30 Eylül 2010 Perşembe

Hanedanlar Zamani-1(Dizi Yazisi)


Osmanlı düzeni (1280-1923)

Osmanlı İmparatorluğu'nun tarih öyküsü, belki diğer imparatorlukların en karışık ve karmaşık olanıdır. Bu tarihin olayları içinde yalnızca Osmanlı hanedanı değil, imparatorluğa egemen olan ve onun egemenliğinde olan çeşitli halklar (Türkler, Kürtler, Araplar, Yunanlılar, Sırplar, Ermeniler, Yahudiler, Bulgarlar, Macarlar, Arnavutlar) ve daha pek çok azınlık vardır. Tarih aynı zamanda Osmanlı uyruğu olan belli başlı dini grupların, Müslümanların, Yahudilerin ve Hıristiyanların da tarihidir.

Osmanlılarla Avrupa ve Asya'daki komşularının ilişkileri, modern zamanlarda 'Doğu Sorunu' (K. Marx) olarak adlandırılacak karmaşık savaş, fetih, diplomasi ve toprak rejimleri (feodalite) sorunlarını da içerir. Yine Osmanlı tarihinde bu çok uluslu ve çok kültürlü imparatorluğun politik, idari ve sosyal kurumlarının (daha önce Med, Pers, Hurri ve Hitit, Roma) da tarihsel bir sentezi bulunmaktadır.

Osmanlı düzeninin başlıca temel taşı padişahtı. Yönetenlerin ve yönetilenlerin ortak bağlılık duydukları nokta yalnızca o idi. Bu düzenin içindeki her halkın bağlılığını elde etmesinin belirli yolları vardı. Önce padişah yönetici sınıf üyelerinin efendisi idi, onların yaşamları ve malları kendisine aitti. Yönetici sınıfın aksine padişahın reayası (korunan sürüsü) ise yaşam ve malları ile din ve gelenekleri görünüşte güvence altına alınmıştır. Tabii ki çeşitli bahane ve provokasyonlarla buna pek uyulmadığı zamanlar da vardı.

Hıristiyan uyruklara karşı sultanlar, Bizans imparatorlarının yerine geçmiş hünk‰r olarak egemenlikleri için yasal bir hakka sahiplerdi. Ayrıca önceki Osmanlı hükümdarlarının güneydoğu Avrupa'nın Hıristiyan prenslerinin kızları ile evliliklerini de öne sürebilirlerdi. Müslüman olmayan halkların liderlerinin de padişaha bağlılıkları, bunların halkları üzerinde, Hıristiyan devletlerinde olandan daha çok dinsel ve siyasal (laik) güce sahip olabilmelerine dayanmakta idi.

Osmanlı hükümdarı Müslüman uyruğunun bağlılığını da çeşitli yollardan güvence altına almıştı. Sultan olarak, Selçuklulardan beri halifeler tarafından kabul edilen bir makama sahipti. O zamanların meşruiyetine göre, İslam topraklarını, özellikle muhafazakar iktidarcı Sünni İslam'a yönelik Şii tehlikesine ve diğer 'kafir' ülkelerden gelecek tehlikelere karşı korumak ve yayılma (fetih) savaşlarını yönetmek karşılığında sultana şeriatın kapsamadığı konularda yasama hakkı bağışlanmıştı. Zor ve fetih merkezli yayılmadan dolayı doğrusu şeriatın kapsamı ve yorumu da epey daraltılmıştı. Güncel hukuk sistemi için de aynı şeyler söylenebilir.

Kürtler ve Araplar gibi Özerk Müslüman toplumlara karşı sultanlar imamlar olarak; İslam dininin liderleri ve koruyucuları; kutsal yerlerin ve haccın koruyucuları ve gaziler olarak da öncülük ediyordu. Bu meşruiyete dayalı haklarını kullanan padişah, Divan-ı Hümayun'a, baş vezire ve diğer yöneticilere, yerel prens ve beylere verilen bir yetkiyle onlar tarafından yazılmış olsa da, kendi ağzından çıkmış gibi yazılan fermanlarla yasama hakkına sahipti.

Bu çok farklı, çok kültürlü toplumları bir arada tutan ne idi? Düzenin ve nizamın en sağlam bağlayıcı gücü, İslam'ın ümmet inancı, ekonomik ilişkiler ile eylemlerde ortaklık sonucu; iş bölümü, Müslüman ve Müslüman olmayan halkları bir araya getiren tüm toplumun özerk yaşam temelinde kapsayıcı ve birleştirici altyapısı idi. Bu toplumsal özerkliklerin daralması süreçlerinde ortaya çıkan isyanlar ve kaosların da sebepleri bir hayli önemli idi.

OSMANLI TOPLUMU VE YÖNETİM

Osmanlı düzeninin bakış açısının toplumsal dayanakları eski anavatandan (Orta Asya'dan), etnisite geleneğinden, Sasaniler tarafından geliştirilen (Ki Med-Pers devlet ve saray, protokolleri ve yönetim düzeni idi) ve Abbasilerin hizmetinde olan yine İranlı bürokratlar tarafından Selçuklulara aktarılan ve esasta Bizans'tan büyük çapta devralınan birikim, kavram ve deneyimlerden gelmektedir. Osmanlı siyasal örgütün felsefi temeli uyruklar için adalet ve güvenlik konularını vurgulayan El-Gazali ve Nizam-ül Mülk'ün yazılarından alınmıştır. 15. yüzyıl Osmanlı tarihçisi Mustafa Naima bu görüşü 'Hakkaniyet Çemberi' (Eski Sümer ve Hurrilerde 'Halk Çemberi') olarak sunmuştur. Onun belirttiğine göre; asker olmadan devlet ya da mülk (h‰kimiyet) olmaz; askere sahip olmak servete ihtiyaç gösterir; servet uyruklardan toplanır; uyruklar ancak adaletle refaha kavuşabilirler; şu halde mülk ve devlet olmadan adalet olmaz. Böylece servetin hükümdar ve devleti desteklemek ve uyruklar içinde adalet sağlamak için üretilmesi ve kullanılması siyasal örgütlenmenin ve uygulamanın temeli olarak görülmüştür.



Buna uygun olarak toplum da iki gruba bölünmüştür. Yaşamlarında asıl amaçları sanayi, ticaret ve tarımla uğraşarak ve hükümdara vergi ödeyerek servet üretmek olan büyük halk kitleleri; ve kendileri servet üretmeyen, vergi ödemeyen, lakin hükümdarın gelirini toplamak ve bunlarla kendilerini olduğu kadar onu ve ailesini geçindirmek için padişahın aracısı olarak görev alan küçük bir yönetici grubu bulunmakta idi. Devlet yönetimi örgütlenmesi zaman içinde çeşitli biçimler almıştır. Ordu, hükümdar ve devletin korunması kadar, servet kaynaklarının savunulması ve genişletilmesi görevini üstlenmiştir.

Hükümdarın yönetici sınıfının üyeleri olmayan bütün uyruğu onun reayası (korunan sürüsü) idi. Sultanın kendilerini koruması karşılığında bunlar yönetici sınıfın geliştirdiği ve savunduğu serveti üretirlerdi.

Osmanlı'nın hizmetine giren Bizans ve klasik İslam devletlerinin yönetici sınıfı üyeleri ve en son olarak da devşirme yoluyla toplananlar yönetici sınıfa hakim olmuşlardır. Kökenleri ne olursa olsun, bir insanın Osmanlı yönetici sınıfının tam üyesi olabilmesi için; İslam dinini kabul edip uygulaması; hükümdara ve onun hükümdarlık görevlerini üstlenmek ve gelirlerini toplamak için kurulan devlete sadık olması ve Osmanlı yaşam biçimini oluşturan karmaşık davranış, görenek ve dil sistemini (Osmanlıca, Arapça, Farsça ve Türkçe karışımı) bilip uygulaması gerekirdi. Avrupa feodalitesinden farklı olarak reaya üyeleri, yönetim niteliklerini geliştirip yönetici sınıfa yükselebildikleri gibi, yönetici sınıftakiler ya da çocukları reaya durumuna düşebilirdi.

Toplumsal katmanlar, kişisel davranış ve insanın aile, mevki, din, sınıf, rütbe ve servetin toplamıyla belirlenen bir 'had' (sınır) kavramına sıkı sıkıya bağlı idi. Bu 'had' içinde geleneksel davranış kuralları ve yasaları zorlamaları dışında hiçbir sınırla bağlı olmadan istediğini yapabilirdi. Ancak başkasına 'had' dine müdahale korkusuyla bunun dışına çıkamazdı. Böyle bir davranış kabalık ve cahillikle nitelemekle kalmayıp, toplumdaki yerini kaybetmeye kadar bir dizi yaptırım uygulanırdı.

Farklı toplumların lider ve temsilcilerinden, yönetici sınıftan olan her kişinin, toplumsal durumunun ve yerinin doğrudan doğruya ve hayati belirtisi olan özel ve özerk bir kimliği ve onuru vardı. Kendi 'had'di ile sınırlanmış olan hakların çiğnenmesi bu onura karşı gelmek olduğundan, bu yalnızca kişisel bir hakaret değil, aynı zamanda toplumsal kimliğine saldırı idi.

Osmanlı düzeni içinde kişiler arasındaki ilişkilerin pek çoğu güçlü bir insanla daha zayıf arasında karşılıklı anlaşmadan doğan zımni bir ilişki olan 'intisab' (bağıl) yoluyla yürümekte idi. Güçlü olan yerinden olursa, intisab destekçileri de birlikte sürüklerdi. İnsanlar arasındaki bu sadakat bağı, Osmanlı toplumunun ve politik yaşamının temel özelliği idi. 16. yüzyıldan itibaren devşirmeler iktidara geçtikten sonra atama ve terfilerde hep bu kişisel bağlar ve sadakatler göz önüne alınmış, günümüze kadar sürmüş, yetenek ve beceriklilik geri plana itilmiştir.

OSMANLI DÜZENİNDE ZİHNİYET

İslami bilgilerde uzman olanlara 'ulema' denilirdi. Bunlar 'efendi' olarak da anılırdı. İlmiye kurumunun temeli, halka temel bilgiler veren cami ilkokulları (mektep) ve yönetici sınıf ile bağlı halkların hanedan gençlerinin ve ulemanın yeni üyelerini yetiştiren yüksek eğitim kurumları olan medreseler idi. İlk Osmanlı medresesi Orhan Bey tarafından 1331'de İznik'te kurulmuştu. 16. yüzyılda ise yüzlerce medrese vardı ve başlarında da Fatih Sultan Mehmet'in İstanbul'da kendi adına taşıyan cami civarında kurulmuş, 'Medrese-î Semaniye' bulunuyordu. Bunlar sekiz dereceli bir eğitimin en üst düzeyindeydiler. Eğitim küçük kentlerdeki 'haşiye-i tecrit' medreseleri ile başlıyor, 'miftah', 'kırıklı', 'hariç', 'dahil' ve 'Sahn-ı Seman' düzeylerinden geçiyordu. Fatih Külliyesinin parçası olan 'müsile-i Sahn' ve 'sahn-ı seman' medreselerinde en yüksek bilgi düzeyine erişiliyordu. İlk 'yedi düzey'de okuyanlara 'Suhte' ya da 'softa' (din öğrencisi' deniliyordu. 'Sahn-ı Seman' medreselerine girenlere 'danişmend' (bilge insan, bilgin insan) diye onurlandırılıyordu.

İslam'da dört Sünni hukuk ekolu (mezhebi) bulunmasına rağmen, resmi olarak Ebu Hanife'ye ait olan kabul edilmekte idi. Mahkemelere yalnızca Hanefi kadılar atanırdı. (Bugün de mevcut hükümetin Alevi hukukçuları ayıklamakla meşgul olması dikkat çekicidir.) Ancak imparatorluğun diğer Müslüman halklarında, özellikle Kürdistan, Suriye ve Mısır'da, yerli toplum ve dini liderler diğer hukuk ekollerini kabul edebilirdi. Belirli davalara genel ilkeleri uygulayan ulema sınıfı ilk başlarda 'müctehid' (doğru hukuk bilgisi elde etmeye çalışan) diye anılırdı. Ve bunların kararlarından İslam hukuku ve evren bakış açısının çeşitli ekolleri (okulları) doğmuştu.



Osmanlı düzeninde zihniyet ve bilgi tekeli için, özellikle İstanbul'da toplanan yeni aydın ulema büyük bir yönetim gücü anlamına geliyordu. Ancak bağlı özerk halkların yönetim merkezlerinde de gelişmiş bir eğitim vardı. Diyarbakır, Bitlis, Bağdat, Konya, Avrupa'da da Üsküp, Saraybosna önemli merkezlerdi.

Arap bilim ve kültüründen bir geçiş dönemi olan Fatih zamanında, Alaeddin Tžsi, Hocazade Müslihiddin Mustafa Efendi ve Mevlana Abdülkerim Efendi gibi zamanın büyük bilginleri önemli rol oynamıştır. Fatih'in öğretmenlerinden biri olan Hocazade Müslihiddin Mustafa Efendi, 'Hanedanlar Çağında' skolastik kuramın temsilcisi idi. Fatih Sultan Mehmet, onun skolastik kuramını teşvik ederek Selçuklular döneminde İbnî Rüşt ile Gazali tarafından başlatılan felsefe ile din arasındaki eski İslam kavgasını canlandırmış, İran'dan konuyu sarayda tartışmak üzere Nasiriddun Tžsi'yi getirmiştir. Nasuriddin İbni Rüşt'ün din ile felsefenin bağdaştırılabileceğini ve mutlak tanrı düşüncesinin insan aklının almaya yeterli olduğu tezini savunuyordu. Diğer yandan Hocazade ise Gazali'nin tutumunu benimseyerek mantığın tıp ve matematik gibi gerçek bilimlere uygulanabileceğini, bunun dini konulara uygulanmasının ancak yanılgıya götüreceğini, bu yüzden dini bilimlerin mantık ve felsefenin iddialarına karşı savunulması gerektiğini ileri sürmekte idi. Sonunda Osmanlı Uleması, Padişahın da desteğiyle Hocazade'nin düşüncelerini kabul etti. Ve bilime doğru giderek daralan skolastik görüşü benimsedi. Bugün de iktidarın benimsediği görüş budur. Doğrusu tarihsel olarak sisteme hakim olan mantık, o eski zamanlardan bu yana skolastik görüştür.

Düzenin yeniden yapılanması ile ilgili günümüzün geçiş sürecinde, hükümetin zihniyetini belirleyen Osmanlı düzenidir. Birçok alamet vardır. Osmanlı'da memuriyet satın alınırdı. Sonra hem ödediği parayı geri çevirme, hem de k‰ra geçmek için bahşiş (rüşvet) alınırdı. Belki bugün memuriyetler satın alınmıyor, lakin bahşiş ve yüklenicilerden de komisyon mutlaka alınıyor. Farklı fikirlere tahammülsüzlük, sınav skandalları, üniversitelerin tamamen skolastik bir anlayışın tahakkümünde olması, 'cemaat ilmin'in esas alınması, hukuksuzluğun ayyuka çıkması gibi birçok işaret sayılabilir.

'Bir halk, şayet siyaset biliminde eğitim genel değilse, tüm sosyal kurumlardan bağımsız değilse, yurttaşların yüreklerinde uyandırdığınız coşku aklın emrinde değilse, kesin ve kalıcı bir özgürlüğe sahip olamaz.' (Condorcet) Ve bu geçiş süreci, mevcut anlayış ve zihniyetle kesin ve kalıcı bir özgürlüğü esas almıyor, lakin sadece 'uyruk' ve 'korunan sürü' zihniyetini esas alıyor.

Fethi SUVARİ *
*D Tipi Kapalı Cezaevi C1/12 DİYARBAKIR

Hiç yorum yok: