31 Temmuz 2010 Cumartesi

Laiklik ve Siyasal İslam - 2


Hıristiyanlıkta devlet ve laiklik

Hıristiyanlık gerçekte Yahudi düşünce biçimine dayanan bir nitelikte ortaya çıkmıştır. Hz. İsa ve Hz. Musa tanrının değişik dönemlerde yolladığı peygamberler olarak kabul edilmektedir. Buna karşılık Hıristiyanlık Doğu-Batı çatışması içinde, Roma İmparatorluğu'na başkaldıranların dini olarak belirdiği için evrensel niteliği söz konusudur. Bir kavmin değil tüm başkaldıranların ortak dini olarak yansıtılmaktadır. Hıristiyanlığın, evrensel antik düzene tümden karşı, imparatorun gücünü hiçe sayan dinsel yapısının, toplumun tüm katmanlarını etkilemesi doğal bir sonuç olmuştur. Azatlılar (köleler) ve zenginler üzerinde ezici bir güce sahip imparatorun iktidarına karşı, halk Hıristiyanlıkta güvence aramış, değişen koşullar ve yapı içinde toplumsal rollerini yitirenler geçmişin güzel günlerinin Hıristiyanlıkla geri geleceğine inanmışlardır. Hıristiyanlığın, Roma İmparatorluğu'nda kazandığı zafer ve egemenlik, Germenlerin Romalıları yenerek Avrupa'da tekelleşmiş siyasal iktidarı çökertişi, feodal ilişkilerin belirmesiyle tümden pekiştirilmiştir. Bu yapı içinde Germen toplumların -yaygın siyasal iktidar- ve -tekelleşmiş güçlü siyasal iktidar- biçiminde çözülmesi sonucunu yaratmıştır. Bu olgu, Hıristiyanlığın temel kuramlarının siyasal iktidar kurallarını içermekle birlikte, kilisenin siyasal iktidara egemen olması, tanrı adına iktidarı kilisenin verdiği ve geri alma hakkının bulunduğu savına dayanan düşüncenin belirmesine yol açmıştır.

İKTİDAR TEORİSİ

Böylece kuramında bulunmasa bile, Hıristiyanlık siyasal iktidara kendisi sahip olduğu gibi, siyasal güçlerin yasallık kaynağının kendisinden geldiğini kabul ettirebilmiş, etkin bir Hıristiyan iktidar teorisi oluşturabilmiştir. İslam kurallarından değişik nitelikte olsa bile, kaynağı dinsel olan siyasal güçler, doğal olarak siyasal yapıyı oluşturmuşlar, siyasal-dinsel iktidarı bütünleştirmişlerdir. Ortaçağ'da krallarla-kilisenin savaşımı iktidarın laik ya da teokratik olması sorununa dayanmamaktadır. Siyasal iktidarın dinsel, teokratik yapısı tartışılmazdır. Sorun, bu dinselliğin oluşturulmasında kilisenin rolü konusunda belirmiştir. Bu savaşım çerçevesinde, kilisenin efendiliğine baş kaldıran krallara karşı, kilise feodal yapı içinde senyörleri desteklemiş ve tekelleşmiş, güçlü siyasal iktidarın oluşmasına engel olmuştur. Bu gücüyle kilise kendi ahlak, inanç ve kültürünü zorla kabul ettirme yollarını aramış, engizisyon dönemi en bağnaz türünden teokrasiyi dünya tarihine yazdırmıştır.

BURJUVAZİ-DİN ÇATIŞMASI

Avrupa'da yaygınlaşan ve egemen olan Hıristiyanlık, evrenselliğini tüm dünyaya yaymak ve yeni zenginliklere kavuşmak amacıyla Haçlı Seferleri'ne giriştiğinde, Avrupa'nın gelecekteki yazgısının ve kendi egemenliğinin sonunun tohumlarını da ekmeye başlamıştır. Özellikle Haçlı Seferleri süresince Batı'nın tanıştığı Doğu, yeni zenginliklerin ve ticaret ilişkilerinin de parlak kaynağı olarak gözükmüştür. Doğu'yla olan ekonomik ilişkiler, öteki etkenlerle birlikte, Batı servet birikimine yol açarak, burjuvazinin gelişmesinde rol oynarken, Doğu'da egemen olan dinsel inanç 'İslam'ın bozulmasına, bağnazlaşmasına ve temel kurallarından sapmasına da yol açmıştır. Gelişen burjuvazi, serveti sermayeye çevirmeye yönelip, kapitalistleşme süreci başladığında, doğal olarak emek gereksinimi de belirecektir. Emek ise feodal düzen içinde toprağa tutsaktı. Burjuvazinin amacına ulaşması, emeği özgür kılmasına ve bu nedenle feodal düzeni çökertmesine bağlıydı. Feodalite kilisenin koruyucu kanatları altında yaşama savaşı verirken, burjuvazi doğal olarak kilise ile çatışacaktı. Feodal beylere karşı, meşruti monarşiden yana çıkan burjuvazi, monarşik yapıyı güçlendirmek ve kendi öz yapısına kavuşturmak açısından, siyasal iktidarın kaynağını 'ulus' kavramına dayandırmak, böylece siyasal iktidarı 'laik'leştirmek zorundaydı. Feodal düzenin yıkımıyla özgür kalan emeği 'özgürce kiralama' olanağına ulaşmak amacı ise, burjuvazinin siyasal iktidarı sınırlamak gereksinimini yaratıyordu. Bu nedenledir ki ulusu egemenliğin sahibi olarak kabullenmek, anayasalcılık hareketine ve monarşilerin meşruti yapıda kabul edilmesine neden oluyordu. Böylece burjuvazinin gelişimiyle, siyasal yapıda 'laiklik' ilkesine dayanılarak, monarşiler kilisenin acımasız kudretinden kurtarılırken, ulus sözde 'egemenliğin kaynağı ve sahibi' olarak yaratılıyordu.

YENİ AKIMLAR

Tarihsel süreç içinde burjuva söyleminde 'uluslaşmak-demokratikleşmek-laikleşmek' olguları birlikte, birbirini tümleyen bir biçimde belirli bir gelişimin sonuçları olarak ele alındı.

Tarihsel süreçte egemen olan Katolik kilisesi 'reform' hareketi denilen Hıristiyanlık inancında çözülme ve bölünme olayı ile de karşılaşmıştır. Bu bölünmede beliren Lutherci ve Calvenci din akımları, gerçekte siyasal iktidarı bağımlı kılmakta ve Hıristiyan teokrasisini savunmakta, Katolik Kilisesi denli bağnaz ve ısrarlı olmayan niteliktedir. Ancak Lutherciliğin imandan gelen köleliği yıkıp, kesin inançtan gelen köleliği yarattığı; otoriteye inancı yıkıp, inancın otoritesini yarattığı ve insanı dışarıdan saran dinselliği silip, insanın özünü dinselleştirdiği kabul edilir.

Yine siyasal biçime ve laik yapıya kilisenin tepkisi, önce bu değişmelere karşı direnmek biçiminde olmuştur. Direniş, dinsizliğe varan akımların tepkisiyle sindirildiğinde ise, kilise tüm yaşamla ilişkisini kesmek, suskunlaşmak ve kabuğuna çekilmek yolunu yeğlemiştir. Bu süreç sonucunda Papalık, siyasal yaşamda Katolikliğin etkinliğini yasaklasa da bu tavrını uzunca bir süre koruyamamış ve bir Katolik hareketinin yaratılmasını öngörmüştür. Bu görüş, Hıristiyan demokrat partilerin Hıristiyan hareketi olarak siyasal yaşamda etkin olma yollarına ve genellikle de bulmalarına yol açmıştır.

FAŞİZM ARACI

Özellikle Latin faşizmi dinsel öğeleri, kendi dinselliğini sağlamak açısından önemli bir etken olarak kullanmıştır. Katolik İspanya ve İtalya'da faşizm, kilisenin desteğini bulmuş ve onunla uzlaşmış, böylece Katolik yığınların güvenini sağlamaya yönelmiştir. Faşizm, mitleştirdiği amaçları olan mistik otoriter ve belirli bir öndere kesin baş eğmeyi öngören devlet anlayışı içinde, kendi dinselliğini yaratmıştır. Bu yapı içinde kilise ve dinsel inançlar faşist devletin oluşmasında ve yasallığını sağlamada yararlı olacağı için, onunla uzlaşılmış ama kaynaşılmamıştır. Mussollini'nin Papalığa eski haklarını tanıyan 'Latran Anlaşması'nı kabullenmesi buna örnektir. Esas itibariyle de pozitivist anlayış ve ideolojiye dayanan burjuva sınıfı tüm aleyhteki retoriğine rağmen kendisini hiçbir zaman dinden soyutlamamıştır. Putları ve dogmaları yıktığını iddia etmesine rağmen yeni putlar ve mitler oluşturmuştur. Yeni tanrıları maddiyatçılık ve olguculuk olmuştur. Hesabına geldiğinde de çekinmeden dincilik yapmıştır. Bu yönüyle laiklik iddiası sadece söylemde kalmıştır. En önemli nokta ise din ile devlet işlerinin ayrışması anlamındaki 'laiklik', şimdiye kadar ki bilinen hiçbir modern Batılı iktidar ve devlet mekanizmasında yaşama geçmemiştir!

Ali RIZGAR

* * *


İslam'da çoğulculuk yoksa ne var?

Bir gazete İlahiyatçı Hayrettin Karaman'ın 'İslam'da çoğulculuk yoktur' sözlerini manşetine taşıdı. Basına yansıyan kısmına baktığınızda değerlendirmeler gerçekten manşete çıkmayı hak edecek nitelikte. Karaman, çoğulculuk kavramı ile hiçbir ilgisi olmayan bir noktadan hareketle 'İslam'da çoğulculuğun olmadığına' hükmetmiş. 'Neredeyse İslam adına özür dileyecekler' diyerek çoğulculuğu savunanları da kompleksli hareket etmekle suçluyor.

İslam'ın tek ve mükemmel din olduğu mantığı üzerinden yola çıkan Karaman, çoğulculuğun alternatifinin tekçilik olduğunu gözardı ediyor. Oysa İslam düşüncesi 'teklik' vasfını sadece yaratıcıya ait bir sıfat olarak ele almakta ve onun dışındaki her şeyi çeşitlilik zemininde tanımlamaktadır. Beşere ait olan dünyanın çeşitlilik ve çoğulculuk üstüne bina edilmesi işin doğasının (yaratılışın) gereği olarak tarif edilmektedir.

Tekliğe dayalı tutumun bir hegemonya misyonu taşıdığını ve bunun insan üstü bir rol kapma kavgası olduğunu asla unutmamak gerekir. İnsanlığın yaşadığı büyük felaketlerin çoğu, bu iktidar hırsının adete 'yeryüzü tanrılığına soyunma' sendromundan kaynaklanmıştır. Her şeyi kendine benzetme ve kendi algı dünyasına uygun pozisyon almaya zorlama bu tekçi psikolojinin sonucudur.

Bir inancın ya da ideolojinin üstünlüğüne haklılığına inanmak ve bu yönde çaba içinde olmak, çoğulculuğa karşı olmayı gerektirmez. Aksine özgüveni olan düşünce sistematikleri farklılıklarla birlikte olmayı varlığının teminatı olarak görür. İnançların tıpkı yirminci yüzyıl ideolojileri gibi faşizan, totaliter, tek tipçi anlayışlarla yorumlanması, şiddet ve fanatizmin içselleştirilmesinden, meşrulaştırılmasından başka bir sonuç doğurmayacaktır.

Başkasına hayat hakkı tanımayan inançlar, kendi yaşama haklarını savunmakta zorlanırlar. Zayıf olduğunda kendisi için özgürlük isteyen, iktidar imkanlarını elde ettiğinde çoğulculuğa tahammül etmeye yanaşmayanlar, tutarsızlıklarının bedelini iktidar imkanlarını kaybettiklerinde öderler.

Emevi din algısından, Baas rejimlerinin göstermelik dindarlığına uzanan süreç bu nedenle kan ve gözyaşının tarihidir. Bu tarihin onur duyulabilecek dönemlerine baktığınızda çoğulcu anlayış izlerini görürsünüz. Herkesi Müslümanlaştıramamış olmanın kahrı ile yaşamaktansa farklı inançların, dillerin kendilerini koruyabilmiş olmasının gururunu taşımak çok daha İslami bir tutum olarak görülmelidir.

Çoğulculuğa karşı çıkarken çok daha dikkatli olmak zorunda olduğumuzu göstermeye sadece Taliban ve İran tecrübesi bile yetiyor olmalıdır.

Ayhan BİLGEN

Hiç yorum yok: