6 Temmuz 2010 Salı

Uluslar ve Globalleşme

Ulusçular ulusun ne olduğunu tanımlamaya çalışırlarken, bunların içinde bir eğilim, ulusların tarihten geldiğini, unutulmuş ve uyutulmuş ulusal bilincin uyandırılması gerektiğini söylerler. Bu, ulusların tarihten geldiği iddiası, daha ziyade daha gerici ulusçuluğun bir alameti farikasıdır.
Nispeten daha demokratik ulusçular ise, tarih ve geçmişten ziyade, fiziksel ya da kültürel özelliklerden ziyade, geleceğe yönelik bir tanımda yoğunlaşırlar, ortak bir ülkü birliğinin bir ulusu ulus yaptığını söylerler.
Bunların yanı sıra, ortak bir kaderin ve yaşantının da bir ulusu ulus yaptığını söyleyen bir ekol daha vardır özellikle “Avusturya Marksizmi” kökenli.
Tabii bir de bunların hepsini birden veya çeşitli kombinasyonlarını bir ulusun, ulus olmasının koşulu olarak (bunun en tipik örneği Stalin’in ulus tanımıdır) getirenler de vardır.
Bu “teori” ve bu kriterlerin hiç birisi nesnel olarak ulusun ne olduğunu anlatmazlar.
Çünkü bunların hepsi, “ulusal olanın politik olanla çakışması” gerektiğini kabul etmiş; veya bunda bir sorun görmeyen ulusçulardır. Çünkü ulusçuluk “Ulusal olanla politik olanın çakışması” anlayışına dayanmak ve savunmaktan başka bir şey değildir. Aslında onların ulusun n olduğuna ilişkin söyledikleri, ulusun ne olduğu değil, o “ulusal olanın” neyle tanımlanacağıdır.
Yani, bütün bu ulus tanımlarını yapanlar ulusçulardır. Ulusun ne olduğuna ilişkin farklı teoriler olarak ortaya konan tanımlar, aslında farklı ulusçuluklardır. Yani ortadaki farklılıklar farklı ulus tanımları değil, farklı ulusçuluklardır.
Onlar ulusun tanımını ve ulus olmanın kriterlerni koyduklarını söylerlerken ulusun ne olduğunu bizlere açıklamış olmazlar ama farklı ulusçulukların ne olduğu hakkında, bizlere açıklanması gereken zengin bir malzeme sunarlar.
Farklı ulus tanımlarının farklı ulusçuluklar olduğu kavranınca bu farklı tanımların var oluş nedenlerini anlamak da kolaylaşır.
Ve o zaman sorular şöyle sorulabilir: “Niçin ulusu şu veya bu şekilde tanımlayan ekoller vardır ulusçular içinde? Niçin şu veya bu kriter ulusun tanımı olarak getirilmektedir?”
Soru böyle sorulunca, yani farklı ulusçulukların niye var olduğu ve ulusu öyle tanımladığı araştırılınca, bunun ardında tam da Marks’ın dediği gibi, üretim ilişkileri ve bu ilişkiler içinde var olan konumu ve çıkarı farklı grupların (sınıfların) çıkar, karakter ve eğilimleriyle karşılaşırız.
Çok kaba hatlarıyla, ulusu insan haklarına, ülkü birliğine dayalı; geçmişle değil, gelecekle, amaçla tanımlayan ulusçulukların nispeten demokratik ulusçuluklar; “Tarih”le, “Kültür”le (dille, dinle, soyla, ırkla vs.) tanımlayan ulusçulukların gerici ulusçuluklar olduğu söylenebilir. Elbette bu iki temel biçim arasında bir çok gri tonu bulunmaktadır.
Avusturya Marksizmi’nin ortak yaşantı ve kader birliği kriteri ise, şu veya bu şekilde bir ulus bir kere oluştuktan sonra ortaya çıkar. Yani kader ve yaşantı birliği ulusu yaratmaz, ulus bir kere ortaya çıkınca, kader ve yaşantı birliği oluşur. Avusturya Marksizmi’nin sorunu, ulusun ve ulusçuluğun sonucu olarak ortaya çıkan bir görüngüyü, onun bir kriteri gibi ele almasındadır.
Ulus demek, her şeyden önce, politik olanın, yani devletin tanımlandığı “şey”dir. Bir devlet bir kere ortaya çıkınca; veya devleti olmasa bile bir kere bir devlet için, kendini bir ulus olarak tanımlayan bir grup ortaya çıkıp da bunun için mücadeleye başlayınca; bu ulus nasıl bir tanıma dayanmış olursa olsun, bir ortak yaşantı ve kader birliği başlar. Başlangıçta bütünüyle, politik bir hedef olan, imajiner olan, fiili bir gerçeklik olarak görünmeye başlar.
İnsanlar okullarda aynı kitapları okurlar, aynı dili ve yazıyı öğrenirler; aynı vergi sistemi, aynı idari sistem, aynı sınıf ilişkileri içinde yaşarlar, aynı devletin ordusunda askerlik yaparlar, aynı müzikleri dinlerler. Bir süre sonra, bu ortak yaşantı ve kader, ortada gerçekten, tıpkı sınıflar gibi, hatta sınıflara göre çok daha net ve açık olarak görülebilen ulus diye bir “şey” olduğu, bunun tamamen doğal bir şey olduğu; başka bir var oluşun mümkün ve tasavvur edilebilir olmadığı fikrini ortaya çıkarır.
Ve bu korkunç bir yanılsamaya yol açar. Aslında bu yaşantı birliğini, kader birliğini (ulusu) yaratan devletin, politikanın kendisi iken; sanki devleti ve politik olanı yaratanın o ortak bir kaderi ve yaşantıyı paylaşan topluluk (ulus) olduğu görüşü yayılır.
Böylece ulusu ulusçuların yarattığı; ulusların ulusçular olduğu için var olduğu gerçeği; kendi zıddı biçiminde görünür. Ortada bir ulus olduğu için ulusçuların da var olduğu biçiminde görülür.
Bu nedenle, ulusu nesnel görünümlü ama aslında normatif olarak belli kriterlerle tanımlama yolundaki her girişim, aslında bütünüyle kendi zıddı biçiminde ortaya çıkan görünümden hareket ettiği için metodolojik olarak idealizmle damgalıdır.
Yani ilk bakışta ulusu, tıpkı sınıflar gibi nesnel kriterlerle tanımlama girişimleri, çok materyalist görünmelerine rağmen, aslında düşüncenin varlığı belirlediği bir anlayışı hareket noktası yapmış olurlar; yani ulusçuların ulus anlayışlarını, normatif tanımları ulus tanımları olarak kabul etmiş olurlar.
Klasik Marksist felsefe’nin terminolojisiyle ifade edersek: Bir zamanlar Tanrı’nın üstlendiği işlevi, (yani Tanrı’yı insanların değil; Tanrının insanları yarattığı anlayışı; varlığın düşünceyi değil; düşüncenin varlığı belirlediği anlayışı; nam-ı diğer: felsefi idealizm) Ulus üstlenir ve Tanrı ulus olarak ölümden sonraki bir diriliş (Basübadelmevt-reenkarnasyon) yaşar.
*
Her neyse, konumuz bu değil. Şu uluslara ilişkin olarak “Avusturya Marksizmi” namlı ulusçuluğun “ortak yaşantı ve kader birliği” kriterine dönelim.
Bir an için, birer ulusçu olalım ve ulus olmanın en temel ölçülerinden birinin ortak bir yaşantı birliği, kader birliği olduğunu var sayalım. Bunu kontrol edelim.
Bu günkü dünyada, bu günkü globalleşme çağında, bu kriterin büyük ölçüde aşındığı görülmekte. Çünkü bütün dünyada, milyarlarca insan, aynı fabrikadan çıkmış televizyon ekranlarından aynı programları, aynı maçları izliyor; aynı sahneleri görüyor; aynı atmosferler içinde yaşıyor.
Bu Dünya Şampiyonası, olimpiyatlar, savaşlar, büyük felaketlerde özellikle çok netleşiyor.
Örneğin Türkiye’de bir zamanlar, geçmişte yaşanmış bir “Erzincan Zelzelesi” vardı. Bu Türkiye’de yaşayan insanların ortak hafızasına kazınmıştı. Türk ulusunun ortak yaşantı ve kader birliğini yaratan bir olay olarak görülebilirdi. Ama son Tsunami örneğin, neredeyse tüm uluslardan herkesin ortak hafızasına aittir.
Yani ulusun “din” gibi değil de “sınıf” gibi nesnel olarak kriterleri sıralanabilir bir “Şey” olduğu düşüncesine yol açan, “ortak kader ve yaşantı birliği” bile, kökünden sarsılmaktadır.
Evet, hala devletler belirlemektedir politik gelişmeleri, hala devletlerin bayraklarını asmaktadır insanlar, ama herkesin “kendi” devletinin veya ulusunun bayrağını asması olayının kendisi bir ortak yaşantıdır.
Bu ortak yaşantı aynı devletin (ulusun) takımı kazandığı veya kaybettiğinde o ulustan olanların duyduğu sevinç veya üzüntüden daha az önemli değildir. Bir ulusun içinde bile, farklı takımları tutanlar kazanç veya kayıplarda benzer farklılıklar yaşarlar. Bu farklılıklar dünya çapında bir ülke ölçüsündeki kazanan kaybedenlere benzetilebilir.
Bu “gerçek zamanda” (bu “gerçek zamanda” kavramının kendisi bile dünya çapında bir zaman ve an kavrayışına, dolayısıyla globalleşmeye bağlıdır) herkesin aynı şeyleri görüp, aynı şeyleri yaşadığı dünyada, “ortak yaşantı ve kader birliği”, artık ulusal sınırları çoktan parçalamış bulunmaktadır.
O halde, gören göz için, bu futbol şampiyonasının bir kere daha ortaya çıkardığı bir gerçek var, sadece ulusçuluk değil; ulusların kendisi, yani ulusal devletlerin kendisi, üretici güçlerin bu günkü gelişmişlik düzeyinde insanlığın var oluşunun ve mutluluğunun önündeki en büyük engeldir.
Mücadele, bütün dünyada, bizzat uluslara, ulusal devletlere karşı olmalıdır. Ulusların ve ulusal devletlerin kendisini akıl ve mantık dışı; yıkılması gereken en büyük ve acil sorun olarak görmeyen her politik proje gericilikle sonuçlanmaya mahkûmdur.
Dünyada sosyalizmin ve sosyalistlerin entelektüel güçlerini, canlılıklarını, perspektiflerini yitirişinin temelinde uluslara ve ulusal devletlere karşı mücadeleyi gündemin başına koymamak bulunmaktadır.
Sosyalistler sadece özel mülkiyete saldırıyorlar, ama esas politik iktidarı elinde bulunduran ve özel mülkiyet kadar insanlığın önünde bir engel oluşturan uluslara ve ulusal devletlere hiçbir saldırıları yok. Hatta aksine, “Emperyalizme karşı” ulusları, ulusal devletleri, sınırları savunuyorlar. Hem de en gerici biçimindekileri bile.
Gören göz için, bu Dünya Futbol Şampiyonası, bir tek dünya cumhuriyeti için, yani insanların dili, dini, etnisi, soyu, sopu, oturduğu yer ne olursa olsun eşit olduğu; eşitliğin ulusların ve devletlerin yurttaşlarıyla sınırlı olmadığı ve onlarla dolayımlanmadığı sınırsız ve ulussuz bir dünya için maddi koşulların çoktan oluştuğunu; olgunlaştığını, hatta çürümeye yüz tuttuğunu gösteriyor.

Hiç yorum yok: