4 Temmuz 2010 Pazar

Tetikçi Atalarım

Hasan BildiriciÇocukluğum, Ermeni yıkıntıları ve dökülmüş Ermeni kanı üzerinde geçti. Ahlat, Ortaçağda en görkemli Ermeni şehri idi. Fakat ben doğduğumda Ahlat’ta Ermeni yoktu. Ermeni artık yalnızca bir hakaret ve küfürdü. Babam ve amcalarım çok kızdıklarında bize veya başkalarına: “Ermeni dölü” veya “Ermeni oğlu Ermeni” diye küfür ediyorlardı. Bütün kasaba bu küfrü yapıyordu. Türk olan baba tarafımın oturduğu mahalle tam Van Gölü kıyısındadır. Surlar içindedir. Kale içi, savaşlarda zengin Ahlatlıların sığınıp, kapılarını kapadıkları güvenli bir yerdir. Ben bu mahallede doğdum, büyüdüm. Son zenginlere yetiştim. Evleri görkemliydi, yürüyüş yolları gül kokusunda geçilmezdi. Bizler yoksulduk. Babam ve amcalarım, bu Türk zenginlerinin mahalle içindeki Ermenileri nasıl öldürdüklerini anlatırlardı.
Bir ermeni şu caminin köşesinde yakalanmış, Şeyh Şahabettin tarafından başı taşla ezilmiştir. Göle doğru koşan başka bir Ermenin yakalandığı yerde başı kesilmiştir. Şu yıkıntıları hala dimdik duran evin Ermeni halkı, Hacı Ömer’in babası tarafından çoluk çocuk ayrımı yapılmadan boğulmuştur…
Şu büyük taş, bu mahallenin görkemli evlerini yapan Ermeni ustanın başının dağıtıldığı yerdir…
Koyun boğazlar gibi anlatmışlardır bize Ermenilerin nasıl öldürüldüğünü ve bizim çocuk dünyalarımızı kirletmişlerdir.
Fakat beni en çok yaralayan yıkık bir Ermeni köyü vardır. Ahlat-Tatvan arasında, Ahlat’ı on kilometre kadar geçtikten sonra, yolun hemen sağ üstünde, toprağa karışmış temelleri çok dikkatli bakıldığında görülebilen insansız bir köydür. Çocukluğumda süpürge otu kesmeye, geven sökmeye veya kuzu otlatmaya buraya giderdim. Yalnızca Ağustos böceklerinin cıcırlarının duyulduğu ıssız bir bozkır…
Gölün dalgalı zamanlarında su altında kalan, sakin zamanlarında ise ortaya çıkan bir çeşme vardır. Köyün hemen altındadır. Bu sudan dolayı oraya giderdim. Su hayattı, çıkınımda götürdüğüm karpuz, domates ve salatalıkları tatlı suyun içine koyar, yaz sıcağında acıktığımda, buz gibi olmuş yiyeceklerden yerdim. Çocuk merakıdır bu. Ortada yıkıntı ve çeşme varsa bu aynı zamanda yitirilmiş bir yaşamı anlatmaktadır.
Bir gün tatlı suyun arasından fışkırdığı taşları inceledim. Taşlar düzgündü, insan eli değdiği belliydi, bazılarında yontu izleri vardı. Çeşmenin az yukarısında ise temelleri yıkık köy bulunuyordu. Çeşmenin bu köye ait olduğunu sekiz yaşlarında keşfettim.
Bir gün köyün yıkıntılarını kazırken bir pipo buldum. Başka gün, bir kemik tarak çıktı karşıma. Çok eski bir sabanın demiri, çanak çömlek kırıkları… Eski Osmanlı paraları derken, orada bir hayatın gömülü olduğunu anladım… Bunu babama sordum. Sorumu geçiştirdi babam. Köyü eşelemenin esrarengiz büyüsüne kapıldığım bir gün, derisi iyice çekilmiş bir çocuk ayakkabısı bulup çıkarttım. Ürkütücüydü. Ayakkabıyı atıp kaçtım, fakat her defasında gelip bakmadan edemedim.
Sonra babamı tekrar sıkıştırdım.
“Lanet çocuk,” dedi. “Toprağı eşip duruyorsun. Orası bir Ermeni köyü imiş. Hepsi öldürülmüş. Uzak dur oradan!”
Bunu da, Kürt olan annemin atalarından ibaret sayılan Hamidiye Alayları yapmış…
Köyün hikayesini babamdan dinledikten sonra o çocuk ayakkabısı hep çocukça ağladı. Bozkırın neresine gittimse ağlama sesi peşimi bırakmadı.
Sonra Paris’teki sürgün günlerimde, 1994 yılında, kimlikleri plastikle kapladığım caddedeki işimin başındayken Ermeni bir kadın tanıdım. Çok eski bir resmi plastik kaplamaya getirmişti. Bana, Ziraat Bankasının 1930 lu yıllarına ait bir hesap defteri gösterdi. Hesaptaki paranın geçerli olup olmadığını çok az bildiği Türkçe kelimelerle sordu. Defterde kayıtlı olan 30 liranın artık bir değerinin olmadığını ve hesabın da büyük ihtimalle kapatılmış olduğunu anlatmaya çalıştım… Yanımdaki reklam panosunun altında bir bank vardı, ona çöktü, ağladı… Yanına oturdum. Bir çocuk gibi sokuldu bana… Yaşı doksandan az değildi. Van Gölü çocuğu olduğumu öğrendiğinde daha çok sokuldu yanıma… Garip ve anlaşılmaz bir şeydi. Oralı olduğunu söyledi. Van Gölü’nün pırıltılarını hatırladığını anlattı…
Sonra, acılı hikayesini tek paragraflık bir özetle yüreğime bıçak gibi oturtup gitti:
“Katliam sırasında 13 yaşında çok güzel bir kızdım. Herkesi öldürdüler. Benim kilotumu çıkarıp elime verdiler. Kim gördüyse üzerimden geçti. Van Gölü kıyısında çıkarılan kilotumu Antep’de giyebildim. Kaç gün, kaç hafta, kaç ay öyle kaldığımı hatırlamıyorum… Yollarda herkes yattı üzerime… Buraya geldikten sonra kiliseye sığındım… Erkeklerden nefret ediyorum.”
Hikaye bu… Anne tarafımın Hamidiye Alaylarıyla, baba tarafımın Türk tetikçileri bir halkı katletti…
Tetikçiliğin ve soykırımın mazereti olmaz. Tetikçi Kürt ve Türk atalarım adına Ermenilerden özür dilemem fazla bir şey değiştirmez… Elimde şu an bitirmek üzere olduğum, UÇURUM ATLILARI adlı romanım var. Bu kitap bir kaç ay içinde biter. Ondan sonra kendi topraklarımın Ermeni Soykırımıyla yüzleşip, “Ağlayan Aayakkabı” romanını yazmak istiyorum… Bu kitabı katledilmiş Ermeni çocuklarına, ataları tetikçilik yapmış Kürdistanlı bir yetim olarak adamak istiyorum… Bir halk katledilirken susan ve tetikçilik yapan alçaklıkla yüzleşmek istiyorum.
Ermenileri katleden devşirmelerin torunlarının hala ikiyüzlü bir yalanla sürdürdükleri cellat iktidarlarının yerde paspas gibi süründüğünü görmek istiyorum…
Atalarının soykırım suçlarının üzerine kalın bir örtü çeken tetikçi torunlarının iktidarıyla uzlaşmak insanlık suçudur. Soykırım suçlularıyla uzlaşılmaz, bu utançtan kurtulmak için hesap sorulur…
Hasan Bildirici
bildiricihasan@hotmail.com

Hiç yorum yok: