28 Haziran 2010 Pazartesi

Savaşın Medyası ve Medyanın Savaşı

Bundan 30 yıl önce, Fırat’ın ötesindeki coğrafyada, güneşin o kavim toprakları kızıla boyadığı vakitler de, Kürt gençleri “özgürlükleri ve kimlikleri” için dağlara doğru yola çıkıyordu. Niye çıktıklarını, bu çıkışın sebepleri üzerinde yıllardır yazılıyor, araştırılıyor, tartışılıyor ve devletin günahlarının fazlalığı en alt rütbedekinden tutun da, en üst kademedeki memura kadar dönem dönem basına verilen röportajlarla itiraf edildi. Bunlardan en çarpıcıları arasında Fikret Bila’ya
konuşan eski genelkurmay başkanlarının samimi açıklamalarıydı.
Her resmi otorite, kendisine başkaldıranı “terörist” olarak ilan ediyor ve bu durumla karşı karşıya kalan her “güç”, dünyanın neresinde olursa olsun aynı tepkiyi veriyor ne yazık ki. Tabii bu olaya nasıl baktığınız ve nerden baktığınıza bağlı olarak da değişebiliyor.
30 yıldır süren kirli savaşta dağdaki gerillaya “terörist” diyen bir zihniyet, bununla yetinmemiş olacak ki, toplumun psikolojisini ve vicdanını da tahrip eden bir psikolojik hareket yürüttü. Devlet, aldığı her yenilgi, yediği her darbe de bu psikolojik savaşı basın üzerinden daha da tırmandırarak gayri insani  boyutlara vardırdı. “Habur Açılımı”nın bu kadar tepki toplamasının esas sebeplerinden biri de buydu.
Çünkü cumhuriyetin kuruluşundan beri devletin insanların beynine nakış gibi işlediği inkâr politikaları hâlâ hafızalarda varlığını korurken, bugün toplumun karşısına geçip, “Kürt sorununu çözeceğiz” dediğinizde, o toplumun da bunu kabullenmesi zaman alır. Eğer siz yıllarca inkâr ettiğiniz hastalığınıza artık karşı koyamayacağınızı anladığınızda, o hastalığın tüm vücudunuzu sarıp sizi teslim almasını istemiyorsanız teşhisi saptayıp tedaviye başlamanız gerekir. Ama toplumun, yıllarca inkâr ettiğiniz rahatsızlığınızı yeni öğrenmeleriyle şaşkınlık ve şok içerisine girmeleri doğaldır.
Dağlıca baskınının ardından Türk Basını, dünya basınının baskın haberini verme biçimini haber  yaptı. Onlarca farklı ülkeden önemli basın kuruluşlarının, PKK ile ilgili haberleri verirken kullandığı kelimeler farklılık gösterse de `terörist` sıfatına pek rastlanmıyor. Hatta militanlar TV programlarına bile misafir olabiliyor. Yalnızca bazı medya organları zaman zaman PKK`nin ABD ve AB`nin ortak terör listesinde bulunduğunu hatırlatmakla yetiniyor. Genelde “PKK gerillaları, Kürt özgürlük savaşçıları, yasaklanmış Kürt İşçi Partisi, Kürdistan İşçi Partisi, ayrılıkçı askerî organizasyon, direnişçi Kürtler, Ankara`ya karşı çıkan direnişçi hareket, ayrılıkçı Kürt grup ve Kürt savaşçılar” gibi kelimeleri tercih ediyorlar.
Ama Türk Basını’nı yalnızca “terörist” kelimesini kullandığı için yargılamak adaletsizlik olur. Psikolojik hareketin de bir “ahlaki” seviyesi var mı bilmiyorum ama Türk Basını, dağdaki gerillayı Türkler’in hafızasına en ağır ithamlarla mahkûm ederek yerleştiriyor. Gazetelerin köşe yazarları, her gün en galiz küfürlerini sıralayarak yazılarına başlar ve ne yazık ki, ne toplum ne de medya fikir yoksunu bu insanların salyalarını akıtarak yazdıkları yazıları eleştiri süzgecine dahi tabii tutmaz.
Washington Post gazetesinin, 21 Şubat 2008 tarihinde Türk jetlerinin sınıra bomba yağdırdığı operasyonun ardından muhabirinin PKK kamplarında yaptığı bir dizi röportajı verirken yayınladığı bir fotoğraf Türk Basınını çılgına çevirdi desek haksız sayılmayız. Bir PKK gerillası, kucağındaki ayı yavrusunu biberonla beslemektedir. Fotoğrafın alt yazısı ise şöyledir: “Yavru ayının annesi Türk jetlerinin yağdırdığı bombalarla hayatını kaybetti.”  Türk Basını elbette, hemen taarruza geçip okuyucularından Washington Post’a tepkilerini iletmeleri için kampanyalar düzenleyerek, çağrılar yaptı.
Türk basınına göre “Eli kanlı teröristler nasıl ‘romantik devrimciler’ olarak gösterilirdi.”
Aslında sadece yavru ayı değil, gerillalar doğayla iç içe yaşadıklarından dolayı daha önce de Avrupa’daki gazetelerde bu tür enstantanelere rastlamak fazlasıyla mümkündü. Örneğin bir gerilla bir mola anında, bir ağacın altında elinde bir fincan çay, gözleri kapalı bir şekilde dinlenirken omzunda beliren küçük sincapla bütünleşmiş bir şekilde objektife yakalanmıştı.
Türk basını savaşın en yoğun yaşandığı dönemlerde de, haberlere bakışındaki ırkçı, ayrımcı tavrını sürdürdü. Örneğin PKK sempatizanlarının gerçekleştirdiği belediye otobüsüne Molotof kokteyli atma eyleminin ki -hiçbir Kürdün asla tasvip etmeyeceğini düşündüğüm bir eylem türüdür- sırasında bir genç kızın hayatını kaybetmesini Türk basını günlerce manşetlerden indirmedi. Yine son eylemlerde yaşamını yitiren asker kızı için aynı tavrını devam ettirdi. Oysa 1988’den bugün 372 Kürt çocuğu devlet güçlerince öldürüldü ve bunların çoğu basın tarafından görmezden gelindi. İşte Türkler’in Kürtlerle ortak vicdana sahip olmamalarının altında yatan en önemli sebebi budur. Geçen günlerde televizyonda çatışmada ölen asker kardeşinin cenazesinde konuşan abisi şöyle isyan ediyordu; “Sanki savaşta mıyız ki, benim kardeşim öldü?”
Aslında bu cümle, ne kadar vahim bir durumda olduğumuzu gösteriyor. Düşünün ki Türkler, hâlâ devletin ve basının gizli uzlaşması haline gelen tek taraflı “Terör” kavramından ötürü, kirli bir savaşın içerisinde olduklarından bile bihaberler. Çünkü “Terör” kavramı, devletin üzerine atılan bir koruyucu pelerin gibi. “Terör” kavramı, devleti, kabul edilmemiş savaşta hiçte hak etmediği halde, “masum, mazlum, haklı, öfkeli” bir pozisyonda gösteriyor. Basın karşı tarafı ise, “acımasız, zalim, insanlıktan çıkmış, eğitimsiz, zorba” gibi kavramlarla şekillendirerek vatandaşa “hap” şeklinde yediriyor.
Koskoca profesör unvanı taşıyan adamlar, televizyon kanallarındaki analizlerinde hala PKK’ye katılımın işsizlik ve eğitimsizlikten kaynaklandığını tekrarlayıp duruyor. “Terör Uzmanı, Stratejist, Akademisyen” unvanlarıyla çelişen analizler yapmaları; ya bilgisizliklerinden ya da savaşın getirdiği danışmanlık ücretlerinin tatlılığından olsa gerek. Ayrıca şu basit denklemi bilmeyecek ne var. Kürt gençleri öğrendikleri her bilgiyle daha da öfkeli hale geliyorlar. Yalnızca Kürt tarihini okumak bile onları öfkeli kılmaya yetiyor çünkü. Cumhuriyet’in kuruluşundan beri devam eden ve 29. İsyanı yaşayan bir topluma hak ve özgürlüklerinin hâlâ verilmemesi kimi öfkelendirmez ki? Basın ve yayın kuruluşlarında bir şekilde yer alan bu insanların, yalnızca kanı yüceltmek ve savaşın ömrünü uzatmaktan başka bir dertleri yok gibi görünüyor.
Türk basını hükümetin “açılım”ı başlattığını açıkladığı zamanlarda da aynı alışkanlığını sürdürüyor, kışkırtıcı, saldırgan, provokatif dilini kullanmaya devam ediyordu. Nasıl ki, Türkler’in  asker “şehitleri” üzerinden bir hassasiyeti varsa, aynı şekilde Kürtler’in de gerilla “şehitleri”ne karşı duyduğu sahiplenme duygusu terazide eşit ağırlıkta. Dağda, cezaevinde kaybettiği yakını hakkında Türk basını, “terörist” kelimesini kullandığında Kürtler’in öfkesi daha da katmerleşiyor.
Geçen haftalarda üniversiteli bir Kürt gencin çıkan olayların ardından polis tarafından öldürülmesini hatırlıyorsunuzdur sanırım. O gencin vurulduğu akşam televizyon kanalları olayı yine devletin gözlüğüyle izleyiciye aktardı. “Kışkırtma”, “Provokasyon”, “Hepsi birbirinin aynısı”, “Bir hiç uğruna öldüler”, “Çocuklarınıza sahip çıkın” söylemi ve bakış açısıyla batıdaki linç kültürünü beslemeye devam ettiler. Öldürülen gencin “yakın mesafeden vurulduğu”, “tabancayla öldürüldüğü”, “otopsinin yapıldı” haberde belirtilmesine rağmen tek bir kanal gencin kimin tarafından öldürüldüğünü belirtme gereği duymadı. Oysa öldürülen kişinin kimliğindeki doğum yeri bir Türk şehri olsaydı veya hayatını kaybeden bir devlet memuru olsaydı farklı bir ülkenin haberlerini izliyormuş hissine kapılabilirdiniz. Öyle ya bu basın değil mi, şehit haberlerini hüzünlü, melodram yüklü müzikler eşliğinde ve öldürülen gencin yakınlarının gözyaşı, ağıt ve isyan yakarışlarıyla harmanlayıp servis eden. Peki yıllardır her akşam, televizyon karşısına geçen milyonlara, duygu tacirliğine soyunan medyanın pompaladığı bu düşmanlığı hafızalardan nasıl silmeyi düşünüyorsunuz?
Eee!.. Tabii, kim bilebilirdi ki, bir gün bu yayınlara ses çıkarmayıp destek veren devletin pes edip, “Kürt Sorunu”nu çözmek için kafa yoracağını.
Bilgisizce, cahilce konuşan insanlar konuşturuluyor televizyonlarda, hem de böylesine savaşın en sıcak yaşandığı zamanlarda. “60 bin insanımızı kaybettik, nasıl affederiz, sonuna kadar savaş” diye naralar atan insanlara sormak gerekmez mi: Kaybedilen 60 bin insan kimdir? Biz verelim istatistikleri sizin yerinize. Savaşın bilançosunu daha doğrusu: 40 bin militan, 6.500 asker, 17 bin faili meçhul… Şimdi yeniden sormak gerekir, kayıplara bakarak savaşın devamını isteyen hangi taraf olmalı, peki neden en çok kayıp veren taraf hala barışta ısrar ediyor?
Açılım’ın ilk dönemlerinde Taraf’ta çıkan Lale Kemal’in “Mahmur Kampı” ile ilgili analizi gerçekten ilginçti. Kemal AKP’nin son kamp toplantısında milletvekillerinin Başbakana  önerdiği “Kürtler” demeyin “Türk vatandaşı Kürtler” deyin önerisine Erdoğan’dan önce sahip çıkarak yazısında Kürtler’den “Türk vatandaşı Kürtler” diye bahsetmişti. Kemal, Mahmur Kampı analizinde Murat Karayılan’ın Türkiye gazetesine verdiği röportajı hatırlatarak Karayılan’ın “Mahmurlular demokratik ortam oluşmadan Türkiye’ye dönmezler” açıklamasını farklı bir şekilde yorumluyor. Lale Kemal, Mahmurlular’ın kendi başlarına karar alamadıklarını, baskı altında kaldıklarını, dünyadan ve yaşanan gelişmelerden habersiz olduklarını iddia ediyordu. “Mahmurlular, kampın sorumluları arasında yer alan örgüt elemanlarından bilgi alıyorlar. Dolayısıyla sağlıklı bir bilgi edinemiyorlar. Yani örgüt elemanı ne bilgi verirse, onunla yetiniyorlar. Hatta idamın kalktığından bile haberleri yok” diyor yazısında.
Yani Kemal, Mahmurlulara sesleniyordu o yazısında; “Bakın, idam kalktı artık, Türkiye’ye gelebilirsiniz.” Bu söylem bana Nilüfer Akbal’ın TRT 6’nin ilk kurulduğu dönemde Avrupa’da yaşayan Kürt sanatçılara “Orada aç aç dolaşacağınıza gelin TRT 6’da çalışın” lafını hatırlattı.
29. Kürt isyanının neden bu kadar uzun ve Kürtler’in nasıl böylesine politize olduğunu, nasıl bu kadar kimliklerine ve davalarına sahip çıktığını hâlâ anlamayanlar veya anlamazlıktan gelenler bence faşistliklerini gizleyen hastalıklı tiplerdir. Çünkü bu onurlu direnişi kafalarında ki, “cahil, barbar” Kürt tipine yakıştırmamaktadırlar. Lale Kemal’e sormak gerek, demokratikleşme adımı olarak ne yapıldı ki, Mahmurlular dönsün. Bir de niye dönsünler, dönmeleri için ikna edici makul bir sebep gösterin lütfen. Kürtler orada anadillerinde eğitim görüyorlar ve üniversiteyi de Güney Kürdistan’da okuyorlar. Şimdi söyleyin AKP hükümeti, Kürtler’e bu imkanları tanıdı da “nankör” Kürtler ellerinin tersiyle itti mi? Ve en
önemlisi can güvenlikleri nedeniyle duydukları kaygıları giderebilmiş mi?
Koruculuk sistemi hala orta yerde durmuyor mu? Canlarını kurtarmak için her şeylerini memleketlerinde bırakıp gelmiş mültecileri yeniden cellâtlarının ellerine teslim ederken, bunu hangi gerekçelerle savunacaksınız?
Neden AKP iktidarının cesaret ve irade yoksunluğundan bahsetmiyorsunuz da, kendinizin bile inanmadığı baskı ve enformasyon eksikliğini sebep olarak gösteriyorsunuz. O insanlar, elinde taş izi bulundu diye en ağır cezalara çarptırılan çocukların, karakoldan atılan havan toplarıyla can veren Ceylanlar’ın, gösterilerde gençlerin öldürüldüğü bir ülkeye niye gelsinler. AKP yeniden iktidar olsun diye, insanların hayatlarını çıkarıp size teslim etmesini mi istiyorsunuz?
Bugüne kadar 29 Kürt isyanı olmuş ise 30. İsyanın ayak sesleri Anadolu’dan ağır ağır hissedilmekte. Asker cenazeleri geldiğinde, asker yakınlarından yükselen seste, klişe sloganlar değil, sorgulayan, hesap soran ve izah isteyen cümleler saklı. Herkes gibi medya da kendisini değiştirmek, dönüştürme zorundadır. Asker cenazeleri ve neredeyse bir bülten süresini kaplayan ve buram buram ajitasyon kokan operasyon haberleriyle Türk basınının, gönüllü olarak üstlendiği TSK’nin haber bülteni konumundan artık kurtulması gerekir. Türk Basını, hâlâ bilinçli olarak Kürt halkını “aşağılama, hedef gösterme ve küçük düşürüp, alay etme” tarzındaki yayın politikalarında ısrar etmektedir.  Kürtler bugün en küçük bireyine kadar örgütlü, bilinçli, politik olarak kendisini geliştirmiş bir halktır. O yüzden kendilerine küfür eden, saygısızca davranan, ahlaktan yoksun olan ama ahlak dersi vermeye çalışan, kültürel erozyonla yok olma tehlikesiyle yüz yüze olan ama kültür dayatmasında bulunan Türk basınının bu aşırı milliyetçi duruşunun farkında ve
kendisini zehirlemelerine izin vermemekte, inatla direnmektedir.
Konuşulanlara baktığınız zaman öylesine şaşırıyorsunuz ki, sanki gerilla dağda mahsur kalmış, inemiyor.. AKP iktidarı da gidip binlerce insanı “düz ovaya” getirecek. AKP’nin DTP’nin kapatılmasının ardından şaşkın ördekler gibi bir o yana bir bu yana koşmasının sebebi de, bu işi fazla hafife alma hatasında bulunmasıydı. Her ne kadar gazı Nabucco veriyor olsa da, AKP’de bu gazdan etkilenmiş olmalı ki, siyaset arenasına baş pehlivanlar gibi çıkıp “Ermeni sorununu da çözerim, Kürt sorununu da, İran’ı, Kıbrıs’ı, Yunanistan’ı…” derken, o esnada İsrail’e de kafa tuttu, PKK’ye de. Bu gaz AKP iktidarına iyi mi gelir, sonu mu olur, bunu yakın zamanda öğreneceğiz. Zira ateşle oynamak tehlikelidir. Obama “Kürtler’i kazanmalısın” diyor ama Kasımpaşalı yine kendi bildiğini okuyor ve PKK’yi muhatap almadan uluslar arası bir boyut kazanmış Kürt sorununu kolaylıkla çözme yanılgısına düşüyor.

Hiç yorum yok: