3 Ağustos 2010 Salı

İnegöl’de ‘bakkalımız Kürt’tü’

Yeni_Özgür_PolitikaKürt sorununu demokratik olmayan temelde çözmeyi planlayan AKP hükümeti tırmandırılan bu linç ortamından yararlanarak, seçime dönüşmüş referandum kampanyasında BDP’yi hedef tahtasına yerleştirmiş durumda. ‘Hassasiyetin’ ortakları linç kampanyasında anlaşmış görünüyor.
Geride bıraktığımız günlerde İnegöl ve Dörtyol’da meydana gelen olaylar; kanlı katliamlar ve etnik temizlik işaretleriyle doluydu. Sokakta yükselen ‘’öldürün’’, ‘’yakın’’, ‘’yıkın’’ sesleri, Kürtlere ait yakılan, yıkılan ve yağmalanan evler, işyerleri gelecekte yaşanabilecek muhtemel büyük katliamların habercisi. Belkide en önemlisi bu kanlı katliam provalarının arkasında kim, kimler var, amacı ne sorusudur. Herkesin bildigi ve yüksek sesle ifade etmediği bu sorunun yanıtı elbette ki devlettir.

Türkiye’nin uzak ve yakın tarihine baktığımızda; Ermeni soykırımı, Yahudi, Rum, 6-7 Eylül, Maraş, Çorum, Sivas ve Gazi gibi katliamlar yaşanmış ve arkasında hep devlet çıkmıştı. Aynı devlet bu kez de ‘’yüksek çıkarları“, ve ‘’vatanın bölünmez bütünlüğü’’ gerekçesi ile yıllardır sahnelediği oyunlarından birini İnegöl ve Dörtyol’da sergiledi. Biz de bu haftanın gündemi olan bu saldırıları demokrasi güçlerinin içinde yer alan, Türkiye’nin tanınmış mimarlarından Celal Beşiktepe ile konuştuk. Beşiktepe linçleri, linçlerin arkasındaki odakları, İnegöl ve Dörtyol olaylarını anlattı.

Sokakta linçler başladı. Katliam provaları yapılıyor.
1970-80 döneminde benzer saldırı ve katliamlar yaşandı bu topraklarda. 1970 ve 1980 askeri darbelere giden yolların kilometre taşları olarak çeşitli katliamlar planlı ve organize şekilde gerçekleştirildi. Geçmişte “Sünni-Alevi” ayrışması üzerine dinamitlenmek istenen kardeşlik ve birlikte yaşama iradesi bugün “Türk-Kürt” çatışması şeklinde sahneye konuluyor.

Kim koyuyor? Bu vatandaş ‘hassasiyeti’ mi ‘AKP hassasiyeti’ mi?, Devlet ‘hassasiyeti’ mi? Hangisi?
Kürtlere yönelik ırkçı, ayrımcı ve saldırgan bir linç kampanyası planlı olarak tırmandırılıyor. Derin devlet, toplumun derinliklerinde iş başında: barışı ve kardeşliği dinamitlemek için. Özgürlüğe, eşitliğe ve demokrasiye yönelmiş bir mücadelenin irtifa kaybetmesi ve zayıflatılması için. Kürt sorununu demokratik olmayan temelde çözmeyi planlayan AKP hükümeti tırmandırılan bu linç ortamından yararlanarak, seçime dönüşmüş referandum kampanyasında BDP’yi hedef tahtasına yerleştirmiş durumda. “Hassasiyetin” ortakları linç kampanyasında anlaşmış görünüyor. Kapitalizmin krizinin ve bunun yarattığı dramatik sosyal etkilerin, işsizliği, yoksulluğun derinleşerek genişlediği bir ortamda toplumsal yaşamdan dışlanan, yok sayılan ve yalnızlaşan geniş kitleler yaşadıkları sefaleti, güvensizlikleri, zayıflıkları milliyetçi söylemlerin her türlü algısına bağlanarak unutturmaya çalışılıyor. Linç kampanyasının aktörleri olarak öne çıkarılıyor, öfkeli kalabalıklar olarak adlandırılıyor bu yoksullar. Irkçı ve ayrımcı tüm linç kampanyalarında olduğu gibi. Türkiye’deki sistem böyle işliyor. Demokrasinin gelişmesinin en büyük engeli haline gelen, tüm kararların bir avuç azınlık tarafında alındığı bu sistemde, bu bir avuç azınlık şimdi barışı, kardeşliği ve birlikte yaşama iradesini ortadan kaldıracak yeni planların peşinde.

Sizde İnegöllüsünüz. İlk saldırı orada oldu. Doğduğunuz yeri tanımlarken ‘İnegöl bir mozaik’tir demiştiniz. İnegöl nasıl bir yer? Kürt göçü ne zaman başladı?
Evet, İnegöl bir mozaiktir. İnegöl, Anadolu ve Mezopotamya coğrafyasının çok yerleşim alanlarında olduğu gibi etnik kökenden insanların bir arada yaşadığı bir yerleşim alanıdır. Çerkezlerin, Gürcülerin, Arnavutların, Göçmenlerin ve Kürtlerin yıllardır birlikte kardeşçe yaşadıkları bir yerdir. Benim İnegöl’de 1950’li yıllarda çocukluğumun geçtiği mahallemizin bakkalı İskan Kanunu nedeniyle sürgün edilen Kürtlerden biriydi. İnegöl, bir yerlerden göç edip gelenlerin yaşadığı bir kenttir. Kürt bakkalın da zorunlu iskanla gelip yerleşmesi göç psikolojisi açısından da anlaşılabilir bir durumdu. Bu tarihlerde batı coğrafyasında bulunan Kürtlerin büyük bölümü zorunlu ikamete tabi tutulanlar oluşturmuş. Bölgedeki çatışma ortamından kaynaklı, binlerce köyün yakılıp yıkılması ve boşaltılması sonucu milyonlarca Kürt insanının yerinden ve yurdundan zorla göç ettirilmesiyle başlayan göç dalgalarının duraklarından biri de İnegöl oldu. Beslenme, sağlık, eğitim, çalışma gibi onurlu bir insan yaşamının en temel haklarından yoksun bırakılan bu insanlar tüm coğrafya da olduğu gibi İnegöl yerleşiminde de vahim travmalarla karşı karşıya yaşamaya mahkum edilmişlerdir. Birlikte yaşama iradesinin güçlü olduğu İnegöl’de Türk-Kürt çatışması üzerinden bugüne kadar herhangi bir olay da olmamıştır.

Bu mozaik bozulmak isteniyor. Ne düşünüyorsunuz; bu kanlı senaryo kimler tarafından yazıldı, ne yapmak istiyorlar?
Yaşadığımız coğrafyanın mozaiği bozulmak, Türk-Kürt çatışması üzerinden bir linç kampanyası tırmandırılmak isteniyor. Önce bunu görmemiz gerek. İnegöl ve Dörtyol saldırılarından önce çeşitli yerleşim alanlarındaki linç olayları bunun işaretleriydi. Daha önce İzmir, Selendi, Tire, Kırklareli, Trabzon ve Muğla’da yaşananlar geleceğin habercileriydi. Öyle bir siyasi atmosfer oluşturulmaya başlandı ki; ayrımcı ve saldırgan linç olayları Türkiye’nin herhangi bir köşesinde her an patlak verebilir. Bunun sorumlusunun da Kürt hareketi olacağı önceden ilan edilmeye başlandı. İnegöl ve hemen arkasından Hatay Dörtyol olayları tıpkı 12 Eylül askeri darbe öncesi zincirleme sahnelenen katliamları çağrıştırıyor.

Neden İnegöl, neden Kürtlere linç?
12 Mart 1971’de İnegöl’de kalabalık gruplar “Dinsizlere, komünistlere ölüm” sloganlarıyla devrimci ve demokrat insanların evlerine, işyerlerine saldırdılar, yakıp yıktılar. Bu saldırıdan bir gün önce yani 11 Mart 1971’de benzer olaylar Hatay Kırıkhan’da sahnelendi. Zincirleme bu saldırılar, 12 Mart 1971 Askeri Darbe arifesinde yaşandı. Bugün çok insan bu olayları ve benzerlikleri hatırlamaz. Yıllar sonra yine İnegöl ve Hatay. Diyelim ki bu tesadüftür. Bu tesadüf bile gelecekle ilgili bazı planların ve organizasyonların yapıldığına işaret etmiyor mu? Bence, demokrasi ve özgürlük güçlerinin geleceğine dair kanlı senaryolar yapılmaktadır. Halkların birbirine düşman edilmesi üzerine büyük bir plan yapılmaktadır. 200 bin insanın yaşadığı mozaik bir kentten, çeşitli dinlerin ve etnik kimliklerin yıllardır birlikte barış ve kardeşlik içinde yaşadığı Hatay’a uzanan bir linç kampanyası kimlerin işine yarar. Sadece demokrasi güçlerinin işine yaramaz.

Olaydan sonra İnegöl’e gittiniz mi yada oradaki arkadaşlarınızla konuştunuz mu? Beşir Atalay İnegöl’de yaptığı açıklamada ‘bir kaç sarhoşun işi’ dedi.
Akrabalarımla, arkadaşlarımla yaşanan olayları tüm detaylarıyla konuştum. Hiçbiri olayın sıradan bir kavga sonucu çıktığına dair bir şey söylemedi. İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın yaptığı açıklamaların doğru olduğuna inanan hiç kimseye tanık olmadım.

Bugün yaşananları kıyaslarsak geçmişe benziyor mu?
Geçmişte Maraş’ta yaşananların bir kısmı ile Hatay Dörtyol’da bugüne kadar yaşananlar benzeşiyor. Maraş’ta yaşananların tümünün Dörtyol’da yaşandığını düşünün. Korkunç sonuçlar çıkar ortaya. Dörtyol’la sınırlı kalmaz ve tüm Türkiye ateş çemberine döner. Şimdi Dörtyol’da kuşatma altında yaşayan Kürtlerin halini düşünün. Empati yapalım. Kuşatma altındasınız ve her an saldırıya uğrama tehdidi altındasınız. Kendi güvenliğinizi kendinizin sağlaması dışında hiçbir garantiniz yok. Gelinen aşamada yapılması gereken barikatların kurulmasıdır. Maraş’ta Aleviler bazı mahallerde barikatlar kurmamış, kendi güvenliklerini sağlamamış olsalardı, inanın katliamın boyutları çok daha büyük olurdu.

Yaşananlar 12 Eylül benziyor.
12 Eylül sürecinin başka bir versiyonu gibi. Yaşananlar, Türkiye’nin en önemli sorunu olan Kürt sorununun bu sistem içinde çözümünün mümkün olmadığına işaret ediyor. Çürütme ve yok etme politikalarıyla ayakta kalan sistemin en iyi bildiği işlerden biri de: Çözümsüzlüktür. 12 Eylül askeri darbesi de çözümsüzlüğün bir ürünü ve sonucudur. Bu açıdan bakıldığında süreçler birbirine oldukça benziyor.

Türkiye’de kanlı bir tarih var. Bunun üzerinden konuşursak bugün olanlar birazda bu mu? Ermeniler, Rumlar, azınlıklar...
Toplumsal gelişmenin kesintisizliği, tarih bilimine bugünü anlamada ve geleceği görebilmede birinci derecede önemli bir işlev yüklemiştir. Gelecekle ilgili kaygılar taşıyan her insan, her sınıf, her ulus, her toplum geçmişten vazgeçemez. Geçmiş, bugünü geliştirip, geleceğin belirlenmesine yarayan tek hazinedir. Bu nedenle, kültürel mirasa sahip çıkmak, insanlık adına ideolojik bir tavır içine girmektir. Çünkü kültürel miras, belli bir bilme ve kavrama süreci içinde edinilmektedir. Kültürel mirasa sahip çıkmak, bilincin yenilenmesi anlamına gelir. İşte bu gelecek kaygısı ve tarih bilinci yapışık kardeşlerdir. Gelecek kaygısı, tarih bilinci edinmeyi gerektirir, tarih bilinci de, gelecek kaygısının düşüncede biçimlenmesini sağlar. Açıktır ki, tarih burada “geçmişi hatırlamak” anlamına gelmez. Tersine, tarih bilinci insana geleceği gösterir. Kültürel değerlere sahip çıkma denildiği zaman, öncelikle bu topraklar üzerinde yaşamış ve yaşayan halkların kültürleri üzerindeki baskılara karşı çıkmak yalnız demokrasinin bir gereği olmayıp, insanın geleceğine de sahip çıkmasının bir gereğidir. Türkiye’deki resmi ideoloji; üzerinde yaşadığımız coğrafyanın sosyal ve tarihi gerçekliğini öğrenmemizi, kültürel değerleriyle buluşmamızı sürekli engellemiştir. Çünkü halkların, kültürlerin inkar ve imha edilmesi üzerine kurulmuş bir sistemle yüz yüzeyiz. Bugün yaşadıklarımızın nedenleri, tarihsel arka planını bu gerçeklik üzerinden aramamız gerekli.

Demokrasi güçleri ne yapmalı?
Mevcut sistemde, egemenler için de bir gelecek sorunu vardır. Ancak o, “bugünün” gelecekte de kalmasını istediğinden, geleceğini düşünmek zorundadır. Toplumsal muhalif güçler için de, “bugün”ün gelecekte değişmesi gerektiğinden bir gelecek sorunu vardır. Bu durum, Marks’ın “geleceğin toplumunu, üstüne, günümüz toplumunun gölgesini düşürmeden tasarlamalıyız” sözü denk düşmektedir. Demokrasi güçlerine düşen görev: sistemden köklü bir kopuşu sağlayacak bir gelecek projeksiyonunu, toplumsal özgürlüğe yönelmiş bütünlüklü bir toplum projesini geliştirmektir. Stuart Hughes, Milyonların Kültürü adlı kitabında, kişinin, toplumun daha iyi bir geleceğe kavuşacağına inanmadığı sürece, çevresindeki toplumsal gerçekleri renksiz, tümüyle anlamsız ve soğuk olgular dizisi gibi görebileceğini vurguluyor ve ekliyor : Birey, daha iyi bir gelecek konusunda bir inanç kazanıncaya dek, insanlık kültürü bugün olduğu gibi kalacaktır; sıkıcı, bayağı, durgun ve yararsız...

Savaş sürüyor. Türkiye’nin geleceğini nasıl buluyorsunuz? Ne olacak? Ankara Kandil’e operasyon diyor.
Dostlarımıza seslenmek istiyorum; biz, Türkiye’de, tüm ülke halkını dışlayan, önce Kürtleri dışlayan, tarihsel olarak dışlayan, arkasından emekçileri, ezilenleri, çalışanları dışlayan, kadınları dışlayan, gençleri dışlayan, Alevileri dışlayan, ekoloji mücadelesi verenleri dışlayan ve tüm renkleri, tüm milliyetleri, tüm inançları, bütün ülke dinamiklerini dışlayan bir sistemle yüz yüzeyiz. Bunu hepimiz biliyoruz. Bu ülkede hep beraber çeşitli olaylara tanık olduk. Neye tanık olduk; ateşin düştüğü yeri yaktığına tanık olduk. Atasözüdür bu; ama Türkiye sosyal, siyasal ve ekonomik tarihinde ateşin düştüğü yeri yaktığına hep beraber tanık olduk. Kürt coğrafyasında tüm insanlık onurunun ayaklar altına alındığına tanık olduk, temel hak ve özgürlükler alanının yok edildiği ortamlara tanık olduk, ormanların, dağların gece gündüz bombalandığına tanık olduk. Arkasından, bu ülke halklarının vergileriyle yapılmış olan büyük tesislerin özelleştirilmesine tanık olduk. PETKİM’lerin, TÜPRAŞ’ların, SEKA’ların özelleştirilmesine tanık olduk. Ateş düştüğü yeri yaktı.Hepimizin beyinlerinden, düşüncelerinden ve yüreklerinden geçen bir ortak demokrasi mücadelesini birlikte yürütme günüdür. Demokratik, eşitlikçi, özgürlükçü ve adaletin, demokrasinin evrensel değerlerinin içselleştiği bir yeni anayasayı yapmak ve bunun Anadolu’nun tüm enlem boylamında toplumun derinliklerinde yaşam bulduğu, talepler manzumesi haline geldiği, Türkiye’nin tüm sınıfsal katmanlarıyla, tüm renkleriyle birlikte örülen bir mücadelesini verme yeteneğinden yoksun muyuz? Sadece anayasanın şu, şu, şu içerikte olmasını talep eden pozisyondan, yani tarihi yazan pozisyonundan, yapan pozisyonuna geçebilme yeteneğini bireysel ve örgütsel olarak gösterebilecek bir birikime sahip değil miyiz? Bence sahibiz.

O halde?
O halde, bu Anadolu coğrafyasının bütününe talip olan, öncelikle acil olan barışın ve kardeşlik ortamının tesis edilmesini eksenine alan bir mücadeleyi birlikte örgütlemek gibi bir yükümlülüğümüz var. Çünkü sistem, çürürken çürütüyor, toplumun tüm hücrelerini çürütüyor. Dünyanın herhangi bir ülkesinde toplumun bütün dokularını çürüten bir sistemin barışı, adaleti, kardeşliği, eşitlik ve özgürlüğü sağladığına hiç tanık oldunuz mu? İnsanlık tarihinde temel hak ve özgürlük alanının, demokrasinin değerlerinin birileri tarafından topluma verildiğine hiç tanık oldunuz mu? Ama şuna hepimiz tanığız: Temel hak ve özgürlükler, yani demokrasi, ona ihtiyacı olanların verdiği mücadelelerle elde edilmiş değerler manzumesidir.

Gündem de olan bir başka konu referandum. ‘Evet’, ‘Hayır’ ve ‘Boykot’ diyenler var. Siz ne düşünüyorsunuz? Hükümet ‘Özgürlük’ için ‘Evet’ diyin diyor?
Normatif bir bütünlük olarak toplumun önüne yasalar kümesini koymanın; şu madde, bu madde, şu kanun, bu kanun diye bir tartışmanın sistem içi bir tartışma olduğunu biz çok iyi biliyoruz. Çıkarılan yasaların bile uygulanmadığını da biliyoruz. Avrupa Birliği süreçlerinde Anayasada yapılan dört-beş paket değişikliğin hangisi yaşama geçirilmiştir? Şimdi 12 Eylül anayasasına ve rejimine sistemin içinden bakma günü değildir. Milyonlarca ezileni, yoksulu, kadını, genci tanımayan sistemi de tanımayacağımızı ilan edelim. Brecht’in “diyalektik tiyatro”su, toplumu, insanın ürünü, insanın egemenliği altında ve insan tarafından değiştirilebilir olarak sergiliyor. Bunu yalnızca bir “gelişim” olarak değil, aksine bir “değiştirilebilirlik” olarak benimsiyor. Brecht, egemen sistemin bireyleri içine soktuğu “yabancılaştırma” çukurundan onları yine “yabancılaştırma” ile kurtarmanın mümkün olduğunu, diyalektik tiyatrosu ile pratikleştirmiştir. Bu durum, insanın aklına, diyalektiğin “inkarın inkarı yasası”nı getiriyor. Bu, insanın zorunluluklar dünyasından özgürlükler dünyasına sıçramasıdır.

ERDAL ER

rojrost@hotmail.com

Hiç yorum yok: