25 Temmuz 2010 Pazar

Hangi taktik hangi strateji?


Mesut Barzani Güney Kürdistan Bölge Başkanı sıfatıyla ilk 'resmi' ziyaretini Türkiye'ye gerçekleştirdi.
Mesut Barzani Güney Kürdistan Bölge Başkanı sıfatıyla  ilk 'resmi' ziyaretini Türkiye'ye gerçekleştirdi. Gerek ziyaret öncesi, gerekse ziyaret sonuna kadar PKK hareketi yapıcı bir biçimde bu ziyareti sahiplenmeye çalıştı. Ancak ''olması gerekenin gerektiği gibi olması gerekirken'' aksine protokol hakaretine rağmen AKP'nin sözde açılımı ve Kürt kimliğine karşı asit çukuruna dönüşmüş icraatları sahiplenildi.
Ziyarette Türkiye’ye, Türkçeye ve Türk siyasetine hakim olan çok sayıda bakan ve danışman vardı. Bu nedenle 'protokol' hadisesinin buna rağmen gerçekleşmesi öyle unutkanlığa gelen bir mesele olmadığını gösteriyor. Aksine Türkiye faşist zihniyetinin bu bakan ve danışmanların özel yaşamlarına kadar sızdığını gösteriyor.
KCK Konsey üyeleri her defasında Barzani şahsında Kürtlere yapılmış bir hareket olarak değerlendirdiği ve herkesin Barzani'yi sahiplenmesi gerektiği çağrıları yaparken, Güney Kürdistan’da değirmenden çıkan kepeğe 'un' diyen bir felsefeyle ''aslında Başkan Barzani Irak bayrağını istemediği için bayrak bırakılmadı'' söylemi yayılıyordu.
Ne var ki, ortada statüsü kabullendikçe güçsüzleştirilen bir bölge ve bu bölgede her temsili ve değeriyle dalga geçilen bir halk gerçeği vardır. Her statü irade olmak anlamına gelmemektedir; Mahabad Kürt Cumhuriyeti' bile aslında bir imzayla yıkılmıştır. Rusya'nın tüm oluruna rağmen İran kendi petrollerine Rusya'yı ortak edecek imzayı atınca Kürtlerin dayanacak kendi güçleri olmadığından Cumhuriyet yıkılmıştır.
Kendine dayanmayan bir statünün adı, biçimi ne olursa olsun irade olma gücünü göstermesi mümkün değildir.
Sermaye ve statü tartışması içerisinde zihin bunalımını yaşayan mantık dündü dolaştı yine Kürdistan Özgürlük Hareketine çattı. Çok yakın dönemde Barzani tüm Güneyli siyasi partileri toplayarak PKK'ye karşı tavır almaya davet etti. Ancak bu davet dili kendi kendisine karşı politik bir tutumla süslenmiş, toplantı adeta 'Kürdistan Sınırlarını Koruma Platformuna' dönüştürülmüştür.
Sahip olduğu kazanımları diğer parçalardaki Kürtlerin yararına değerlendirileceğine ''şiddetten en fazla Bölge zarar görüyor'' söylencesiyle PKK karşıtlığı yaparak diğer parçalardaki mücadelenin tekerleklerine çomak sokmaktadırlar.
Bir federasyon, bir kazanım sorun çözeceğine her defasında kendini sorun olarak dayatan çamura yatan bir 'iradeyle' karşı karşıyadır
Sınır güvenliği tartışmasını başlatmadan önce İran ve Türkiye'nin Güney Kürdistan'a saldırısının bir anlaşma sonucu mu yapıldığı, yoksa şimdi gerçekte önlenmeye çalışılan bir saldırının mı olduğunu hiç çekinmeden sormak, sorgulamak gerekmektedir.  Anlaşanın uzlaşılana fark attığı bir eşikte olduğumuzu düşünüyorum. Abdullah Gül'ün Başbuğ'un tehditlerine karşı ''kararlaştırdıklarımızı açıklamak zarar verebilir, Barzani de bu sürecin içinde'' sözü bu anlamda manidardır.
O halde Güney Kürdistan sınırında güvenlik sorunu yok, anlaşmalı bir bombardıman var demek daha doğru olur. 2009'da da Neçîrvan Barzani İran ile sınır 'güvenliğini' imzaladığı gün İran, Kandil dağlarını topa tutmuştu. Aynı çerçevede Güney siyasetinde komşu devletlerin saldırılarına karşı itiraz yok, itiraz mekanizmaları var (daha doğrusu sembolik itirazlar). Ne demek itiraz mekanizmaları? Saldırılara karşı pratik bir duruştan çok ya Bölge Başkanlığı ya Parlamento Başkanı ya da tanıdık bir iki simanın yaptığı açıklamalar dışında herhangi bir adım ya da itiraz bulunmamaktadır. Yani sembolik mekanizmaların ötesine geçmeyen mekanik mekanizmalar...
Barzani'nin Türkiye gezisiyle başlayan, Irak ve Güney Kürdistan'ın statüsünün tartışılmaya başlanması uzlaşılmış kapsamlı bir operasyonun habercisi gibi görünüyor.
Aşırı komplo teorileri ya da soyut tahminler yerine PKK karşıtlığını bölgesel koşulları inceleyerek, bu karşıtlığın nereye varabileceği, hem karşıtlığın zamanı hem de anlamı açısından daha doğru olacağı görülmektedir:
1)      Irak ve ABD faktörü; Nisan ayında yapılan seçimlerin nerdeyse galipleri, mağlupları unutulacak (14 Temmuzda yasal süre bitiyor) ancak halen merkezi hükümet kurulmuş değil. Irakta nasıl bir yönetim denklemi kurulacağı noktasında uzlaşma henüz sağlanamamıştır. Belki de bu denklemin bu kadar zamanda kurulamaması ABD açısında nüfusun yaklaşık %60'nın Şii olduğu Irakta kurulacak denklemin Irak'ın yapısal bir denkleminden çok İran karşıtı bir denklemin inşa çabasıdır.
ABD Başkan Yardımcı Joe Biden Irak seçimlerinden beş ay sonra yaptığı ziyarette tüm gruplara yöneltilen bir 'uzlaşma' daha doğrusu zoraki uzlaştırma formülü vardı. Hemen bu talimat üzerine Maliki açıklamasında Allavi'nin iktidara gelişi önünde engel olmadığını açıkladı. ABD'den bir yolcu uçağıyla Biden'le gelen model, seçim öncesi ABD'nin öngördüğü modelin tıpkısının aynısıdır.
Ta seçimler öncesinde üzerinde uzlaşılan formül daha önce başta Ortadoğu Arap-Sünni kemeri olmak üzere Türkiye gibi ülkeler de uzlaştırılmış. Aslında Kürtler bu model içerisinde sadece Enfal Katliam'ında 182 binden fazla bedelin ödendiği Baasçı mantığı, otoriteyi hazmetmek durumda bırakılmıştır. Aynı kader birliğine Şiilerde sahip olsa da Maliki’nin son uzlaşma sinyalleriyle dayatılan bir iktidarı Şiilerinde yutkunmak zorunda bırakıldığı görülmektedir.
Irak’ta Kürtler ve Şiiler tüm tarihsel çelişkilerine rağmen aynı zamanda azınlık durumunda kalan Sünnilerin iktidarıyla devasal irade kırılmasını yaşıyorlar. Kürtlerin ise geçen döneme göre merkezden çok sınırlı bir pay alacakları görünüyor. Bu durum Kürt-Şii ittifakına da adeta darbe indiriyor.
Bu formülün uygulanması durumunda seçimlerden önce bazı Arap ülkelerinin gizli görüştükleri Barzani’yle bu formülün desteklenmesi durumunda Kürt Hükümetiyle ilişkilerin düzeltileceği sözü verilmişti. Nitekim Mesut Barzani'nin son Arap gezisinde şimdiye kadar Hewler’de yirmiye yakın ülkenin temsilciliği ve konsolosluğu açılamasına rağmen 22 Arap devletinin tek temsilciliği bulunmaması ve bu geziyle Mısır ve Ürdün'ün konsolosluk açma isteği dikkat çekicidir.
Nasıl ki Irak seçimlerinde Iraklıların dışında herkesin burnunu soktuğu bir yarış olduysa, bu 'çözüm' formülü de içten çok dışarının uzlaşısı gibi bir formülden başka bir şey olmamıştır. Irak’ın yapısallığıyla son derece çelişen bu formülün hayata geçirilmesi ne kadar imkânsızsa hayata geçirilme durumunda da sürdürülmesi o kadar güçtür.
İşin gerçeği ABD kârcı, kapitalist bir mantıkla meseleye bakmaktan önünü göremediği tarihsel bir hata yapmıştır. Şiilerin potansiyelinden yararlanarak Saddam rejimine müdahale ederken karşısında en fazla Şiilerin ve dolayısıyla İran'ın (Ortadoğu Direniş kimliğinin en aktif olduğu kemerin) çıkaracağı sorunları hesaplayamadı. Bu anlamda ABD'li uzmanlar Ortadoğu’da direnci kırma hareketinin stratejisini belirlerken, direniş noktalarını değil, kırılma noktasında bir iktidarı tespit ettiler ve buna saplandıkları ortadadır.
Şimdi sırası gelmeden yıkılan kale yeniden inşa edilecek ve Sünni kemerinin desteğiyle Şii kemeri zayıflatılmaya çalışılacaktır.
Türkiye, PKK'yle savaşında bu tarihi hatadan rant sağlamaya çalışmaktadır. Ayrıca Amerikan müdahalesinde değerlendiremediği fırsatları telafi etmeye çalışmaktadır. Son hava saldırıları, hava sahalarının Türkiye'ye açıldığının ilk kanıtları olmaktadır. Büyük bir kara operasyonuna doğru hareketlenen sürecin aynı anda Irak’taki merkezi hükümetin oluşturulması ve ABD'nin geri çekilme süreçlerini hesaba katan bir süreç olduğu açıktır.
ABD, Irak’tan çekilmeden önce kendisinin ya da Güneyli güçlerin fiziki katılımının zor ve nerdeyse imkânsız olduğu, aynı zamanda fiziki bir katılım dışında Türkiye'nin PKK'ye karşı savaşması için tüm kapıları ve imkânları açık tutacağı görülmektedir.
Gündemleştirilen NATO desteği ve İsrail meselesi 30 yıllık Kürt Özgürlük Mücadelesini çarpıtmaktan başka bir şey değildir. Bu tartışmalar 'taşeronluk' tartışmalarına denk getirilen bilinçli karalamacı bir süreçtir. 30 yıldır NATO'nun ya da ABD-İsrail’in sadece askerleri savaşmamaktadır; onun dışında tüm yönleriyle Türkiye desteklenmiştir. Hatta çoğu zaman onlarca yüzlerce subay desteğiyle savaşa ya fiziki (askeri) katılımda olmuş ya da bölgede çeşitli güçler savaşa dahil edilerek PKK karşısında savaşmışlardır. 
Denenmiş tüm yöntem ve kirli ittifakları denenmemiş gibi göstermek hareketin başarı abidesine çamur atma girişiminden öte bir şey değildir. Daha bir kaç gün önce İsrail savaş mühendisleri sınır hatlarını dolaşmış, savaşmaları için CHP ve AKP'ye siper inşa etmişlerdir. Şimdilerde bu partilerin bir liderinin başını kuma gömerek bu savaşa katılmayı seçerken, diğerinin ise başına kadar kum doldurarak kuma gümülü kafasıyla modern asker fotoğrafını çekmeleri bu gerçeğin bir sonucudur.
Irak ve ABD Türkiye'nin PKK'yle savaşması için tüm imkânları sunarlar ancak içinde bulundukları bataklıktan kaçmaya çalıştıkları bir dönemde bir başka bataklığa atlamalarını düşünmek saflık olur.
2)      Kürt-Türk taban Oyunları ve Türkiye’deki referandum-seçim süreci; AKP referandum için anayasa paketini hazırlarken aslında sekiz yıldır iktidarda olmasına rağmen seçimlerde ''sen bunca zaman ne yaptın?'' sorusuna sahte bir cevap hazırlamakta ve bunu halka sunmaktadır. Halk bu paketi yerse seçimlerde zafer güya daha garantili olacak.
Seçimler normal tarihte yapılsa da anayasa paketi erken seçim sürecini işaret etmektedir. Yani Türkiye'de fiili seçim kampanyası başlamıştır. Baykal'ın gidişi de aynı sürecin ürünü gibi gözükmektedir. Devlet iki temel partisini seçimlere göre yapılandırmaktadır, her iki partide bloklar haline getirilerek sağcılar ve solcular ''tek vatan iki parti'' mantığıyla AKP ve CHP'ye yönlendirilecek gibi görülüyor. Bu korku ve panik 2010 seçimlerinde DTP'nin elde ettiği başarıya karşı devletin ''süper barajıdır''.
Barzani'nin Türkiye ziyareti tüm hakaretlere rağmen AKP'nin başlattığı seçim sürecinde Kürt duvarına yapıştırılan bir afiş gibidir. Zaten bu ziyaretin hemen ardında KADEP ve HAK-PAR yapılan hakaretten aldıkları zevkle AKP'nin reklam panoları gibi konuştular; Kürtler adına referanduma ''evet'' diyeceklerini açıkladılar.
AKP ile Güneyli  güçler arasında Kürt tabanının siyasal doğrultusuna yönelik bir anlaşma olduğu açıktır. Her nedense PDK ve YNK'li yetkililer sadece düşman partilerini alkışlar düzeyinde Kuzey Kürtlerinin sorunlarıyla ilgililer. Zap direnişiyle Güney Kürdistan’da PKK'ye duyulan sempati çıtasının zirveye ulaştığı bir yerde PKK yöneticilerine yönelik kurulmaya çalışılan komplocu planlar bu doğrultudaki anlaşmanın bir gereğiydi.
Devletin her türlü kimyasal silahları da kullanarak çocuk-kadın katletmesine rağmen ilişkilerin bu kadar rayında gitmesi neyin ifadesidir? Fakat Zap'ın ortaya çıkardığı devasal sempatiden sonra bu tür saldırılar önceden etkisi-tepkisi hesaplanarak yapıldığı görülmektedir. Kürdistan toplumunun kontrolüne ilişkin yapılan stratejik anlaşmalar bazen kendisini açık açık dillendirmektedir. Kürt gençleri İran’da idam sehpalarına götürülmesine karşı Kürtlerin kendilerini savunmasını adeta İran adına Süleymaniye'de Kürt peşmerge generali bir bakanın tehdidi şimdi daha fazla anlaşılmaktadır.
Yıllardır Güneyde KADEP genel başkanı Şerafettin Elçi'ye yakınlığıyla bilinen bir iş adamı AKP ve Kürtleri tartıştığımız bir sohbette hem 2007 hem de 2009 seçimlerinin olduğu akşam Elçi'nin şirketinde seçim sonuçları izlediklerini söylemiştir.  Konuşmasına devamla AKP'nin Kürdistan’da Kürtlere karşı aldığı her milletvekili ve belediyeye karşı alkışlar çalındığını Kürtlerin DTP adıyla aldığı her belediye ve milletvekiline karşı ''yuh'' çekildiğini söylüyor.
Maç izler gibi seçim sonuçlarını izleyen bu kör mantığın Kürtlerin kalesine atılan her golü alkışlamaktan, Kürtlere karşı alınan her mevziye kum taşımaktan başka ne yapmışlardır ki, Kürtler adına ''DTP'nin ve PKK'nin baskılarına karşı Kürtler 'evet' diyecek'' demektedirler.
Bölgede İran ve Türkiye’nin saldırıları sonucu 500’dan fazla ailenin göç ettiği biliniyor. Ayrıca son saldırılarda bizzat Güney Kürdistanlı bir sağlık heyetine göre biyolojik veya kimyasal silah kullanıldığına dair şüphe ve bulguların olduğu söyleniyor. Eşzamanlı olarak Gümüşhane’den, Siirt’e ve Şemdinli’ye kadar uzanan gerilla cenazelerindeki vahşet de düşünüldüğünde büyük bir vahşete gebe olunduğu bir süreçten geçtiğimiz ve bu vahşete karşı büyük bir sessizliğin olduğu görülüyor. Ancak bu vahşetin ne zaman patlak vereceği Kürt ve Türk tabanının seçim ve referandumda nabzına göre olacağı görülmektedir. Güneyde yaptığımız gözlemler ve referandum dalkavukluğunu yapanlardan edindiğimiz izlenimler referandumdan hemen sonra bir vahşete tanıklık edebileceğimizin sinyallerini alıyoruz.
3)Güneyle Sermaye Etkisi ve İran Faktörü: Türkiye kendi sorununun ihracatında dünyada birinci ülke olmuş durumundadır. Her defasında İran'ı PKK'nin üzerine kışkırtan bir yaklaşım içerisindedir. 'Komşularla sıfır problem' sloganı herhalde komşulara kendi problemlerinin satıldığı bir aşamadır.
İran’a ambargoya oy vermeyen Türkiye, Güney'i transit ülke olarak kullanarak bu ambargoyu delip Güneyli güçlerle durumdan büyük bir rant sağlayacağı tartışılıyor. Son Türkiye-Kürt Hükümeti ilişkilerinde ticaret ilişkilerinin bir yılda 1 milyar doların hedeflendiği gerçeğinde hem bu rantın etkisi olabilir hem de bu rant kapısı iyice genişletilirse 1milyar dolardan daha fazla bir ciroyu bulacağı tartışılıyor.
İş Bankası'nın Güney Kürdistan’da açılma çabası aynı zamanda önemli bir hissesi bulunan CHP’nin de bu siyaseti desteklediği ve bu çizgiden pay aldığını söylemek mümkün. Hatta CHP bu sessiz işgalin daha da derinleşmesi için Kuzey Kürdistan’da önce çok sayıda baraj kurularak su sorunun yaratılması ve daha sonra bu suyun Irak’a bırakılarak suyun siyasal ve ekonomik etkisini artırmayı hedeflemektedir.
Herkese ilginç gelen gerçek ise normalde para kimin iktidarındaysa, sosyal ve siyasal etkinin onda olması gerekirken, 7 miyar doların tamamı Kürtlerin direkt Türkiye'ye sarf ettiği bir miktar olmasına rağmen Türkiye'nin Güney Kürdistan'ı sosyal ve kültürel olarak işgal edilmesi durumudur.
İran- Kürt Hükümeti ve Türkiye hattının PKK'ye karşı yürütülen savaşın hangi boyutlarda etkileyeceği gözden kaçırılmaması gereken bir etkendir.
İsrail’le yaşanan küçük gerginlikte de görüldüğü gibi Kürtlerin mücadelesinin İsrail’le haksız da olsa bağdaşlaştırılması Kürt sorununu uluslar arası zemine çekildiğini gördüklerinde bu tartışmayı geri çekmişlerdi. Sanırım NATO ve BM'nin yardımının istenmesi de bir panik sonucu istenmiş olduğundan çok yakında sorunun uluslar arası boyut kazanması için vazgeçilecektir.
Tüm Kürtlerin beklentisi Ulusal Birliğe gidecek bir karar organının oluşması ve bu organın konferans ve kongrelerle Kürtlerin geleceğini garantilemesiyken asıl sorunun ulusal hassasiyetlerin ve bu istemin giderek taktik, sembolik pozisyonlarda karşılanma durumudur. Bu haliyle yapılacak bir konferansın ya da kongrenin bile sonuç alıcı olması düşünülemez. Aksine tüm ihtimal ve ilişkilenmelerde Kürt parti ve oluşumları birlikteliğe gidecek bir süreci esas alarak düşman ve dost kavramlarını netleştiren  bir süreci başlatırlarsa bunun konferansını da kongresini de yapmak çok daha kolay.
Sorun PKK karşıtlığı ya da yandaşlığı değildir. Neredeyse dünyanın her tarafında büyük ekonomik krizlerin gebe olduğu ve Kürtlerin parçalı da olsa büyük bir deneyime sahip olduğu bir dönemde bu kadar zengin topraklar üzerinde Kürtlerin kenetlenmekten başka şansının olmadığıdır. Gerek bölge devletleri gerekse dünya güçleri neredeyse kaç yüz yılda bir karınlarının bu kadar yumuşak olduğu bir dönemi yaşıyoruz. Buna rağmen hiç bir çıkar ve ilişkilenme biçimi bu halka bu ülkeye taktiksel bakacak kadar haklı değildir.      
Ozan Erdem

Hiç yorum yok: