26 Temmuz 2010 Pazartesi

Tarih Aynasında Gerçekler Çarpıtılamaz

12 Eylül’de kim acı çekmiş, kim mağdur tartışmaları yapılıyor. 12 Eylül objektif değerlendirileceğine şu anki siyasi çekişmenin toz dumanı içinde boğulmaya, çarpıtılmaya çalışılıyor.
12 Eylül’de kim acı çekmiş, kim mağdur tartışmaları yapılıyor. 12 Eylül objektif değerlendirileceğine şu anki siyasi çekişmenin toz dumanı içinde boğulmaya, çarpıtılmaya çalışılıyor. Öyle ki tarihi kendine göre okuyan ve yazanlar var. Tarihe bundan daha kötü haksızlık yapılamaz. 
Bu yazı içinde 12 Eylül değerlendirmesini tüm boyutlarıyla yapmak mümkün değil; ama bazı yönlerine değinmeyi o dönemin tanıklarından biri olarak yeni kuşaklara karşı bir sorumluluk görüyorum. Kuşkusuz yazdığımızın eksik yönleri olacaktır.
12 Eylül her şeyden önce soğuk savaşın yaşandığı ve emperyalist kapitalist sistemin ileri karakolu olan bir ülkede gerçekleşmiştir.
Diğer yandan Türkiye'de kapitalizm öncesi toplumsal form çözülüyor, birçok yerden Marmara, Ege ve Çukurova’ya doğru göç yaşanıyor. Bu gelişmeden diğer şehirler de şöyle veya böyle nasibini alıyor. Bu süreçte sosyal ve siyasal sorunların yaşandığı, bu yönüyle de içinde olumlu-olumsuz birçok öğeyi taşıyan bir dinamizmi ifade eden bir Türkiye gerçeği söz konusudur.
Kürdistan ise kimliği, dili, kültürü inkâr edilen bir toplum olarak kültürel soykırıma uğratılarak Türk uluslaşmasının yayılma alanı haline getirilmek istenmektedir. Türkiye'deki siyasi ve sosyal gelişmeler Kürdistan'ı doğrudan etkilemektedir. Öte yandan Vietnam ve diğer ulusal kurtuluş hareketleri Kürt gençliğini etkilemektedir. Güney Kürdistan'daki Barzani hareketi, kuzey Kürdistan'da bir ulusal hareketin gelişmemesi için Türkiye'ye sözler vermiştir. Çünkü bu hareketin ilişkide olduğu güçlerle Türkiye aynı kamp içinde yer almaktadır. Ancak buna rağmen Güney Kürdistan'daki Barzani hareketi Kürt toplumunda etkiler yapmaktadır.
12 Mart 1971’den sonrası için bunları önemle belirtmek gerekir.
12 Mart ile 12 Eylül arasındaki gelişmeleri Türkiye devrimci hareketi ve devletin bu hareketi bastırırken çatışmalarda yaşamını yitiren devrimciler ve yapılan idamlar da yakından etkilemiştir. Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ın idamlarıyla Mahir Çayan ve arkadaşlarının Niksar Kızıldere’de katledilmeleri bunların başında geliyor. Kuşkusuz başka çatışmalar, olaylar ve yaşamlarını yitiren devrimciler de olmuştur. 
DDKO davası ve Kürdistan'daki uygulamalar diğer etkenler kadar olmasa da 12 Eylül’e giden süreci kısmen etkilemiştir.
Buraya kadar belirtilen sosyal ve siyasi etkenlerin sol yanını ortaya koymaya çalıştık. Bu da uluslar arası alanda Sovyetlerin başını çektiği “sosyalist” kampın dolaylı ya da dolaysız yandaşlarını ifade etmektedir.
Diğer taraftan Türkiye ve dünyadaki gelişmelere bağlı olarak Türkiye'de sağ bir cephe oluşmuştu. Nitekim bunlar ağırlıklı olarak milliyetçi cephe olarak bir araya gelmiştir. Sistemin iki temel partisi olan AP ve CHP, o dönemde Türkiye'deki iktidar mücadelesinde sağ ve sol hareketleri etkileme ve kendi yedeğine alma çabası içindedir. Genel tablo budur.
Bu genel tablo içinde sosyalistler, sosyalistlerin etkisindeki emek örgütleri, 12 Mart askeri darbesine karşı direnen devrimcilerin yarattığı manevi ortam ve bunun toplumdaki etkisiyle yükselişiyle geçtiler. Sosyalist hareket, kapitalizm öncesi toplumsal formların toplumcu kültüründen de beslenerek kısa sürede etkili hale geldiler. Burada parantez açarak belirtmeliyim ki, o zamanlar feodal diyerek olumsuzladığımız bu toplumcu kültürü şimdi ağırlıklı olarak pozitif değerlendiriyoruz. Nitekim o dönemde radikal sol hareketlerin gelişmesinde bu kültürün çok fazlasıyla etkisi olmuştur. 
Bu süreçte başta Apocular olarak bilinen PKK olmak üzere Kürt grupları da önemli gelişme gösterdiler. Bu gelişmede Kürt halkının çok ağır bir kölelik altında bulunması ve bu nedenle özgürlük ihtiyacıyla, Türkiye'deki ve dünyadaki siyasi durumun da etkileri olmuştur.
Türkiye'deki sol örgütler ve Kürt hareketi objektif olarak o dönemde bir ittifak durumundaydılar. Sol hareketler, Kürtlerin kendi kaderini tayin hakkını savunuyorlar ve tümüne yakını Kürdistan için federasyon çözümünü öneriyorlardı.
Türkiye'deki sol ve Kürt hareketi bu dönemde verdikleri mücadele ile Türkiye'deki demokrasi mücadelesinin temel dinamikleri haline geldiler. Eksikleri, yetersizlikleri olabilir, ama Türkiye'deki inkârcı, baskıcı oligarşik güçlere karşı toplumu savunan bir mücadele yürüttükleri kesindir. Türkiye'de demokrasi ve özgürlük bilincinin bu düzeye gelmesinde önemli bir rol oynamışlardır.
Bu dönemde Türkiye'deki siyasal ve sosyal ortamda şoven milliyetçilik ve siyasal İslamcı hareketler de gelişmiştir.
Ulus devletçi zihniyetin körüklediği ve beslediği milliyetçilik milli duyguları zayıflattığını düşündüğü sola ve bölücülük olarak tanımladığı Kürt Özgürlük Hareketine karşı bir siyasal tutum ve mücadelenin içine girmiştir. Kapitalist sitemin sola karşı dünya çapında yürüttüğü savaşın gereği olarak bu güç emperyalist sistem tarafından desteklenmiştir.
Siyasal İslamcı hareketler, bir taraftan kapitalizm öncesi toplumsal formun dağılması, diğer taraftan kapitalist yaşamın değersizleştirici karakteri ve yarattığı sosyal sorunlara karşı bir tepki olarak ortaya çıkarken, diğer taraftan kapitalist sistemin sola karşı İslamcı kesimleri kullanması ve desteklemesi ortamında bir güçlenme yaşamıştır. Kendisini güçlendirecek her ortamı değerlendiren pragmatik yaklaşımları nedeniyle bir ara Ecevit CHP’si ile koalisyon kursa da, esas olarak AP ve MHP’nin içinde bulunduğu milliyetçi cephe içinde yer almıştır.
Türkiye'deki siyasi aktörler bunlar olsa, bu dönemdeki özel harp dairesi ABD ve NATO’nun denetiminde siyasi gelişmeleri etkileme gücündedir. Sovyetlere karşı ileri karakol olan Türkiye'nin sağlam tutulması, sol hareketlerin ve demokratik gelişmelerin önünün alınması gerekmektedir. O yıllarda ABD'nin kendine bağlı ülkelerde darbeleri, gerici ve baskıcı hükümetleri desteklediği bilinmektedir. Emperyalist kapitalist sistem Ortadoğu’da bırakalım sınırların değişmesini, rejimlerin içyapısının değişmesine de şiddetle karşıdır. Özellikle Sovyetler sınırındaki ülkelerde bu konuda daha da hassastır. Bu nedenle Türkiye, İran ve Afganistan başta olmak üzere yeşil kuşak politikası izlediği bilinmektedir. Sola karşı milliyetçi ve İslamcı hareketleri en temel müttefikleri olarak görmektedir. 
12 Mart’tan sonra solun ve Kürt hareketinin gelişmesiyle birlikte sola karşı özellikle MHP kullanılmıştır. MHP’nin milliyetçi ve sola karşı karakteri bu kullanmayı kolaylaştırmıştır. Böylece Sol devlete ve sisteme karşı mücadele sürecinde MHP’yi karşısında bulmuştur. Bu durum, solun gelişimine paralel olarak her yerde çatışmaları ve ölümleri de beraberinde getirmiştir. 
Bir taraftan soldaki paradigma yanlışlığı (sosyalizmin devlet olma karakteri) diğer taraftan reel sosyalizmin başındaki iddialardan uzaklaşarak devletçi kapitalizme dönüşmesi bu çatışmalarla birleşince, sol bir tıkanmaya ve hedef sapmasına uğramıştır.
Bazılarının belirttiği gibi bu çatışmaların arkasındaki güçler aynı değildir. Bu söylem, bu çatışmaların arkasındaki sosyal gerçekliği ve bunun getirdiği siyasal program ve amaç farklılığını örtbas etmeyi hedeflemektedir. Solun yanlışlıkları ve yetersizlikleri olabilir, ama solun durumu ile MHP’nin, AP’nin, hatta MSP’nin durumunu aynılaştırmak tarihi çarpıtmaktır. 
Özellikle Fethullahçıların ve siyasal İslamcıların solun tarih içerisindeki yürüttüğü demokrasi mücadelesini ve Kürtlerin büyük bedeller ödeyerek bugüne kadar getirdiği özgürlük ve demokrasi mücadelesini hep bir yerlere bağlamak ve kendisi dışındaki tüm güçlerin mücadelesini bu yaklaşımlarla silip atmak gibi sinsi ve uğursuz bir amaçları bulunmaktadır. 
12 Eylül öncesi sol, demokrasi ve özgürlük mücadelesi vermeye ve sömürücü güçlere karşı emekçilerin haklarını savunmaya çalışmıştır. Paradigma yanlışlığı, yetersizlikler ve kontrgerillanın MHP’yi kullanarak solu sürekli bir çatışma içinde tutması bu gerçeği değiştirmez. Devletin ve MHP’nin sola karşı kirli bir savaş yürüttüğü kesindir. MHP ağırlıklı olarak özel harp dairesi tarafından yönlendirilmiş ve yönetilmiştir.
Bu nedenle sol ile bu kesimlerin mücadelesini hep aynı eller tarafından yürütülmüş diye çarpıtmak, Türkiye'deki demokrasi ve özgürlük mücadelesini tersyüz etmektir. Kuşkusuz dünyanın her yerinde olduğu gibi sol içine de ajanlar ve provokatörler sızdırılmıştır; böylelikle yanlış eylemler içine sokma ve sola zarar verici durumlar yaratma amaçlanmıştır. Sadece bununla açıklanmasa da sol içi çatışmalarda bu tür kışkırtıcılıkların etkisi olmuştur.
Bunların var olması solun ve milliyetçi cephenin ve faşistlerin arkasındaki güçlerin aynılığını göstermez. Böyle bir algı yaratmak için sabah solcuların yarattığı silahları öğlenleri sağcılar kullanıyor denilmesi tam bir bilinç çarpıtmasıdır. Türkiye'deki sosyal ve siyasal değişimi ve bu temelde ortaya çıkan tarihi gerçekleri tersyüz etmektir. 
Hiç kimse sol ve Kürt hareketi ile MHP’yi ve arkasındaki güçleri, oligarşik devleti aynı kefeye koyamaz. Bu, siyasal İslamcıların herkesi kötüleyip kendilerini temize çıkarma kurnazlığıdır. Kendilerinin yüzlerini ve arkalarındaki güçleri gizleme gayretidir.
Devlet, klasik asker ve sivil bürokrasisi siyasal İslamcı güçleri dışlamışlar ve üzerlerinde bir baskı kurmak istemişlerdir. TC’nin Kürtlere, sola ve İslam’a karşı tutum içinde kurulduğuna kuşku yoktur. 
Ancak özellikle soğuk savaşın keskinleştiği süreçte solun önünü kesmek ve sola karşı kullanmak için siyasal İslamcıların kontrollü biçimde önünün açıldığı görülmektedir. Sol geliştikçe ideolojik ve toplumsal olarak siyasal İslam daha fazla kullanılmıştır. Türkiye'deki asker ve sivil bürokrasisi pek bunu istemese de, emperyalizmin Ortadoğu’da sol ve anti-ABD’ci güçlere karşı toplumun dini hassasiyetlerini kullanması gereği Türkiye'de de İslamcı kesimler kullanılmıştır. Komünizmle mücadele derneklerinin bizzat ABD destekli özel harp dairesi tarafından geliştirildiği bilinmektedir. Bunların bir kesimi MHP içinde yer alırken, önemli bir kısmı da siyasal İslamcı hareket içinde yer almışlardır. Fethullah Gülen’in Erzurum’daki komünizmle mücadele derneğinin aktif yöneticilerinden olduğu bilinmektedir. Belki de bugün ABD’de kalması o günkü ilişkilerin bir devamı niteliğindedir.
12 Eylül darbesinin gerçekleştiği koşullar biliniyor. Bir taraftan Türkiye'de devrimci hareket gelişmektedir; diğer tarafta Kürdistan'da başta PKK olmak üzere Kürt hareketleri önemli bir etkinlik sağlamıştır. Türkiye ekonomik ve siyasal bunalım içindedir. Afganistan’a, Sovyet müdahalesi olmuştur. Tüm bunlar Türkiye'nin durumunu riske sokmuştur. Bu nedenle Maraş katliamı sonrası sıkıyönetim ilan edilerek darbenin yolu döşenmiştir.
1979 İran İslam devrimi, böyle bir darbenin dış gerekçesini de ortaya çıkarınca “bizim çocuklar” (yani ABD işbirlikçisi generaller) faşist darbeyi yapmışlardır. MSP’nin Konya mitingi ve irtica gerekçe gösterilse de darbenin esas gerekçelerinin yukarıda belirtilenler olduğu kesindir. Bunu o dönemin belgeleri ve 12 Eylül’le ilgili yazan kitaplar ortaya koymaktadır. **
12 Eylül rejimi ancak çok sert uygulamalarla kendini hakim kılabilirdi. Türkiye ve Kürdistan'da çok sert ve faşist uygulamalar yapmadan darbecilerin hakim olması mümkün değildi. Böyle bir faşist, baskıcı ve katliamcı politika ve uygulamalarına meşruiyet kazandırmak önemliydi. Çünkü belirli bir meşruiyet ortaya koymayan böyle bir faşist darbe sıkıntılarla karşılaşabilirdi.
12 Eylül’ün sağa da, sola da, irticacıya da karşıyız diyerek herkese yönelmesi bu nedenledir. Ama esas hedef Kürt Özgürlük Hareketi ve sol olmuştur. Bugün tartışılan bir sağdan, bir soldan idam etmeler de meşruiyet arayışının sonucudur. Kenan Evren’in böyle davrandığını ve söylediğini çok önceleri biliyorduk. Sanki yeni duyulmuş gibi ortaya atılması da AKP yandaşlarının “bakın biz ortaya çıkardık” diyerek bir referandum malzemesi yapmak istemesidir. Kanal 24 daha yansıtmadan önce biz geçen haftaki makalemizde (Cuma günü) bunu yazmıştık.
Aslında 12 Eylül’ün en büyük mağduru MHP’lilerdir. Hem devlete hizmet etmişler, özel harp dairesinin yönlendirmesiyle sola karşı saldırı içinde olmuşlar, hem de bu güçler tarafından darbeye meşruiyet sağlaması için cezaevlerine atılmışlar ve idam edilmişler. Kuşkusuz eğer TC hukukuna göre ceza ve idam verilecekse bunların çoğunluğu MHP’li olması gerekirdi. Türkeş “biz cezaevindeyiz, ama fikrimiz iktidarda” diyerek nasıl mağduriyet içine sokulduğunu ifade etmiştir.
12 Eylül, kısmen MHP ve siyasal İslamcılara da yönelmiştir. Ama esas yönelimi ve saldırısı Kürt Özgürlük Hareketi ve Türkiye soluna olmuştur. Kürt Özgürlük Hareketinin kökü kazınmak istenmiştir. Bu konuda Kürdistan'da neler yapıldığını uzun uzadıya anlatmaya gerek yoktur. Solun ise bir daha ayağa kalkamaz hale getirilmesi amaçlanmıştır. Sola ait ya da yakın olan tüm örgütlenmeler ve kurumların üzerinden silindir gibi geçilmiştir.
MHP ve siyasal İslam’ın tabanına yönelik bir saldırı yapılmamıştır. Kürt Özgürlük Hareketi ve solun tabanı gibi suçlu görülüp üzerine gidilmemiştir. Ne milliyetçilik ne İslamcılık suçlu görülmüştür. Aksine ideolojik olarak şoven milliyetçiler yüceltilirken toplumun İslami hassasiyetleri de sola ve Kürt Özgürlük Hareketine karşı kullanılmıştır. 
Amed cezaevinde PKK sempatizanı gençler ayrı koğuşa konulup Afganistan’a uçak kaçırırken yakalanan radikal İslamcıların eline teslim edilmiş ve çocuklar Hizbullahçı yapılmıştır. Pişmanlık göstermesi için cezaevi hoparlörlerinden tüm koğuşlara din adamları tarafından vaazlar yaptırılmıştır.
Kenan Evren’in kuran elinde dolaşarak toplumun dini duygularına seslenip Kürt Özgürlük Hareketi ve solu kötüleme, toplumu bu hareketlere karşı kışkırttığını herkes biliyor.
Siyasal İslamcı güçler, partileri ve açık örgütlenmeleri bulunmasa da (12 Eylül darbesinin meşruiyet araması gereği) darbecilerin bu yaklaşımlarından yararlanmışlardır. Zaten hala soğuk savaş bitmemiştir. Sola ve Kürt Özgürlük Hareketine karşı İslamcılık da milliyetçilik de kullanılacak aktörlerdir. Esas olarak da darbe sonrası yarattığı sistem ve bunun kurumlarıyla 12 Eylül’ü 40-50 yıl sürdüreceğine inansa ve buna göre bir planlama yapmış olsa da milliyetçi ve İslamcı çevreleri de kullanılacak aktörler olarak görmektedir. 
12 Eylül 40-50 yıllık bir planlama ve bunun kurumlarıyla zihniyetini, iktidarını ve amacını sürdüreceğini düşünmüştür. Bu anlayışla sivil yönetime geçmeyi kararlaştırmıştır. Böylece kendilerini daha fazla yıpratmaktan kurtarmak istemişlerdir. Darbecilere göre kurdukları düzeni hiçbir sivil iktidarın sarsması mümkün değildir. Zaten 12 Eylül anayasasını kabul ettirmiş, Kenan Evren de cumhurbaşkanı olmuştur.
12 Eylül’ün tüm bu hesaplarını PKK bozmuştur. Cunta tüm sol hareketleri ezmiş, diğer Kürt örgütlerini bitirmiş; ancak PKK'yi ezmeyi başaramamıştır. Nitekim 1983 Mayıs’ında PKK'ye karşı Güneş harekâtı adını verdiği kapsamlı bir harekât yapmıştır. İşte yüzlerce terörist öldürdük dedikleri bilindik propaganda o zaman başlamıştır. Merak edenler o günkü gazete arşivlerine bakabilirler. Cezaevinde tutuklulara sadece böyle haberlerin bulunduğu gazeteler verilirdi. 
Kürt Özgürlük Hareketi 1984 gerilla hamlesiyle mücadeleyi geliştirince ve bu mücadele de kısa sürede bastırılamayınca 12 Eylül’ün kurduğu düzen ve hesaplar altüst olmuştur. Özellikle Kürt Özgürlük Hareketinin gelişmesi ve taban bulmasıyla birlikte 12 Eylül’ü yaratan güçler -özel harp dairesi ya da derin devlet- Kürt Özgürlük Hareketine karşı kirli savaşı tırmandırmışlardır. Toplumsal alanda da hareketi daraltmak için siyasal İslam’ın önünü açmışlardır. Türkiye'de şoven milliyetçiliği geliştirmek de diğer kirli savaş yöntemleri olarak devreye sokulmuştur. 
1990’lı yıllarda siyasal İslam’ın önü açılarak Kürt toplumunun ERNK tabanı haline gelmesinin önüne geçilmek istenmiştir. Çünkü serhıldanlarla birlikte Kürt halkı yoğun olarak Kürt demokratik hareketi etrafında toplanmaya başlamıştır. Bu nedenle siyasal İslam’ın önünün açılması bir özel savaş yöntemi olarak gündeme gelmiştir. Nitekim bu yıllarda Kürdistan'da çok rahat çalıştıkları görülmüş, metropollerde Kürtlerin bu partiye kaymaları için her türlü imkân tanınmıştır. Bu dönemde Hizbullah’ın nasıl bir yıldırma gücü olarak kullanıldığını ise herkes bilmektedir. 
Şu anda bir kısmı Ergenekon davasından yargılanan, Kürdistan'da kirli savaş yürüten bu derin devlet unsurları bu politikanın karar alıcısı ve uygulayıcılarıdır. Eğer kozmik odalar açılsa bu gerçekler tüm çıplaklığıyla açığa çıkar. Belki de kozmik odalardaki aramalar bu gerçeklik nedeniyle bir uzlaşma sonucu sürdürülmemiş ve incelenen belgeler kamuoyuna yansıtılmamıştır.
Derin devlet denen güçler 1997 yılına gelindiğinde yürüttükleri kirli savaşın ve psikolojik savaş unsurlarının siyasal İslam’ı güçlendirdiğini görmüştür. Bu nedenle Kürtlere karşı yürüttükleri savaşta ön açmaları sonucu gelişen siyasal İslam’ın önünün kesilmesi ve sınırlandırılması kararı almışlardır. Sovyetlerin dağılması sonucu solun da etkisizleşmesi onları böyle bir karara götürmüştür. 28 Şubat darbesi denen karar ve uygulamalar böyle gündeme gelmiştir. 
28 Şubat’ta siyasal İslam’ın radikal uçlarının etkisizleştirip diğerlerinin sistemi rahatsız edemeyecek hale getirilmesi amaçlanmıştır. AKP bunun sonucu milli görüş gömleğini bırakıp sistem içileşmeye yönelmiştir. Yani bir demokratikleşme ya da iç reform sonucu ortaya çıkmış bir parti değildir. Demokrasiyi dillendirmesinin sadece toplumu aldatmak için kullandığı bir söylemden öteye gitmemesi, her alanda sistemin izin verdiği kadar bazı adımlar atılması bu gerçekliğin sonucudur. 
27 Nisan’dan sonra genelkurmay başkanıyla Dolmabahçe’de mezara götürecek bir uzlaşma yapmaları ise AKP ya da siyasal İslam tarihinde bir dönemeçtir. Kürt Özgürlük Hareketinin devlete karşı tek muhalif hareket olarak bırakılıp ezilmesi için siyasal İslam’ın devlet içinde yer alması konusunda yapılmış bir uzlaşma ve mutabakattır.
Şu anda yaşanan mücadele, devlet içinde yer alması kabul edilmiş ya da devletin vetosundan kurtulmuş siyasal İslam’ın yeniden yapılanan devlet içinde yer almasının ne düzeyde olacağı kavgasıdır. 
Klasik iktidar odakları, biz başat güç olmalıyız derken, siyasal İslam; benim devlet ve toplum anlayışım başat olmalıdır iddiasındadır. Siyasal İslam bu iddiasını güçlendirmek ve kendini etkin kılmak için klasik iktidar bloklarına, “siz artık Kürtleri siyasi egemenlik altında tutma ve kültürel soykırımı sürdürme yeteneğinde değilsiniz; bunu ancak ben yürütürüm, kültürel soykırım ancak benim devlet ve toplum anlayışımla tamamlanır” demektedir. 
12 Eylüle karşı Kürt Özgürlük Hareketi, sol gruplar ve demokratik güçler şimdiye kadar büyük mücadele vermişlerdir. 12 Eylül anayasası ve düzenin değişmesi için ağır bedeller ödedikleri bir çaba içinde olmuşlardır. 12 Eylül anayasasının ve düzeninin meşruiyetini uzun süreden beri oldukça zayıflatmışlardır. Özellikle 1990’lı yıllardan sonra 12 Eylül rejimini savunanlar giderek azalmıştır.
12 Eylül rejiminde yerini sağlamlaştıran ve Kürt Özgürlük Hareketine karşı savaşın yürütücüsü olan derin devlet ya da özel harp dairesi, Kürt Özgürlük Hareketi karşısında başarısız kalınca 12 Eylül’ün savunulacak hiçbir yönü kalmamıştır. 
Derin devlet, kontrgerilla, özel harp dairesi, şimdilerde Ergenekon denen güçlerin kendini savunamaz hale gelmesi, Kürt Özgürlük Hareketi karşısındaki başarısızlıklarıdır. Eğer Kürt Özgürlük Hareketi karşısında başarısız olmasalardı; hatta sizin yöntemleriniz PKK'yi büyüttü suçlamasıyla karşılaşmasalardı, onlara hiç kimse bugünkü eleştirileri getiremezdi. Şu anda yargılama konusu olmazlardı.
Dikkat edilirse yargılamalar yine sadece Türkiye'deki darbeler ya da geçmişten kalma otoritelerini kullanarak Türkiye'nin batısında ve diğer yerlerinde içine girdikleri yasa dışı işlerdir. Çünkü Kürdistan'daki uygulama ve yöntemlerin yargılanmayacağı konusunda hükümetle derin devlet –derin devletin genelkurmaydaki çekirdeği- anlaşmışlardır. Nitekim hükümet Kürdistan'daki tüm uygulamaların kapsamlı soruşturulacağı Hakikati Araştırma ve Adaleti Sağlama Komisyonuna onay vermemektedir.
Kuşkusuz 12 Eylül’den mağdur olmayanlar da 12 Eylül’ü lanetlemelidir. 12 Eylül’deki işkencelere herkes ağlayabilir. Erdoğan da ağlayabilir. Ama samimi ve tutarlı olmazsa bu ağlamaya şimdi olduğu gibi kimse inanmaz. 
Bir taraftan kadın da olsa çocuk da olsa gereğini yaparız diyeceksin, 12 Eylül’de bile olmayacak biçimde legal Kürt siyasetçilerini ve belediye başkanlarını zindana tıkayacaksın, diğer taraftan 2001 yılında anayasada idamın kaldırılmasına evet demeyeceksin; idamı kaldırmanız doğruydu diyeceğine Kürt Halk Önderini sen neden idam etmedin yarışı içine gireceksin! Bu zihniyet ve tutumda olan birisinin ağlamasını tabii ki kimse ciddiye almaz. Daha yakın dönemde gerilla cenazelerine yapılan işkence fotoğraflarını gönderdi diye BDP ile görüşmeyen Erdoğan’ın ağlaması tabii ki inandırıcı görülmez.
12 Eylül’e karşı olmak, onun siyaset anlayışına ve 12 Eylül anayasasında koyduğu amaçlara karşı çıkmakla olur. Tek millet ve tek vatan diyen birisi 12 Eylül’ün bir numaralı savunucusudur. 
12 Eylül bir yönüyle de örgütlenmeleri dağıtmak, örgütsüzlüğü bir gerçek haline getirmek, bireyciliği şahlandırmak, insanları örgütsüz ve savunmasız bırakmak için yapıldı. AKP hükümeti hala özünde bu anlayışa bağlıdır. Kendine ve devlete uygun örgütlenmeler, sivil toplum kuruluşları ve basın iyidir, ama muhalif örgütlenmeler ve diğer basın ise sürekli baskı altında tutulmaktadır. Eğer bir örgütlenme ve basın sistemi rahatsız ediyorsa AKP hükümetinin içişleri ve adalet bakanları hemen sert biçimde devreye girmektedir. Kürt sorununu gündeme getiren basının neredeyse çıkamaz hale getirildiği bilinmektedir.  
Bu nedenle biz de AKP'nin 12 Eylül’e karşı çıkan bir parti olmadığını, aksine 12 Eylül’ün ve darbecilerin ürünü olduğu tezini doğru bulmaktayız. AKP'nin yaptığı, demokrasi güçlerinin teşhir ettiği ve etkisiz kıldığı 12 Eylül’e karşıyım diyerek her konuda olduğu gibi yine siyasi rant peşinde koşmaktır. AKP'nin darbelerin ürünü olduğu ve 12 Eylül rejimine esasta karşı çıkmadığını söyleyenlerin bir kısım görüşlerini doğru bulmasak da, bir kısmı AKP gibi siyasi çıkarı gereği bu tür doğruları dillendirseler de, AKP'nin 12 Eylül’e ve anayasasına karşı olmayan ve sadece kendi çıkarıyla çelişen yönlerine itiraz eden bir parti olduğu bir gerçekliği ifade etmektedir.
Mustafa Karasu

Hiç yorum yok: