30 Haziran 2010 Çarşamba

Sosyalizm; Toplumsal Yasamin Özunun İdeolojisi ve Sistemidir

İnsan toplumsal bir varlıktır. Sosyalizm de toplumla ilgili bir kavram ve sistem olduğundan hep vardı ve hep var olacaktır. Çünkü “sosyalizmden kuşku duymak insandan kuşku duymaktır.”
Sosyalizm toplumsal yaşamı kendi komünal demokratik değerleri üzerinden yeniden düzenlemeyi öngören bilimsel bir ideolojidir. Sosyalizm toplumsal yaşamın bilimi, toplumla iç içe gelişen yaşamın insani özelliklerinin ifadesi, fikridir. Bir bilim, fikir ya da ideoloji olarak 19. yy da sistemli hale gelmesi onun bu özelliğini değiştirmez. İnsan toplumsal bir varlıktır. Sosyalizm de toplumla ilgili bir kavram ve sistem olduğundan hep vardı ve hep var olacaktır. Çünkü “sosyalizmden kuşku duymak insandan kuşku duymaktır.” Sosyalist toplumun kapsamı, öngördüğü toplumsal yaşamın biçimi bu yaşamın kültürü ve ahlakı genel hatlarda net olmasına rağmen bir ideoloji ve sistem olarak sosyalizmin günceldeki durumu anlaşılırdır. Çünkü sosyalizm ve insan ilişkisi birebir bir ilişkidir. Bugünün insanlarının hem birey hem de toplum olarak yaşadıkları durum sosyalizmin durumudur. Dolayısıyla baştan şunu belirtmek gerekir ki sosyalizmin 20.yy da bir ideoloji ve sistem olarak ağır darbeler alması genel insanlık durumunun darbe almasındandır. Bugün dünyanın toplumsal alanda ciddi sorunlar yaşaması sosyalizmin toplumsal alanda yaşadığı sorunların boyutunu ifade etmektedir. Sosyalizm toplumsal bir sistem olduğundan insanlığın yaşadığı sorunlar aynı zamanda sosyalizmin sistem olarak yaşadığı sorunlar olmaktadır. Bu açıdan insanlığın yaşadığı sorunlar üzerinden sosyalizmin sistem olarak yaşadığı sorunları tartışmak ve anlamak gerekmektedir.
İnsanlık 20 yy’lı kapitalist sistem ve reel sosyalist kamp arasında ki soğuk savaş politikalarıyla geçirdi. Bu yanlış ve haksız mücadele öyle bir boyuta vardı ki toplumlar bile kendi içinde kamplaştı. Kapitalist ülkelerde sosyalist olmak en tehlikeli terörist olarak, reel sosyalist ülkelerde de liberal eğilimler pek haklı olarak sınıf düşmanlığı olarak tanımlandı. Özellikle kapitalizmin ortamı terorize eden politikaları toplumsal yaşamı oldukça gerginleştirdi. İki sistemin karşılıklı anti propaganda kuşatmasında kalan toplum bir yüz yılın tümünü olmazsa da büyük bir dönemini soluksuz geçirdi demek yerindedir.
Kapitalizmin reel sosyalist kampa eleştirilerinden yola çıkarak sistem olarak kapitalizme bakıldığında tam bir toplum düşmanlığı olduğu halde yaşamaya devam etmesini reel sosyalizmin zayıflığı olarak anlamak gerekir. Çünkü reel sosyalizmin sosyalist ideolojiyi ne kadar temsil ettiği tartışılması gereken en önemli sosyalist görevdir. Sosyalist teorinin Marksist ve Leninist aşamalarında yapılan çözümlemelerde kapitalizmin özellikle ekonomi politiği oldukça geniş açımlanmıştır. Dolayısıyla hem kapitalist sistemin hem de sosyalizmin öngördüğü ekonomik politikalara fazla değinmeden bu sistemlerde toplumun ve bireyin aldığı biçimleri değerlendirmek daha yararlıdır. Sosyalizmin ekonomik eşitliği esas aldığı kapitalizmin ise tam eşitsizlik üzerinden geliştiğini herkes şu ya da bu düzeyde bilebilir.
Kapitalizmin pratiğinde ortaya çıkan durum tam bir toplumsal eşitsizlik durumudur. Bireysellikteki duruş olarak da insanları bireycileştirdiğini çok fazla değerlendirmeye gerek yoktur. Kapitalist sistemin kendi içinde eşitsizlik yaratmasına rağmen görece özgürlükçü olduğu söylenebilir. Liberalizm olarak ifade edilen kapitalist biçimin kendi insanını yaratmaya koyulurken feodalizmin ağır toplumsallığını iyi çözümlediği için bireysel duruşlara nefes alma imkânlarını reel sosyalizmden daha iyi değerlendirdiği ortaya çıkmıştır. K. Marksın ekonomik ( üretim ve üretim ilişkileri, emek-değer teorisi) tahlillerine dayanarak sistemleşen reel sosyalizmin eşitlikçi olduğu ama özgürlükçülüğü tam olarak tanımlayamadığı da ortaya çıkmıştır. Bu temel iki olgu, eşitlik ve özgürlük düzeyleri soğuk savaş politikalarının merkezinde ki iki öğe oldular. Kapitalizm reel sosyalizmde tam gerçekleşemeyen özgürlük durumunu fırsat bilip “ demir perde, anti demokratik, diktatörlük” gibi kavramlarla anti sosyalistliğini reel sosyalizm pratiği ile güçlendirirken, reel sosyalist kampta kapitalist sistemde ki eşitlikçi olmayan durumu toplumculuğunun verdiği güçle eleştirerek kapitalizmin barbarlığını ilan etti. Aslında her iki sisteminde birbirine eleştirilerinde doğruluk payı vardı. Ancak burada reel sosyalizmi çöküşe götüren nedenlerin başında gelen özgürlükçülüğünde ki sakatlık kadar, hep eşitlik ülküsüyle yaşayan insanların kapitalizmdeki eşitsizliğe rağmen bu sistemi yıkıma götürememesi düşündürücüdür.
Kapitalizm eşitlikçi olmayarak yanlış bir şey yapmış olmamaktadır. Çünkü devletçi toplumların mayasında eşitlik yoktur. Bahsettiğimiz görece özgürlük durumuysa kapitalizmin Rönesans ile başlayan komünal özellikli toplumsallığın çağdaş arayışlarına vermek zorunda olduğu tavizlerdir. Dolayısıyla kapitalizm eşitsizliği ile kendisi olurken “ özgürlükçülüğü” ile de topluma ve cüzi oranda bireyselliğe taviz vermiş olmaktadır. Ancak reel sosyalizmde sosyalist ideolojiden dolayı zaten olması gereken eşitlik kendi yaşam gerekçesi iken özgürlükçülüğü tam sağlayamaması kendine karşıtlığıdır. Çünkü sosyalizm eşitlik ve özgürlük demektir. Özgürlükçü olmayan eşitlik veya eşitlikçi olmayan bir özgürlük sosyalizm olamaz. İşte kapitalizmi reel sosyalizm karşısında yenilmekten kurtaran durum budur. Eşitlik ve özgürlük arasındaki bu güçlü bağın toplumsal izahını yapan ve ilkesi böyle kurulan sosyalist ideolojinin reel sosyalizm biçiminde pratikleşen boyutundan hareketle belirtmek gerekir ki reel sosyalizm “ sosyalizmin çürüğüdür.” Sosyalizm demek reel sosyalizm demek değildir. Onun için 20. yy.ın soğuk savaşı kapitalizm ile sosyalizm arasında ki bir mücadele değildir. Olması gereken kapitalizm ile “ sosyalizmin çürüğü” arasında ki mücadeledir. Sosyalizm için zihinlerde yerleşmiş “ sosyalizm eşittir reel sosyalist sistem” mantığı doğru değildir. Kapitalizmin kendi içindeki aşamaları gibi reel sosyalizmde sosyalist ideolojinin bir aşamasıdır. Sosyalizm önemli bir insanlık ütopyasıdır. Yanlış ve yetersizliklerine rağmen gerçekleşen reel sosyalizm uğruna milyonlarca insanın fedakârlıkta bulunması insanın insan olarak yaşamasının sosyalizmle mümkün olacağına olan inançtan kaynaklanmıştır. Nihai düzey olarak komünizmi ana hatlarıyla bilen bir insanın bu ütopya peşine düşmemesi çok zordur. Sosyalizmin bu gücüne rağmen kendini yenileyememesi çıkış yapamaması ideolojik olarak sosyalizmin yaşadığı evrelerle değerlendirmek gerekmektedir.
Sosyalist ideoloji ağırlıkta Avrupa kapitalizminin18 ve 19. yy çelişkilerinin eleştirisi üzerine kendini sistemleştirdi. Teorik olarak en çok dayandığı zemin Fransız aydınlanmasıdır. Fransız aydınlanmasında felsefik olarak güç olan kartezyenci yaklaşımların dünya tahlillerinin özellikle sosyal yaşama indirgenmiş düzeyinin çok mekanik olduğu bilinmektedir. Hegel diyalektiğini ayakları üzerinde oturttuğunu söyleyen Marks’ın bilimsel sosyalizme katkıları inkar edilemez. Ancak Marks’ın ekonomi politiğinde ortaya koyduğu başarısının aynısını toplumsal çözümlemesinde gösterdiğini söylemek güçtür. Bu noktada Marks’ın ciddi yetersizlikler içinde olduğunu söylemekten ziyade Marksizm’in ele alınışında ardılları için kişiliğin oluşumu noktalarında ciddi hatalara götürmeye açık kapı bırakmasıdır. Yaşanan bütün sosyalist pratiklerden ortaya çıkan sonuçlardan hareketle sosyalizmin en ciddi hatasının ekonomik düzenlemesine göre kendi insanını yaratmasında ki zaafıdır denebilir. Bu zaaf somutta eşitlik ve özgürlük ilişkisinde kendini açığa vurarak bir dönemin sonunu getirdi. Dolayısıyla 21 yy da bilimsel sosyalizmin zafiyet oluşturan bu yanlarını tahlil etmesi bunun üzerinden insanlığı kurtuluşa götürmesi gerekir. Çağımızın tüm sorunlarını sosyalist bilimsellikle değerlendirmedikçe hiçbir sorunun çözülemeyeceği görüldü ve görülecektir.
Sosyalizmin 21 yy da ki düzeyi onun kendi sorunlarını aşmasıyla gerçekleşecektir. Bu konularda giderek yoğunlaşan arayışların olduğu bilinmektedir. Bu arayışlar içerisinde hangisinin daha köklü olduğu ve hangisinin bilimsel ve demokratik sosyalizme götüreceği, farklı görüş ve öneride bulunan arayış içindeki güçlerin mücadele düzeyleri kadar hangisinin daha bilimsel ve gerçekçi olduğu ile ortaya çıkacaktır. Bu arayış içinde 30 yılı aşkındır Reber Apo öncülüğünde Kürdistan da bir mücadele verilmekte ve bu arayış önemli gelişmeler de sağlamıştır. Koca reel sosyalist kamp ve birçok sosyalist komünist partinin dağılmasına rağmen Reber Apo’nun tam tersine sosyalizmde ki ısrarının vardığı son nokta heyecan vericidir. Bütün zorluklara rağmen birçok sol kesimin vebadan kaçar gibi sosyalizmden kaçtığı bir süreçte Reber Apo’nun Demokratik Ekolojik ve Cinsiyet Özgürlükçü Toplum paradigmasıyla sosyalist ideolojide yaptığı çıkış hiç kuşkusuz sosyalizmin teori ve pratiğinde yeni bir aşamadır. Dolayısıyla Önder olarak Reber Apo’yu parti olarak PKK’yi sosyalist yapılanmaların gelişim seyirleri içinde çağdaş düzey olarak ele almak gerekecektir. Böylesine bir gelişim seyri içinde hak ettiği noktayı yakalamış Önderlik gerçeğinin felsefi ideolojik olarak özgünlüğü, farkı nedir bakmak gerekir.
Daha başından itibaren Reber Apo’nun yaklaşımlarında dikkat çektiği husus sosyalizmin insanlık davası olduğu ve sosyalizmin kendi insanını yaratmadan başarı sağlayamayacağı, daha önce genel kabul gören üretim ilişkileri düzenlenirse insanda da buna paralel sosyal ilişkiler içine girecek yaklaşımı Reber Apo’da uygulandığı biçimiyle kabul görmemiştir. En son ideolojilerin toplumsal kuruluşta ki rollerine ilişkin yaptığı çözümlemeler ile ideolojinin en az ekonomi kadar toplumu kurup kurumlaştırdığını belirterek düşüncenin insanda ki gücünü ortaya koydu. İnsanın zihniyet kazanması ile düşüncenin sistemleşmesi gerçekleştikten sonra maddi yaşamı tarafından birebir şekillenen varlık olmaktan önemli oranda çıkmayı başarmıştır. Bunu bilmek ve uygulamaya çalışmak basite alınacak bir ilke değildir. Çünkü bu insana olan güveni açıklar. 5000 yıllık devletçi toplum geleneğinin baskı ve yoldan çıkarma yöntemlerinden dolayı oldukça zayıf düşmüş insana güvenmek, insanlara hizmet etmek, eşitlik ve özgürlük diyalektiğini doğru kurmak, sosyalist olunsa bile bunun kolay gerçekleşmediği ispatlanmıştır. Bu yaklaşım özellikle sosyalizmi kurma mücadelesinde yöntem belirlemekte önemli olduğu kadar teorik zenginlik doğuran bir yaklaşımdır da. Bu temel fark Reber Apo’da önce sosyalist birey ve toplum kurmak gerekir biçiminde dile getirilmiştir. PKK’de bir model olarak tüm yetersizliklerine rağmen yaşanan da budur. Reber Apo’nun en son Bir Halkı Savunmak adlı eseri dikkatle incelendiğinde bu eserin tam anlamıyla bir toplum çözümlemesi olduğu görülecektir.
21.yy da sosyalizm için çözülmesi gereken temel sorunların başında sosyalist birey nedir ve bu birey öncülüğünde kurulacak toplum nasıl bir toplumdur soruları olacağa benzer. Reber Apo bu gerçeği “21. yy devrimciliği sosyal bilim devrimciliğidir” sözleriyle dile getirdi. Demek ki çağımızın sosyalistliği toplum çözümlemesi yapmak, toplumu ve bileşenlerini doru tanımlamak üzerinden gelişmek durumundadır. Toplum ve birey değerlendirmesi yapılırken sorulan soruların cevabı konusunda temel eleştiri konuları toplum eleştirisinde devletçi toplum geleneği ve soldan bir parçası olarak reel sosyalizmin mantığı sonucu sistemleşen onun aşırı toplumsallığı olurken, özgür birey tanımlaması için geliştirilecek belirlemelerin temel olarak kabul etmeyeceği noktalarda kapitalist sistemle beraber gelişen batı bireyciliği olacaktır. En azından günümüz özgür birey duruşu bireyciliği eleştirmek üzerinden bir mesafe katedebilir.
Özgür birey olmanın birinci koşulu bireyciliğin tersine, kişinin toplumsal geleneği bilmesi, ona saygılı olması, onun içinde varolma mücadelesi vermesiyle çok yakından bağlantılı olmaktadır. Toplumsallık inkar edilerek birey olunmaz. Çünkü toplumsallık reddedilirse, birey insan olmanın tarzını reddetmiş olur. Ancak toplumun gücü de bir insanı rahatlıkla yok edebilir. Bireyden topluma saygılı olmasını istemek kadar toplumun da bireylerine merhametli davranamısını istemek de gereklidir. Rastgele toplumun herhangi bir kuralını reddetmek ya da bir toplumun bireyimi özgürleştiriyorum adı altında onu serbest bırakması da doğru bir toplum birey ilişkisi olmamaktadır. Bireysel duruşlara izin verecek doğru bir toplumsallığa, toplumu güçlendirecek gerçek bir bireysellik için de özgür birey olmaya ihtiyaç vardır. Eğer bir toplumsal biçimleniş, kendi fertlerinin azami insani ihtiyaçlarını dahi karşılayamıyorsa, o toplumsal biçim birey olmaya imkan sunacak özellikleri kendi içinde taşımıyor demektir. Beslenme, barınma, sosyal güvenlik gibi zorunlu ihtiyaçların giderilmesi için, toplum ya da topluluk gerekli giderici mekanizmalara sahip değilse, orada birey olma değil, basit insan olarak yaşamanın imkanları da olmaz. İşte toplum bireye karşı bu biçimide olumsuzluğu farz kılan bir yöntemi de geliştirebilir. Bu durum ya tamamıyla bireyin teslimiyetini ya da bireyin başkaldırısına neden olur. Diğer taraftan fertler birey olma adına, toplumsallığın en temel taşlarını yani temel ahlaki örgüsünü sarsacak anlayışlarıyla kendilerini özgür kıldıklarının sanısına kapılırlarsa, bu da bireysellik değil, bireycilik olur.
Özelmükiyetçi ve bireycileştiren duygu ve düşünceler ile sistemin iktidarcı olan yapılanışı dışında  kalmayı başararak gelişmiş toplumsal değer yargıları, bir insanı ne kadar çok yapılandırmış ise o kişi özgür birey olma yolunda okadar avantaj sahibidir. Bu ilke üzerinden bireyin hangi aşamalardan geçtiği az çok çözümlemeye tabi tutmak imkanlar dahilindedir. Binlerce yıllık insanlık tarihine ışık tutacak somut verilerden hareketle, bugünkü toplum ve birey tanımlamamızın gerçekçi olması, geçmişi ele alış tarzımızla yakından bağlantılı olacağı için önemli olan özgür birey derken neyin kast edildiğidir
Özgür birey, tek bir insan olarak top-lum dışında var olamayacağını bi-len bireydir. Çünkü toplum dışında yaşamak kişilik kazanmak teorik olarak da mümkün değildir. Özgür birey top-lumsal yaşamın tek bir kişide ki gerçekleşmesidir. Özgür bireyin toplumsallıkla bağından söz ederken bu toplumu herhangi bir toplum olarak değil demokratik komünal toplum olduğunu bilmek gerekir. Yani bu toplum inanç ve ahlak ilkeleri üzerinden kurulmuş toplum biçimi demektir. Özelikle devletçi toplumun kendini meşrulaştırmak için köleci ve feodal dönemlerdeki aşırı toplumsallığı ile kapitalizmin ahlaksızlaştırdığı toplum gerçeği özgür bireyin kabul edeceği ve saygı duyacağı toplum biçimleri olamaz. Dolayısıyla özgür birey -günümüzde bu zorunluluktur- devletçi topluma karşı irade kazanma mücadelesi vermekle gerçekleşir. Bu mücadeleden kaynaklı özgür birey sorumluluk duyan insan demektir.  Bireyciliğin tarihten kopmuş köksüzlük ifade eden yine bencil ve haklılık terazisindeki ölçüsü “ benim faydam ne kadardır” mantığını aşan düzey gerçekleşmeden özgür birey olunmaz. Toplumun bir parçası olarak var olduğunu bilen ama toplumun geriliklerine boyun eğmemeyi de içeren özgür birey, zihniyet düzeyi en gelişkin insan olma anlamına gelmektedir. Dil, din ve ırk ayrımı gözetmeden tüm kültürlere saygılı, tüm dünyayı yurdu kabul eden aynı zamanda kendi toplumu ve yurduna da derinden bağlı olmayı köklerine sahiplik olarak bilmekte özgür birey tanımlamasına girer. Kadın ve erkek olarak cins bilincinden evele insan olmayı ve kadının günümüzdeki toplumsal düzeyini kabul etmemekte bu çerçeve içine alına bilinir.
Bu tanımlamalarla bakıldığında özgür birey olmak için daha çok yol alınması gerektiği ortaya çıkacaktır. Toplumsallık içinde ona kimi noktalarda karşı olacak tek bir insan duruşuyla tanımlanacak “ bireysellik oldukça çelişkili bir kavramdır.” Birey toplum ilişki ve çelişkisinde bireyin toplumu ret eden, ona saygı göstermeyen duruşunun neye yol açacağı son yüz yılda defalarca ispatlanmıştır. Hem toplum içinde hem de onun dışına çıkmanın kolay bir durum olmadığının en iyi örnekleri atom bombasını insanların başında patlatma kararı alan insanlarda ortaya çıkmıştır. Deme ki birey yaklaşımında önemli olan birey ve bireyciliği karıştırmamaktır. Bu sorumluluk ile sorumsuzluğu, tarihselliği ile köksüzlüğü karıştırmamak demektir. Birey daha doğrusu özgür birey toplumsallaşan insandır. Bireycilik ise tek bir insanın sadece kendi çıkarları için hemen her şeye saldırmasıdır.
Bireyci kişinin yaşam anlayışını belirleyen içinde yaşadığı toplum gerçeğidir. Bunun için bir model olarak çok az sayıda zorda olsa özgür birey olmak mümkün ise de genel bir bireysellik için uygun toplumsal koşullar gerekmektedir. Bozulmuş, yozlaşmış, güç ve iradeden düşmüş bir toplumdaki fertlerin bireysel olmaları çok zordur. Hata mümkün değildir de dene bilir. Bu biçimdeki toplumlarda bireysellik önünde çok engel vardır. Eğer bir toplumda toplumun kendisi ağır toplumsallıkla yaşıyorsa yani inanç ve ahlaki kurarlar dogmatik ve katıysa bu toplumlarda çıkan bireyler küçük bir adım atma imkânını özgür birey olmakla eş tutabilir. Konuşurken hitap değiştirmek hata fiziksel biçim değişikliği dahi tatmin olmaya neden olabilir. Tersi toplumlarda yani toplumsal ahlakın yozlaştırıldığı, bireyciliğin hâkim olduğu toplumlarda da basit insani görevler yerine getirilirken sanki bireyin toplumla olan bağından kaynaklı görevlerini yerine getiriyormuş gibi algılaması ve tatmin olmasını yaşanabilir. Batı insanında görülen çevrecilik anlayışı, duyarlılık düzeyi, yoksul toplumların sorunlarıyla ilgilenme biçimi buna örnek olarak verilebilir.
Bu noktalardan hareketle ulaşacağımız sonuç doğru bir toplum tanımlaması ve kuruluş gerçeği olmadan genelleşmiş bireyselliğin gerçekleşmeyeceğidir. Kavram olarak toplumun ne olduğu ve neden toplumsallık biçiminde insanların maddi bir varlığa dönüştüğü az çok bilinmektedir. Toplum konusunda daha önemli olan toplumsal yaşamı var eden değerlerin içinde temel olanlarının hangileri olduğu ve toplumsal yaşamın kuruluşunun temeline hangi değer yargılarını almamız gerektiğidir. İnsanlık tarihi değerlendirildiğinde insanın biyolojik evriminin tamamlanmasından sonra toplumsal olarak yaşadığı evrelerde yarattığı değerler bugünün düşünce gücüyle rahatlıkla analiz edilebilir. Böylelikle hangi değerin ya da hangi toplum biçiminin daha çok insani olduğu ve insana hizmet ettiği de rahatlıkla ayrıştırılabilir.
İnsanın bir tür olarak insanlaşmadan önce, primatlar biçiminde hayvanlar âleminin bir kolu olarak yaşadığı bilinmektedir. Başta biyolojik evrim buna paralel olarak gelişen toplumsal evrim ile insanlaşmanın başarıldığı, bu başarının kendisini doğal toplum biçiminde ifadeye kavuşturduğu tespitlidir. Bu gelişme, maddi olguların değişim ve dönüşüm yasalarının bilimsel izahı olarak ele alındığında, tür olarak insanın var olmasının ilk hali, insanın varoluşunun tezi olmaktadır. Gelişme için maddi olgularda tespit edilen özellik, olgunun içinde olan ikililik halidir. Bilimsel yorumlamada bu tez antitez olarak ifadeye kavuşturulmuştur. Doğal toplum döneminde komünal tarzda var olmuş insanlık durumu, bir tez olarak ele alındığında, devletçi toplum bunun antitezi olmaktadır. Devletçi toplumun toplumsallığın kendisinden bir sapma olduğu onun anti tez karakterinden ileri gelmektedir. Anti-tez karakteri gereği tezi durumundaki olgu ile çatışır. Ona karşıt anlam ve değerler yaratır. Özellikle temel belirleyenlerde bir farklılık yaratma anti-tezin karakteri gereğidir. Bilimsel olarak tez anti-tez çatışmasında karşıtların birbirini tümden yok etme hali gerçekleşmeyen bir durum ise de sentez ağırlıkta anti-tezin karakterini taşımakla kendini ifadeye kavuşturur. Toplumun komünal biçiminde eşitlik, özgürlük, adalet, ortakçılık ve toplumculuk gibi özellikler toplumun kendisi olmaktadır. Devletçi toplumda bu özellikler farklı bir içeriğe kavuşturularak yeni anlamlar yaratılır ve topluma yeni bir şekil verilir. Buna benzer ilişki ve çelişkilerle yaşanan yenilenme şekli, bu aşamayla toplumsal tarihe yerleşerek hep devam ede gelmiştir.
Bir maddi varlık olarak insanın en önemli ayırt edici özelliği, değişim dönüşümüne kendisinin cevap olmasıdır. İnsan kendi iradesi oranında, değişimin nerede, ne zaman, nasıl olması gerektiğini, belirleme güç ve yeteneğine sahiptir. Kısaca mücadele dediğimiz bu özellik, en önemli insan özelliği olmaktadır. Bu temel kuraldan hareketle, insanın yarattığı gelişmelerin sonuçları bir zorunluluk veya mutlaklık olarak değil, o sonuçları ortaya çıkaran insanların duygu ve düşüncelerine göre ele almak gerekmektedir. Değişimin zorunluluğu yanında bu değişimin ihtiyaçlara azami cevap olması da gerekmektedir. Toplumsal sistemlerde meşruluk ihtiyaçlara verilen cevapların oranı kadardır. İnsan aynı zamanda eğitilip yetiştirilen bir varlık olduğu için, ihtiyaçları da her zaman olması gereken ihtiyaçları yanında, yaratılmış, suni ihtiyaçları da yaratabilmektedir. Durum böyle olunca, en zor olan şey, neyin insan için gerektiği ya da gerekmediği noktasında yapılması gereken ayrım noktaları olmaktadır. Bu karmaşıklığın giderilmesi için insanın bulduğu çare, yöntem olmaktadır. İnsan olgusunu, toplumsallığın komünal biçimini esas alarak yöntem belirlemek üzerinden ele almak, bu karmaşayı en aza indirgeyecektir.Önderlik paradigmasına göre esas alacağımız bu yöntem, toplum tanımlamasını doğru yapma yöntemidir. Toplum doğru tanımlanır ve esas bileşenleri yerli yerine oturtulursa, yaşamı belirleyen ayrıntılar da, bu tanımlamaya göre değişmek durumunda kalacaklardır. Toplum tanımlamamızın özü, doğal toplumun komünal tarzdaki var olma biçimidir. Bugünkü ‘büyük toplum’un karmaşıklığı, bu toplumun zihinlerde yarattığı tahribatlardan kaynaklanmaktadır. İnsanın karmaşık bir varlık olduğu doğrudur. Tek başına bile karmaşık olan insanın, bir arada yaşamaya başlamasıyla oluşan toplumun daha karmaşık bir hal alması kaçınılmaz olur. Ancak insanın karmaşıklığı yanında sade ve saf olan yanı da vardır. Burada önemli olan toplumun kendi ilkelerini insanın bu sade ve saf yanı üzerinden mi, yoksa karmaşık yanı üzerinden mi kuracağı meselesidir. Her insanı çok ayrı bir şey olarak ele almanın sonuçları, toplumsal buhrandır. Oysa toplum özünde tüm insanlarda varolan zayıf yanların–beslenme, koruma, çoğalma- giderilmesinden doğan güçlenme durumudur. Sade ve saf insanlığın ortaklaşmasının yaratacağı bir çeşitlilik ile toplumu ele almak daha doğrudur. Burada çeşitlilik, farklılık, zenginlik gibi ayrım noktalarını ifade etmektedir.
Uğraş alanları doğrudan insan olan bilimlerin, toplumsal zenginlikleri sadeleştirmek için toplumun ana özelliklerini ele almaları henüz başarılmamıştır. Bugün sosyal bilimlere hâkim olan anlayış, sorunların kaynağına inecek ve onu hâkim paradigmanın dışında ele alacak düzeyde değildir. Daha da kötüsü birçok sosyal bilim dalı uyguladıkları yöntem-lerle sorunları daha da ağırlaştırmaktadır. Toplumu toplum olarak doğru tanımlaya-mamaktadırlar. Toplum doğru tanım-lanamadığından, onun değişik temel alanları da doğru tanıma kavuşturlamamakta-dır. Dolayısıyla bugün açısından hem insanların zihniyetine yerleşmiş dogmalardan ötürü bir tanımsızlık vardır, hem de yapıla gelmiş tanımlamaların yanlışlıklarından ötürü yaratılmış bir karmaşa durumu söz konusudur. Buradan şu basit sonuca ulaşmaktayız. Bugün insanlığın en büyük mücadelesi hem cehaletine karşı, hem de bilgisini edinme yöntemine karşı verilmelidir. Bugün bilimcilerinin başta gelen görevi olmalıdır. Önemli olan akademilerde kurulmuş sosyal bilim ekollerine insan uyarlamak olmamalıdır. Sosyal bilimi insan gerçeğine uyarlamak esas alınmalıdır. Sosyal bilim ‘sosyal olanın içinde’ olmadıkça kendi uğraş alanına yabancı olmaktan kurtulamazcahil insan kadar bilgili insanın da tehlikeli yanları vardır. Bugünkü cehalet toplum biliminin yöntem-lerinden doğmuş, bilgi yığının sonuçlarından oluşmuş ‘bilgililik’ cehaletidir. En çok bilenin en cahil olması bugün itibariyle mümkün olabilmek-tedir. Çünkü insanın kendisi bilin-memektedir. İnsanın kendini bilme-mesi, tüm tahribatlarının temelinde yatan en önemli nedendir. Bu sorunu aşmak günümüz sosyal. Dolayı-sıyla bu sosyal bilim toplumu doğru tanım-lama yöntemini de geliştiremez.
Toplum özünde ahlak ve inanç birli-ğidir. İnanç olgusunu sadece bir varlığa inanıp inanmama olarak değil, insanların kendi aralarında ki güven, bağlılık, sevgi ve sadakat biçiminde toplumda ifadeye kavuşmuş duygu ve düşünceleri kapsayan olgu olarak anlamak gerekir. Toplumsal ahlak ise; toplum yaşamını var eden olgulara her hangi bir yaptırım gücü duymadan gönüllü bağlanma ve yerine getirmedir. Dolayısıyla ahlakı sadece gündelik yaşama indirgenmiş düzeyi ile ele almamak gerekir. Bu ilkeler üzerinden kurulmuş toplum varoluşunun özü gereği komünalliği şart koşar. Dolayısıyla toplumsal yaşamın içinde ki her ilişkiyi toplumsal bir ilişki olarak değerlendiremeyiz. Örneğin özel mülkiyet, iktidar, hiyerarşi, baskı ve şiddet toplumun kabul etmeyeceği ilişkilerdir. Bu ilişkileri temel alan toplum devletçi toplum olmaktadır. Dolayısıyla toplum derken bir insanın içinde kişilik ve kimlik kazandığı eşit, özgür ve demokratik ilkeler üzerinden kurulmuş bunu özü kabul eden toplumsal gerçeklikten bahsetmiş olmaktayız. Devletçi toplum olarak biçim almış ve gerçek toplumsallıktan sapmayı ifade eden az bir kesimin çıkarlarını güvenceye alan bu toplum biçimini insanın içinde maddi bir güce dönüştüğü komünal toplumla karıştırmamak gerekir. İnsan pratiği ile kendisini toplumsal yaşam içinde yaratıp anlamlandırdığı için tüm yaratımlarının karakteri ile toplumsal biçimi arasında direk bir ilişki vardır. Devletçi toplumda kabullenmesi mümkün olmayan insanlık dışı yaptırım ve uygulamalar bu toplumun temel özelliklerinden kaynaklanmaktadır. Toplum insanın varlık koşuludur. Toplumsallaşıldığında insanca olan yaşamın hep bir gelişmeyi yaşaması gerekirken, toplumsal yaşam içinde gerçekleşen bazı yanlarıyla hayvanları da aşan uygulamaların kimi insanlarca gerçekleştirilmesi ne doğal ne insani ne de mecburiyetten olmaktadır. Bu uygulamaların içinde gerçekleştiği toplumsal kuruluş böyle öngördüğü için bu durumlar ortaya çıkmaktadır. İnsanın içinde olgunlaştığı bir olgunun insana karşıt hale gelmesi akıllı olan insan geçeğine göre bir eylem olamaz.
Toplumsal yaşam sosyalistçedir. Sosyalizmin toplum bilim olması toplumsal yaşamın özünden kaynaklanmaktadır. Sosyalizmin özgür birey ve toplumsal yaşamla ilişkisi doğru kurulmadıkça hiçbir toplumsal sorunun köklü çözülemeyeceği gerçeği de buradan ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla sosyalizmi bir ihtiyaç olarak emekçi sınıfların çıkarını egemenlere karşı koruyan ve iktidar değişikliği ön gören bir ideoloji ve sisteme indirgenemez. Sosyalizm demokratik komünal değerlere dayalı toplumsal yaşamı devletçi toplumun sapmalarına karşı geliştirme ideolojisi ve mücadelesinin bugünkü ismi olmaktadır. Buradan hareketle sosyalizm demek demokrasi demek, sosyalizm demek komünallik demektir. Demokratik komünal toplumun bilimsel ifadesi olarak demokratik sosyalizm, özgür birey ve devlet olmayan demokratik toplumun kuruluşunu ön gören bugünkü bilimsel ideolojinin adıdır.

Hiç yorum yok: