine politik içerik vermek de doğru değildir.
Olanla-bitene makul açıklamalar getirmek bilim yönteminin, esas amacıdır. Bu da sadece akılsal yeteneklerin değil, imgesel ve duyusal bütün yeteneklerin kullanılmasını gerekli kılar. Bugün, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’yle, derneğin faaliyetleriyle ilgili anket yapılsa, ankete katılanlar, herhalde, % 99.99 derneğin faaliyetlerini olumlu bulduğunu söyler. Ama bu, anketle anlaşılabilecek bir konu değildir. Bu vicdani bir sorundur, bu bir insanlık sorunudur. Bu, düşüncenin çifte standartlı tutumlardan kurtarılması sorunudur. 17. yüzyılı düşünelim. Dünyanın güneş etrafında dönüp dönmediği anketle mi saptanacak? Böyle bir anket yapılsa ne gibi bir sonuç alınacağı besbellidir. % 99.99, “Dünya evrenin merkezidir, güneş dünyanın etrafında dönmektedir, dünyanın merkezi de Roma kilisesidir” gibi bir sonuç… Ama doğru olanı, bilimsel olanı bu anket veremez. Galileo gibi, üç-beş kişi de olsa, doğru olan, bilimsel olan onların söylediğidir
Herkesin, bu arada Kürtlerin de kendi kimliklerini, özgürce yaşama hakları vardır. İnsanların asimilasyon politikalarıyla ve uygulamalarıyla karşılaşmadan yaşamaları, özgürce yaşamaları evrensel bir haktır. Avustralya Aborjinleri için, Amerikan yerlileri için yanıp tutuşan, onların kökünü kurutanları eleştiren, suçlayan, toplumsal vicdandan söz eden profesör Türkan Saylan, Kürtlere uygulanan asimilasyonda, mekanizmanın önemli bir vidası, zincirin önemli halkası olduğunu, Kürtler tarafından böyle anılacağını bilmelidir. Aynı ifadeler Tijen Mergen için de kullanılabilir. Prof. Dr. Türkan Saylan, çifte standartlı düşüncenin, çifte standartlı tutumların bilim yöntemi anlayışına çok zıt bir anlayış olduğunu da bilmelidir. Düşün hayatını kurutan, çölleştiren, beyinleri kötürümleştiren önemli süreçlerden biri de çifte standartlı düşünceler ve tutumlardır. Düşün hayatı elbette bilim yönteminin ışığında gelişmelidir.

IV. “ASİMİLASYON POLİTİKASI YOKTUR!”

14 Nisan 2009 günü, Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ, İstanbul’da, Harp Akademileri’nde, Yıllık Değerlendirme konuşması yaptı. Bu konuşmada Genelkurmay Başkanı, Türkiye’nin toplumsal tarihinde, siyasal geçmişinde asimilasyon yoktur dedi. Bu bilgiyi temellendirmek için de, Prof .Dr. Metin Heper’in, Devlet ve Kürtler (Doğan Kitap, Eylül 2008) kitabını kaynak gösterdi.
“Türkiye’de Kürtlere asimilasyon politikası uygulanmamıştır, asimilasyon yoktur” şeklindeki bilgi, insanı şaşırtmaktadır. Bu, ak olana kara, kara olana ak deme gibi bir şeydir. Bu kadar açık bir gerçek nasıl inkar edilebilmektedir, nasıl bu kadar, başka bir şey olarak gösterilebilmektedir, çarpıtılabilmektedir? “Kürtlere asimilasyon yapılmamıştır” şeklindeki bilgi bilimsel bir bilgi değildir. Bu gücünü devletten alan, resmi ideolojiden alan bir bilgidir.
Bilim, ancak, karmaşık olaylar arasındaki ilişkileri anlama, kavrama ve açıklama yöntemidir. Kürtlerin Türklüğe asimilasyonu ise, ayan beyan ortada duran çok açık bir süreçtir. Ayrıca, olguları, olgusal ilişkileri ille de bilimsel bir şekilde konuşmak da anlamlı değildir. Apaçık görünen olguların gerisindeki nedenleri, ilişkileri irdelemek elbette önemli olmalıdır.. Öte yandan bilimin veya bilimle uğraşan kişilerin kendini kabul ettirmek, ikna etmek gibi bir görevi, bir durumu da yoktur. Önemli olan, olguları anlamaya, kavramaya, açıklamaya çalışmaktır. Bütün bunlara rağmen, bilim yönteminin ilkeleriyle ilgili bazı konuları dile getirmek gerekir.
Bilim ancak bilim ortamında üretilebilir. Bu, düşün özgürlüğünün sınırsız olduğu bir ortamdır, özgür eleştirinin, özgür tartışmanın dinamik bir şekilde yaşandığı, kurumlaştığı bir ortamdır. Emir-komuta zincirinin egemen olduğu, belirleyici olduğu askeri ortamların, bilim ortamı yaratamayacağı besbellidir. Kürtler konusu, Türkiye’de düşün yasaklarının egemen olduğu, belirleyici ve yönlendirici olduğu bir alandır. Resmi görüşün eleştirilmesi idari ve cezai yaptırımlar getirebilir. Bu ilişkiler ağında Genelkurmay Başkanı’nın, “tek gerçek budur”, “nihai gerçek budur” diye basın önünde konuşmalar yapması, etik değildir. Bu tutum etik olmadığı gibi, konuşmanın içeriği bilimsel de değildir. Toplumsal olguları, yasalarla, yönetmeliklerle, askeri emirlerle tarif etmek, yönlendirmek, çarpıtmak, saptırmak, etik bir tutum da değildir, bilimsel bir tutum de değildir. Bilimde doğruların tek ölçütü olgulardır. Olgular tarafından sınanamayan, olgular tarafından doğrulamayan veya yanlışlanamayan önermeler bilimsel önermeler değildir.
Cumhuriyet tarihi boyunca, Kürtlerin Türklüğe nasıl asimile edilebileceği ile ilgili olarak pek çok rapor yazılmıştır. Kaldı ki, bu, İttihat ve Terakki ile başlayan bir süreçtir. Cumhuriyet bu süreci, daha sistematik olarak ele almıştır. Tek parti döneminde genel müfettişler tarafından yazılan, başbakanlar tarafından, içişleri bakanları tarafından, vali, genel müdür gibi üst düzey kamu yöneticileri tarafından hazırlanan onlarca rapor vardı... Emekli subaylar, emekli generaller, üniversite profesörleri tarafından hazırlanan, yazılan, pek çok rapor vardır. Bu raporların hepsinin de gizlilik derecesi vardır Bu raporlarda yazılanların hayata geçirilmesi için çaba sarf edildiği de bilinmektedir.
Türk Devleti’nin Kürtlere ilişkin temel politikası asimilasyondur. “Türklüğe asimile olmayanları, ille de Kürt kalacağım diyenleri fiziki olarak imha etmek gerekir” şeklinde bir devlet algısı da vardır. Kürtçe’nin yasaklanması, çarşıda pazarda Kürtçe konuşanlardan, konuştuğu kelime miktarınca para cezası alınması asimilasyon içindir. 7-8 yaşlarında okula başlayan Kürt çocuklarına Kürtçe’nin yasaklanması, eğitimde Türk dilinin ve kültürünün egemen kılınması asimilasyon içindir. Kürtçe’den “ilkel dil” diye bahsedilmesi, bu “ilkel dil”i konuşanların, aşağılanması, küçümsenmesi asimilasyon gereğidir. Bu, Kürtlerin kendi değerlerine kuşkuyla bakmalarını, giderek kendi değerlerinden kopmalarını sağlamaktadır. Kürt kültürünün, Kürt yaşam tarzının, örneğin Kürt kıyafetlerinin küçümsenmesi, aşağılanması, horlanması asimilasyon ortamı yaratmak içindir. Kürtçe yer isimlerinin, köy, mahalle, mıntıka isimlerinin değiştirilmesi, Kürtçe isimlerin yasaklanması, Türkleştirilmiş isimlerin, Türkçe isimlerin dayatılması asimilasyon gereği olan çabalardır. Kürtçe eğitimin her seviyede yasaklanması asimilasyon içindir. Her gün çocuklara söylettirilen, “Türküm, doğuyum, çalışkanım…Varlığım Türk varlığına armağan olsun” asimilasyon sürecinde yaşama geçirilen, vazgeçilmez, önemli bir uygulamadır
1960 da, 27 Mayıs darbesinden sonra, devrin Devlet Başkanı ve Milli Birlik Komitesi Başkanı Org. Cemal Gürsel, Diyarbakır’da, açık havada, Kürtlere yaptığı bir konuşmada, “size Kürt diyenin yüzüne tükürün” diyordu. Bu ifade ne anlama gelmektedir? Çünkü, Kürt, Kürtlük, aşağılama, hakaret içeren bir sözcük olarak kullanılıyordu. Devlet Başkanı ve Milli Birlik Komitesi Başkanı Org. Cemal Gürsel, “size Kürt diyenin yüzüne tükürün” diyerek Kürtleri bu hakaretten, aşağılanmaktan kurtarmak istiyordu. İşte, asimilasyon ortamı böyle oluşturuluyordu.
Çocuklara Kürtçe isimler verilmesinin yasaklanması, Türkçe isimler dayatılması asimilasyon içindir. Devletin, Kürt alfabesindeki, X,W,Q, Ê harfleri ile hala sorunu vardır ve bunları yasak kategorisinde tutabilmek için yoğun bir çaba sarf edilmektedir. Bu çaba doğrultusunda, yargı organları da dinamik bir şekilde kullanılmaktadır. Kürtçe’nin kullanımı konusunda getirilen yasaklara uymamanın çok ağır idari ve cezaî yaptırımlar getirdiği açıktır. Bunun anlamı şudur: Asimilasyon uygulamaları, idari ve cezaî yaptırımlarla korunmaktadır.
Bu olgular ve olgusal süreçler etkin bir şekilde yaşanırken, “Türkiye’de Kürtlere asimilasyon politikası olmadı, asimilasyon uygulanmadı” demek çok yanlıştır. Profesör unvanlı kişilerin bu görüşü doğrulayan kitaplar yazmaları, dile getirilen düşüncelerin bilimsel olduğunu göstermez, sadece, üniversitenin, profesörlerin, çok ağır bir şekilde resmi ideolojinin etkisi altında kaldıklarını gösterir. Bilimde doğruluğun temel ölçütü olgulardır. Yaşanan olgular da bu süreçleri açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Devletin Kürtlere karşı geliştirdiği asimilasyon politikaları ve uygulamaları konusunda şunları ifade etmek çok daha doğrudur: Cumhuriyet tarihi boyunca, Kürtlerin Türklüğe asimilasyonunun sağlamak için eğitim kurumları etkin bir şekilde kullanıldı. Devletin zorlayıcı baskı araçları, jandarma, polis, ordu, güvenlik birimleri etkin bir şekilde kullanıldı. Yargı organları, üniversiteler, profesörler etkin bir şekilde kullanıldı. Sivil toplum örgütlerini bu anlayış doğrultusunda seferber etmek, her zaman vazgeçilmez bir politikaydı. Bütün bunlara rağmen, işte bu kadar asimilasyon gerçekleştirilebildi…
27 Mayıs (1960) askeri müdahalesinden sonra uygulanmaya başlanan Bölge Yatılı İlkokulları, Kürtlerin Türklüğe asimilasyonunu gerçekleştirme sürecinde çok önemli bir uygulamaydı. Bölge Yatılı İlkokulları’nın yarattığı ortam, asimilasyonu gerçekleştirmede çok elverişli bir ortamdı. Bölge Yatılı İlkokulları asimilasyon için vazgeçilmez bir mekanizmaydı. Kürtlerin Türklüğe asimilasyonu bugün de, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği, Çok Amaçlı toplum Merkezi (ÇATOM) Çağdaş Eğitim Vakfı gibi kurumlarla, “Baba beni okulu gönder”, “Haydi kızlar okula” gibi kampanyalarla yürütülüyor. Geçmişte, 30-40 yıl öncelerine kadar asimilasyon devlet kurumlarıyla yürütülürdü. Artık sivil toplum kurumları da seferberliğe katılmış durumda. Bu, geçmişe göre önemli bir fark. Ama şu ilişkileri de hatırlatmak gerekir. İnsan Hakları kurumlarıyla değil, askeri kurumlarla, TÜSİAD gibi kurumlarla işbirliği yaparak asimilasyon mekanizmalarında yer alan Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği gibi dernekler ne kadar sivil derneklerdir?
Cumhuriyet tarihi boyunca, Kürtlerin Türklüğe asimilasyonunu sağlamak, Kürt toplumunda, Türk dilini, Kürt kültürünü egemen kılmak, Kürtçe’nin unutulmasını sağlamak, Kürt kültürünün yaşamasına engel olmak için, çok büyük çaba harcanmıştır. Bu çabalar sistematik bir şekilde sürdürülmektedir. Devletin bu konuda başarısız olduğu da söylenemez. Okur-yazar Kürtler arasında, özellikle, “aydın” denebilecek Kürt kesimleri arasında ciddi bir asimile olma durumundan söz etmek mümkündür. Bütün bunlara rağmen, şu ilişkiyi, şu durumu da belirtmek gerekir: Devlet, bu toplum kesimlerinde Kürtçe’nin unutturulmasını sağlamış, Türk dilini ve kültürünü egemen kılmış olabilir ama. Kürtlük yine de unutturulamamıştır.

Köy Enstitüleri ve Kürtler
Kürtlerin Türklüğe asimilasyonu, Kürtçe’nin unutturulması, çocuklara Türk dilinin ve kültürünün egemen kılınması çerçevesinde Köy Enstitüleri’nin de incelenmesi gerekir. Köy Enstitülerinin Türkler için ve Kürtler için anlamı çok farklı olmalıdır. Köy Enstitüleri, Türkler için, “aydınlanma” kavramı çerçevesinde değerlendirilebilir. Katılarak eğitim, iş başında eğitim, nazari bilgiler eğitimi yanında pratik yapılması, yeni, dinamik, olumlu bir eğitim olarak ele alınabilir. Ama bu süreç Kürtler için aynı şeyi ifade eder mi? Aile ortamından, mahalle-köy ortamından koparılıp eğitimin gerçekleştirildiği okullara, pansiyonlara yerleştirilen Kürt çocuklarını düşünelim. Eğitim süsesi boyunca Kürtçe yasak. Kürtçe, Kürt kültürü, Kürt yaşamı aşağılanıyor, horlanıyor. Günde en az bir defa, “Türküm, doğruyum, çalışkanım. Varlığım Türk varlığına armağan olsun” şeklinde ant içiriliyor. Kürtçe’nin yasak edildiği, günlük hayatta, yaşamın her kesiminde, Türk dili ve Türk kültürü egemen kılınıyor. Ve bu çocuk, okuldan mezun olup, bir Kürt köyüne öğretmen olarak tayin edildiği zaman ilk işi Kürtçeyi yasaklamak oluyor. Burada, Kürtler için bir “aydınlanma”dan söz etmek mümkün mü? Aydınlanma, başta, düşün yasaklarını, egemen otoritenin, tek tip insan yetiştirmek için getirdiği yasakları eleştirmekle başlamaz mı? Örneğimizde ise, Kürtlerin kimliğinin inkarıyla ilgili yeni yeni yasaklar getiriliyor, yasaklar giderek kurumlaşıyor. Kanımca, Köy Enstitülerinin, Türkler ve Kürtler için anlamı farklı olmalıdır.
“Türk milleti” nasıl tarif ediliyor?
Genelkurmay başkanı sözü edilen konuşmasında Türk milleti’nin tarifini de yaptı.
Cumhuriyeti kuran Türkiye halkına Türk millet denir” dedi. Bunun Atatürk’ün sözü olduğunu vurguladı. Kürt halkının, böyle bir tarifin içine nasıl sokulduğu elbette irdelenmesi, kavranılması gereken bir durumdur. Genelkurmay Başkanı, bir gazetecinin bu konudaki bir sorusuna da cevap vermedi. Toplumsal ve siyasal kategorileri emir-komuta zincirinin egemen olduğu ortamlarda tarif etmek, sağlıklı bir yol değildir. İnandırıcı da değildir. Türk artı, Kürt artı, Arap artı, Çerkes artı, Laz artı ve öbürlerinin nasıl Türk milletini oluşturduğu, bilimin kavramlarıyla çözümlenmesi gereken bir durumdur. Orgeneral Başbuğ, “bunu Atatürk’ün söylemesi, kendi el yazısıyla bunu dile getirmesi doğruluğunun önemli bir kanıtıdır. ” diyor. Bu keyfi bir tariftir. Türklerin, Kürtlerin, Arapların, Çerkeslerin, Lazların, Ermenilerin, Rumların, Musevilerin, Süryanilerin vs. toplamının neden başka bir kategori değil de ille de Türk milleti oluşturduğu elbette incelemeye değer bir konudur.

Bilim Yönteminin Temel İlkeleri
Kaynağını otorite sayılan insanlardan, bu kişilerin düşüncelerinden alan görüşlerin yanlış olabileceğini düşünmek, bu düşünceleri sorgulamak, varılan sonuçları kamuoyuna açıklayacak kadar dürüst ve cesur olmak bilim yönteminin çok önemli bir özelliliğidir. Otorite kabul edilenlerin söyledikleri, tutumları, bilimde doğruluğun ölçütü olamaz. Bilimde doğruluğun tek ölçütü vardır, o da olgulardır. Beğeni ve eğilimlerimize uyan birtakım düşüncelere ve teorilere değil, olgulara ve nesnel verilere bağlı kalmak, düşünceyi olgulara tam uyacak şekilde değiştirmekten ne pahasına olursa olsun kaçınmamak bilim yönteminin diğer bir özelliğidir. Bu ilkelerden binicisi eleştirel yargılama gücünü, ikincisi nesnel verilere, olgulara, olgusal ilişkilere saygıyı dile getirir. Bu çerçevede Atatürk’ün de eleştirilebileceği açıktır. Kaldı ki bundan çok daha önemli bir ilişki daha vardır. 1919-1921 yıllarını hatırlayalım. Mustafa Kemal’in Erzurum Kongresi sırasında, Kürt şeyhlerine, Kürt aşiret reislerine, Kürt ağalarına yazdığı mektuplar, Amasya Protokolü’ndeki, “Zaferden sonra Kürtlere de milli hakları verilecektir söylemi, “Misak-ı Milli’den Türklerin ve Kürtlerin yaşadıkları toprakları anlıyoruz” sözleri, 1922’deki “Kürtlere özerklik” planları da dikkatlerden uzak tutulamaz. Mustafa Kemal’in, 1920’lerin başlarındaki, yani Milli mücadele dönemindeki açıklamalarıyla 1930’larda yaptığı , “Cumhuriyeti kuran Türkiye halkına Türk milleti denir” beyanı arasında bir çelişki olduğu açıktır. Bu çelişkinin olgulara, nesnel verilere bağlı olarak çözümlenmesi Türk siyasal kültürü hakkındaki bilgilerimizi de arttıracaktır.

Alt kimlik-üst kimlik tartışmaları
Genelkurmay Başkanı’nın bu konuşmasıyla birlikte, Türkiye’de, alt kimlik-üst kimlik tartış
maları da alevlendi. Orgeneral Başbuğ, Türk üst kimliği altında, farklı kimliklerin de alt kimlik olarak varolabileceğini söyledi. Alt kimliklerin bireysel haklar talep edebileceğini fakat bunların, kollektif haklar talep etmelerine izin vermeyeceklerini vurguladı. Bu ilişkilerden “Türkiyelilik”diye bir kavram da üretilmektedir. Bu anlayışta olanlar, üst kimlik olarak “Türk” değil, “Türkiyelilik” kavramının kabul edilmesini söylemektedir. Kanımca somut olgular karşısında “Türkiyelilik” kavramı da bir avuntudan başka bir şey değildir. Üst kimlik olarak “Türk” ile “Türkiyelilik” arasında fazla bir anlam farkı yoktur. Çünkü, Türkiye, Türklerin yaşadığı yer, Türklerin vatanı anlamına gelmektedir. Türkiye, İran, Irak, Suriye gibi, Mısır, Libya, Tunus, Cezayir, Fas gibi, etnisiteye vurgu yapmayan bir isim değildir. Türkiye, Arabistan, Hindistan, Türkistan, Sırbistan, Kürdistan, Macaristan gibi, etnisiteye vurgu yapan bir isimdir. Türkiye’de, alt kimlik-üst kimlik tartışmaları tek bir koşulda sağlıklı bir tartışma kabul edilebilir. Türk de örneğin Kürt gibi alt kimlik olarak kabul edilirse, bu tartışmadan sağlıklı sonuçlar üretilebilir. “Türkiyelilik” kavramıyla sağlıklı sonuçlara varmak mümkün değildir. Bunu ister Prof. Dr. Baskın Oran ve Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu söylesin, ister Genelkurmay söylesin veya söylemesin, ister PKK veya Demokratik Toplum Partisi söylesin durum değişmez.

Hükümet-Parlamento-Genelkurmay

Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ, 29 Nisan 2009 tarihinde de, Ankara’da Genelkurmay Karargahı’ında bir basın toplantısı yaptı. Basın toplantısında, İstanbul’da, Bedrettin Dalan Arazisinde yapılan kazılardan çıkan silahlardan söz edildi. “PKK’nin dağdan indirilmesi” de önemli bir konuydu. Org. Başbuğ, TCK 221 den, bu maddenin etkin pişmanlığı düzenleyen ikinci fıkrasından söz etti. TCK 171 den de söz etti. Bu maddelerin hassasiyetle uygulanmasını istedi. “Başka bir düzenleme düşünmüyoruz” dedi.
Rejimin ana niteliğini konuşuyoruz, anlamaya, kavramaya çalışıyoruz. “Başka bir düzenleme düşünmüyoruz” ifadesi, Türk siyasal Rejiminin, Türk siyasal sisteminin ana niteliğini de göstermektedir. Demokrasilerde, parlamenter sistemlerde, “af” gibi konuları düşünecek olanlar kimlerdir? Hangi kurumlardır? Hükümet veya parlamentodur. Siyasal partilerdir, milletvekilleridir. Bu konuları, benzer konuları hükümet düşünecek parlamentoya teklifler sunacak, parlamento bu yasa teklifleri tartışacak, karara bağlayacaktır. Genelkurmay Başkanı ise, “PKK’nin dağdan indirilmesi” ile ilgili açıklama yaptıktan sonra, “başka bir düzenleme düşünmüyoruz” diyor. O zaman hükümetin işlevi nedir? Parlamentonun işlevi nedir? Hükümet veya parlamento bu gibi konuların görüşülmesinde neden inisiyatif alamıyor? İşte Türk siyasal rejiminin, Türk siyasal sisteminin özü budur. Bazı konularda, örneğin Kürt sorununda, inisiyatif tamamen askerdedir. Bu konularda, hükümetin, parlamentonun askere karşı ciddi bir ağırlığı yoktur.
Bu ilişkiler çerçevesinde, Hükümet’in veya Genelkurmay’ın, Demokratik Toplum Partisi’yle ilişkilerinin irdelenmesinde de yarar vardır. 22 Temmuz 2007 Genel Seçimleri sonunda, DTP 22 milletvekiliyle TBMM’ye girmiş ve grup kurmuştur. Genelkurmay, “teröre destek verenlerle aynı çatı altında olamayız” diyerek TBMM’ye gitmemektedir. Başbakan da DTP milletvekilleriyle görüşmemekte, örneğin, DTP Genel Başkanı Ahmet Türk’ün elini sıkmamaktadır. ABD Başkanı Obama, DTP milletvekilleriyle, örneğin Ahmet Türk’le konuşmakta, görüşmekte, ama, Başbakan Recep Tayip Erdoğan, bundan uzak durmaktadır. Genelkurmay, askerler, TBMM’ye, ancak, ABD Başkanı Obama’yı dinlemek için gelmişlerdir. Burada Hükümet’e şunu da hatırlatmak gerekir: Savaş sürdüğü sürece, hükümet bu gibi konularda asker karşısında inisiyatif alamaz. Savaş ise, ancak, Kürt isteklerinin makul bir şekilde karşılanması sürecinde sona erebilir.

Türk Siyasal Kültüründe Sloganlar

“Kürtlere asimilasyon yoktur, asimilasyon uygulanmamıştır” önemli bir slogandır. Olgular tarafından çürütülmesine rağmen, bu slogan halen savunulmaktadır. Bu, Kürt sorunuyla ilgili olarak üretilmiş bir slogandır.

“Türkiye’de halkın % 99’u Müslümandır.” Bu, 15 milyondan fazla Alevi’nin varlığını inkar eden bir slogandır. Alevilerin bir kısmı, “ sonuçta biz de Müslümanız” deseler de, bu slogan yaşanan hayat tarafından çürütülmektedir
“Türk bir etnisitenin adı değildir, Türk, Arap, Kürt, Laz, Çerkes, herkes’i kapsar” şeklindeki slogan, siyasal kültürün önemli sloganlarından biridir. Sık sık karşımıza çıkmaktadır. Birinci olarak da Kürt sorunuyla ilgili olarak karşımıza çıkmaktadır.
“Terör dış kaynakladır” şeklindeki saptama da bir slogandır. Bu, Türkiye’nin dünyada ne kadar çok kayırıldığını gizleyen bir slogandır. İsrail’in, dünyada en çok kayırılan bir devlet olduğu söylenir. ABD’nin, AB’nin, Birleşmiş Milletler’in, İsrail’i kayırdığı söylenir. Kanımca Türkiye İsrail’den daha çok kayırılmaktadır. Böyle olduğu için, Türkiye, 20 milyondan fazla olan Kürt halk varlığını inkar edebilmiştir. AB’ye, ABD’ye bu inkarın çok doğal olduğunu kabul ettirebilmiştir. Binlerle ifade edilen “faili meçhul” cinayetler konusunda Avrupa kurumlarının, uluslar arası kurumların küçücük bir eleştirileri bile yoktur. 21 Mart günlerini, Newroz’u, Diyarbakır’ı hatırlayalım. Yüzbinlerce Kürt’ün, kadınların, çocukların, gençlerin, yaşlıların, işçilerin, köylülerin, esnafın, serbest meslek sahiplerinin, orada, Newroz kutlamalarına katıldığını görüyoruz. Yüzbinlerce kişilik terör olur mu? Ama, AB ve ABD terörü Türkiye gibi tarif ediyor. Türkiye’nin terör dediğine bunlar da terör diyor, Kürtlerin her etkinliğini bu çerçevede değerlendiriyor. Kimse Kürtlere, PKK’ye yardım falan etmiyor, herkes devlete yardım ediyor. Bunun neden böyle olduğu irdelemesi gereken bir durumdur. Eğer PKK bugün, Almanya’da, Fransa’da, İngiltere’de, İtalya’da, İspanya’da, Hollanda’da, Danimarka’da, İsveç’te vs. gösteri miting, yürüyüş yapabiliyorsa, yayın yapabiliyorsa, neden, oralarda, bu tür etkinlikleri herkesin yapabilmesidir. Türkler, Araplar, Tamiller vs. oralarda bulunan herkes bu tür etkinlikleri yapabilir.
Dünyada, Türkiye’nin kayırılmasının önemli göstergelerinden biri, binleri aşan “faili meçhul” cinayetlerdir. Genelkurmay Başkanı 14 Nisan 2009 tarihinde ve 29 Nisan 2009 tarihinde iki saati aşkın süreyle basın önünde konuşmuştur. Bu cinayetlerle ilgili bir açıklama yapmaması, JİTEM’in faaliyetleri ilgili olarak hiçbir şey söylememesi, basın mensuplarının, köşe yazarlarının da bu konuyla ilgili bir soru sormaması dikkate değer bir durumdur.
Abdülkadir Aygan’dan sonra, Yıldırım Beğler de JİTEM’deki faaliyetlerini itiraf eden, açıklamalar yapmıştır. Ertuğrul Erbaş’ın, Yıldırım Beğler’le yağtığı röportaj, Sabah Gazetesi’nin. 12-17 Nisan 2009 tarihleri arasında yayımlanmıştır. Yıldırım Beğler, PKK itirafçısı değildir. Doğrudan doğruya JİTEM elemanı olarak çalışmaya başlayan bir kişidir. Kerküklü bir Türkmendir. JİTEM’de tercüman olarak çalışmaktadır. Güney Kürdistan’da ele geçirilen PKK’lilerin sorgularına katılmıştır.
6-7 gün boyunca Yıldırım Beğler, JİTEM’in faaliyetleryle ilgili çok olay anlatmıştır. Generallerin, subayların, özel timlerin, savcıların, yargıçların yapıp ettikleriyle ilgili zengin bilgiler vermektedir. Yıldırım Beğler PKK’lileri, PKK sempatizanlarının işkencelerle katlederek kuyulara dolduranları, toplu mezarlara atanları, “salaklık”la , iş bilmezlikle suçlamaktadır. “Biz bu işi daha profesyonelce yapıyorduk. Öldürülen kişilerin cesetlerini kalorifer kazan dairelerinde yakıyor, hiçbir iz bırakmıyorduk .Öldürülen kişilerin küllerinin nerede olduğunu ben biliyorum” diyor. Yıldırım Beğler, “JİTEM tarafından gözaltına alılanlar zaten sorgu sırasında yapılan işkencelerle ölüyorlardı.” diyor.
Yıldırım Beğler, “sorguladığımız PKK’lileri, PKK sempatizanlarını helikopterlere bindiriyor, savaşın, çatışmanın cereyan ettiği alanlarda, onları, helikopterlerden oralara atıyorduk. Böylece, çatışmalarda yaşamlarını yitirmişler izlenimi yaratmaya çalışıyorduk” diyor. Yıldırım Beğler, Ertuğrul Erbaş’ın, kendisiyle yaptığı röportajda, şunları da dile getirmektedir. “Faili Meçhul”lerin çoğu, sorguda gerçekleşen işkenceler sırasında ölmüştür. Sorgulananlar zaten perişan bir halde olurlardı. Onları bu şekilde savcıların huzuruna çıkarmak zaten mümkün olmazdı. Her şeyden önemlisi, sorguyu, savcılar da perde arkasından yönetirler, sorguyu izlerlerdi. Bazen savcılara, sorgulanan kişilerin söylediklerini, durumunu anlatmaya çalışırdım. Savcılar, ‘ben duymadım, görmedim’ derlerdi.”
Yıldırım Beğler, kendi kişisel kanısı olarak, “Ergenekon soruşturmaları çerçevesinde, bu cinayetlere ortak olduklarından dolayı savcılar da yargılanmalıdır” demektedir. Yıldırım Beğler, JİTEM elemanlarının, subayların, generallerin, özel timlerin, savaş serecinde ne kadar zenginleştiklerini, kısa zamanda büyük birikim sahibi olduklarını da söylemektedir. Kendisinin nasıl zenginleştiği de anlatmaktadır. “Devletin araçlarıyla, askeri araçlarla uyuşturucu kaçırıyorduk, petrol kaçakçılığı yapıyorduk, Irak’ta yasak olan uydu anteni gibi (Saddam Hüseyin dönemi) bazı malzemelerin kaçakçılığını yapıyorduk” demektedir. “Bütün bunları, yöneticiler, valiler, kaymakamlar, savcılar, yargıçlar, subaylar, generaller, polisler yakından bilmektedir.” demektedir.
Bütün bu olup bitenleri, şüphesiz batılı istihbarat örgütleri, batkılı basın, batılı yöneticiler de bilmektedir. Bütün bunlara rağmen, binleri aşan “faili meçhul” cinayetlerin konusunda ciddi bir algı olmaması, Türkiye’nin, uluslar arası planda kayırıldığını gösterir. Bu ilişkilerin bilincine varmak, Kürtler için çok önemli olmalıdır. Bu yasa dışı ilişkilerin bilincine varmak, bu süreçlerle mücadelenin yolunu da açacaktır. Anayasada veya yasalarda küçücük bir değişiklik yapıldığı zaman, batalı kurumlar, bunu, “Türkiye demokrasi dev adımlarla ilerliyor” şeklinde algılamaktadır. Ama, sınırsız devlet terörü, yasa dışı işler, hukuksuzluk bilmezlikten, duymazlıktan, görmezlikten gelinmektedir. Batı’nın Türkiye’yi kayıran bu tutumları, “faili meçhul” cinayetlere rağmen Türkiye’yi kayırmaları, hukuksuz ilişkileri, devlet terörünü, dikkatlerden, gözlerden ırak tutmaları elbette eleştirilmelidir.
“Türk”ün Türk’ten başka dostu yoktur” sloganını da bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Dostluk veya değil, nasıl olursa olsun, dünyada Türk Devleti’ne arka çıkıldığı, devlet terörüne göz yumulduğu açık bir gerçektir. Devlet, kendisine yapılan arka çıkmaları fazla öne çıkarmamak için, böyle sloganlar da üretiyor.
“1915 tarihçilerin işidir.” “Ermeni sorunu tarihçilerin işidir”, devletin, Ermeni sorunuyla ilgili olarak ürettiği bir slogandır. Bu sloganın ne kadar boş olduğu, işlevsiz olduğu ABD Başkanı Obama’nın, 1915 yılı ile ilgili olarak 15 Nisan 2009’ yaptığı açıklama sonrasında ortaya çıkmıştır. Başkan Obama’nın, 1915 hakkında, Ermenilerin, o zamanlar, tarif ettiği gibi, “Büyük Felaket”in Ermenicesi olan, Medz Yegern ifadesini kullanması Türkiye’yi rahatsız etmiştir. Başbakan Recep Tayip Erdoğan, bu ifadenin kabul edilemez olduğunu, gerçeklerin çarpıtıldığını söylemiştir. Bunun anlamı şudur: Biz gerçeğin ne olduğunu biliyoruz, bunun dışında bir görüş kabul etmiyoruz. O zaman bu tarihçiler ne yapacaklar acaba?
İfade özgürlüğünün olmadığı, özgür eleştirinin kurumlaşmadığı bir yerde, “1915 tarihçilerin işidir” demek, anlamı değildir. Önemli olan, bu konularda, düşüncenin özgürce ifade edilebilmesidir.
Ermeni soykırımı, bir insanlık sorunudur, bir vicdan sorunudur. Bu sorun, Türkiye’nin Ermenistan’la veya ABD’yle, AB’yle vs. yapacağı pazarlıklarla çözülecek bir sorun değildir. Uluslararası kurumların, uluslar arası yargı kurumlarının çözmesi gereken bir sorundur. “Ermeni sorununu çözmek için, Türk tarihçilerinden ve Ermeni tarihçilerinden bir komisyon oluşturalım. Bu komisyonun vereceği karara razı olacağız.” Şeklindeki açıklamalar da içi boş sözlerdir. Bu tür önerilerin içinin neden boş olduğu yukarıda açıklanmıştı.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül de, ABD Başkanı Obama’nın açıklamasından sonra, “Ermeniler çok Türk ve Müslüman öldürdü. Obama, Türklerin ve Müslümanların acılarını da dile getirmeliydi” dedi. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Türklerden ve Müslümanlardan söz ediyor. Türklerin de Müslüman olduğu açık bir gerçek. O zaman, Müslümanlar sözcüyle ne ifade edilmektedir? Cumhurbaşkanı Gül, Kürtler dememek için, Kürtleri de içine alan daha geniş bir kavramı, Müslümanlar kavramını kullanıyor. Türkler de bu kavram içinde yer aldığı halde, Türkler sözcüğüne birinci derecede vurgu yapmaktan kendini alamıyor.
Türk siyasal kültüründe, “tek dil, tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet” diye ifade edilen bir slogan daha var. Bu ifadelerle somut olguları dikkate almayan, farklı kültürleri yasalarla, yönetmeliklerle, emirlerle, idari ve cezai yaptırımlarla bir arada tutmaya çalışan, bir anlayışı görmek mümkündür.
“Şiddet miadını doldurmuştur. Şiddet ile hiçbir şey elde edilmez, hiçbir yere varılmaz” Bu da Türk siyasal kültürünün önemli bir sloganıdır. Bu, PKK şiddetini kınayan, suçlayan bir slogandır. Bu anlayışın, devlet şiddetine, devlet terörüne, örneğin “faili meçhul” cinayetlere, küçücük bir eleştirisi yoktur. Devlet terörüne bir eleştiri getirmeden, şiddet dursun demek, sağlıklı bir tutum değildir. Demokratik toplumlarda, örneğin Batı toplumlarında, şiddete elbette yer olmamalıdır. Çünkü bu toplumlarda ifade özgürlüğü kurumlaşmıştır. Halkların kimlik haklarıyla ilgili bir sorunları yoktur. Ama, devlet terörünün kurumlaştığı, “faili meçhul” cinayetlerin işlendiği bir yerde, insanların, devlet şiddetine karşı, devlet terörüne karşı kendilerini korumaları, kendi güvenliklerini sağlamaları gerekir. Bu tür toplumlarda şiddet batı toplumlarında algılandığı gibi algılanamaz.
“Önce devlet”, Türk siyasal hayatının Türk siyasal kültürünün, Türk devlet yönetiminin,Türk egemenlik sisteminin en önemli sloganıdır. Toplumsal ve ekonomik gelişmeyi durduran bu anlayıştır. Pek çok toplumsal ve ekonomik sorunun temelinde bu anlayış vardır. Kürt sorununun temelinde de bu anlayış vardır. “Önce devlet” yerine, “önce insan” anlayışı konulmadan, sağlıklı, toplumsal, siyasal ve ekonomik gelişmeyi tutturabilmek imkan dahilinde değildir.
“Kürtler ne istediklerini bilmiyorlar” şeklinde yaygın bir görüş vardır. Halbuki Kürtler, dergilerinde, gazetelerinde, partilerinin programında ne istediklerin anlatmaya çalışıyorlar. Buna rağmen Türk düşün çevreleri, Türk basın çevreleri, “Kürtler ne istediklerini bilmiyorlar” şeklindeki şablonvari görüşü sürdürüyor. TESEV (Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etütler Vakfı) Aralık 2008 de, bir Kürt Raporu yayımladı. Rapor, Kürt Sorununun Çözümüne Dair Bir Yol Haritası, Bölgeden Hükümete Öneriler başlığını taşıyor. Bu rapordan sonra, Türk basınında, “Kürtlerin ne istedikleri artık belli” şeklinde yorumlar da görülmeye başladı. Aslında, TESEV Raporu’nda yazılanlar, Kürtlerin, gazetelerinde, dergilerinde, parti programlarına yazdıklarıydı. Belki biraz daha derli-toplu yazılmış olabilir.
Demek ki, Kürtlerin ne istediği, ancak, TESEV veya benzeri kuruluşlar tarafından dile getirildiği zaman dikkate alınıyor. Bu, Türk düşüncesinin, Türk basının, Kürtleri muhatap almak istememesinden kaynaklanan bir durumu ortaya koyuyor.
Bu çerçevede askerler tarafından dile getirilen bir görüşe de değinmek gerekir. Askerler, Türk basınını, bazı yazarları, basın mensuplarını eleştirirken, sık sık, “ordu siyasete bulaştırılmak isteniyor”, “asker siyasete çekiliyor” şeklinde eleştiriler dile getiriyor. Bunun olmaması gereğini vurguluyor. Halbuki, ordu tam anlamıyla siyasetin içindedir. 2003-2004 yıllarındaki darbe planlamalarını düşünelim. Sarıkız, Ayışığı, Yakamoz, Eldiven adlarıyla anılan darbe planlamaları geniş anlamda siyaset değil mi? Üstelik, örneğin siyasal partilere siyaseti yasaklayan, otoriter yönetim getiren bir siyaset…14 Nisan 2009’da ve 29 Nisan 2009 Genelkurmay Başkanı, Org. İlker Başbuğ , basın mensuplarının da bulunduğu bir ortamda, iki saati aşkın sürelerle konuştu. Siyasal partilerin, hükümetin, TBMM’nin, milletvekillerinin dile getirmesi, tartışması gereken her konuyu konuştu. Bazı konular hakkında direktifler verdi. Bu da bütün siyasal partilerin üstünde olmak isteyen bir devlet partisi anlayışıdır. Emredici, yasaklayıcı bir anlayış…
Türk basını, Türk düşün çevreler, Kürtler arasında, cinayet, “töre”, kan davası istenmeyen, olumsuz olaylar olduğu zaman, hemen, olayları, aşiret, şeyhlik, toprak ağalığı, gibi, feodal kurumlara bağlıyor. Halkın cehaletinden, eğitim seviyesinin düşüklüğünden söz ediliyor. Fakat bu kurumların neden hala ayakta olduğu hiç sorgulanmıyor. Devletin bu kurumların temsilcileriyle neden işbirliği yaptığı hiç konuşulmuyor. Böyle bir süreç yaşanmıyor gibi bir tutum içinde. Örneğin, koruculuk anlayışıyla, bu kurumlara can verildiği, dirilmelerinin sağlandığı hep dikkatlerden, gözlerden ırak tutuluyor. Halbuki, Kürtlerin halk olarak inkarı, inkarın sistematik bir devlet politikası olması, devletin bu feodal kurumları ayakta tutmasıyla, bunlara, kan ve can vermesiyle mümkün olmaktadır. Kürtlerin halk olarak inkarı temel bir politikadır. Bu sistematik devlet politikası irdelenmeden bu feodal kurumların neden hala ayakta olduğu, cinayetlerin, “töre”lerin neden sık sık yaşandığı anlaşılamaz.
Feodal toplumda, şeref kavramına dayalı bazı değerler vardır. Örneğin kan davalarında bile kadınların ve çocukların hedef alınamayacağı, düşmanla her zaman yüz yüze dövüş edip arkadan saldırılmayacağı, düşmana maskeyle gizlenip vurulamayacağı, kendisine sığınan bir kişinin, düşmanı bile olsa, hasmı olan bir güce teslim edilmeyeceği gibi değerler, feodal toplumda şeref kavramı çerçevesinde yaşayan değerlerdir. Savaş sürecinde bu değerlerde de büyük bir aşınma olduğu yine gözlenen bir durumdur. Bu da inkar politikalarıyla yakından ilgilidir.

V. KÜRT ALGISI, HÜKÜMET-ASKER İLİŞKİLERİ
Türkiye’de, devlet yönetimiyle ilgili kurumlar arasında uyuşma olduğu sık sık söylenir. Bu görüş, “devletin üst yönetiminde, kurumlar arasında ‘konsensüs’ var” şeklinde ifade edilir. Aslında bunu, yönetim organları arasında uyuşmazlıklar olduğu şeklinde anlamak gerekir
Cumhurbaşkanı, Başbakan, Genelkurmay Başkanı, İçişleri Bakanı, Adalet Bakanı vs. sık sık, “Türkiye’de yargı bağımsızdır” diye bir görüş ileri sürer. Kurumlar arasında olduğu söylenen ‘konsensüs’de bunun gibi bir söz…
Modern demokrasilerde devlet yönetiminde etkin olan kurum hükümettir. Hükümet devletin yönetiminden tek başına sorumludur. Modern demokrasilerde hükümet, devlet yönetiminde hem yetkilidir, hem de sorumludur. Modern demokrasilerde, örneğin Batı demokrasilerinde resmi ideoloji diye anılan bir kurum yoktur. Resmi ideoloji, devletin cezai yaptırımlarıyla korunan ve kollanan bir ideoloji olduğunun vurgulamak gerekir. Resmi ideolojiye sahip bir devlet demokratik devlet sayılmaz. Demokrasinin en önemli kriteri düşün özgürlüğünün, özgür eleştiri kurumunun dinamik bir şekilde çalışıyor olmasıdır. Modern demokrasilerde düşün özgürlüğü, özgür eleştiri kurumlaşmıştır. Düşün özgürlüğünün, özgür eleştirinin kurumlaştığı bir siyasal sistemde, basın özgürdür. Resmi ideolojinin belirleyici ve yönlendirici olduğu bir siyasal sistemdeyse, basın, resmi görüşün propagandasını yapar, resmi ideolojinin gereklerine göre tavır ve davranış sergiler.
Türkiye’de resmi ideolojiye sahip bir devlet vardır. Resmi ideolojiye sahip devletlerde, devlet-hükmet diye bir ayrım söz konusudur. Resmi ideolojiye sahip bir devlette, devlet yönetiminde, birinci derecede belirleyici ve yönlendirici kurumlar, resmi ideolojiyi koruyan ve kollayan kurumlardır. Bu, Türkiye’de ordudur. Ordu, resmi ideolojiyi yüksek bürokrasiyle birlikte oluşturur. Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay gibi yüksek yargı kurumlarının, üniversitelerin, resmi ideolojinin korunmasında ve kollanmasında çok büyük bir role sahip oldukları görülmektedir. Basın ise, resmi anlayışın, resmi ideolojinin doğrultusunda bir çaba sergilemektedir.
Demokratik olmayan devletlerdeki, yani resmi ideolojiye sahip devletlerdeki devlet-hükümet ikilemini atanmışlar-seçilmişler şeklinde ifade etmek mümkündür. Devlet yönetiminde seçilmişlerin, atanmışlar karşısında ciddi bir ağırlığı yoktur. Bu bakımdan, dört yılda veya beş yılda bir yapılan seçimler, demokrasinin tek kriteri değildir. Bu, gerekli ama yeterli olmayan bir kriterdir, ikinci derecede önemli olan bir kriterdir.
Atanmışlar, seçilmişler ilişkisinde, yetki ve sorumluluk dağılımının incelenmesinde de yarar vardır. Atanmışlar, devlet yönetiminde yetkili olanlardır. Ama bunlar uygulamaların sonuçlarından sorumlu değildir. Sorumluluğu kabul etmemesi bir sivil hükümete ihtiyacını dile getirir. Buradaki “sivil” asker olmayan anlamındadır. Yüksek bürokrasi, yüksek yargı organları, üniversite, örneğin Kürt sorunuyla ilgili olarak askerin bütün görüşlerini benimsemektedir. Bu kurumlar bu görüşlerin koruyucusu ve kollayıcısıdırlar. Aslında, sivilleşme, devlet gücünün bir kurumdan alınarak devlet kurumları arasında paylaştırılması değildir, sivilleşme gücün halka geçmesidir. Sivil toplum örgütleriyle murad edilen gücün halkta toplanmaya başlamasıdır.
Kurumlar Arasında Anlaşmazlık
Taraf Gazetesi, 12 Haziran 2009 tarihli nüshasında, “Adalet ve kalkınma Partisi Hükümeti’ni ve Gülen Cemaatını Bitirme Planı” diye ifade edilen bir belge açıkladı. Bu planın Genelkurmay Karargahına bir albay tarafından hazırlandığı vurgulanıyordu. Bu, devlet yönetimde, orduyla hükümet ardasında bir anlaşmazlığın olduğunu veya ordu içinde, hükümete karşı bir cuntanın oluşumun gösterir.
Devletin tepesinde, kurumlar arasında uyuşmazlıklar, anlaşmazlıklar, çelişkiler olabilir. Bu çelişkiler tırmanabilir de. Fakat bu süreçte bir kopma olmaz. Birbirleriyle anlaşmazlığı olan her iki kurum da bu anlaşmazlıklara rağmen yaşamasını sürdürür. Bu süreçte, kurumlardan birinin görüşü, isteği daha ağır basabilir ama yine de bir kopma olmaz. Kopma olmaması öbür kurumunda yaşamını sürdürmesine yol açmaktadır. Sürecin bu içeriğine yön veren temel dinamik Kürt sorunudur.
Kürt sorununda, sorunu saptamada, sorunu sorun olmaktan çıkarmada kendini görevli sayan en önemli kurum ordudur. Ordu, bu konuda, hükümetin, diğer kurumların bu işe karışmasına olumlu bakmamaktadır, bunu engellemektedir. Ordu sadece, hükümete, neler yapılması gerektiğine dair planlar vermekte, bunların yerine getirilip getirilmediğini denetlemektedir. Hükümet de bu konuda kendisinin inisiyatif almamasından rahatsız değildir.
“AKP Hükümetini ve Gülen Cemaatını Bitirme Planı”nın içeriği de doğru değildir. Zira, dinsel akınlara, bu arada Gülen Cemaatına yol veren ordunun kendisidir. Kürt sorunuyla baş edebilmenin önemli bir yolu olarak, Kürtlerin yaşadığı bütün alanlarda, dinsel akımların örneğin dinsel yayın yapan radyoların, televizyonların dinsel vakıfların vs. teşvik edilmesi, devletin, ordunun önemli bir politikasıdır. Kürtleri dinsel akımlarla oyalamak, sorunu dinsel akımlar içinde eritmeye çalışmak önemli bir anlayış ve uygulamadır. Kürtlerin yaşadığı her alanda bu sürece teşvik etmek vazgeçilmez bir devlet politikası olmuştur. Örneğin, Kur’an Kursları Kürdistan’da teşvik edilmektedir, dinsel akımlar, dinsel cemaatlar de teşvik edilmektedir. Hizbullah’ın özel olarak PKK’yle, genel olarak Kürt sorunuyla mücadele etmesi için devlet tarafından, derin devlet tarafından örgütlendirildiği, askeri kışlalarda eğitildiği bilinmektedir. Devletin, Batı yörelerinde, dinsel akımların gelişmesine karşı hassa olduğu, bunu engellemeye çalıştığı söylenebilir. Ama, Kürt bölgelerinde dinsel akımları geliştirmek önemli bir devlet politikası olmuştur. Öte yandan Gülen Cemaatı de Kürtlerin yaşadığı her alanda, resmi ideolojinin gereklerine göre bir eğitim yaptığı, Türk dilini ve kültürünü geliştirdiği açıktır. Örneğin Kur’an Kursları için toplanan öğrencilere eğitimleri sırasında Kürtçe’nin yasaklandığı biliniyor. Kürt medreseleriyle Gülen Cemaatına ait Kur’an Kursları arasında çok büyük bir fark olduğu hemen göze çarpmaktadır. Kürt medreselerinde eğitimin Kürtçe yapılması, Kur’an eğitiminin, Arabça eğitiminin vs. Kürtçe yapılması medreselerin yasaklanmasını getiren önemli bir nedendir. Gülen Cemaatı’nın Said-i Nursi’nin Kürtlerle ilgili sözlerini ve yazıların tahrif ederek, yazılardaki Kürt, Kürdistan gibi sözcükleri çıkararak, değiştirerek yayımladıkları da biliniyor. Bu eserler Kürt taraftarlar tarafından Said-Kürdi’nin eserleri olarak yeniden yayımlanmıştır.
Ordu bu ilişkiler sürecinde, sadece Gülen Cemaatına ihtiyaç duymamaktadır, bütün dinsel akımlara, dinsel cemaatlara ihtiyaç duymaktadır. Adalet ve Kalkınma Partisi gibi bir partiye, bu partinin kurduğu hükümete ihtiyaç büyüktür. Çünkü AKP denildiği zaman, Avrupa Birliği’yle ilişkiler, ne düzeyde olursa olsun, ABD’yle, insan hakları ve özgürlüklerle, liberal anlayışla ilişkileri nasıl olursa olsun, dinsel bir akım görünümünü çağrıştırmaktadır. AKP denildiği zaman ilk önce bunlar akla gelmektedir. Genel seçimlerde ve yerel seçimlerde asker, polis gibi kamu görevlilerinin, Kürt bölgelerinde daha çok, AKP’ye oy vermeleri, AKP’ye oy verilmesini teşvik etmeleri, Demokratik Toplum Partisi’ne oy verenleri tehdit etmeleri, bu nedenlerle izlenir ve gözlenir olmaktadır.
Kürt sorunu, kurumların birbirlerine olan ihtiyacını ortaya koymakta, uyuşmazlıklar tırmansa bile, bir kopuşun yaşanmasının engellemektedir. Fakat, şurası açık bir gerçektir. Kürt sorununda inisiyatifi ele alamayan, bu konunun askere devredilmesine ses çıkarmayan, hükümet, asker karşısında inisiyatif sahibi olmayacaktır. Yukarıda kısaca belirtilen yetki ve sorumluluk paylaşımı, böyle bir kopuşu yine mümkün kılmamaktadır.
Taraf Gazetesi’nin 12 Haziran’da açıkladığı ‘belge’ veya ‘bir kağıt parçası’ üzerinde epey tartışma olmuştu. Bu tartışma sürecinde TBMM, askerlere sivil yargı yolunu açan bir yasayı kabul etti. Yasa tasarısı, hükümetin tasarısı olarak TBMM’ye gönderilmişti. Yasa, askerler tarafından işlenen ağır cezalık suçların, sivil mahkemelerde yargılanacağını öngörüyor. Hükümete karşı darbe planları yapmak da ağır cezalık bir suç oluyor. Asker böyle bir yasaya karşıydı. Muhalefet, özellikle CHP askerden yana tavır sergilemişti. Buradaki sivil sözcüğü de askeri olmayan anlamındadır. Bazı yargıçların, bazı Ağır Ceza Mahkemelerinin, özellikle Yargıtay’ın, askerlerin istekleri ve direktifleri doğrultusunda kararlar verdikleri iyi biliniyor. Türkiye’de asker, idari ve mali bakımlardan özerktir. Daha önemli olarak, hukuki bakımdan da özerktir. Asker kendisini denetlettirmemektedir. Askeri mallar, askeri kadrolar, askeri harcamalar Sayıştay’ın denetimine tabi değildir. Polisin de buna yakın bir dokunulmazlığı vardır. Bütün bunlara rağmen, sözü edilen yasa tasarısının kabul edilmesi, demokratik anlayışın gelişmesine önemli bir katkı sağlayacaktır.

VI. TÜRK EGEMENLİK SİSTEMİ

Anadolu Halkları-Yerel Halklar, Devşirme Sistemi

Oğuzlar, Orta Asya’dan, Horasan’a, İran’a, Ortadoğu’ya 11. yüzyılda geldiler. Oğuz akınları, 12.13.14. yüzyıllarda da devam etti. Bu, düzenli bir akın değildi. Bu, hedefi önceden saptanmış alanlara yapılmış bir akın değildi. Türkmenler, kendilerine, yaşayabilecek, geçimlerini temin edebilecek bir yer arıyorlardı. Dört asır boyunca, Anadolu’ya, Van Gölü çevrelerine gelen Oğuzların sayısının 200 bin ile 600 bin arasında olduğu uzmanların görüşüdür.
Oğuz Türkleri bu bölgelere geldiğinde buralarda yaşayan yerli halklar kimlerdi? Örneğin Yukarı Mezopotamya’da, Van ve Urmiye gölleri çevresinde, Kürtler, Asuriler-Süryaniler, Keldaniler Ermeniler, Yahudiler, Araplar ve daha kuzeyde de Gürcüler vardı. Güney Mezopotamya’da, Irak’ta, Suriye’de Araplar, yaşıyordu. Karadeniz kıyısında Lazlar, Pontuslar, Ege’de, Akdeniz yörelerinde, Kızılırmak deltasında Rumlar, Ermeniler vardı. Yerli halklar bunlardı. Oğuz Türkleri 11. yüzyılda bu bölgelere geldiğinde buralarda yerli halkların nüfusu 10 milyon civarındaydı.
Selçuklu İmparatorluğu’nda ve daha sonra, Osmanlı İmparatorluğu döneminde şöyle bir anlayış görüyoruz. Yönetimi oluşturan kadrolar, yerli halklardan seçilmiyor. Devşirme sistemi var. Yönetim kadroları, egemenlik kurumları devşirmelerden oluşturuluyor. Yerli halklardan kadrolar oluşturulmuyor, yerli halklar genel olarak sistemin dışında tutulmaya çalışılıyor.
Bu anlayışın temel nedeni kanımca mülkiyet sorunudur. Yerli halklar, yerli halkların ileri gelenleri bölgelerinde mülkiyet sahibidir. Örneğin geniş toprak mülkiyetine sahiptir. Bundan dolayı halk üzerinde belirli etkileri de vardır. Kendi bölgesinde geniş toprak mülkiyetine sahip bir kişinin, örneğin bir beyin, ileride, yönetime karşı sorun çıkarabileceği, örneğin, özerklik, bağımsızlık peşinde koşabileceği düşünülüyor. Bunu engellemek için, egemenlik kurumlarının, yönetim kadrolarının yerlik halklardan değil, devşirmelerden seçilmesine özen gösteriliyor. Yönetimdeki bütün üst görevler, mevkiler, devşirme sisteminden sağlanmaktadır. Balkanlar’dan genç yaşta toplanan, Rum, Sırp, Hırvat, Romen, Bulgar, Pomak … çocukları Osmanlı ideolojine göre yetiştirilmekte, yönetimin üst kademesine bunlar getirilmektedir. Hıristiyan ailelerden sağlanan bu çocuklar, kendi köklerinden koparılarak, doğal aile ve toplum ortamlarından koparılarak, bambaşka bir ortamda yetiştirilmektedir. Artık o doğal ortamlarla ilişki kurmaları da olanaksızdır. Bunlar artık, bütün varlıklarıyla devlete bağlıdır. Devlet sayesinde varolmuşlardır. Varlıkları ancak, devletin devamıyla mümkündür. Böyle bir algılama söz konusudur. Bu bakımdan bu kesimler, devletin koruma ve kollama görevini çok ciddi bir görev olarak algılamaktadırlar.
Bulunduğu alanda, geniş toprak mülkiyetine sahip bir kişi, bir bey, böyle bir koruma-kollama anlayışına sahip olmayabilir. Ayrıca egemenlikle ilgili bazı işleri bizzat kendisi gerçekleştirmek isteyebilir. Bölgedeki mülkiyet yapısı, bu yapı dolayısıyla halkla gelişen ilişkiler, bağlar, böyle bir olanak doğurabilir. Bu da şüphesiz merkezi yönetim anlayışına zıt bir süreç doğurur. Öte yandan, doğal ortamlarından, aile ortamlarından koparılan Hıristiyan çocukları, kendi amacına göre yetiştirmek çok daha kolaydır. Ama, aile bağları olan Müslüman çocukları yetiştirmek o kadar kolay olmayabilir.
Bu çocukların yetiştirildiği okulun adı Enderun’dur. Osmanlı döneminde, Enderun’a, örneğin, Türkmen, Kürt, Arap çocuklarının kabul edildiğine dair bir bilgi yoktur. Çocukları aile ortamından, doğal ortamlardan zorla kopararak uzak mekanlarda başka bir toplumun ihtiyacı için yetiştirmek devşirme sisteminin çok önemli özelliğidir. 1960’lardaki Bölge Yatılı İlkokulları benzer bir ihtiyaçtan doğmuştur. Bu okullar Kürtlerin asimilasyonunu hedeflemekte, bugün Yatılı İlköğretim Bölge Okulları (YIBO)’lar olarak yaşamını sürdürmektedir. Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği, Çağdaş Eğitim Vakfı gibi örgütlerle aynı anlayış sivil toplum kurumlarınca da gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır. 1948 Cenevre Sözleşmesi, çocukların aile ortamlarından koparılıp başka bir toplumun ihtiyaçları için yetiştirilmesi sürecini, böylece çocukların doğal ortamlarına, aile ortamlarına müdahale edilmesini suç sayar. Jenosit suçunu oluşturan süreçlerden biri… Ama, Türk düşüncesi genel olarak devşirme sistemiyle övünmektedir. Bu da çağdaş demokratik anlayışla, Türk düşüncesi arasında, resmi görüş arasında ciddi bir çelişkinin, algılama farkının olduğunu gösterir.
İttihat ve Terakki döneminde ve özellikle Cumhuriyet döneminde, devlet yönetimini oluşturan kadroların yerli halklardan değil, Anadolu’ya dışarıdan gelen halklardan oluşturulduğu açık bir gerçektir. Her iki dönemde de Çerkeslerin, devlet yönetiminde üst kadrolarda önemli rol aldıkları görülmektedir. Balkan göçmenlerinin, Kırım’dan, Kafkasya’dan, Orta Asya’dan gelen göçmenlerin Cumhuriyet döneminde, devletin üst yönetiminde önemli görevlere, önemli mevkilere getirildikleri izlenmektedir. Bu kesimler, Türkiye’ye hiç bir şeye sahip olmayarak gelmişler, baskıdan zulümden kaçarak gelmişler. Türkiye’deki yaşamları tamamen devlete bağlı. Devlet, Rum sürgünü ve Ermeni soykırımı sonrasında kalan taşınmazların önemli bir kısmını bu kesimlerden ailelere hibe ederek bunları ideolojik ve politik olarak devlete bağlamada ciddi bir iş yapmıştır. Bu bakımdan bu göçmenler, devlete ve devlet ideolojisine, resmi ideolojiye sıkı bir şekilde bağlı bir grup olmuşlardır. Yerli halklardan, örneğin Türkmenlerden, Kürtlerden oluşturulacak kadrolar devlet ideolojisine bu yoğunlukta bağlı olmayabilirdi. Bu devletin Çerkeslere, Kırım, Kafkasya ve Orta Asya göçmeni Türklere güveni her zaman büyük olmuştur, onların, yönetimin üst kademelerine getirilmelerinde devlet bürokrasisinde onlara önemli mevkiler verilmesinde, bu bağlılıklardan dolayı herhangi bir sakınca görülmemiştir. Ama, Alevi Türkmenlerin, özellikle Kürtlerin bağlılığından her zaman kuşku duyulmuştur.
19. yüzyılın son çeyreğinde, 1878 Qsmanlı-Rus Savaşı sonrasında Balkanlardan ve Kafkaslardan Anadolu’ya çok yoğun göçler olmuştur. Balkanlardan gelenler, şüphesiz, 14. yüzyılın ortalarından itibaren Balkanların Osmanlılar tarafından fethedilmesi sürecinde, Anadolu’dan koparılarak Balkanlara yerleştirilenlerin, yani “Evlad-ı Fatihan”ların torunlarıdır. 1912 Balkan yenilgisinden sonra, bu göçler daha da yoğunlaşmıştır. İttihat ve Terakki döneminde, devlet yönetiminde ileri görevlere, yüksek mevkilere getirilenler daha çok bu kesimlerden oluşturulmaktadır, seçilmektedir.
Cumhuriyet’te, tek parti döneminde, Cumhuriyet Halk Fırkası Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal, milletvekillerini tayin ederdi. “Çift dereceli seçim” aslında bir tayindi. Gerek milletvekilleri, gerek o milletvekillerini seçecek olan delegeler hep tayinle o göreve gelirlerdi. Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne, milletvekili olarak tayin edilenlerin önemli bir kısmı bu kesimlerden seçiliyordu.
Türk egemenlik sisteminin önemli bir boyutu budur. Osmanlı yönetim sisteminde toprak mülkiyetine sahip yerli halklardan bürokrasi için eleman temin etmeme; bürokrasiyi devşirmelerden, Cumhuriyet döneminde de dışarıdan gelen halklardan temin etme anlayışını olgulara dayalı olarak irdelemek gerekir.
Osmanlı döneminde toprak, tımar sistemi denilen bir sistemle işletiliyordu. Toprak tımar, zeamet, has şeklinde birimlere ayrılıyordu. Bütün bu birimlerin başında, merkezden tayin edilen görevliler vardı. Bunlar, ilgili kişilere savaşta gösterdikleri yararlara göre dağıtılıyordu. Yerli halklardan kişilerin, bu görevlere getirilmesi söz konusu değildi. Kürdistan da, 16. yüzyılın başından beri, İdris-i Bidlisi’den beri farklı bir sistem, Kürt özerkliği diyebileceğimiz bir sistem uygulanıyordu. Bu sistem de 19. yüzyılda, İkinci Mahmut (1808-1839) döneminde, gelişen ayaklanmalar sürecinde yıkıldı. Kürdistan da organik olarak merkezi yapının içine alındı.

Tek Tip Adam Yetiştirme, Herkesi Türk Yapma

Türk egemenlik sistemi derken, Klasik Osmanlı dönemini, İttihat ve Terakki dönemini, daha sonra da Cumhuriyet dönemini ayrıca değerlendirmek gerekir. Tek tip adam yetiştirme son iki dönemin önemli bir özelliğidir. İttihat ve Terakki ile başlayan bu dönem Cumhuriyetle birlikte daha sistematik olarak sürdürülmüştür. Tek dil, tek millet, tek devlet, tek vatan, tek şef anlayışı bu dönemlere işaret etmektedir. Rumlar sürgün edilerek, Ermeniler soykırıma uğratılarak bu anlayışın yaşama geçmesinin önündeki pürüzler kaldırılmaya gayret edilmiştir. Yahudiler ise Kemalist ideolojinin oluşturulmasında devlete her zaman yardımcı olmuşlardır. İttihat ve Terakki döneminde de Cumhuriyet döneminde de böyle bir gelişim vardır. Kürtlerin Türklüğe asimilasyonu, Alevilerin Müslümanlığı asimile edilmeleri yine bu anlayış doğrultusunda yaşama geçen uygulamalardır. Etnik bakımdan ve dinsel bakımdan homojen bir toplum yaratmak Cumhuriyet döneminin çok önemli bir amacıydı. Bu, Kemalist ideoloji tarafından, “Sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış bir kitleyiz” şeklinde ifade ediliyordu.

İsmail Beşikçi