15 Ağustos 2010 Pazar

Mezopotamya Ticareti Ve Ticaret Olmadan Uygarlık Olmaz

Medler’in henüz tam gün yüzüne çıkmamış bir uygarlık etkisi vardır. Bilinen en önemli özellikleri Zagroslarda yaşayan Hurri kökenli oldukları...
 
 
Med-Pers Çağı: (M.Ö. 700–330)

Medler’in henüz tam gün yüzüne çıkmamış bir uygarlık etkisi vardır. Bilinen en önemli özellikleri Zagroslarda yaşayan Hurri kökenli oldukları, Farslarla akrabalıklarının bulunduğu ve Aryen kabileler biçiminde bir kol oluşturduklarıdır. Asur’un yoğun baskısı altında direnişçi bir kimlik kazanmışlardır. Esas eğitici ve örgütleyicileri olarak Mağ adı verilen rahipleri vardır. Rahiplerin uzun süre yönetimde rol oynadığı söylenebilir. M.Ö. 700’lere doğru konfederatif bir birlik oluşturdukları, Medya denilen bugünkü Batı İran ve bugünkü İran, Irak ve Türkiye sınırlarının yakınlaştığı alanda yaşadıkları kesindir. Kafkaslardan inen İskitlerle bazen dost, bazen çatışmalı oluyorlar. 612’de Asurları yenmeleri ünlerini arttırıyor ve önlerini açıyor. M.Ö. 585’te Frigyalıları Kızılırmak kıyısında yendikleri bilinmektedir. Bu arada Mağlardan Zerdüşt adında yetkin bir bilge çıkıyor. Ahlaki ağırlıklı bir dinsellik oluşuyor. Ne tam din, ne tam felsefedir. İbrani geleneğinden farklı olmakla birlikte, karşılıklı etkileşimleri yoğun olmuştur. 


Zerdüştlüğün etkileri özellikle Babil İmparatoru Nabokadnazar’ın İsrail oğullarını M.Ö. 595’te Babil’de tutsak etmeleri döneminde olmuştur. Yunan uygarlığı Medleri Perslerden daha önemli ve üstün sayar. Herodot Tarihinde en çok bahsedilen halktır. M.Ö. 559’da bir iç ihanet sonucu Pers Akamenitler Med siyasi oluşumunun başına geçer. Kurucusu olan Kiros, Med saraylarında büyütülmüştür. Persler ve Medler imparatorluğun ortak kurucu unsurlarıdır. Sadece Pers İmparatorluğu eksik bir adlandırmadır.
Pers-Med imparatorluğu yaklaşık üç yüz yıllık zaman diliminde Mısır’dan Hindistan (M.Ö. 515’de fethedilmiştir) içlerine, Çin sınırından Yunan Yarımadasına kadar dönemin en geniş siyasi birliğini sağlamışlardır. Yirmi iki eyalete bölünüp bir nevi yarım devlet oluşturmuşlardır. Uygarlıktaki katkıları bürokrasiyi, iyi bir yol ve posta sistemini, dönemin ihtişamlı en büyük ordu güçlerini yaratmak olmuştur. Ahlaki geleneğe önem vermişlerdir.
Yunan uygarlığı birçok kültür öğesini Medler ve Perslerden almıştır. Doğu-batı ayrışması bu dönemde belirginleşmiştir. Aralarında yoğun bir etkileşim vardır. Birçok Yunanlı, Pers saraylarında görevli olup, binlercesi paralı asker olmuştur. Büyük bir zenginlik biriktirmiş olmaları, iki yüz yıl Ege bölgesini egemenlikleri altında tutmaları Perslere karşı tutku derecesinde bir karşı-akım geliştirmiştir. Hem Perslerin baskılarını kırmak, hem zenginliklerini ele geçirmek adeta milli amaç haline gelmiştir. Yeni Herkül olarak İskender’in çıkması tesadüfî değildir. Bu iklimden payını almış ve Aristo’nun özel eğitiminden geçmiştir. Yunan felsefesi bile bu baskıya karşı çıkış sorunlarıyla boğuşmanın etkilerini taşır. Zaten mitolojik etkilenmeler çok daha fazladır. Bir nevi direniş kültürü oluşturulmuştur. Medlerin Asur’a karşı deneyimini Yunanlılar Perslere karşı uygulamışlardır. Makedonyalı ama Yunan kültürünün çocuğu olan İskender’in kâğıttan şato gibi Pers İmparatorluğunu parçalamasının arkasındaki güç yüzlerce yıllık direniş kültürü, özellikle felsefi aydınlanma ve özgür Makedon kabile ruhunun sentezidir.
7- Greko-Romen Kültürü ve Uygarlığı 
Greko-Romen kültürü ve uygarlığı yanlış olarak Batı kültürünün başlangıcı biçiminde yorumlanmaktadır. Batıda, yani Avrupa’da böyle bir kültür ve uygarlık doğmadı ki, Batı kültürü ve uygarlığı denilsin. Hıristiyanlık ortaçağı da dahil, olup bitenler, Ortadoğu (Mezopotamya ve Mısır) kaynaklı kültür ve uygarlıkların anlamlı bir gecikmeyle M.S. 15. yüzyıla kadar Avrupa’ya taşınmasıdır. Anlatmaya çalıştığımız, 15 bin yıllık ‘uzun süre’ ve ‘belli bir mekândan’ kaynaklanan zincirleme halkalar halinde bir kültürün ana nehir olarak Avrupa’ya nasıl aktığıdır.

Greko-Romen halkası Avrupa coğrafyasında oluşsa da, her şeyini bağlı olduğu mirastan almıştır. Maddi ve manevi kültür olarak 16. yüzyıldan sonra oluşan herhangi bir ciddi yenilik ve ‘süreksizlik’ bu süreçte oluşmamıştır. Bir yenilik olarak düşünebileceğimiz felsefi çıkış Babil, Mısır, Hitit, Urartu, Med ve Perslerden alınan kültür olmaksızın düşünülemez. Eflatun bile M.Ö. 600’lerden beri Solon, Pisagor, Thales başta olmak üzere, Yunan bilgelerin yıllarca Babil başta olmak üzere Doğu bilgelik merkezlerini nasıl dolaştıklarını ve kendi felsefi görüşlerini oluşturduklarını itiraf eder. Yunan ve Roma mitolojisi ise, adlandırmalar dışında öz itibariyle Sümer ve kısmen Mısır mitolojisinin dördüncü ve beşinci versiyonudur (Sümer + Babil + Hurri-Hitit-Mitanni + Yunan + Roma). Zaten maddi kültür olarak neolitik M.Ö. 4000’lerde Avrupa’nın tüm yaşam alanlarına ulaşmıştır. Sümer ve Mısır kültürü M.Ö. 2000-1000’lerde ulaşmıştır. 


Yunan yarımadasında M.Ö. 2000’lerin sonlarında başlayan sentez, M.Ö. 1600-1200’lerde ilk denemeden sonra, ancak M.Ö. 1000’lerden itibaren başlayan antikçağda ürün vermeye başlamıştır. Homeros ve Hesiodos bunu ilk dillendirenler olmuştur. İtalyan yarımadasında M.Ö. 1000’lerde Etrüsklerle başlayan mayalanma M.Ö. 700’lerde krallık, M.Ö. 500’de cumhuriyetle sonuçlanmıştır. 
M.Ö. 500-M.S. 500’lerde yaşanan bin yıllık süreç önemli özgünlükler sunar. Uruk’tan sonra ikinci denmeye layık bir kentler halkası oluşturmuştur. Greko-Romen kentleşmesi şüphesiz estetik değeri yüksek bir aşamadır. Sınıflaşma ve yönetim biçimleri aynı olgunlukta olmasa da, birçok özellikleriyle binlerce yıl önce yaşanmıştır. Ticaret, pazar, para, alfabe, bilim, felsefe (bilgelik), moral, mitoloji gibi maddi ve manevi kültür öğeleri de binlerce yıl önce oluşmuştu. Bütün bunları çok önemli bir ikinci versiyondan geçirdikleri söylenebilir. Ama miras olmadan sadece yerden çimen fışkırmış gibi iki yarımadadan türetmek anlamlı değildir. Batı tarihi uzun süre kökler meselesini çok eksik ve yanlış anlamıştır. Post modernite döneminde daha doğru yorumlar gelişmektedir. 
Greko-Romen kültürünün bir özgünlüğü krallık, cumhuriyet, demokrasi ve imparatorluk gibi devlet rejimlerini peş peşe ve iç içe yaşamasıdır. Başlangıçta demokrasi ve krallıklar iç içeyken, son dönemlerinde cumhuriyet ve imparatorluk iç içe olmuş; çözülüş öncesinin son biçimleniş tarzı olarak imparatorluk önem kazanmıştır. Bir nevi köleci sistemin son ve en kapsayıcı kültür ve uygarlık sistemini teşkil etmiştir. Bu özelliği önemlidir. Ya yıkılacak, ya dönüşecektir. Nitekim Roma İmparatorluğu yıkılarak dönüşmüştür. Greko-Romen uygarlığıyla tarihin uzun süreli bir aşaması en olgun dönemini yaşadıktan sonra derin bir krize girer. Kırsalda tarım, şehirde zanaatçılığa dayalı üretim önemli bir artık-ürüne yol açıyor. Artık-ürünün bolluğu devlet türü örgütlenmenin temelidir. Artık-ürün özünde karın tokluğuna çalışan ve beceri kazanan emekle bağlantılıdır. Köleci tarz emek sunumu ve kullanımı başat türdür. Bu tür üzerinde ideolojik, politik ve askeri üçlüden oluşan devlet tekeli kurulmaktadır. Kentleşmeyle iç içe gelişen bu sistem, zanaatkârlıkla birlikte işbölümünü geliştirerek, metalaşma-pazar-para zincirinin oluşumunu sağlıyor. Bu halkada ticaret tekeli devreye girerek, artı-ürünün bir bölümüne el koyma imkânı veriyor. Devlet içinde veya devletler arasında tarım ve zanaatçılıkta oluşan artı-ürüne el koyma konusunda yarışan ve giderek çatışan iki tekel öz itibariyle doğuyor. Aralarında keskin bir ayrım olmasa da, birçok siyasi ve askeri ilişki ve çatışmaları çözmek açısından iki tekel kavramı kilit rol oynar. 
Kabaca tarım ve ticari tekelci klikler olarak kavramlaştırabileceğimiz bu güçlerin şehir etrafında yoğunlaşan ideolojik, politik ve askeri aygıtların çekirdeğini oluşturduğu maddi ve manevi kültürel bütünlerden oluşan toplum sistemini (biçimini) uygarlık olarak tanımlayabiliriz. İstismar edilen emeğin hâkim biçimi kölecil tarzda denetlendiği için, bu sistemlere ‘köleci uygarlıklar’ demek de anlamlı olabilir. Uygarlık tarihi boyunca rekabet ve çatışmanın iki kanaldan yürütüldüğünü ayırt edebiliyoruz: Uygarlığın kendi içinde genelde tekeller arasında, özelde tarım ve ticaret tekelleri arasında; ikinci olarak, uygarlık sistemleriyle çelişkileri olan tüm toplum güçleri (sınıf, kabile, aşiret, halk, zanaatkâr) arasında. Savaşların doğası bu iki kanaldan beslendiği gibi, kazanabilmek açısından maddi ve manevi kültürün yoğun rekabet ve çatışma ortamında sürekli geliştirilmesi de bu nedenlerledir. Uygarlık tarihinde zincirleme reaksiyon dediğimiz oluşumlar başlar.

Greko-Romen dönemine kadar kısaca özetlediğimiz bu zincirleme reaksiyon krizli bir süreçtir. Tarım ve ticaretin çeşitli nedenlerle bazı alanlarda çökmesi, zayıflaması krizleri hep devrede tutar. İklim, aşırı üretim, iç ve dış çatışmalar, iç ve dış göçler, verimli üretim tarzları, askeri, siyasi ve ideolojik konularda analitik yönden daha gelişkin sistem (felsefe) ve örgütlemeler belli başlı kriz nedenleridir. Tekel kliklerinden yok olmak istemeyen ve pay artırımını dayatan kesimleri, çatışma ve savaşları üretim araçları rolünde kullanırlar. Ekonomi üzerine kurulu tekel olmaları nedeniyle bu böyledir. 


Özellikle ticari temele daha fazla dayalı devlet ve uygarlıklar, ticari krizlerin sıklığı nedeniyle daha çok savaşa yol açarlar. Elverişli iklim ve sulama koşullarına düzenli olarak sahip olan tarım tekellerinin egemen olduğu devlet ve uygarlıkların daha istikrarlı ve barış içinde olmaları, krizlerin sık sık devreye girmemesi nedeniyledir. Bu perspektiften baktığımızda, neden Mısır, Hindistan ve Çin’in, bazı şehir, bölge ve köle ayaklanmaları hariç, pek az savaştıkları daha iyi anlaşılır. Genel Mezopotamya kökenli uygarlıkların yayılmacı ve sürekli savaşçı olmalarının da ticarete aşırı bağlılıklarından kaynaklandığı anlaşılır bir husustur. El Ubeyd, Uruk, Ur, Babil, Asur, Pers uygarlıklarının sürekli kolonileştirme, yayılma ve savaş ortamında yaşamaları, ticaretin üretim sürecindeki vazgeçilmez rolüyle yakından bağlantılıdır.
Greko-Romen uygarlığının hem Atina döneminde deniz ve karada, hem de Roma önderliğinde deniz ve karada sürekli sefer ve savaş halinde olması, Akdeniz dünyasındaki ticaretin olmazsa olmaz türünden ağırlığıyla bağlantılıdır. Uygarlığın kurulduğu aşamadan beri Mezopotamya tarım ve ticaretin beşiği olmuştur. M.Ö. 600’lerden itibaren doğuda Perslerin, batıda Grekler ve Romalıların hem kendi ana üretim ve ticari bölgelerinde, hem Mezopotamya ticaretine ve tarımına bağlılıkları yüzünden Mezopotamya üzerinde ‘bin yıllık savaş’lar yürütmeleri de ağırlıklı olarak aynı nedenlerledir. 
Mezopotamya ticareti ve ticaret olmadan uygarlık olmaz. Ya ikisi birden veya biri düşecektir ya da birbirlerini dengeleyeceklerdir. Kazananlar kaybedenler olmuştur. Dengede kalma, iki tarafın kazanamadığı dönemler daha uzun süreli olmuştur. Yine örneklersek, El Ubeyd-Uruk çatışmalı ve dengeli olmuştur. Daha önce ikisi de Yukarı Mezopotamya’daki toplumla çatışmalı ve dengeli olmuştur. Ur ve Akad hanedanlıkları arasında korkunç çatışmalar olmuştur. Denge de vardır. Ancak Ur ve Akad’ın tarihten silindiği dönemler de olmuştur. Akadlar ve Gutiler çatışmalı, yok etmeli ve dengeli süreçler yaşamışlardır. Babil ve Asur dengeli ve çatışmalı olmuşlardır. Bir bütün olarak Hurriler (Hitit, Mitanni, Kassit, Med, Urartu dahil) ile Babil ve Asurlar arasında korkunç savaşlar ve denge dönemleri sık aralıklarla yaşanmıştır. Hititlerle Mısırlılar arasında denge ve savaş dönemleri varlığını korumuştur. Nihayet ‘bin yıllık’ (M.Ö. 550-M.S. 650) Greko-Romen ve Pers-Sasani savaşları yaşanmıştır. Uygarlıkların kendi iç klikleri ve birbirleri arasındaki çatışma ve barışları böyledir! 

Ayrıca uygarlığa, yani köleliğe ve ticari gaspa zorla bağlanmak istenen halklar, kabileler, köleler ve kentlerin (zanaatkârlar) direniş ve isyanları bitmez tükenmez diğer bir ana kategoridir. Uygarlık sadece kapitalizmin (sermayenin) artık-değerinin değil, beş bin-altı bin yıllık artı-ürünün (sermayenin) temelinde yattığı kanlı, işkenceci ve sömürücü kölecil bir sistemdir.

8- İslamiyet ve Hıristiyanlık
İslamiyet ve Hıristiyanlık şüphesiz birer uygarlıktır. İkisi arasındaki farklar ve benzerlikler ilgi çekici ve önemlidir. Uygarlık tarihinde konumları ve etkileri üzerinde çok şey söylenmesine ve yazılmasına rağmen, bilimsel niteliği gelişkin yorumlar azdır. Bunda etkileri altındaki kişilik oluşumunun payı belirgindir. Hıristiyanlık ve İslamiyet’in dışına çıkarak paradigma geliştirmek, ilerde başarılması gereken bir görev olabilir. Laik pozitif yorumların kendileri en kaba putçuluk benzeri bir din olup, genelde dinleri, özelde Yahudiliği, Hıristiyanlığı ve Müslümanlığı çözümleyebilecek ve aşabilecek içerikten yoksundurlar. 

Reformasyon ve Aydınlanma, Hıristiyanlığın kapitalizme uyarlanmasını temsil ederler. Rönesans’ın zaten Hıristiyanlıkla çatışmaya girmediği bilinmektedir. Aydınlanmanın din ve Hıristiyan karşıtlığı, ‘aşma’ niteliğinden yoksun olmak kadar, tutarlı bir eleştiri ve yorumuna ulaşmaktan da uzaktır.

İslamiyet ise kendi mensuplarınca eleştirilmekten ziyade, erkenden mezhep çatışmalarında bir katılaşmayı yaşamıştır. Hıristiyanlık kadar felsefi yoruma da tabi tutulmamıştır. Kendi Rönesans, reformasyon ve aydınlanmasını ise hiç yaşamamıştır. Birer reaksiyon ve provokasyon olan ‘yeniden İslamcılık’ akımları ise, kapitalizm koşullarında milliyetçilik ve faşist iktidar anlayışından öte bir anlam ifade edememektedir.

İslamiyet ve Hıristiyanlığı uygarlık tarihinin ikinci aşaması olarak yorumlayabiliriz. Roma İmparatorluğunun M.S. 4. ve 5. yüzyıllarda içine girdiği kriz genel olarak bir uygarlık krizidir. Yaklaşık 4000 yıllık köleci uygarlığın genel bir çözülmesi bu yüzyıllarda hızlanmaktadır. Tarihçiler bu iki yüzyılı ‘karanlık yüzyıllar’ olarak değerlendirir. Uygar toplumun boyunduruğu altında yaşayan insanlık derin bir kurtuluşa, onun zihni ve maddi yapısal araçlarına ihtiyaç duymaktadır. Her tarafta amaç ve araç arayışı vardır. Bir kâbustan uyanmak üzere olan bir ruh hali söz konusudur. Gün doğacaktır, ama nasıl bir günlük güneşlik olacak, orası meçhuldür. Eski inançlar ve putsal simgeleri artık pazarlarda beş para etmiyor. Roma imparatorları bile Jüpiter mabedine uğramaz olmuşlardır. Zihin yoğunlaşmasının, inanç arayışının derinliğine kendisini hissettirdiği bu dönemin ruhuna uygun olarak Hıristiyanlık, Manicilik ve İslamiyet’in doğuşu anlaşılırdır. 

Çok daha yakıcı bir soru şudur: Hem Hıristiyanlık hem İslamiyet kesin siyasi hareketler oldukları halde, kendilerini neden ısrarla ‘ilahi’, ‘teolojik’ hareketler, yani din olarak sundular? Bu önemli sorunun cevabını bahsettiğimiz ortam kadar, o dönemin kurtuluşçu, entelektüel arayışçı biçimlerinde aramak öğretici olabilir. Düşünce, tartışma, program ve örgüt anlayışları daha önce biçimlenmiş örnekler üzerinde yürümek durumundadır. 
Bunda en önemli gelenek İbrahimî peygamberlik geleneğidir. Kurtuluştan ilk olarak peygamberler haber verecektir. Peygamber olmadan, olunmadan kimse “Ben kurtuluşçuyum” diyen bir militan veya aydının arkasından gitmez. Çok köklü bir gelenek olması nedeniyle başka bir seçenek fazla şanslı olmayabilir. Nitekim Manicilik biraz farklı bir geleneği denemek istedi. İçeriği daha aydınlatıcı olduğu halde, eski gelenekler nedeniyle tam başarılı olamadı. Halen Ortadoğu kökenli hareketlerin kendilerini dini kisve altında sunmaları bu tarihsel geleneksellikle bağlantılıdır.
Dolayısıyla İslamiyet ve Hıristiyanlığı yorumlarken, her ikisinin dini kisve giydirilmiş düpedüz siyasi hareket olduklarını iyi anlamak gerekir. Şüphesiz ideolojik kısmı da vardır. Bu kısa değerlendirmemizde sunduğumuz gibi, kökleri ilkçağlara, özellikle Sümer ve Mısır rahip tapınaklarınca düzenlenen mitolojik-dinsel imgelere kadar giden İbrahimî dinsel geleneğin ağırlıklı bölümü teolojiktir. Tanrı kavramı ve ritüelleriyle ilgilidir. Mısır ve Sümer tanrılarından ve ritüellerinden (ibadetlerinden) farklı bir yorum geliştirmek için büyük çaba harcamışlardır. Çok ünlü peygamberlere izafe edilen ‘yorumlama katkıları’ hep geliştirilmiştir. Musa, Samuel, Davut, Süleyman, Hezekiel, İşaya ve pek çokları bu türdedir. Fakat bu kişiliklerin dönemin despotik rejimlerinden kurtulmak için büyük kurtuluşçu misyonları olduğunu biliyoruz.
Maniciliğin izinin kaybolmasının nedeni, önünde ve arkasında böylesine sağlam bir geleneği yaşamamasıdır. Fakat İbrahimî gelenek yaklaşık 1500 yıllık olmasına karşılık, İsa Mesih dönemine kadar sınırlı bir başarı sağlamıştır. Mısır ve Mezopotamya kökenli uygarlıkların hiçbirini yenememiştir. Oluşturduğu ufacık Kudüs Krallığı ise uzun ömürlü ve pek etkili olamamıştır. Çok önemli başarısı ise, hep mazlum insanların ve kurtuluş arayanların umut sesi olmasını bilmesidir. Nemrut ve firavunlardan (tüm despotik yönetimlerden) acı çeken tüm ezilenlerin, yoksulların, ideal peşinde koşmak isteyenlerin vicdanı ve çekim merkezi olmuştur.
Hz. İsa Mesih olayını bu çerçeveye oturtursak daha iyi kavrayabiliriz. Roma İmparatorluğu çoktandır Kudüs Krallığını da fethetmiştir. İşbirlikçiler (kâhin) Romalı yöneticilerle birlikte olunca, ortam yeni peygamber için uygunluk arz etmektedir. Ayrıca Roma köleciliğinin çözdüğü Ortadoğu topluluklarının bağrından oluk oluk ‘işsiz köleler’, proleterler yığını çıkmaktadır. Birçok tarikat ve peygamber türemiştir. İsa Mesih muhtemelen bunlardan çarmıha gerilen biridir. Aslında çokçası benzer ölümlere mahkûm edilmiştir. Mesih (kurtuluşçu) sadece sembol ismi oluyor. Genel yoksullar hareketinin ortak adı, sembol ismi oluyor. İlkel bir sosyalist hareket olarak değerlendirmek mümkündür. Kesinlikle başlangıçta yoksul ve kaçan kölelerin hareketidir. İsa denilen kişinin son hareketi, Kudüs’ü fethetme yürüyüşüdür. Yeni krallık peşindedir: Yoksulların kralı. Bir nevi Romalı Spartaküs gibidir. Ama onun savaşsız olanıdır. Hareket 12 havarilerin ardından, özellikle ilk İncil taslakları (ideolojik materyaller) ve gruplaşmalardan sonra kitleselleşiyor. 
Saint Paul ve bazı havariler çok faaldir. Roma ve Sasani İmparatorluğunu izliyorlar. İki, üç ana halk grubu olarak Grekler İç ve Batı Anadolu’da, Asuriler doğuda Sasani bölgelerinde, Ermeniler Kuzeydoğu Anadolu’da kitlesel katılım gösteriyorlar. Başta Saint Paul olmak üzere Yahudi aydınları da çok faaldir. Roma ve Sasani İmparatorluğunu sosyal temellerinden sarsıyorlar. Tam bir siyasi hareket haline geliyorlar. Bizans’ın (Konstantinopolis) Doğu Roma olarak ayrışması, akabinde Hıristiyanlığın resmi din haline gelişini izliyor. Çelişki buradadır. Roma’ya karşıtlık temelinde ortaya çıkan öğreti, Roma’nın büyük parçasının resmi dini, ideolojisi oluyor. Bu durum hem parçalanmayı hızlandırıyor, hem de imparatorluğu dönüştürerek ömürlerini uzatıyor. 
Doğu ve Batı Roma tarihleri biliniyor. Belli oluyor ki, Hıristiyan yöneticilerin önde gelenleri arasında bu süreç büyük tartışma ve ayrışmalara yol açıyor. Birçok mezhep doğuyor. Tartışma teolojik (Monofizit, Diofizit), fakat özünde tamamen siyasidir. Bir kısmı tekrar yer altına geçerken, önemli bir kısmı her iki Roma’nın en güçlü siyasi, ekonomik ortakları oluyor. İdeolojinin maskesinden siyaset ve ekonomi fışkırıyor. Hıristiyanlık din olmaktan çıkıp uygarlığa dönüşüyor. Din kisvesi altında Avrupa’nın tarihinde ilk defa tümüyle uygarlığa geçişi, Hıristiyanlığın kısaca özetlediğimiz bu teolojik ve siyasi eyleminin sonucudur. 
M.S. 10. yüzyılda Kuzey ve Kuzeydoğu Avrupa’ya taşınmasıyla, Hıristiyanlık gerçekten ilk tarihsel misyonunu başarıyla tamamlıyor. Daha sonra, özellikle ‘kapitalistleşme’ denilen süreçle birlikte yeni bir dünya hamlesine girişecektir. Anadolu ve Mezopotamya’daki Hıristiyanlık ise, yani Grek, Armenia ve Asuriya halkları da önce Bizans uygarlığı temelinde, daha sonra bağımsız kiliseler etrafında manevi yanı ağır basan bir uygarlaşma sürecine girecekler; ‘Hıristiyan halklar’ olmaları kaderlerini çok stratejik olarak etkileyecektir. Özellikle İslamiyet’in hedefleri haline gelmeleri çok trajik sonuçlara yol açacaktır.
İslam uygarlığının doğuş öyküsü de benzer gelenek üzerinde başlar. Mekke esas olarak Kızıldeniz-Haliç, Yemen, Habeşistan-Şam ana ticaret yollarının kesişim noktasındadır. Kureyş Arap kabilesinin hiyerarşik, aristokratik yönetimi oluşmuş durumdadır. Kureyş kabilesi tamamen tüccar bir kabiledir, putperesttir. Belli bir ticari sermaye oluşmuştur. Yahudilik, Zerdüştlük ve Hıristiyanlığın yanında birçok inanç etrafta kol geziyor. Hz. İbrahim’in Hacer’den olma oğlu İsmail’in göç ettiği yerde (İbrani ana kabilesinden kopanlar), Zemzem kuyusu etrafında bir kulübe inşa ediliyor. İlk mabet budur. Fakat içine daha sonra putlar yerleştiriliyor. Hz. Muhammed döneminde üç önemli put vardır: Laat, Menaat ve Uzza. Şeytan Ayetlerinde öyküleştiriliyor: Hz. Muhammed yoksul bir Kureyşli kabilenin yoksul bir ailesinden doğuyor. 
İslam geçinen ülkelerde genelde İslamiyet, özelde Hz. Muhammed’in yaşamı sosyolojik araştırmaya konu edilmekten sakınılıyor. Sanki korktukları bir şeyler varmış gibi. Din de bir düşünce ve toplumsal yaşam biçimi olarak sosyolojik incelenmeye konulmadan, gerçek bir aydınlanma gelişmez. Bu yapılmazsa, o zaman Ortadoğu, ABD ve müttefiklerinin deney tahtası olmaktan kurtulamaz. Yine Hz. Muhammed’i en iyi anlamanın yolu sosyolojik araştırmadan geçer. Toplum bu tutumdan kaybetmez. Avrupa bu tutumu esas aldığı için aydınlanmayı yaşadı. Ortadoğu kendi öz aydınlanmasını gerçekleştirmedikçe düşünce devrimi yapamaz. Hz. Muhammed’in çözümlenmesi, düşünce devriminin ilk adımlarından biri olabilir. Dönemi, kişiliği ve eylemi buna uygundur. 

(Abdülmenaf-Haşimi kabilesi, babası Abdullah’tır.) Kadın tüccar Hatice’nin kervanlarında pay karşılığı Şam’a sefer düzenliyor. Süryani rahiplerden etkileniyor. Yahudiler ticarette ağırlıklı rol oynuyorlar. Çelişkiler başlangıçta vardır. 
Hatice ile evlilik yeni bir durum yaratıyor. Etrafta yine ‘Ahir (son) Peygamber’ sözü dolaşıyor. Yine taliplisi çoktur. Hatta kadın taliplisi de çıkıyor. Tahminimce, Hz. Muhammed Hatice’den çok şey öğreniyor. Çünkü zengin ve tüccar kadın olabilmesi yetkinlik ister. Kulağına ilk peygamber söylentisini fısıldayan kişi olması kuvvetle muhtemeldir. İkisi arasındaki birlik kesinlikle çekirdek halinde bir iktidar arayışıdır. Kureyş aristokrasisi gerici gelenekleri (putları) nedeniyle devletleşemeyecek durumdadır. Yahudiler ve Hıristiyanlar etkisizler ve kabul edilmiyorlar. Ayrıca maddi çelişki vardır. Hacer-İsmail öyküsü bir Arap öyküsüdür; ilham veriyor. Etrafındaki inanç ve tarikatları tanıyor. Hiçbirinin amacını gerçekleştiremeyeceğini, yani Arabistan çerçevesinde siyasi birliği kuramayacağını fark ediyor. Hatice’nin teşvikiyle bu role aday oluyor. İdeolojik gelenek olarak İbrahim’in Arap kolu zaten yanı başındadır, gerisini kabiliyetli Süryani rahiplerinden öğrenmesi zor değildir. 
Peygamber olduğuna ilişkin ilk vahiy, M.S. 610’da geliyor. Bizans-Sasani çatışmasının en kızgın bir dönemidir. Durum Arabistan yarımadası için bir şans sayılır. Önündeki iki engel Kureyş ve Yahudi kolonileridir. Peygamberlik baştan itibaren siyasi liderlik anlamına da geliyor. Başka türlü zaten mümkün değildir. Tüm mesajları devlet adamlarına özgüdür. Ortadoğu’nun yeni yükselen imparatorluk çıkışıdır. Oldukça yenilenmiş ve güncelleştirilmiş Yahudi ideolojisi Araplar önderliğinde tüm halklara açık kılınarak darlık aşılıyor. Yeni yaşam tarzı ibadetlerle simgeleştiriliyor; iyi bir strateji ve taktikle dünyanın dört bir yanına yayılıyor. İslamiyet’i ilk kapsamlı enternasyonalist hareket olarak değerlendirmek de mümkündür. Özcesi ideolojisi, siyasi programı, önderliği, strateji ve taktikleriyle örnek bir uygarlıksal siyasi hareket tarihe damga vura vura ilerleyecektir. 
İslam’ın adının barış anlamına gelmesi ilginçtir. Muhtemelen çok çatışmalı bir süreci öngördüğünden, barışa öncelik veriyor. Üç temel hedefe yönelmek durumundadır: Bizans ve Sasani İmparatorlukları ile Kureyş aristokrasisi. Mekke’de ilk hedefe yöneliş sürgünle (Hicretle) sonuçlanıyor (M.S. 622). Medine’de ilk sosyal sözleşmeyi hazırlıyor. Yeni sözleşme çok az aşiret, kabile aristokratı dışında, kabilelerin ezici çoğunluğunun işine geliyor. Vaat edilen cennet Bizans ve Sasani mülküdür, cehennem ise eski yaşam tarzıdır. Çöldeki yaşam zaten çoğunlukla cehennemi çağrıştırır. Kureyşlilerin ilk saldırılarını püskürttükten sonra (Bedir, Uhud, Hendek) sonuç belli oluyor. İlk Arap Cumhuriyetinin (demokrasi) doğması an meselesidir. Tartışmalar ve toplantılar (Cami, topluluğu çağrıştırır) yoğundur. Sanılanın aksine, ilk camiler ibadet yeri değil, toplantı ve tartışma yerleridir. 
Fakat iktidarı kısa bir süre kaybeden aristokrasi ve başı Muaviye, yeni manevralarla (çok ustalaşmış olması doğaldır) Hz. Muhammed’in ölümünden sonra (632) adım adım iktidarı yeniden ele geçirecektir. İnanmış ve ilkeli insan Hz. Ali’nin öldürülmesi, Muaviye ve sülalesine sultanlık (krallık) yolunu açacaktır. Peygamber sülalesi Hz. Hüseyin’in Kerbela’da trajik biçimde öldürülmesiyle önemini politik olarak yitirecektir. Fakat yeni bir tüccar Arap kliği sadece yarımadada değil, tüm Bizans ve Sasani mülkünde hak iddia edecektir. Büyük fetih hareketi peş peşe zafer kazanmaktadır. Yarımadadaki Yahudi ve Hıristiyanlar ilk kaybedenler olurlar. M.S. 650’lerde Sasanilerin tümü, Bizans’ın büyük kısmı, Kuzey Afrika fethedilmiş, Konstantinopolis’in kapılarına dayanılmıştır. 
Bu hızlı fethediş tarzını İskender’in Makedon kabile ruhuyla Yunan felsefesini birleştirerek gerçekleştirdiği yıldırım fetihlere ve yol açtığı maddi-manevi kültürel sonuçlarına benzetebiliriz. Arabistan kabilelerinin yiğitlikleri köklü bir mirasa dayanan yeni dini inancın ruhuyla sentezlenerek, güçlü bir fethin gücüyle İskendervari fetih savaşları başarılıyor. İkinci aşama uygarlığının en önemli bir kolunu oluşturuyor. Doğunun son büyük kültürel-uygarlıksal hamlesini başarıyor. 
İslam öyküsünde ilginç olan, Hıristiyanlıktaki gibi üç yüz yıl sonra değil, ilan edilişi ve yayılışıyla birlikte iktidarla iç içe olması, iktidar olarak doğmasıdır. Ezilenler, yoksullar, gerçek emek verenler hızla iktidardan dışlanacak, kabilelerin asi, taze ve aç ruhlarıyla cennetvari saray ve camiler etrafında kudretli bir devlet etrafında uygarlık inşasına geçilecektir. Küçük bir kent tüccar klanından çok kısa süre içinde (M.S. 640-650) bir imparatorluk oluşun, dini açıyla birlikte, siyasi anlamı içinde bilimsel-sosyolojik olarak çözümlenmesi son derece öğretici olacaktır. 
Şahsi yorumum, Arabistan içlerinde uzun süreli iktidar boşluğu, sosyal kaos (kabile çatışmaları), Bizans ve Sasani İmparatorluklarının birinci aşamanın özelliklerini taşımaları, Hz. Muhammed’in kişilik özellikleri bu hızlı iktidar öyküsünü açıklayabilir. Ortadoğu’nun geleneksel uygarlık alanlarının tümünü fethettiği gibi, Hindistan’ın yarılarına, Orta Asya’ya, Kafkasya içlerine, Güneydoğu Asya uçlarına (Endonezya, Malezya), Güneybatı ve Güneydoğu Avrupa’nın en önemli iki yarımadası İberik ve Balkanların ötesine kadar taşırılıyor. 
Böylesine büyük bir askeri ve siyasi hareket olmasına rağmen, İslam gibi dini bir kelime pek açıklayıcı olmuyor. Gerçeği örtüleyici bir rol oynuyor. İslam simgesel bir isimdir. Allah ve peygamber kavramları İbranilerce çoktandır geliştirilmiştir. Medine Yahudilerinin “Dinimizi bizden çalıyor, bize karşı kullanıyorsun” eleştirisi sanırım Hz. Muhammed’i çok kızdırmıştır. Sosyolojik olarak, kral ve yardımcılarının yüceltilmesi, Sümer ve Mısır mitolojisine kadar köken olarak götürülebilir. Fakat Hz. Muhammed’in Allah kavramına kazandırdığı içerik hayli farklılık kazanmıştır. Allah bir nevi evrenin enerjisi gibi bir şeydir. İleri bir mefhumdur. Fakat İslam bilginlerince bu konuda hiçbir sosyolojik yorum geliştirilmemiştir. İmanın şartları bir nevi teorik ilkelerdir. İbadetler pratikle bağlılığı canlı tutmak içindir. Büyük bir kısmı dönemin ahlaki ve hukuki ihtiyaçlarını karşılamak içindir. Ticaret ve tarımda verimlilik, bunun için hukuki düzenlemeler (fıkıh) geliştirilmiştir. Birincil köleci aşamadan kalma ideolojik yaşam tarzına sert müdahale edilmiştir. Kâfirlik, imha edilmesi gereken bir ‘ötekidir’. İdeolojik çoğulculuk sadece İbrahimî gelenek için bir hak olarak tanınır. 
İslamiyet Hıristiyanlığa göre laikliğe daha açıktır. Objektif olarak bu böyledir. Fakat eski yaşam tarzına karşı köklü savaş çok olumsuz sonuçları da beraberinde getirmiştir. Halkların tarihsel kültürleri, inançlar bahane edilerek (Hıristiyanlıkla birlikte) ya yok edilmiş, ya asimile edilmiştir: Örneğin Zerdüştilik, Manilik gibi. Getirdiği yeni yaşamın feodal aristokrasiye yol açtığı açıktır. Tanrı-kral yerine Tanrı-Gölgesi Sultan ikilemi geçmiştir. Sonuçta despotik sultanlıklar kaçınılmaz olmuştur. Din olarak İslam’ın despotizmi önleme yeteneği yoktur. Hatta Hıristiyanlık için de daha fazlası söylenebilir. Monarşiye açık olması kadar, rahipliği de daha gelişkin bir iktidar ortağı kılmıştır. Her iki dinin devlet olarak uygarlığın dışındaki kesimlerinin klasik köleliğe göre hafifletilmiş (bazı yönleriyle eskisindekinden olumsuz) serflik, kul düzeyinde tutulmalarına özen gösterilmiştir. İki din de köleliğe tam karşıt değildir. Hem hiyerarşik, hem devlet iktidarını daha güçlü koruma özelliği taşırlar. Her iki din de kavimsel gelişmeyi teşvik edici mahiyettedir.
Zaman ve mekân itibariyle iki (Yahudilik dahil) din, uygarlık ana nehrine ikinci aşama olarak katılmalarına rağmen, ne hâkim tekelci klikler arasındaki sorunlara, ne de uygarlığın dışlamış olduğu demokratik toplum güçlerinin özgürlük ve adalet sorunlarına çözüm olabilmişlerdir. İkinci aşama savaş, özgürlük ve adalet sorunlarını tersine daha da ağırlaştırmıştır.
a- Tekelci iktidar odaklarına yenileri eklenmiş, buna karşılık zanaatçılık ve tarımda verimlilik niteliksel bir gelişme göstermemiştir. Artık-ürün üzerinden savaşan taraflar çoğalmıştır. Emirlikler (prensler) sultanlar (monark) kadar tekelci unsurlar haline gelmiştir. Hanedanlar çoğalmıştır. Pay isteyenler eski aşamaya nazaran çok artmıştır. Bir nevi orta sınıf gibi, yeterince pay alamayınca sürekli savaş çıkarmışlardır. Avrupa’da, Rusya’da derebey savaşları çok yoğun geçmiştir. Monarklar bürokrasiyi daha da çoğaltarak gelir sorunlarını büyütmüşlerdir.
b- Her iki dine yeni kurtuluş, özgürlük ve adalet amacıyla girenler umduklarını bulamayınca, çeşitli mezhepler halinde sürekli direniş sergilemişlerdir.
c- Manevi kültürde de gelişme yerine, ‘ortaçağ karanlığı’ denilen eski kültür yok edilirken yenisi de geliştirilememiş, bunun yerine bitmez tükenmez teoloji ve mezhep tartışmalarıyla zihnen dünyadan ve tarihten (tarih din öykülerine indirgenmişti) kopulmuş, irade adeta yok sayılmış, gölge insanlar haline gelinmiştir. Cennet ve cehennem imgelerine esir düşmüş insanlar dünyayı umursamaz ve yaşama değmez gören bir hale düşürülmüşlerdir. Tekelci klikler kendileri için cennetvari kale ve saraylar yapmaktan geri kalmamıştır. Kent kültürü, felsefe eskisinin gerisinde kalmıştır. 
d- En vahimi de, gökte tek tanrı, yerde tek sultan sloganıyla ‘cihan fethi’ gibi yeryüzünde tüm iktidarlarını yayma savaşı ilkçağları da geri de bırakmıştır. Tanrı adına savaş, tanrıların savaşından daha yıkıcı geçmiştir. İlk aşamanın katbekat üstünde yayılma ve sömürgeleştirmeler geliştirilmiştir. Ümmet savaşları ilkçağa göre daha sistemlilik ve süreklilik kazanmıştır. Mezhep çatışmaları içinden çıkılmaz bir hal almıştır.
D- Kapitalizm Doğarken Avrupa’nın Durumu
Köleci aşamada Roma İmparatorluğunun çöküş süreciyle derinleşen nihai krize ne Hıristiyanlık ne de İslam çözüm olabilmişlerdir. Geliştirdikleri ‘feodal düzen’ ya da ‘ortaçağ uygarlığı’ denilen sistem; Sümer ve Mısır rahip reçetelerinden pek farklı olmayan, anlaşılması güç metafizik reçetelerle gerek siyasi program, gerek eylem itibariyle toplumu ‘ortaçağ karanlığı’ denen duruma sokmaktan öteye gitmemiştir. İlkçağlarda var olan birçok kültürel değer yok olmuştur. Roma’nın krizi mirasçıları tarafından daha da derinleştirilmiştir. Uygarlık alanında toplumlar ‘cennet ve cehennem taifeleri’ halinde sıralarını bekleyen, bu amaçla savaş saflarına rap rap adımlarıyla yürüyen imgelere dönüştürülerek, neredeyse gezegendeki canlı yaşamın dışına itilmiştir.
Ana maddeler halinde teorik olarak sunduğumuz bu tabloya göre, somut durumda neler görüyoruz?
a- Hıristiyanlığı ilk benimseyen kavimler olan Grekler, Ermeniler ve Asuriler, İslam fetihleriyle tarihsel-kültürel alanlarının büyük bir kısmını kaybetmişlerdir. Bir anlamda hem Roma’ya karşı Grek kimliğini, hem de Bizans’a ve Sasanilere karşı Ermeni ve Asuri-Süryani kimliğini kalıcılaştırıp güçlendirelim derken, İslam’ın fetih dalgası karşısında elde olanın büyük kısmını yitiren bu halklar en trajik durumlara düşmüşler, binlerce yıllık maddi ve manevi kültür alanlarını yitirmişlerdir. Kavim olarak en kazançlı çıkan ve büyük genişleme yaşayan Türkler ve Araplar olmuştur. Kürtler ve Farslar ancak varlıklarını koruyabilmişlerdir. Buna mukabil Ruslar, Hıristiyanlık sayesinde en çok kazanan kavim olmuştur. Ruslar karşısında Türkler, Tatarlar, Moğollar, hatta Çinliler kaybeden taraf olmuşlardır.
b- Avrupa kabileleri Hıristiyanlık yoluyla kazançlarını ve kazanımlarını dengelemişlerdir. Kavimsel kimliklerde ortak inanç nedeniyle kısmi gelişmeler olurken, rahip aristokrasisi ve ardından derebeyliklerin eski kültürel canlılıklarının önemli bir kısmını yitirmelerinde etkili olmuşlardır. Neolitiğin üstün yanlarına boyun eğdirilmiş, asimilasyon dayatılmıştır. Fakat ilk ulusal öğelerin bu dönemde kalıcı olarak ortaya çıktığı tarihsel bir gerçektir.
c- Afrika, Amerika ve Avustralya yerlileri ana kültürlerini koruyamamışlar, Hıristiyanlık ve kısmen Müslümanlık karşısında kimliklerini uzun süre yitirmişlerdir. Hint kültürü kaybeden tarafta olmuştur. Çin bu dinler karşısında yayılmaya cesaret edememiştir.
Ortaçağ uygarlığı, benim deyişimle ikinci uygarlık aşaması, kriz çözme yerine daha da derinleştirme sonuçlarına yol açtığından, Avrupa’nın durumu stratejik bir nitelik kazanmıştır. Avrupa uygarlık savaşını kaybettiğinde hepten kaybetmiş olacak, kazandığında ise stratejik üstünlüğü kesinleşecektir. Uygarlık savaşı şüphesiz ortaçağın iki stratejik gücü arasındaki bir savaş, Avrupa’daki ve Avrupa üzerindeki Hıristiyanlık ve Müslümanlık savaşıdır. Durum sanıldığından daha da karışıktır.

15. yüzyıla varıldığında, Hıristiyanlık tüm Avrupa’daki yayılmasını tamamlamıştır ve kutsal krallık ve derebeylik dönemini yaşamaktadır. Roma’nın mirasını Roma-Germen İmparatorluğu devam ettirdiği iddiasındadır. Fakat itiraz eden rakipleri vardır. Fransa Krallığı bunların başında gelmektedir. Avusturya Habsburg Hanedanlığı yeni bir güç olarak yükselmekte ve benzer ideadadır. Rus Çarlığı kendini çoktandır Üçüncü Roma (İstanbul’un düşünden sonra) ilan etmiştir. Polonya Krallığı en yeni Hıristiyanlaşmış kültür olarak kutsallığı kimseye kaybettirmek istemeyecek kadar en öndedir. İngiltere ve Fransa yüzyıl savaşındadır. İspanya ve Balkan Hıristiyanları savunma durumundadır. İtalyan kentleri kapitalistleşmekte, diğer yandan Rönesans’a önderlik etmektedir. Roma gibi bir şehrin yükselerek birliğini sağlayıp Avrupa için de bir örnek oluşturmaları beklenmemektedir. Gırtlaklarına kadar ticari rekabete girişmişlerdir. Aralarındaki çekişme şiddetlidir. Tek katkıları, son iki yüzyıl içinde Avrupa’ya kentleşmede öncülük etmek ve ticaret kapitalizmini Avrupa’ya yayarak stratejik bir imkân hazırlamak konumundadır. Büyük olasılıkla bu stratejik imkân Avrupa’nın en önemli şansı olacaktır. 16. yüzyıl bunu doğrulayacaktır. Haçlı Savaşları umulduğu gibi sonuçlanmamıştır. Avrupa’nın ne olacağı belirsizdir.
Tam bu sırada Müslüman Araplar hala İberik-İspanya üzerinden stratejik bir tehdit olmaya devam etmektedir. Fransa’ya bir defa girmişler, zorbela çıkarılmışlardır. O cepheyi kaybetmeleri halinde, Hıristiyan Avrupa bir nevi sömürgeleşip yok olacaktır. Balkanlar üzerinden Osmanlı İmparatorları yıldırım hızıyla Avusturya-Macaristan’a ulaşmışlar, Polonya’ya dayanmışlardır. Eğer durdurulmazlarsa, Roma gibi Avrupa’nın siyasi ve kültürel varlığı da sona erebilecektir. Osmanlı Türkleri ve İspanya-Endülüs Arapları da biliyorlar ki, Avrupa karşısında nihai zaferi kazanmasalar, kesinlikle peş peşe kaybetme sürecine gireceklerdir. Kuzey Karadeniz üzerinden Moğolların devamı olarak Altınordu Devleti her an Avrupa’ya da saldırabilir.
Avrupa’nın derinden gelen birkaç özelliği daha vardır. Kabile demokrasilerinin gelenekleri halen tazedir. Halklar uygar köleci sistemi pek derinliğine yaşamamışlardır. Hıristiyanlığı algılayışları son derece yüzeyseldir. Zihinleri tam anlamıyla fethedilmemiştir. Özellikle kuzey hattı böyledir. Doğal yaşamla ilişkileri güçlüdür. Kentleşmenin en hızlı ve taze dönemini yaşamaktadırlar. Kentler krallık ve imparatorlukları pek tanımadığından, demokratik yanları ağır basmaktadır. Hepsinde yarı-demokratik yönetimler vardır ve bu yönetimler arasında konfederasyonlar kurulmaktadır. Başka ve iradeleri dışında egemenlikleri kolay kolay tanımamaktadırlar. Kurulan tüm krallık ve derebeylikler tazedir. Avrupa’yı temsil yetenekleri ve tecrübeleri kıttır. Haçlı Seferlerinde çoğu pul pul dökülmüştür.

Buna mukabil İslam uygarlığı tecrübelidir. Arkasında eski uygarlık dünyası vardır. İktidar sorunlarını daha iyi bilmektedir. Kendilerine inançları yüksektir. Nihai din ve peygamberi kendileri temsil ettiklerinden daha fazla dogmatiktirler. İlk Haçlı Seferlerini kaybetmedikleri gibi, ticaret yolları halen denetimlerindedir. Ticarette halen üstündürler. 

Bu gerçeklikler ortamından bakıldığında, Avrupa’nın uygarlık krizini en derinden yaşadığı rahatlıkla görülecektir. İslam’ın, dolayısıyla Türkler ve Arapların tehlikesi her geçen gün büyüyor. Konstantinopolis kaybedilmiş, Fatih Sultan Mehmet İtalya’nın güneyine, Otranto’ya asker çıkarmıştır. İslam bizzatihi din olarak ve sürüklediği kavimler olarak Avrupa için tam bir kâbustur. Hıristiyanlık bu kâbusla baş edecek bir uygarlık biçimi değildir. Zaten sürekli kaybetmektedir. Tek savaşma hattı olarak Viyana kalmıştır. O da düşse, İslam’ı ve Türkleri durdurmaları çok zordur.
Bu durumda İtalyan kentlerinin olağanüstü ticaret kapitalizmine sarılmaları ve Rönesans’ı ortaya koymaları daha çok anlam taşımaktadır. Her iki hareket de Avrupa için aynı zamanda varlık yokluk sorunudur. İtalya yarımadasında yaşananlar bu açıdan kader belirleyicidir.

İnsanlığı Roma’nın çöküş karanlığından çıkarıp kurtuluşa ve aydınlığa kavuşturma ideasıyla ortaya çıkan iki kriz çözümleyici güç, Hıristiyanlık ve İslam, gerek kendi içlerinde gerek birbirleri karşısında krizi daha da derinleştirip, yeniden kurtuluş ve aydınlık sorunlarına yol açmışlardır. Avrupa, ikinci uygarlık aşamasının iki temsil gücünün geliştirip kendi kucağında kilitlediği krizi ya çözecek ya da Roma gibi daha da derinliğine batacaktır.

Tam da bu noktada 16. yüzyılda doğuşunu sorguladığımız ‘kapitalizm’ acaba çözüm çaresi olabilir mi sorusu olanca ağırlığıyla gündeme gelmektedir. Kapitalizmin doğuş özellikleri geç ortaçağın (M.S. 14. ve 15. yüzyıl) İslamiyet ve Hıristiyanlıktan kaynaklanan krizlerine belki bir çözüm şansını verecektir. Gerçekten Hollanda ve İngiltere’nin 16. yüzyıl deneyimi çözüm şansına ışık tutmaktadır. Ama bu özellikleri yakından irdelediğimizde, bu sefer uygarlığın üçüncü aşamasının krizinin ilk iki aşamasındaki krizden daha çok derinleştirilip tüm dünyaya yayılması riskinin hiç de az olmadığını ortaya koymaya çalıştık. Kapitalizmin kendisinin savaş, siyaset ve ekonomik tekel olarak varlık bulması, tüm uygarlık tarihinin temel kriz etkenidir. Hem kriz ürünüdür, hem krizin üretenidir. Krizleri mekâna ve zamana yayabilir. Ama bu çözüm olamaz. 16. yüzyıldan 21. yüzyıla girişimize kadar olup bitenler ne demek istediğimi fazlasıyla doğruluyor. 
Bundan sonraki iki ana başlık Ulus-Devlet ve Endüstriyalizm olacaktır. Kapitalizmin tarihte ilk defa toplumsal sorunların temel çözüm ayakları olarak devreye soktuğu bu araçları sorgulayıp, sonuç bölümünde bizzat kriz rejimi, kriz uygarlığı olarak kapitalizm hakkında tartışma ve yargılarımı sonuçlandırmaya çalışacağım.

 A.Öcalan

Hiç yorum yok: