23 Temmuz 2010 Cuma

AKP Anayasası Boykot Edilmeli





‘Evet’e de Hayır... Hayır’a da Hayır...’ diyerek referandumu boykot etmek gerekiyor! Boykot boşa çıkarmadır; başka bir şeyin mümkün olduğunun propaganda ve eyleminin örgütlenmesidir. 
Gerilla cesetlerine yönelik hayata geçirilen insanlık dışı uygulamalar büyük tepki topladı. Demokratik kamuoyunun vahşete sessiz kalmaması hükümet ve Genelkurmay nezdinde yankı buldu. Genelkurmay “biz öyle şey yapmayız” mealinde açıklama yaparak vicdani sorumluluktan kaçınmak istedi. Hükümet ise skandal bir açıklama ile “gerilla da askerler için aynısını yapıyor” demeye getirerek meseleyi çarpıtma yönüne gitti. Türkiye’de sessizce geçiştirilerek kapatılan bu konu Kürtlerin gündemindeki sıcaklığını koruyor. Türk aydınlarının tavrını ve Türkiye’nin diğer temel gündemlerini Yazar Temel Demirer ile konuştuk.

AKP 8 yıllık iktidarı dönemine ‘yapacağım ‘ dediği şeylerin tersini sığdırarak bu güne kadar toplumu nasıl aldatabildi?


Yeni adına ahkâm kesen Erdoğan’ın, eskimeyene karşı tesis etmeye çalıştığı düzenin “raison d’ état/ hikmet-i hükümet”i, resmi ideolojinin Cumhuriyeti’dir. Erdoğan da, AKP’si de bundan bağışık, muaf değildir. Erdoğan’ın AKP’sinin aslına rücu etmesinde şaşırtıcı bir şey yoktur, İyi de “toplum nasıl aldatıldı” mı? Gayet basit; egemen ideoloji karşısındaki edilgenlikten veya liberal fikri hegemonyaya teslim olunmasından. Bakın bu konu da Stephen Lukes ne der: “Alt sınıfların düzene uyumu egemen değer sistemini kabullerinden değil, somut deneyimlerini radikal politikalara tercüme edecek tutarlı bir değer ve inançlar dizisini kabullenemeyişinden kaynaklanır.”Mesele bu! Bir şey daha; Erdoğan, sekiz yıl toplumu atlatmadı; sadece gerilimleri, sorunları yani patlayıcıları biriktirdi… Hepsi aslında bu…

Herkesin sorununu çözecekti. Ermenilerin, Kıbrıs, Alevilerin, emekçilerin ve Kürtler’in... 


Erdoğan’ın AKP’sinin “Ermeniler’in, Kıbrıslılar’ın, Aleviler’in, Kürtler’in ve emekçilerin... Herkesin sorunu çözeceğiz” türünden “iddia”sında onlar açısından “şaşırtıcı” bir şey yok; çünkü onların yalancı olduğunu biliyoruz… Asıl sorun, bu yalana inananlarda; yani Kürtler’den Türkler’e, kendini “solcu” ilan edenlerde… Gerçekten şimdi; bu “zor zamanlar”da geriye dönüp bakmalı, hatırlamalı, hatırlatmalıyız; kimdir AKP’yi alkışlayanlar, Erdoğan’ı “demokrat” ilan edip, teşekkür edenler… Soru(n)lar, sadece sahipleri tarafından; onların itiraz, eylem ve isyanlarıyla çözülebilir… Başka türlüsü ya yalandır ya da karikatür!

Şapka düştü kel göründü, ama destekçiler suskun. Ayıplarını örtmek adına “ama”lar, “ancak”lar, “fakat”lar ile “BDP de açılıma destek vermedi” gibi gerekçeler öne sürüyorlar. Yine suçlu Kürtler oldu. Bu ne kadar inandırıcı?


Yo; AKP’nin şapkası düşüp, keli görünse de, destekçileri hiç de suskun değil! Örneğin şimdilerin öne çıkan referandum tartışmalarında “Yetmez Ama Evet” diye haykırarak AKP’nin “Evet”ine yedekleniyorlar; bunu da ayan beyan ve “ilerici”lik(!) adına (?) yapıyorlar… Onlar yani ‘’BDP de açılıma destek vermedi” diyenler; öncelikle ‘’destek verilecek açılımın” ne olduğunu izahla yükümlüler! Ayrıca kimse de inkar edemez; ortada “açılamayan” bir açılım, bir “milli birlik projesi” söz konusuydu; Kürtler’in -ne olurlarsa olsun- buna “Evet” demesi, “Devlet Kürt”ü olmayı kabul etmesi mümkün değildi! Kim Kürtler’i, “Devlet Kürt”ü olmadığı için suçlayabilir? Kim Kürtlere devlet televizyonundan Kürtçe “Ne Mutlu Türküm diyene!” dedirtmekle sınırlı bir projeye “Evet” demedikleri için laf söyleyebilir? Bunun sömürgeci, oryantalist zırvadan başka bir gerekçesi olamaz!

Erdoğan, “Terörle mücadele kararlılıkla sürecek” dedi. Bunun götürüsü ne olabilir?


Şundan zerrece şüphem yok; egemenlerin “terörle mücadele” söylem ve eylemi hep halka yönelen bir zorbalıktır… Bunun nedeni devletin en büyük terör ve şiddet aygıtı olmasıdır! Bunu sadece Karl Marx değil; “düzen sosyologu” Max Weber de söylüyor…Sınıflı-sömürücü egemenlik, halka, emekçilere karşı bir zorbalıktır. Söz konusu zorbalığın “şehit cenazeleri”nde “ulusal bir ayin”e dönüştürülmesi ise, resmi ideolojik hegemonyanın teatral unsurlarla pekiştirilmesinden ibaret bir “psikolojik savaş” yöntemidir… Şunu unutmayın, cepheden cenazeye, egemenlerin egemenlik kavgası kural tanımayan bir ahlaksızlıktır!

Cenazeleri alınan gerillaların cesetlerine işkence uygulandığı başı, kolu ve bacağının kesildiği belirlendi. 90’lı yıllarda görmeye alışkın olduğumuz bu uygulamaları nasıl okumak lazım? 


Bir kez daha tekrarlayayım: Egemenlerin egemenliklerini savunması, kural tanımayan ahlaksızlıktır! Söz konusu ahlaksızlık konusunda Horatius’un, “Yargısız kaba güç kendi ağırlığı altında çöker”; Ksenophon’un, “Zorba, ettiği kötülüklerden ötürü, tüm insanlık tarafından ölüme mahkum edilmiş olarak yaşar gece gündüz, hiç kuşkunuz olmasın,” sözlerini anımsayın…

Kimyasal kullanıldığı iddia ediliyor. 


Bir bilgim yok; ancak “mümkün”dür; Edmund Burke’nin, “Diktatörler bahane aramaz”; Anatole France’ın, “Ahlaksızlık, ahlakın mevcut olmasının nedenidir,” deyişlerindeki üzere…

Gerilla cesetlerine yapılan işkenceler savaşı tırmandırma tahriki sizce taşıyor mu, böyle düşünelere katılıyor musunuz?


Bu da; bunlara benzer her şey de “mümkün”dür; çünkü bu sömürgeci bir zihniyetin pratiğidir! “Zihniyet” deyip geçmeyin; “Zihniyetimiz, toplumsal hayatın bizdeki içselleştirilmiş özü, bir özetidir. Zihniyet, dışarıdan yıkılmaz, içerden ise çok güç sarsılır.” İşte tam da bu tabloda eskilerden, 1874 yılından haykıran Mihai Eminescu’nun, “Devleti yalan sloganlar ve sahtekarlıklar kaplamış, Kefil oldukları bu düzen, gerçek düzen değildir,” çığlığına kulak verin…Egemenler yalancıdır; apoletli medyaları ise, “üç maymunu oynayan” yalanın örgütleyicileri…

Hükümetin sessizliği dikkat çekici. Oysa sorumlu olan hükümet... Hükümetin ailelerin feryadını ve açıklamalarını suç kabul edip konuyla ilgili kamuoyu vicdanını tatmin edici bir açıklama yapması gerekmiyor mu? 


Sorumlu olanın sadece “hükümet” değil, devlet de olduğunu düşünüyorum… Çünkü egemen(ler)in kontrolündeki “demokratik çokseslilik” aslında tek ses(lilik)tir! Goethe, “Yardıma çağırdığım şey acılardır. Çünkü onlar dosttur ve iyi öğütler verirler,” derken Konfüçyüs de ekler: “Elmas nasıl yontulmadan kusursuz olamazsa, insan da acı çekmeden olgunlaşamaz…” Kürtlerin onlarca yıldır süren mücadelesi büyük acılarla yüklüydü, halen de öyle. Ama bu acılar değil midir, 8-10 yaşındaki bebelerden 70-80’lik nenelere-dedelere, tüm bir halkı bu bilinç düzeyine, bu kararlılığa, bu ‘ölümden öte köy yok’ gözükaralığına taşıyan…

Vietnam savaşının bitmesine neden olanın fotoğraflar olduğunu biliyoruz. Bizde neden olmuyor? 


Vietnam savaşının bitme nedeni, sadece fotoğraflara bağlanamaz. Bundan öte şeyler vardı: İlki Amerika’daki savaş karşıtı hareket Beyaz Saray’ı kuşatmıştı… İkincisi de ABD emperyalizminin özelde Vietnam, genel de ise Hindi-Çin’deki saldırganlığı artık sürdürülemez boyutlara ulaşmıştı… Fotoğraflar, işin tuzu-biberi olmuştu … Özelimizde ve Ortadoğu genelinde buraya ulaşılması için daha zamana ihtiyaç var; burada önemli olan artık özelden genele hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığı ve olamayacağı gibi; yani cin şişeden çıkmıştır…

Egemen basın ellerinde olmalarına rağmen bu vahşeti görmedi ve susuyor. ..


Egemen medyanın temel işlevi; görülmesini istediklerini gösterirken; gerçekleri karartarak; gösterilmez kılmaktır… Egemen(lerin) medya(sı), bunun için vardır; başka türlüsü de mümkün değildir! “Yazar ve aydınların çoğu da bunu biliyor,” derken; hangi aydın ve yazarlardan söz ediyorsunuz? Ya da zulüm karşısında susan; ezen ile ezilenin kavgasında ezenin safında yer alanlar gerçekten “aydın” olarak nitelenmeyi hak ederler mi?Bence etmezler; onlar, egemen medyanın “sahibinin sesi” olarak nitelenmesi gereken uzantıları, taşıyıcılarıdır! Egemen(lerin) medya(sın)da Karl Marx dahi olsanız, egemenliğin sınırlarını aşamaz ve/veya gevşetemezsiniz…

Olması gereken ne? 


“Yapılması gereken” konusunda da reçete sunamam mümkün değil; ama halkların eşit ve özgür kardeşliğini hedefleyen anti-militarist bir barış mücadelesine ihtiyacımız olduğundan söz edebilirim. “Barış” dedim; “Onursuz barış, barış falan değildir,” diyen Bertrand Russell’ın uyarısını göz ardı etmeden; Albert Einstein’ın, ‘Barış Savaşımı İçin’ başlıklı yazısındaki uyarıları anımsamalı/ anımsatmalıyız: “Yalnızca barışçı değil, bir barış savaşçısıyım. Barış uğruna savaşım vermek istiyorum. İnsanlar savaşa savaş açmadıkları sürece, hiçbir şey savaşları ortadan kaldıramayacaktır. Büyük ideallerin savaşımı önce küçük, ama gözü pek bir azınlıkça başlatılır…Savaş uğruna hiç direnmeksizin göze aldığımız özverileri, barış uğruna da göze almak zorundayız... Barış, tehditlerle korunamaz, ancak karşılıklı güveni oluşturmaya yönelik samimi bir çabayla korunur…” Bunun içinde gerici, kirli savaşa “Hayır” ve halkların kardeşliğine “Evet” diyenleri eyleme yönelik birleştirmeliyiz; hem de Burke’nin “Kötüler birleştiği zaman, iyiler de bir araya gelmelidirler; yoksa, teker teker giderler,” diye haykıran uyarısını yüksek sesle telaffuz ederek…

Çatışmaların iyice tırmandığı bir sırada Erdoğan siyasi parti liderlerinin kapısını çaldı. Ancak BDP’yi denklem dışı tuttu ve ekledi: “O fotoğrafları gördüm görüşmekten vazgeçtim,” dedi. “Gördüm” dediği fotoğraf BDP’nin kendisine gönderdiği işkence edilmiş gerilla fotoğraflarıydı. 


Erdoğan’ın BDP karşısındaki net tutumu; BDP’nin yurtsever konumunu “tartışma”ya açarak, onun bu pozisyonunu terk etmesini dayatmaktır…Buna yurtsever hareketin legal mevzilerini imha ve işlevsizleştirme harekatı da diyebiliriz… Ya da Kürt coğrafyasında legal platformu AKP’lileştirme, Kürt taleplerini AKP bünyesine massederek etkisizleştirme hamlesi…Ancak AKP’nin bu kuşatması da nafiledir, boşa çıkarılacaktır.

Erdoğan’ın diğer liderlerle yaptığı görüşmelerde çözüm değil savaş konsensüsü çıktığı belirtiliyor. Liderlerin turundan siz nasıl bir sonuç okuyorsunuz?


AKP’nin kendinden öncekiler gibi, Orgeneral Mustafa Muğlalı’nın “33 Kurşun”undan Çiller-Ağar’ın özel-kirli savaşına dek uygulanmışı bir kez daha uygulamaya kalkışması bir çözüm değil; çözümsüzlüğü derinleştiren açmazdır! Zaten emekçilerin ve ezilen Kürtlerin çözümü tam da bu derinleşen açmazın eseri olacaktır.

Kılıçdaroğlu ısrarla Kürt sorununu ekonomik duruma indirgiyor. CHP neden ısrarla bu söylemi sürdürüyor, bu söylem ile iktidara gelebilir mi?


Önce sözü, bu konuda benden daha yetkin olan eşim Sibel Özbudun’un satırlarına bırakayım: “CHP gibi Türkiye’nin geleneksel anaakım siyasasında Kürt sorunu iki versiyonda ele alınageldi: ‘terör’ sorunu ve ‘geri kalmışlık, feodallik’ sorunu. Sorunu ‘terör’ olarak teşhis ettiğinizde, çıkartacağınız sonuç, malum: her türlü örtük-açık, kirli-temiz operasyonu mubah gören, ‘kök-kazıyıcı’, ‘terminatör’ söylem ve edimlere sarılacaksınız. ‘Geri kalmışlık, feodalite’ teşhisi ise, sanırım kalkınma iktisadı döneminden kalma, arkaik bir söylem. Toprak reformuyla, istihdam yaratarak, yatırımları teşvik ederek vb. Kürtlerin kolektif siyasal taleplerinin izole edilebileceğini sanan iktisadi indirgemecilik. Aslına bakarsanız, her iki versiyon da, Kürtlerin siyasal taleplerini, özerklik, bağımsızlık isteklerini gözlerden gizlemeye, baskılamaya yönelik çözümlemelerdir. Kürt sorununu ‘terör’ sorunu olarak ya da, ‘azgelişmişlik, bölgesel kalkınma’ sorunu olarak teşhis etmek, sorunla uğraşılması gereken alanda, siyasal düzlemde baş etmekten uzak durmak anlamına gelmektedir. Bu, ‘Kürt sorunu’na neo-liberal ‘bireysel haklar’ açısından yaklaşan ikircimli AKP hükümeti de dahil tüm bir Cumhuriyet rejimi tarihinin geleneksel tutumudur.” İşte bu yapısallıktan ötürüdür ki, ne CHP ne de ötekilerin tutum ve pozisyonu “Kürt Sorunu”nu çözümleyici olmaktan çok uzaktır. “İyi de CHP iktidara gelebilir” mi? Bir MHP koalisyonuyla neden olmasın?

Erdoğan’ın yaptığı liderler turundan sonra demokratik kamuoyu “30 yıl sonra tekrar başa döndük,” diyor. Siz de bu kanaatte olanlardan mısınız?


Hayır, 30 yıllık bir süreçten sonra olan bitenler tekrarlanmaz; malum, tarih tekerrür etmez, tekamül eder, yani gelişerek ilerler; çok farklı bir yere gidiyoruz. Anımsayın, 30 yıl öncesinin “Karda yürürken kart-kurt” söylencelerinden geldik bugünlere; hangimiz ya da kaçımız bugünleri bu boyutlarda yaşayabileceğimizi öngörebilmiştir? Alınan yoldan daha fazlası, 30 yıl öncesinden bugüne alınan yolun ısrarıyla katedilecek; Ruhi Su, en karanlık günlerde “Sabahın sahibi var, sorarlar bir gün sorarlar” derken tam da bunları anlatıyordu…

Türkiye’nin bir diğer sıcak gündemi çatışmalar. Çatışmalar Türkiye’yi nereye götürür? 


Çözüme; ama çözümün ne ve nasıl olacağı; yani “pozitif” mi “negatif” mi olacağı; veya ezilenlerden yana mı ezenler için mi olacağı; bir mücadele sorunudur…Bugünkü mücadele de bunun yanıtını aramaktadır; evet, evet bugünkü mücadele ile yarınımızın nasıl şekilleneceğine ilişkin soru(n)lara yanıt arıyoruz… Ben, gelecek konusunda “Durum iyidir, çünkü mücadele sürüyor” diyenlerdenim; bu nedenle de Konfüçyüs’ün, “Geleceği bilmek istiyorsan geçmişi incele”; John Galsworthy’un, “Geleceği düşünmezsen, geleceğin olmaz,” sözlerine büyük değer biçiyorum…

Hükümetin çatışmalar karşısındaki tutumunu nasıl görüyorsunuz? 


Erdoğan’ın ‘’operasyon” dediği askeri harekatın da bir “fiziki”, ve daha da önemlisi bölgesel dengeleri ilgilendiren uluslararası ilişkiler sınırları var…O sınırlara gelindiğinde, çok şey daha da farklı olacak…

Türkiye medyası yaygın şekilde sınır ötesi operasyonu tartışıyor. Olası bir sınır ötesi operasyon olursa ne olur? 


T.C, istediği sonuçları elde edemez. Çünkü bir gün -ki o gün mutlaka kapımızı çalacak-, herkes Ataol Behramoğlu’nun, ‘Kızıma Mektuplar’ındaki şu dizelerin bilincine varacak: “Ona ‘haydi’/ Savaşa dediler/ Başkaca bir şey/ Söylemediler/ Aldılar köyünden/ Davulla, zurnayla/ Geride üç çocuk/ Bir eş ve bir ana/ Eline bir silah/ Tutuşturdular/ Ve karşılaştı/ Düşman ordular/Vurulup düştü/ İlk çatışmada/ Göğsünde bir oyuk/ Üç delik alnında/ ‘Ey bu topraklar için/ Toprağa düşen’/ Bir karış toprağın/ Var mıydı yaşarken?”

Genelkurmay başkanı “PKK’yi beş defa bitirdik” dedi. TSK’nın başarısını insan öldürmekle ölçtü. 


“Beş defa bitirdik” denilen bir şey altıncı defa da kendisini var ediyorsa bu efsanevi ‘Phoneix’ (‘Zümrüd-ü Anka’) Kuşu gibi, kendini küllerinden yaratıyor demektir… Bu gibi mücadeleler, Pablo Neruda’nın, “Halkız biz hergün yeniden doğarız ölümlerle” diye betimlediği sonsuzluktur… Yenilmeyen, yok edilemeyen bir halkın azmi, iradesi ve mücadelesinde somutlanan sonsuzluktur; gerisi laf-ı güzaftır!

Türkiye’nin bir diğer sıcak gündemi de referandum. BDP’nin de içinde bulunduğu kesim referandumu boykot edeceğini açıkladı. Kararı nasıl değerlendiriyorsunuz?


Devrimci-sosyalistlerin 12 Eylül Anayasası’nı savunmak gibi bir derdi yoktur; olmaz da… Bu konuda her söz abes ile iştigaldir…Abes ile iştigal edenler; AKP ‘Taraf’lı liberallerdir; hani ‘ama’lı, ‘fakat’lı konuşma ve yaşamayı meslek edinerek, hep sağlarından medet uman siyasal kadavralardır! ‘Yetmez…’ deyip, ardından ‘Evet’ diyen ‘aymazlık’; ‘Ne’yin, ‘Neden’ yetmez olduğunun ‘Niçin’i konusunda niye dut yemiş bülbüle dönüyor? Neden ‘şer’ söylemini öne çıkarıp, ardından da ‘ehven-i şer’ ilan ettiğine itibar edilmesini istiyor! Tuzu kuru liberaller; biz ne ‘şer’den, ne de ‘ehven-i şer’den yana değiliz…Bu noktada tam da ‘Anayasa yapmak, hükümetin değil halkların edimidir,’ diye haykıran Tom Paine gibi düşünüyoruz…Bunun için ‘Evet’e de Hayır... Hayır’a da Hayır...’ diyerek referandumu boykot etmek gerekiyor! Boykot:boşa çıkarmadır; boykot egemen siyasetin ilüzyonlarını deşifre edip, başka bir şeyin mümkün olduğunun propaganda ve eyleminin örgütlenmesidir; bağımsız emekçi çizgisinin ortaya çıkartılmasıdır! Ne ‘şer’ ne de ‘ehven-i şer’! Ne ‘ulusal solcu’lar ne de ‘neo-liberaller’, ‘sivil toplumcular’! Alayına isyan!” Evet, önümüzdeki “referandum aldatmacası” konusunda bizim tavrımız bu…Söz konusu duruş, Kürt hareketini ve devrimci-sosyalist solu liberal sivil toplumculuktan ayrıştırarak yeni (ve daha sağlıklı) birliklere yönelmenin önünü açacaktır. Ve suyun batı yakasında iyi anlatılabildiği takdirde, Fethullah’çı kuşatma ile 12 Eylül Anayasası arasında sıkışmış emekçi kitlelerin hegemonik söylemden kopuşunu kolaylaştırabilir.

Liberal ve muhafazakar kesim anayasa paketinden sonra statükonun boynuzlarından yakalanacağını daha özgürlükçü bir ortam için ortam yaratılacağı tezini işliyor. Bu tez doğru bir tez mi?


Bu mümkün mü? Yapılanlar, yapılacakların teminatı değil midir? CHP ile AKP’nin icraatları, referandumdan sonra da yapacaklarının garantisidir; hepsi bu! Bunun ne olduğunu Diyarbakırlılar’a, 4-C mağduru Tekel işçilerince, İzmir’de CHP kurbanı Kent A.Ş. emekçilerine sorun; aldığınız cevap yeterince açıklayıcıdır!

Türkiye Kürt sorununda bu sıcak ve yakıcı gündemlerden nasıl kurtulur. Çözüm önerileriniz nelerdir?


Öncelikle Kürtlerin Kürt olmaktan kaynaklanan kolektif hakların tümüne Türkler gibi sahip olmasının “olmazsa olmaz” olduğunun altını özenle çizip, unutmayarak; taktik açıdan öne çıkartılması gereken “demokratik geçiş talepleri” şöyle sıralabilir: Seçim barajının düşürülmesi-kaldırılması... Kürt konusunda kolektif-bireysel haklara yönelik düzenlemelerin, konunun muhatapları ile doğrudan istişareyle yürütülmesi... Merkeziyetçiliğe karşı, onu dengeleyen yerinden yönetimin yerelleşme önlemlerinin hayata geçirilmesi… Para-militer ve militarist örgütlenmelerin doğrudan parlamento denetimine açılması… Pre-kapitalist ilişkilerin tasfiyesi; aşiret-ağalık sisteminin lağvedilmesi… Koruculuk sisteminin, tüm sonuçlarıyla birlikte ortadan kaldırılması… Operasyonlar sürecinde Kürt sivillerin uğradığı zararın tazmin edilmesi… Bir ‘’Hakikat Komisyonu” kurularak kirli savaş sürecinde Kürtlere karşı işlenen suçların açığa çıkartılması, suçluların cezalandırılması… Kürt illerinde anadilde eğitim olanağı, ülke çapında gereken yerlerde anadilin öğretiminin sağlanması… Koşulsuz genel af çıkarılması…Hasılı halkların kardeşliği için “Kürt Sorunu”nda Kürtler’in ne istediğinin temel politik eksen kılınması.

ERDAL ER
rojrost@hotmail.com

Hiç yorum yok: