3 Temmuz 2010 Cumartesi

‘Zengin cenaze kaldırsaydı savaş yıllar önce biterdi’

28 Haziran 2010
Yeni_Özgür_Politika ‘’30 yıllık süreçte İstanbul’un zengin mahallerine bir asker cenazesi bile gelmiş olsaydı, bu savaş çok yıllar önce biterdi. Cenazeye gelen devlet erkanının janti takım elbiselerinin yanında, eski ve yıpranmış elbiseleriyle, eğreti duruyor cenaze sahipleri.“
Bir tekrarı yeniden yaşıyoruz. Silahlar patlıyor, insanlar ölüyor ve öldürülüyor. Türk devleti, hükümeti, medyası ve yandaşları Kürtleri kötü adam ilan etti ve yaşananlardan gerillayı sorumlu tutuyor. Yaşanan gerçeklerin üsütünü örtmek için medya da her zaman olduğu gibi ordudan önce karalama kampanyasına başladı. Bu yetmedi medya Kandil’e girdi. Fotoğraflar, haritalar, kanlı manşetlerle ‘şuradan gireriz, vurur, döneriz’ naraları atıyor. İstanbul Halkalı’da yapılan eylemden önce ve sonar gözaltına alına Kürt işçiler bombacı diye gazete manşetlerine çıkartıldılar. Avukatlar ve valinin ‘yalandır’ açıklaması medyayı kesmedi.

Geride bıraktığımız günlerde Türk Başbakan Erdoğan, İçişleri Bakanı Atalay ve MGK üyeleri de basından bunu istediler. Bir dönem Kürdistan’da yaşanan savaş için; ‘medya bunu bir milli maç hasassiyetiyle izlemeli’ diyen Hayri Kozakçıoğlu gibi yeni isimler işi başında. Medyada köşe başlarını tutanlarda buna oldukça hevesli. Hal böyle olunca bir yalan bir gerçek karşımıza çıkıyor. Yalanı gerçekleri gizleyen ve Kürt halkını, gerillayı ‘kötü’ ilan medya, gerçeği medyanın maniplasyonuna karşı direnen vicdan sahibi gazeteciler temsil ediyor.

Savaşta hep hazır ol komutunda bekleyen Türkiye medyası yavaş yavaş değişiyor mu? Türkiye medyası söz konusu Kürtler ve savaş olduğunda sicilinin temiz olmadığını biliyoruz. Temiz olmayan bu sicil bugünlerde sorgulanıyor. Egemen medya kurumsal olarak değişim önünde dirense de, medya mensupları yaşanan savaşı sorguluyor, itiraz ediyor ve çözüm önerileri sunuyor. Yıllarca devletle birlikteyken Ankara marşını söyleyen bazı isimler bugünlerde çözümü, barış için Öcalan ve PKK’nin muhatap alınmasını seslendiriyor. Ama hala önemli bir kesimi savaş lobisine malzeme taşıyor, hala savaş borazanlığı yapıyor, abartılı haber sunumları ile kin ve intikam yeminlerine “cephane” götürüyor. Medyanın yanlı ve sakıncalı yaklaşımından en fazla payını alan ise Kürt halkı ve gerilla. Gerilla, haber sunumları ve gazete manşetlerinde “acımasız kan dökücüler” olarak mimleniyor. Medya bunu yeni yapmıyor. Son otuz yıldır aynı şeyi yapıyor. Türkiye’nin sıcak gündemini, artış gösteren çatışmaları son günlerde isminden sık sık bahsettiren gazeteci Çiğdem Mater’le konuştuk.

Son yazdığınız yazılardan birinde ‘artık yeter/ Êdî Bes e’ diyorsunuz. Neye ‘yeter’?
32 yaşındayım, kendimi bildim bileli bu ülkede adı konmamış bir savaş var. Bu savaş herkesin haklarını elinden alıyor, en çok Kürt halkının elbette, aynı zamanda Denizli’deki ilkokul çocuklarının eğitim harcamalarını, Trabzon’daki yurttaşın sağlık hakkını da elinden alıyor. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti, bütçesinin en büyük kısmını adını –ki “örtülü”, “örtüsüz” tam ne kadar olduğunu da bilemiyoruz- bile koymadığı bu savaşa aktarıyor. Coğrafyanın yoksul kentlerindeki yoksul ailelerin oğullarını alıyor elinden bu savaş. O yüzden artık yeter. Benim artık yaşdaşlarımın ölmesine tahammülüm yok, kimsenin ölmesine tahammülüm yok; ne zorunlu askerlik görevini yerine getiren gencecik çocukların ne de dağdaki gençlerin. Türkiye halkları artık adil bir barış ortamında eşit ve özgürce yaşamak için ne yapmak gerekiyorsa yapmalıdır, herkes üzerine düşeni yerine getirmek zorunda.

AKP hükümeti ‘açılım’ dedi ama savaş başladı ve kan yeniden aktı. ‘Açılım’dan neden çözüm değil de savaş çıktı?
Adalet ve Kalkınma Partisi acaba kendisi ne kadar inanıyordu, inandığının ne kadarını hayata geçireceğini düşünüyordu? Diyelim ki samimiydi, inanıyordu. Yeter miydi? Ayrıca, bir “program” da yoktu ortada, hala daha “güvenlik” ekseninden çıkılamıyor. Türkiye gibi, Genelkurmay’ın nereye bağlı olduğu, “bilinmeyen, askeri vesayet rejimin hüküm sürdüğü bir ülkede hükümet ne kadar “iktidar benim” diye işe girişecek? Dahası, demokratik bir geleneği olmayan AKP’nin monolitik bir yapı olduğunu kim söylüyor? “Yargı” faktörünü ne yapacağız? Habur’da Barış Grubu, ifadeleri alınıp bırakılmıştı, şimdi haklarında dava açıldı, tutuklanıyorlar. Hangi “yargılar” bunlar? Olumlu adım yerine, Kürt halkının oylarıyla seçilmiş belediye başkanlarını kelepçeli görüntüleri geliyor aklıma. Bir halkın iradesine böyle saygısızlık yaparsanız, o halka “size eşit ve demokratik davranıyoruz” diyemezsiniz. Bunu en iyi kendisi de zamanında “düşünce suçu”ndan ceza alan ve o dönem İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olan Başbakan Tayyip Erdoğan anlamalıdır.

Hükümetin söyledikleriyle yaptıklarını yan yana koyduğumuzda yalan karşımıza çıkıyor. ‘Dağdan inin’ dedi ve inenleri tutukladı. ‘Demokratik alanda siyaset yapın’ dedi, belediye başkanları tutuklandı. Bu tablo üzerinden konuşursak neler söyleyeceksiniz?
Hükümet, bir sonraki adımı düşünmeden, elinde yüzde 47 oya güvenerek bir açılım attı ortaya. Ben sanatçılarla, yazarlarla ve toplumun diğer kesimleriyle bu süreci görüşmeyi başta olumlu bulmuştum ancak geldiğimiz noktada, anlıyoruz ki ne hükümet ne de bizzat Başbakan Erdoğan bir kaç adım sonrasını düşünmemişler ve aslında Kürt açılımı bölgede istediği oy potansiyeline ulaşamayan AKP’nin planlarından biriymiş. Güney’den gelen Barış Grubu üzerinde son günlerde yürütülen kampanyanın traji-komik olduğunu düşünüyorum. Öncelikle, sembolik bir problem var, gerilla kıyafeti olarak yansıtılan kıyafetlerin aslında bölgede halkın da gündelik hayatında kullandığı kıyafetler olduğunu biz biliyoruz, ama herkes bilmiyor. Ayrıca Barış Grubu son derece makul bir açıklama yaparak, “bize kimse bir şey söylemedi, söylenseydi, istendiği gibi giyinirdik” de dedi. Öte yandan, Habur sınır kapısında insanların oğullarını, kızlarını karşılamaya gittiklerini anlamak, anlatmak gerekiyor. Hükümetin her konuya gücü yeterken, Barış Grubu hakkında açılan davaya gücü yetmemesini de iyi niyetle açıklamak bence mümkün değil.

DTP kapatıldı ve sayıları binleri bulan çocuklar hapse atıldı. Yaşananlar bunlarken, hükümet yine Kürtleri suçluyor. Açılıma destek olmadılar diye. Oysa KCK eylemsizlik kararı vardı.
Kanaatimce, Türkiye’nin en hızlı çözmesi gereken meselelerden birisi binlerce çocuğun içeride olmasına neden olan yasadır. Tamamen faydacı bir yerden baksak bile şunu görebiliriz, 8, 9, 10 yaşındaki çocukları bugün hapse atmak, hükümeti daha kötü bir yere götürmekten başka bir işe yaramaz. Zira o çocuklar, hapisten çıktıklarında hükümetin ve Türkiye’deki egemen ideolojinin “bir türlü anlayamadığı”nı yapacaklar ve kuvvetle muhtemel dağa çıkacaklar. Türkiye Cumhuriyeti devletinin ve hükümetinin şu anda bir numaralı görevi çözümsüzlük nedeniyle kendilerine dağdan başka olanak bulamayan Kürtlerin kimliğini kabul etmesi ve buna uygun düzenlemeleri yapmasıdır. Türkiye Türklerin değildir; Türkiye, bu topraklarda yaşayan bütün halklarındır. AKP başa dönmeli, yeni bir anayasa taslağı vardı hazırlattığı, yamalı bohça gibi bir anayasayı kabul etmek mümkün değil.

Hükümet Kürtlerin hak talebini ‘terör’ olarak tanımladı. Bu algı değişmeden sorunun çözümü mümkün mü?
Bu sürecin, diyalogsuz çözülebileceğini düşünmüyorum. Hem Kürt hareketinin hem de hükümetin algı değişikliği için çaba sarf etmesi ve çözüme odaklanması gerekiyor. Artık kimsenin birbirini tanımama lüksü yok. Olay basit, çocuklarımız ölüyor, bunu engellemek için kim ne gerekiyorsa yapmalıdır.

Son günlerin tartışılan konusu şu; 90’lı yıllara geri mi dönüyoruz? Ya da döndük mü?
Yaşadığımız günlerin çok ürkütücü olduğu muhakkak. Benim henüz 10’lu yaşlarıma tekabül eden, 90’lardaki o kötü ve kapkaranlık günlere dönmemek, öncelikle Kürt coğrafyası ve sonrasında bütün ülke için en büyük dileğim. Öte yandan ardan geçen 20 yılda ciddi ilerlemeler olduğu da muhakkak. Türkiye televizyonlarında son iki haftadır demokratik özerklikten, konfederasyona, pek çok şey konuşuluyor.

Hükümet ‘açılımlar’ üzerinden beklenti yaratıp demokrasi oyunu mu oynadı?
Hükümetin, başarısız yürüttüğü açılım sürecinde bir düzeltme yapacağını ümit ediyorum. AKP hükümeti aslında bir Türkiye aynası. İçinde Türkiye Türklerindir zihniyetinin yılmaz savunucusu sağcılar da var, geçtiğimiz hafta balıkadam kıyafetleriyle argo dağarcığımızı genişleten Kürşat Tüzmen gibi mesela. İçinde bulunduğu ortama göre davranıp, politik olsa da, geçen Cumartesi günkü çatışmadan hemen sonra, Van’da “bugün en az 20 ailenin evine ateş düştü” diyerek, benim bilebildiğim kadarıyla geçtiğimiz 30 yıllık süreçte gerilla kayıplarına da bir söz olsun söyleyen hükümet kanadından ilk insanlardan olan Egemen Bağış da var. AKP’yi bu şekilde değerlendirdiğimizde, tek bir fikirden söz etmediğimiz ortada. Öte yandan, AKP’nin açılım sürecinde beceriksiz ve plansız olduğunu düşünüyorum ama o süreçte net bir art niyet gördüğümü söyleyemem, ama elbet bir oy kaygısı var, bütün süreci de bu yönlendiriyor, zaten o nedenle de yanlış oluyor.

Ankara ve yönetenler sert mesajlar veriyorlar. ‘Vururuz’, ‘kırarız’, ‘dökeriz’ lafları havada uçuşuyor. Bu lafları eden başbakan, bakanların, generallerin çocukları savaşta değil. Savaş kimi vuruyor?
Savaş, bütün dünyada hep olduğu gibi elbette yoksulları vuruyor. Türkiye’de de son 30 küsur yıllık süreçte ölen askerlerin hemen hepsi yoksul evlerden geliyor. Çokca dile getirilen bir söylemi yinelemiş olacağım ancak bu 30 yıllık süreçte İstanbul’un zengin mahallerine bir asker cenazesi bile gelmiş olsaydı, bu savaş çok yıllar önce biterdi. İstanbul gibi büyük kentler, ancak geçtiğimiz haftaki Halkalı’da meydana gelen saldırı gibi durumlarda aslında durumun ciddiyetini kavrıyor. Aksi takdirde, savaş bizim için akşamları haberlerde izlediğimiz, çoğu zaman kanal değiştirdiğimiz, sadece “şehit” ve “ölü ele geçirilen terörist” kavramlarından ibaret. Yani aslında sadece sayılardan ibaret. Üç gün üzüldüğümüz askerleri bir hafta sonra anımsamıyoruz bile… Gerillaların ölümüne üzüldüğümüzü bile çok yeni söylemeye başlayabildik.

Cenazelerin gittiği evlerde devlet erkanıyla aile arasında ayrıksı bir durumdan söz ediyorsunuz. Neyi kast ediyorsunuz?
Bu ayrıksı durumun adı yoksulluk. Cenazelerin gittiği evlerin hepsi yoksul evleri, cenazeye gelen devlet erkanın janti takım elbiselerinin yanında, eski ve yıpranmış elbiseleriyle, eğreti duruyor cenaze sahipler. Yoksulluk öldürüyor aslında.

“Savaş yoksulları vuruyor ama devlet toplumu ve yoksulları militarize ediyor” diyorsunuz. Biraz açar mısınız...
Türkiye’de kurucu ideoloji militarizm üzerine var edildi. “Her Türk asker doğar” sözleriyle büyütüldük. “Dört bir yanımızın düşmanla çevrili olduğuna” ikna edildik. “Türk’ün Türk’ten başka dostu olmadığını” ezberledik. Bütün bunlar doğru değil elbette. Aslında her Türk bebek doğuyor! Ama devlet, kendi bekasını devam ettirebilmek için militarizmden kuvvet alıyor. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül bir açıklama yaptı mesela, Halkalı saldırısında hayatını kaybeden Buse Sarıyağ ve Osmaniye’de askeri lojmanda hayatını kaybeden Pınar Akdağ’a övünç madalyası verileceğini, bunun için madalya kanununda değişiklik yapılacağını belirtti. Gençlerimizin ölmesinden övünç duymayalım istiyorum ben, illa bir şey yapmak istiyorlarsa, okul yapsınlar mesela. Ama sadece Buse ve Pınar için değil, Ceylan Önkol ve Uğur Kaymaz için de yapsınlar, adlarını bilmediğimiz binlerce kaybımız için de yapsınlar. Ben Pınar’ın, Buse’nin, Ceylan’ın, Uğur’un birbirleriyle çok iyi anlaşacaklarını biliyorum, aynı toprakların aynı yüklerini taşıyorlardı çünkü, aynı yoksulluktan olmasa da, aynı ağır hayattan geliyorlardı. Gidişleri de aynı oldu. Zaten çözümü de en çok onlara, 35 yıldır her gün kaybettiğimiz herkese borçlu olduğumuzu düşünüyorum.

40 bin insan öldü. Büyük trajediler yaşandı. Çocuklarının mezarının olup olmadığını ve varsa nerde olduğunu bilmeyen aileler var. Ama onları anlayan kimse yok. Bu haksızlık değil mi?
Savaş zaten haksız bir şey. Hem asker aileleri, hem de gerilla aileleri 26 yıldır çocuklarını bir bilinmezliğe gönderiyorlar. 40 bin insan kaybettik. Kürt illerinde anneler, babalar on yıllardır çocuklarının yaşayıp yaşamadığını bilmiyorlar; dediğiniz gibi mezarlarını bilmiyorlar. Yapılması gereken 26 yıldır tekrarlanan hatalara artık bir son vermek, ne asker, ne gerilla tek bir insanın ölmemesi için gerekeni yapmaktır. Bu sürecin tamamlanmasından sonra, yapılması gereken ise bence hakikat komisyonlarıdır, hakikat komisyonlarıyla çocuklarının acısını bile yaşayamayan birçok ailenin en azından acılarının hafifleyebileceğini düşünüyorum.

Önemli ve bir o kadar can acıtan bir tespitiniz var. ‘Onlar haneye savaş ganimeti „teröristler“ olarak yazılıyor.’ Bu söz sizin. Biraz açar mısınız? Ne demek istediniz?
Biz bu savaşın sadece ölen asker tarafını biliyoruz, gerilla tarafıyla tanışmıyoruz, tanışamıyoruz, tanıştırılmıyoruz. Bunda hem basının, hem hükümetin hem de kurucu ideolojinin büyük payı var elbette. Biz hep “düşman”larla savaştığımız için, onların insan olduğunu anımsamamız pek de kolay olmuyor. Askerlerin hayat hikayelerin, aşklarını, sevgililerini ya da çocuklarını biliyoruz da, ölen gerillayla ilgili hiçbir şey bilmiyoruz, oysa asker kadar gerilla da bu toprakların çocuğu. Nereliydi, ne yapardı, kaç yaşındaydı bilmiyoruz. Sayılarını bile tam bilmiyoruz, sayılar da psikolojik savaşın araçlarından biri oluyor, Hatta çoğu zaman kadın mı erkek mi onu bile bilmiyoruz. Ama artık bu ülkede hayatını kaybeden gerillalar için de üzülmek istediğini söylemeye başlayan bir grup insan var, bunu da çok olumlu buluyorum.

Egemen basın yine hazır kıtada savaş dilini kullanmaya başladı. ‘Doksanların kamuflajlı gazeteciler dönemine geri gitmeyi reddediyorum’ demişsiniz. Açar mısınız biraz.
1990’lar Türkiye’de ana akım medyanın, kamuflaj giymiş gazetecilerinin Genelkurmay helikopterlerinden bize “düşük yoğunluklu çatışmayı” anlatmasıyla geçti. Nedense sonra ABD’nin Irak işgali sırasında aynı gazetelerde bazı yazarlar iliştirilmiş gazeteciliği eleştirdi. Bir ömür bunu yapan gazetelerde yazmıyorlarmış gibi… Ama neyse ki hem 1990’larda, hem de sayıları artarak şimdi bağımsız medya ve ana akımda olmasına rağmen sözünü sakınmayan bazı kıymetli isimler, hepimizin yüreğini ferahlatıyor. Kamuflajlı gazeteciler basınla devlet arasında tam bağımsız bir ilişki kurulmadığı sürece, hep olacak. O yüzden tersine rüzgarı nasıl arttırırız ona bakmak lazım. Savaş gazeteciliğine değil, barış gazeteciliğine ihtiyacımız var.

Erdoğan ve Beşir Atalay basına ‘olaylara sansür uygulayın’ ve ‘devlete yardımcı’ olun dedi. Basının işi devlete yardımcı mı olmak haber mi vermek?
Atalay ve Erdoğan’ın tavrı trajikomik; başbakan ve elbette genel kurmay başkanları sanki medyanın yayın yönetmenlerinin de yayın yönetmeni sanki. Belli ki şimdi de Atalay böyle davranacak. Bianet’ten Erhan Üstündağ’ın müthiş kinayeli yazısında dediği gibi, “artık hükümet bir gazetecilik kılavuzu hazırlamalı. Neyi yazıp, neyi yazamayacağımıza karar vermeli”.

TV kanaları yine emekli generalleri ekrana çıkartıp önlerine haritaları koydular. Onlar da, „şuradan girer vurur yok ederiz“ diyorlar.
Emekli generalleri televizyonlarda strateji konuşurken gördükçe, aklıma tek bir şey geliyor: Paşam, siz de 100 yaşında değilsiniz, geçtiğimiz 30 yıl içinde görev yaptınız, madem bu kadar iyi biliyordunuz, bu kadar da kolaydı, siz neden “halletmediniz”?

Yaşananlar karşısında Türkiye’de bir aydın vicdanı var mı? Varsa yeterli buluyor musunuz?
“Aydın” derken kimi kastediyoruz? Ona da bakmak lazım. “Aydın” tartışmasında Gramsci’ye müracaat etmeden olmaz, “aydın”ın hangi sınıfın/zümrenin “organik bileşeni” olduğu önemli. Bu tartışmaya girmeden, ben “aydın” yerine “özgürlük” mücadelesinde yer almak üzerinden bakmayı daha anlamlı buluyorum. “Vicdan” da “aydın” gibi tartışmaya açık ve giderek de pek çok şey gibi hayli içi boşaldı. İhlallere, eşitsizliklere, haksızlıklara karşı çıkmak anlamında Türkiye’de toplumsal muhalefetin varlığından söz etmek mümkün. Gelişkinlik ve yeterlilik ise ciddi bir örgütlenme sorunu.

Son dönemde bazı köşe yazarları sorunun çözümü için Öcalan ve PKK ile görüşülmesi lazım tespitinde bulunuyorlar. Siz ne düşünüyorsunuz? PKK yok sayılarak sorunu çözmek mümkün mü?
PKK ve Abdullah Öcalan’ın yok sayılarak sorunu çözmenin mümkün olmadığını artık herhalde herkes farkında. Sokaklarında “PKK halktır, halk burada” diye bağırılan Kürt illeri bunu sürekli anlatıyor. Siyasi duruşları açık olan Mustafa Karaalioğlu, Nazlı Ilıcak gibi gazeteciler bile artık diyalogun, masanın şart olduğunu söylüyorlar. Artık soruna “güvenlik” sorunu olarak bakmaktan çıkıp, “özgürlük” sorunu olarak bakmakta daha fazla gecikilmemeli. Silahlı Kuvvetler kışlasına çekilmeli, “siyaset” konuşmalı.

Gençlere vicdani ret hakkını kullanmaları çağrısı yaptınız. Neden?
Vicdanı ret, bence hayattaki en önemli haklardan biri. Bir insanın, savaş durumu olsun ya da olmasın, “ben elime silah almak istemiyorum” demesinden daha kıymetli bir erdem olduğunu düşünmüyorum. Bu nedenle geçtiğimiz günlerde BDP kanadından Kürt gençlere yönelik gelen “askere gitmeyin, vicdani reddinizi açıklayın, gerekirse, 2-3 yıl hapiste kalın ama askere gitmeyin” çağrısını hem çok önemli buluyorum hem de olanca sesimle katılıyorum. Türkiye’de ilk vicdani retçi 1989’da Tayfun Gönül idi, sonuncu ise 25 Haziran cumartesi günü reddini açıklayan Şendoğan Yazıcı. Tayfun ve Şendoğan arasında toplam 119 kişi var. Yani 73 milyonluk Türkiye’de sadece 121 kişi vicdani reddini açıklamış şimdiye kadar. Ama bu arada biliyoruz ki binlerce genç erkek askere gitmemek için bin türlü takla atıyor. Artık bunu bir eylemlilik haline getirmek şart. Savaşmayı reddeden daha çok vicdani retçiye ihtiyacımız var. Ağustos celbinde, çok değil, 300 kişi “biz askere gitmiyoruz” dese, emin olun sonraki sabah başka bir ülkeye uyanırız.

Yönetenler hepimize içinde ölüm ve kanın olduğu bir film izletiyor. Toplum vatan millet adına bu filmi alkışlıyor. ‘Sen çok yaşa kralım’ sesleri arasında savaş sürüp gidiyor ve zenginlerin çarkı dönüyor. Ne yapacağız? Bu oyunu bozmanın bir yolu var mı?
Bu oyunu bozmanın yolu basit: bir arada olacağız ve bir arada yaşam hakkını savunacağız. Kürtlerle hiyerarşik bir ilişki kurmadan, klişeye düşmeden, eşit bir ilişki kurmanın yollarına bakacağız. Burada Türkiye halklarının tamamına ciddi görevler düşüyor. Özür dilenmesi gereken yerde özür dileyeceğiz, hatalarımızı kabul edeceğiz bir birlikte geçmişle yüzleşmeye başlayacağız, işimiz uzun. Zira Türkiye’nin yüzleşmesi gereken çok sorunu var: Ermeni Soykırımı var mesela, bütün utancıyla orada duruyor; hem Türklerin, hem de Kürtlerin el atmasını, yüzleşmesini bekliyor. Varlık vergisi var, 6-7 Eylül pogromu var, Trakya olayları var, Dersim katliamı var… Var da var…

ERDAL ER

rojrost@hotmail.com

Hiç yorum yok: