21 Eylül 2010 Salı

12 EYLÜL DARBESİ - 3


Yeryüzünde böyle bir vahşet yok

Onlar 12 Eylül'ü farklı kimlik ve durumlarda yaşadılar ama görüştüğümüz 3 kişi de 12 Eylül'ün baskı ve zulmünü öyle bir yaşadılar ki, ömürleri boyu geçmeyecek izler bıraktı hayatlarında...

Serap Mutlu (60) ile 12 Eylül'ü bir yakını aracılığıyla yaşadığını düşünerek görüşüyoruz. 12 Eylül zulmünü içerde yaşayanların yanı sıra dışarıda olup, bir yakını içerde olanlar nasıl yaşamış öğrenmek istiyoruz. Serap Mutlu, Mazlum Doğan'ın ablası, biz Serap abladan daha çok Mazlum Doğan ve 12 Eylül'ü dinlemeyi beklerken bambaşka bir öykü ile karşılaşıp sarsılıyoruz. Serap ablanın yaşadıklarından anlıyoruz ki 12 Eylül'ün içerisi dışarısı yok. Dışarıdakiler, yakınları içerde olanlar için de 12 Eylül koca bir zulüm hapishanesi. 12 Eylül olduğunda Serap abla İstanbul'dadır ve darbeyi televizyondan öğrenir. Darbe olduktan hemen sonra da evleri basılıp eşi gözaltına alınır. Herhangi bir sebebi yok. O zaman insanları rastgele topluyorlar... Daha 12 Eylül gelmeden Serap abla Diyarbakır Cezaevi'nin soğuk duvarlarına tanıktır. Mazlum Doğan, 12 Eylül öncesi tutuklanmış, Serap abla ziyaretine gidip gelmektedir. Serap abla 12 Eylül'den sonra ilk can acısını en küçük kardeşi Delil'i Mazgirt kırsalında bir çatışmada yaşamını yitirdikten sonra yaşıyor. 12 Eylül'den dolayı insanlar çok korktuğu için Delil'i alelacele gömerler ve Serap abla kardeşinin cenazesine yetişemez. 12 Eylül'den sonra hayatın her alanında kısmalar yapılır. Bu en çok Diyarbakır Cezaevi'nde karşılığını bulur. Öyle ki görüşme süreleri 4 saniyeye kadar indirilir. 4 saniyede siz ne anlatabilirsiniz ki? Cezaevinin içindeki durumla ilgili Mazlum bir not ulaştırmayı başarıyor bir defasında. 'Sakın ele geçmesinler, çatışmada ölsünler ama sakın ele geçmesinler' notu cezaevinde yaşananları özetler gibi... Çünkü Diyarbakır Cezaevi gerçekten anlatılacak gibi değil, her saniye ne olacağını bilemeyeceğin bir şey, korkuyla dolu olan bir cezaevidir. Serap abla dünyada böyle bir cezaevi olacağına, yeryüzünde böyle bir vahşetin başka bir yerde olabileceğine inanmadığını söylüyor. Yeryüzünde başka zulümler de olmuştur elbet ama olmuşsa da herhalde en son sınır noktası Diyarbakır'da yaşananlardır. Tutuklular mahkemelere ayakları pranga, elleri de bağlı şekilde götürülüyorlar ve arabadan indirilirken hepsi birbiri üzerine yığılıyor. Mahkeme salonunda da arkalarına dönüp bakmaları yasaktır ama Mazlum'un her defasında dönüp kendisine baktığını anlatıyor. Diyarbakır Cezaevi'nin meşhur ismi Esat Oktay Yıldıran'ın falakasından Serap abla da geçer... Bazen görüşe gidenlere içerdekiler cevap vermez, kısa kısa notlar verir gibi sadece tamam tamam tamam derler. Çünkü bir kolunda bir asker diğer kolunda bir asker ve biri de arkasında, konuşma izni vermezler. Zaten görüşme de hemen biter. Görüşe getirilirken gelecek halleri de yoktur. Yürüyemiyorlar...

Mahkemeye götürülürken yüzlerine konan sineği bile kovacak takatleri yoktur. Burada bir bakış bile işkence olarak geri döner. Bir görüş gününde Serap abla Vanlı bir askerle tanışıyor. Asker Kürtçe 'Bunlar Kürtlerin düşmanı, Kürtlerden nefret ediyorlar' der. Bir başka görüş gününde gene o askerle karşılaşır ve bu asker diğerlerinden daha çok onları iter, baskı yapar ve döver. İnsanların zihninde onlara nasıl bir baskı yapıyorlarsa hepsi canavarlaşıyor, yani orda herkes canavarlaşmıştı şeklinde anlatıyor. Bir başka görüşmeye giderken Esat Oktay bir cemse ile Diyarbakır sokaklarında tutukluların yakınlarını topluyor. Kemal Pir'in babası, Ferhat Kurtay'ın babasıyla birlikte daha 2 yaşında olan kızı ve annesiyle birlikte onu da cezaevine götürüyorlar. Burada İstiklal Marşı oku derler ama okuyamaz ve hücreye atarlar. 63 gün cezaevinde kalırlar. İçerde onlarla birlikte Yılmaz Uzun'un annesi de vardır ve bir gün annesini oğluyla görüştürmeye götürürler, götürürler ama 40 kişi oğlunun başına çullanmış işkence yapıyorlarmış ve anneye de izlettiriyorlar. Anne 'Siz Müslüman değil misiniz? Hiç mi sizde insanlık, vicdan yok. Yani eğer şeyse yani bu düşmansa bir defada öldürün. Düşman da olsa bu vicdanlı bir düşman olması lazım, bir kez bir kurşunla onu öldürün. Bu kadar zulüm ne diye' soruyor. Onlar da, biz öyle kolay kolay öldürmeyiz, dirhem dirhem onları öldüreceğiz diye cevap verirler. Serap abla M. Hayri Durmuş'un bir mahkemesine tanık olur. Hayri 8 saat konuşur ve bir hakim arkasını dönüp ağlar. Diyarbakır'ın o işkence tezgahlarında böyle örnekler de yaşanıyor. Mazlum'un protesto eyleminden sonra kardeşi Delil gibi alelacele defnedilmesine izin verilmez. Keşke onun yerine ben gömülseydim diyen Serap abla, az da olsa tabutu açıp Mazlum'u görüyor. Mazlum'un parmakları yoktur. Hücrede kaldığında parmaklarını fareler yemiştir. 12 Eylül işte böyle bir cehennemin adı. 12 Eylül diyoruz, kimsenin kimseye selam bile veremez olduğu karanlık bir dönem. Konuşamazlar veya mesela insanlar birbirlerinin evine bile gidip gelmezler. Korku, kaygı bütün hayata egemen olmuştur. 12 Eylül'den sonra da Serap abla 13-14 kez gözaltına alınır...


12 EYLÜL'DEN SONRA HER ŞEY BAŞKAYDI

1960 Yalova doğumlu olan Demet Demir, ne olduğunu anlamadan bir anda kendini 12 Eylül macerası içinde bulur. Demir, 'sağ-sol' çatışmasından payına düşen ilk dayağını, 1976'da Ülkücülerle yaşadığı tartışmada annesinin işçi olduğunu söylediğinde 'o zaman sen komünistsin' yargısına varılarak yer. Bu baskıların da etkisiyle okumakta olduğu gece lisesinde kendisini İGD'lilerin içinde bulur. İlk gözaltısını Bakırköy'de 1980'in 1 Mayıs'ına katılırken yaşar. 12 Eylül günü için; 'Vallaha öyle gafletli bir hava vardı ki 12 Eylül'de, işte sabah öğrendik, biz kalktığımızda tabii. O zamanlar erken kalkıyorduk biz. Okul daha açılmamıştı, herhalde eylülün sonlarında mı ne açılıyordu bizim ortaokul. Bir baktık, o gün de hava sonbahardı, ama o kadar gafletli, kara bulutlarla dolu bir havaydı, böyle yağmur da yağmıyor, bir tuhaf böyle, sanki bir ruh bozukluğu vardı. Sanki hava üzerimize çökmüştü' diye anlatan Demir, dört gün dışarı çıkamadan evde hapsedilmiş gibi içerde kalır. Ancak dört gün sonra sokağa adım atacak cesareti bulur kendinde. 12 Eylül'den sonra okuduğu okulda artık her şey değişmiştir. Ev baskınları, gözaltılar devam eder. Demet Demir de açılan bir davadan gıyabında yargılanır ve 1.5 yıl ceza alır. Böyle olunca evinde pek kalamaz, daha çok komşu ve akrabalarda kalır. Daha fazla kaçamaz ve askerlik gerekçesiyle çağrıldığı karakolda bir polis yetkilisi; 'Ramazan Demir yakalandınız' der ve cezaevi süreci başlar. Saçlarının uzun olmasından dolayı ilk dayağını cezaevi kapısında hakaretler altında yer. 40 kişilik koğuşta tıka basa doldurulmuş bir şekilde 150 kişi kalırlar. Demir'i diğer 12 Eylül mağdurlarından ayıran bir yönü de cinsel tercihi. Cinsel kimliğinin belirginleşmeye başlamasından dolayı içeride sıkıntılar yaşamaya başlar. Sadece devlet ile değil, yoldaşlarıyla da cinsel kimliğinden kaynaklı sorunlar yaşar. 8 ay cezaevinde kalır. Çıktıktan sonra İstanbul'a gelerek yaşamını sürdürür.


İki zulüm yaşadı: Biri baba, diğeri devlet

Ayşe Yılmaz'ın hikayesi hayli ilginç. O 12 Eylül'de hiç cezaevine girmiyor ama yıllarca dışarıda kaçak hayatı yaşıyor. Onun kaçak duruma düşmesi de bir hayli ilginç: Babası gidiyor araştırıyor, bakıyor ki kızının tayini çıkmamış ve tayinin çıkmadığını öğrenir öğrenmez, sıkıyönetime dilekçe verir: 'Benim kızım Marksist-Leninist hem de Maoist Komünisttir' der. Bunun üzerine Ayşe Yılmaz aranmaya başlar. Evde karakol kurulur, iki gün beklerler ama Yılmaz eve gelmeyince bir kez daha babasının ifadesine başvururlar. Babası bu defa ifadesinde 'Komünist kızım hep abisinde kalıyor' der. Bunun üzerine abisini alıp götürüyorlar. 12 Eylül sıkıyönetiminin ünlü işkencehanelerinden olan İkincidere'de 15 gün işkence ediyorlar. Bu süreçte Ayşe Yılmaz Ankara'dadır. Askerler sık sık babanın yanına uğrar; 'Kızın nerde, onu getirip bize teslim edecektin' derler. Baba da canhıraş büyük bir gönüllülükle komünist kızını bulmak için olağanüstü bir çaba sarf ediyor. Baba bakıyor kızının yakalanacağı yok, gidip Hürriyet gazetesine ilan veriyor. İlanda 'Kızım devlet çok büyüktür, gel teslim ol, devletin güvenli kollarına kendini teslim et...' Ayşe Yılmaz iki devlet zulmü görüyor. Bir evdeki devlet yani baba, diğeri de dışarıdaki devlet. 'Ben tercih etmedim o insanın benim babam olmasını, ama benim yaşamımda, her alanda kötü bir iz bıraktı' şeklinde anlatıyor. Baba büyük gönüllülükle devlete çalışmasına rağmen o da gözaltına alınarak işkenceden geçer. Ayşe Yılmaz kaçak bir hayat sürer ve sürekli ev değiştirmek zorunda kalır. Kalma olasılığı olan evler sürekli basılır. Bir akrabasının evi birkaç kez basılır. Ev baskınları haftada birkaç gün yapılır ancak 8 yılına doğru baskınlar azalır. 83 yılında işe giren Yılmaz, 87 yılına kadar çalışır ve sigortalı olmayı kendi isteğiyle istemez. Nedeni ise güvenlik soruşturması olur ve durumu ortaya çıkabilir. 85 yılına kadar ailesiyle görüşmeyen Yılmaz, babasının isteği üzerine görüşmeyi kabul eder. Fakat babasını tehdit ederek randevu verir. Çünkü babasının kendisini devlete ihbar etmesinden çekinmektedir. Babasıyla görüşmesini, 'Ben de o da çok korkmuştu' diye anlatıyor. Ayşe Yılmaz, 12 Eylül'ü babasının eliyle çok daha ağırlaşmış olarak yaşadığını söylüyor. 12 Eylül'den sonra insanların kendilerini eve almaktan çekindiklerini anlatan Yılmaz, 'Bu 12 Eylül'dür, cuntadır, ne olur bize gelme, çoluğum çocuğum var. Benim orda olmam onların yaşamını tehlikeye atabilirdi. Çünkü 12 Eylül sorgulayarak gitmiyordu bir şeylerin üzerine. Yani ben ne yapmıştım? Bunun sorgulamasını yapabiliyor musun, yapamıyor musun? Bunun babası bile buna komünist demişse bu böyledir. Onun için o insanlara ben fazla bir şey diyemiyordum. Bırakın suçlamayı zarar vermeme adına hep geri çekiliyordum' diyor. Babası bir gölge gibi sürekli Ayşe Yılmaz'ın peşindedir. 83'te aynı zamanda avukatı da olan erkek arkadaşını babası ihbar eder. Tutuklanıp 4 yıl içerde kalır, sonrasında uzun süren bir sakatlıktan kurtulamaz. Babası ve ailesinin baskısı sonucu erkek arkadaşından ayrılmak zorun kalır. İnsanın babasının ölmesi nasıl bir histir bilinmez ama Ayşe Yılmaz'ın öyküsü burada bile hayli çarpıcı, o babası öldüğünde beyin olarak rahatladığını söylüyor. Çünkü babası 12 Eylül'ün gölgesi gibi sürekli ardındadır. Ayşe Yılmaz 95 yılında pasaport başvurusu yapar. Dosyası zamanaşımından düşmüştür diye düşünüyor. Ancak pasaport başvurusunda babasının 12 Eylül'de kendisi hakkında verdiği şikayet dilekçesiyle karşılaşır. Ayşe Yılmaz, 'Ben de 12 Eylül'ü böyle yaşadım' diye anlatıyor. 12 Eylül'ün gölgesi gibi peşine düşen bir baba ve kaçak hayatı...

*Dut Ağacı Kolektifi
(Yarın Neden 12 Eylül)


Hazırlayanlar:
Sanem ERDİL - Lisya YAFET - Züleyha DEMİROK *

Hiç yorum yok: