14 Eylül 2010 Salı

Referandum’da Demokrasi Güçleri İçin En İdeal Sonuç Nedir?

Anayasa Referandumunda ne pozitif ayrımcılık, ne 12 Eylülcülerin yargılanması gibi maddelerin hiç bir önemi yoktur. Çünkü bunlara CHP’nin (Yani Askeri Bürokratik Oligarşinin) bir itirazı bulunmuyordu. Hatta CHP daha Baykal zamanında, bunları gelin ayrı oylayalım diye bir öneri bile yapmıştı. Bunlar AKP’nin yapacağı değişikliği demokratikleşme diye satmasının aracı olan, CHP’yi köşeye sıkıştırmaya hizmet eden; kabulleri gerçek güç ilişkilerini etkilemeyen maddelerdi.

Esas sorun Yargıyı kimin kontrol edeceği idi ve dananın kuyruğu tam da bu noktada kopuyordu: Askeri Bürokratik Oligarşi mi İslamcı Burjuvazi mi?
Gerçek bir demokratikleşme, Askeri Bürokratik Oligarşi’yi tasfiye etmeye, bu pahalr, baskıcı, bürokratik, militer, keyfi cihazı ve kastı ortadan kaldırmaya yönelik olabilirdi.
Ama demokratikleşmeden ve kitlelerden korkan burjuvazinin veya AKP’nin böyle bir devlet cihazı olmadan egemenliğini ve varlığını böyle sürdürmesi olanaksızdır. Bu nedenle AKP tarafından, gerçek bir demokratikleşme, yani bu zümreyi tecrit ve tasfiye edecek değişiklikler değil, bu cihazı olduğu gibi koruyarak sadece onları burjuvazinin kontrolüne alacak değişiklikler, hiç bir demokratik karakteri olmayan değişiklikler gündeme alınmıştır.
Vitrin işlevi gören pozitif ayrımcılık vs.gibi maddelerinin görevi, liberallerin, bu kontrol altına almayı, demokratikleşme gibi göstermelerine hizmet etmekten başka bir şey değildi.
Yapılan değişikliklerin, yani Hakim ve Savcıları atayacak organın bileşiminin kimler tarafından belirleneceği eski biçimden daha demokratik değildir.
AKP ve liberaller, azınlığın çoğunluğa uymasını demokrasi olarak tanımlamaya fazlasıyla heveslidirler. Ama bu demokrasinin yarım tanımıdır. Çünkü bu anlamda demokrasi, Lenin’in de dikkati çektiği gibi en şoven gericilikle bağdaşabilir.
Gerçek demokrasi, çoğunluğun belli konularda karar alma hakkını sınırlayan demokrasidir.
Sırf çoğunluğun karar alma hakkını demokrasi olarak tanımlayan bir demokraside, çoğunluk eğer sigara içiyorsa, gayet “demokratik” bir şekilde bir toplantı salonunda sigara içilmesine ve içmeyenleri de taksitle öldürmeye karar verebilir. AKP ve liberallerin demokrasiden anladığı fiilen budur.
Ama gerçek bir demokraside, insanların sağlıklarına onların rızaları hilafına zarar verilemeyeceğini bir ilke olarak koyan bir demokraside, çoğunluk hiç bir şekilde bu konuda karar alamaz ve eğer çoğunluk içmeye kalkarsa bir tek içmeyen biri bile tüm çoğunluğu hapse tıktırabilir.
Bu nedenle “bağımsız bir yargı”ya, her şeyden önce, çoğunluğun, insanların ve/veya yurttaşların hakları konusunda karar verebilme hakkını kısıtlamak için gerek vardır. Yani yasama ve uygulamayı, tanınmış haklar bakımından denetlemek için, çoğunluğun karar alma hakkını kısıtlamak için.
Bu nedenle, hukukçuların, tıpkı bilimciler gibi, her türlü politik baskı ve kaygıdan azade olmasının gerçek bir demokrasi için önemi büyüktür.
Dolayısıyla, liberallerin satmaya çalıştığının aksine, yargı ve hakimleri seçecek ve atayacak olanların seçilmiş çoğunluklarca atanması ve seçilmesi gerici bir demokrasi anlayışıyla uyuşur ama gerçek bir demokrasi anlayışıyla pek uyuşmaz.
Şimdiki kapalı kast sistemi ne kadar uyuşmuyorsa o kadar uyuşmaz ve anti demokratiktir.
O halde, hukukun her türlü ekonomik ve siyasi karardan ve kaygıdan azade işleyebilmesi için, onların seçimini partilere bırakmak hiç de doğru bir yol değildir. Mesleki ve ekonomik garantilerin yanı sıra, ekonomik ve siyasi baskılardan azade tam bir bağımsızlık durumunda, saf hukuk ve hak kaygılarıyla hareket edilebilir ve bu gerçek anlamda daha demokratik olabilir.
Örneğin, tüm memurların, hakimler ve savcılar dahil, tayin ve terfi işlemlerinin, bağımsız memur sendikaları tarafından tutulan, kontrol edilen sicillere göre yapılması ve yurttaşların memurlar hakkında dava açabilmesi, tüm yazışmaların ve dosyaların vatandaşın bilgi ve kontrolüne açık olması gibi değişiklikler, ancak hem genel olarak memurların, hem de özel olarak hakim ve savcıların her türlü ekonomik ve siyasi kaygıdan azade çalışmalarını ve karar almalarını olanaklı kılar.
Yani nasıl gerçekte bilimin her türlü ekonomik ve siyasi kaygıdan azade işleyebilmesi için gerçek bir fikir özgürlüğü ve üniversite özerkliği bir olmazsa olmaz ise, aynı şekilde siyasi kaygılardan azade bir adalet için de ekonomik ve idari özerklik olmazsa olmazdır. Özerklik ise her şeyden önce tayin ve terfilerde siyasi ve ekonomik, yani hukuk ve bilim dışı etkilerin asgariye inmesi için gerekli koşuldur.
AKP bilimde YÖK’ü kaldırmaya kalkmadı onu kendi kontrolüne aldı. Aynı stratejiyi şimdi yargıda izlemektedir.
O halde eski ve yeni sistem de aynı ölçüde anti demokratiktir ve esas sorun tayin ve terfilerin, askeri bürokratik oligarşinin mi yoksa AKP’nin mi kontrolünde olacağıdır. Bu anayasa oylamasının özü budur. AKP’nin seçimlere dayanması onun daha demokratik olduğu anlamına gelmez. Bu çoğunluğa her şeyi mübah gören, en korkunç gericilikle uyuşan bir demokrasi anlayışıdır.
Bu bakımdan evet veya hayır çıkmasının daha fazla demokrasi getireceği söylenemez.
*
Ama gerçek mücadele eden güçler bakımından, evet veya hayır çıkmasının demokrasi mücadelesindeki güçlerin yer alışı ve güçleri bakımından bir etkisi olur.
Soruyu şöyle soralım: Bu özünde demokratik olmayan değişiklikte burjuvazinin mi askeri bürokratik oligarşinin mi kazanması bizler için, yani radikal demokratlar için, daha elverişli bir koşul anlamına gelir? Veya bu sonuç nasıl ve hangi koşullarda bizler için en elverişlidir.
Öncelikle şunu unutmamak gerekiyor. Boykot üçüncü bir alternatif değildir hukuki sonuçlar bakımından. Yani nüfusun yüzde doksanı bile boykot etse, hukuken sonucu o yüzde onun evet veya hayırları belirler. Ama elbetteki böyle yüksek bir oranda boykot, sonucu değil ama sonraki dönemde güçlerin konum ve güçlerini belirleyici bir anlama da sahip olur.
Bu nedenle, en azından genel olarak yüksekçe bir katılmama oranı, ama özellikle BDP’nin etkili olduğu vilayetlerde adeta sınırları çizmeye varan yüksek bir katılmama oranı, demokratik güçlerin konumunu güçlendirir.
Ancak, hukuki sonuçlar bakımından alternatif evet ve hayır arasındadır.
Soru şudur: bunlardan hangisinin nasıl bir çoğunluğu demokratik güçlerin konumunu ve hareket alanını güçlendirir?
Soruyu şöyle de formüle edebiliriz: bu iki gücün içinde de farklı stratejilerin bir mücadelesi sürmektedir. Gerek İslamcı Burjuvazi, gerek Askeri Bürokratik Oligarşi arasında daha inkarcı, intikamcı, şoven güçlerle, bu işlerin böyle gitmeyeceğini, bir takım değişiklikler reformlar yapmak gerektiğini söyleyen güçler arasında bir mücadele vardır. Nasıl bir sonuç daha inkarcı ve şoven güçlerin gerilemesine ve etkisinin sınırlanmasına hizmet eder?
Politik ve askeri mücadelelerde karşı tarafın içindeki en küçük çatlağın bile büyük bir değeri vardır. Karıncayı bile hesaba katmak gerekir.
Birincisi, Evet veya Hayır’ın yüzde on civarında veya üzerinde bir oranla elde edeceği fark, (Bu yüzde onu bizzat AKP belirledi, ondan aşağısını tam bir zafer kabul etmeyecek.) her iki tarafın da daha pervasızca anti demokratik bir politika izlemesine yol açar.
Yüksek oranlı farka dayanan bir Hayır, Ergenekoncuların, Askeri Bürokratik oligarşi içindeki konumlarını güçlendirmelerine, kaybettikleri mevzileri tekrar kazanmalarına, tekrar moral bulmalarına yol açar. Keza yüksek oranlı bir hayır aynı zamanda zaten korkak olan burjuvazide, her türlü değişim arzusunun da yitirilmesine, daha milliyetçi ve gerici kanatların ağırlığının artmasına da yol açar.
Tabii böyle bir hayır Kürt hareketinde de belli bir moral bozukluğuna, Liberallerin ve Kürt burjuvazisinin Özgürlük hareketini bu sonuçtan sorumlu göstermelerine de yol açar.
Dolayısıyla yüksek oranlı bir hayır hayırlı bir sonuç değildir demokratik güçler açısından.
Aynı şekilde, yüksek oranlı bir Evet de, AKP’nin daha pervasızlaşmasına, Kürt demokratik hareketinin tecrit etmek için bile olsa bir takım adımlar atmaktan da vazgeçmesine, dolayısıyla demokratik güçlerin hareket alanının daralmasına yol açar.
Ama yüksek oranlı bir evet aynı zamanda Kılıçdaroğlu’nun temsil ettiği Askeri Bürokratik Oligarşinin, daha reformcu veya inkarcı ve intikamcı olmayan kanadın başarısızlığı olarak görülecek ve onun etkisinin de hızla azalmasına, dolayısıyla Baykalcı çizgilerin tekrar güçlenmesine yol açacaktır.
Ve nihayet yüksek oranlı bir evet, Kürt hareketi içinde burjuvazinin ve liberallerin daha da pervasızlaşmalarına ve özgürlük hareketinin moral ve etki kaybına da yol açar.
Özetle, yüksek oranlı bir evet veya hayır sonucu, Demokrasi güçlerinin konumunu zayıflatıcı bir sonuca yol açar.
Ama yüksek oranlı bir evet veya hayırın bir başka zararı daha vardır. Onu da şöyle açıklayabiliriz.
Egemen sınıflar, özellikle İngiliz emperyalizmi çok sınırlı bir askeri güçle dünyayı idare etme sanatında, rakipleri arasında çatışma çıkarmaya ve çatışanların da birbirinin üzerinde kesin bir üstünlük kurmasına imkan vermeme stratejsine, biri tam bir üstünlük kurarken diğer tarafa destek olma stratejisine dayanmıştır.
Biz ezilenler ve demokratlar da ezen sınıflara karşı aynı taktikleri gözetmeliyizdir. (Bu taktiği Abdullah Öcalan’ın başarılı bir şekilde uyguladığı, Askeri Bürokratik Oligarşi ve Burjuvaziyi birbirine karşı dengede tutup birbirlerini yıpratmalarına olanak yarattığı söylenebilir.)
Ne askeri bürokratik oligarşinin ne de ondan daha demokratik olmayan burjuvazinin diğeri üzerindeki kesin bir üstünlüğü bizler açısından iyi olmaz. Onlar aşağı yukarı dengede olur, aralarındaki rekabet ve çatışma ne kadar sert olur ve birbirlerinin gücünü ne kadar tüketirler, kirli çamaşırlarını ne kadar ortaya dökerlerse, bizler için o kadar iyidir.
Dolayısıyla yüksek oranlı bir hayır veya evet bu bakımdan da zararlıdır. Onların birbirini yıpratan ve sert bir mücadele sürdürme olasılıklarını zayıflatır.
Evet veya hayırın çok küçük bir farkla üstün gelmesi – tabii bunun yanı sıra boykotun en azından DTP’nin güçlü olduğu vilayetlerde etkili olduğunun görülmesi – bizler için daha iyi bir sonuçtur.
Küçük farklı bir Hayır, AKP’nin Kürt hareketi karşısında izlediği, onu tecride yönelik, onu hor gören çizgisinin sonucu olacaktır. Dolayısıyla bu çizginin bir yenilgisi anlamına gelecektir.
Öte yandan küçük oranlı üstünlüğe dayanan bir Hayır, bir yandan elbet askeri bürokratik oligarşiye bir güç ve moral verir ama aynı zamanda, bu Hayır çıkmasında Kılıçdaroğlu’nun çizgisi bütün başarının esas sebebi olarak görülecek ve bu da askeri bürokratik oligarşi içinde değişimci kanadın etkisinin artmasına yol açar. Yani en azından Ergenekoncuların bir hayır nedeniyle ortaya çıkacak moral ve etkilerini dengeleyecek bir sonuç da doğururr.
Ama en ideali, çok küçük farklı bir evettir. Bu takdirde, AKP kıl payı kazanabildiği için Kürtler karşısındaki bu günkü çizginin nasıl bir yenilgiye yol açabileceği daha iyi görülecek ve AKP mesajlarında MHP tabanından ziyade Kürtlere ve demokratlara yönelebilecektir.
Ama küçük bir farkla evetin kazanması, aynı zamanda, CHP oylarında büyük bir artış anlamına geleceğinden, Kılıçdaroğlu çizgisinin güçlenmesi ve etkisinin artması sonucunu doğurur.
Böylece birden bir siyaset sahnesinde kimin daha demokrat olduğu yarışı başlayabilir. Elbette bu demagoji ve söylem düzeyinde olacaktır ama ülkenin 1992’den beri süren çürütücü, şoven, baskıcı ve inkarcı ideolojik ikliminin yerini, daha soluk alınabilir, daha ılıman bir iklimin alması sonucunu doğurabilir.
Yani kışın bitip yavaş yavaş bir ilkbaharın gelmesi gibi bir hava.
Bu havada radikal demokrasi, serpilecek oksijeni, güneşi ve gübreyi bulabilir.
12.09.2010 09:17
Demir Küçükaydın
http://www.koxuz.org

Hiç yorum yok: