30 Haziran 2010 Çarşamba

Ortadoğu Kaosunun Temeli: Kutsal Devlet

Karl Marx’a göre sınıflara bölünmüş bir toplumda devlet, ekonomik bakımdan egemen olan sınıfın siyasal gücünü ifade eden tarihsel bir zorunluluktur. Özgurluk Hareketi ise devleti analitik zekânın sapkın ürünü olarak tanımlar.


M.Ö.5. yüzyılda ortaya çıkan Sofizm akımına göre devlet, insan yapısıdır ve insanların güven içinde yaşayabilmeleri, çok iş başarabilmeleri için aralarında anlaşarak kurdukları bir kurumdur. Platon’a göre ise toplumun oluşum nedeni, insanlar arasındaki işbirliği yapma zorunluluğudur. İşbölümü ve uzlaşma toplumu giderek büyütür. Bu işbölümü ise beraberinde sınıfları getirecektir. Toplumda iki tür sınıf olacaktır. Bunlar üreticiler, toplumu koruyanlar ve yönetenlerdir. Ortaçağda ise sosyal, siyasal, ekonomik ve yasal düzeni belirleyen sistem feodalitedir. Feodal düzende sosyal yapıyı belirleyen en önemli etken topraktır. Toprağı elinde bulunduranlar siyasi iktidarın da sahibidirler. Hobbes’a göre devletin varlık nedeni barış ve güvenliğin sağlanması, adaletin eşit dağılımı, muhtaç durumda olanlara yardım etmek ve toplumun mutluluğu için gerekli yasaları yapmaktır. J.J. Rousseau toplumsal sözleşme sonucunda sözleşmeye katılan kişilerin varlığı dışında sözleşme ile manevi ve kolektif bir gücün oluştuğunu, bu kolektif kişiliğin ise devlet olduğunu ileri sürer. Tarihin Sonu adlı kitabındaki tezleriyle ünlenen Fukuyama, devlet kuramı adlı kitabıyla da şu görüşleri öne sürer. “Hiçbir uluslar arası federal örgütlenme ya da uluslar arası herhangi bir örgüt dünya üzerindeki yoksulluk, terör, uyuşturucu gibi sorunlarla ulus devletler kadar etkili bir biçimde mücadele edemez.” Yaklaşık bir kuşak boyunca devletin politikasının, devletin küçültülmesi olduğuna işaret eden Fukuyama “11 Eylül’den sonraki dönemde, dünya politikasının temel sorunu devleti geri çekmek değil, tam tersine onu güçlendirmektir. Gerek tek toplumlar gerekse tüm dünya insanlığı için devletin yok edilmesi bir ütopyanın değil bir felaketin başlangıcıdır.”demektedir. Karl Marx’a göre sınıflara bölünmüş bir toplumda devlet, ekonomik bakımdan egemen olan sınıfın siyasal gücünü ifade eden tarihsel bir zorunluluktur. Önderliğimiz ise devleti analitik zekânın sapkın ürünü olarak tanımlar.     
Devlet tanımında görülen bu farklılaşmalara rağmen devletin doğru bir tanımlaması Özgurluk Hareketi tarafından tanımlanana kadar yapılamamıştır. Marx bile devleti tarihsel bir zorunluluk olarak tanımlarken Bakunin ancak kötü bir zorunluluk diyebilmiştir. Ortadoğu’da bir kilit halini alan devlet sorununun anahtarı, din olgusunun derinlerdeki köklerinde aranmalıdır.
İnsanların kendi varoluşlarını, yaşadıkları çağlardan, toplumlardan ve kültürel gerçeklikten bağımsız, neden hep kendi dışlarındaki bir olguya bağladıkları sorusunun yanıtını bulmak aynı zamanda devletin neden ortaya çıktığını anlamak demektir. Din, devletin tarihi açıdan varolmasını sağlayan önkoşul niteliğindedir. Freud “devlet tanrıyı yerinden etmeye davet edilmektedir” değerlendirmesini yaparken diğer ünlü bir özdeyiş ise “tanrının bulunduğu yere şimdi devlet yerleşir durumdadır” demektedir. Ancak bu değerlendirmeler eksik ve yanılgılıdır. Devlet, dinin yerini almaktansa dini kendi iktidar edimlerine temel dayanak yaparak kendini mutlaklaştırır ve erişilmez, dokunulmaz, kutsal devlet anlayışı ortaya çıkar. Güçlü bir kurum olarak din, sahip olduğu normlar, değerler ve inançlar sayesinde insan ve toplum eylemlerini önemli ölçüde etkiler. İnsan davranışlarının ve etkilerinin dışında görülmemesi gereken siyasi ve idari sistemler önemli işlevlere sahip olan din kurumundan farklı derecelerle olmakla birlikte yararlanmaktadır. Din ile devlet arasındaki etkileşimin sınırları, yararlanmayla sınırlı değildir. Devlet, iktidar, egemenlik ve bunlara bağlı olarak siyaset söz konusu olduğunda bunların meşrulaştırılmasını sağlamak için din öne çıkarılır. Dinin bu çerçevede öne çıkması, toplumsal yaşamda inancın, tutum ve davranışlardaki etkisinden kaynaklanır. Tüm devlet yapılanmalarında dinin etkisi görülür. Ortadoğu’da devletin adı ister laik ister üniter isterse liberal etiketli olsun bu adlandırmalar zevahiri kurtarmaktan öteye gidemez. Ortadoğu devlet yapılanmasının kendini laiklikle ya da milliyetçilikle adlandırması kandırmacadan öteye gidemeyeceği gibi sorunların daha da ağırlaşmasına neden olacaktır. Ortadoğu’daki kaosun temelinde kutsallaştırılan, dokunulmaz kılınan devlet olgusu vardır. Devletçi ve tahakkümcü zihniyetin gücü dünyanın hiçbir yerinde Ortadoğu’daki kadar toplumun tüm hücrelerini çevrelememiştir. Ataerkil kültür üzerinden yükselen devlet, doğal toplum özelliklerini bastırarak kendi eril iktidarını geliştirir. Devletin doğuşundaki nizam Sümerler tarafından, insanlar ikna edilerek ve inandırılarak büyük bir ideolojik güçle insanların yüreğine ve beynine işlenir. Bu öylesine bir ideolojik güçtür ki bugün bile insanlar devletin başlangıçsız ve sonsuz olduğuna ve devletsiz yaşayamayacaklarına inanırlar. Devlete kulluk yapma devletin en iyi hizmetçisi olma amaçlı her türlü çaba içerisine girilir. Tanrı krallık ve kulluk anlayışı günümüze kadar gelir ve devletin temel ilkesi olur. O dönemlerde tek tanrılı dinlerle nasıl kral tanrının bir gölgesi haline getirildiyse bugün de devlet, tanrının gölgesidir. Bu oldukça kurnazca bir tasarıdır. İyiliklerin de kötülüklerin de sorumlusu tanrıdır. Devlet yalnızca kullarla tanrı arasında bir aracıdır. Bu yüzden sorumlulukları üstlenmesi gereken tanrıdır devlet değil, suçlanması gereken de kulların kendisidir. İnsanlar hiçbir zaman tanrıyı suçlamayı akıllarına getirmezler. Devleti suçlamak da tanrıyı suçlamak olacağından suçlu her zaman kullardır.
Devletin doğuşu bir Ortadoğu icadıdır. Doğal topluma kaynaklık eden Ortadoğu toplumu tahakkümcü egemenlikli zihniyetin de beşiği olmuştur. Ancak devletin varoluşu Ortadoğu olmasına karşın süreç içinde Batı uygarlığı kendini ayrıştırmıştır. 1789 Fransız devriminden önce Batıda devlet, yönetici egemenlik yetkisini halktan değil doğrudan tanrıdan alır. Böyle olunca da kendini kutsal görür, gösterir. Kilise ve din adamları da hükümdarın sürekli destekçisi olmuş, olağanüstü yetkilerle donatıldıkları için yaşamın her alanına el atmışlardır. Kendileri gibi düşünmeyenleri engizisyon mahkemelerinde yargılayıp aforoz etmiş, öldürmekten diri diri yakmaktan çekinmemişlerdir. Örneğin 1517’de Fransa’da gerçekleşen Sen Bertelami katliamında 30 bin Protestan, kadın-çocuk ayrımı yapılmaksızın katledilir. Batı uygarlıklarında vicdan ve düşünce özgürlüğüne karşı yapılan bu baskılar isyanları doğurur. Rönesansla devletin üzerindeki ideolojik örtü kaldırılarak kralın çıplaklığıyla görülmesi sağlanırken reformasyonla devletin mutlaklığı, dokunulmazlığı parçalanır. Eşitlik, özgürlük, adalet sloganları tüm Batıda dalga dalga yayılır. Özgür düşüncenin önü açılarak geleneksel kalıplar parçalanır. Ortadoğu’da ise bu gelişmelere taban tabana zıt durumlar yaşanır. Aydınlanma adına atılan her adım karanlıkla boğulur. Köşeye sıkışan bir hayvanın yaşama içgüdüsünün kendinde yarattığı refleksleri devlet kendi varlığını koruma amaçlı insanlık üzerinde her türlü despotik yöntemi kullanarak gösterir. Kralın çıplaklığı ortadayken, kralın elbiselerini görmeyenlerin münafık olduğu söylenir. Krala tesettür giydirilir ve herkes kralın elbiselerinin çok güzel olduğuna inanır ve etrafındakileri de inandırmaya çalışır. Mutlak egemenlik iddiasında olan bu görüşün bütünlüğü içindeki devlet odaklı paradigmada, yönetilen yığın halindeki insanların siyasal olaylar karşısında kendilerini maddi ve manevi dünyanın kuruluşu içinde, yaradılıştan itibaren edilgen, güçsüz, çaresiz görmelerine neden olur. Bu da din aracılığıyla yapılır. Yoksa mutlak egemenlik iddiası mutlak bir iktidara dönüşmez. Devlet, karakteri gereği yalana, talana ve zorbalığa dayanır. Osmanlıda Fetret Devrinde on bir yıl boyunca kardeşler arasında süren taht kavgası, Yavuz’un 11 kardeşini iktidar için öldürmesi, yine Ortadoğu’nun imparatorlukçu devlet geleneğinin ardındaki ilk ve bir anlamda klasik örneğini oluşturan Pers Hakhameniş devletindeki on binlerden oluşan ordu bu geleneğin ürünüdür. Ayrıca devletin başında bulunan hükümdarın huzuru ve rahatı için 360 cariye hazır tutulur. Bu cariyeler bir yıl boyunca çeşitli yağlar, kokular ve sütlerle yıkanıp hazırlanırlar ve hükümdarın hayatının bir gecesinin rahatlığı için beklemeye koyulurlar. Kadının devletin en üst tabakasında nasıl kullanıldığının belirgin bir örneğidir bu.
Mısır’da Firavunların mezarları incelendiğinde firavunla birlikte binlere varan insan iskeletlerine rastlanmaktadır. Bunların çoğunluğu da kadınlara aittir. Bu dünyada tanrı-krala hizmet ettiği yetmeyen kadınlar diğer dünyada da ona hizmet etmek için diri diri toprağa gömülürler. Bu kural bugün geçerliliğini yitirmiş de olsa bütün devletlerde kendine tabii olan halkı tüm yaşam varlığı olarak devleti görmesi devlete bir şey olursa kendi canına oluyormuş gibi hissetmesi bu zihniyetin ürünüdür. Osmanlı imparatorluğu döneminde padişahlar halka yüzlerini göstermezler ve kutsallıkları yıkılmasın diye halkı perde arkasından yönetirler. Bu devlet geleneğinin etkileri günümüz Ortadoğu devlet anlayışında kendini göstermektedir. Bir devlet vardır bir de perde arkasından yöneten, devletin tüm kirli işlerini yürüten gerçekte her şeyin sorumlusu derin devlet vardır. Uyuşturucu kaçakçılığı yapan, faili belli olmayan devlet cinayetlerini işleyen, ülkücü mafyayla çalışan, kontra faaliyetler yürüten iktidarın gerçek sahibi derin devlettir. Devletin görünen yüzü kukla konumundadır, kuklanın ipleri başkalarının elindedir. Devletin çıkarları için her türlü yolu ve yöntemi kullanmak mubahtır.  
Devletçi-iktidarcı mantığın hâkim olduğu yerlerde bireyden sözetmek mümkün değildir. Ortadoğu’da kutsal devlet anlayışından kaynaklı, birey, devlet için vardır. Ve birey hakları (bireyin kendisi de) her zaman için devlete feda edilebilir. Birey, devlet karşısında silikleşir ve cüceleşir. Bu Ortadoğu’da ikincil cins konumunda olan kadınlar için çok daha fazla böyledir. Batı uygarlıklarında etkili olan paradigmayla, bireyin yaşadığı çelişkiler uzlaştırılarak sınıfsız, cinsiyetsiz, ulussuz bir insan gerçekliği açığa çıkarılmak istenir. Ancak dini ideolojinin ve her şeye kadir olan devlet anlayışının egemen olduğu bir toplumda en fazla ezilenler ve denetim altında olanlar, kadınlar, çocuklar ve sisteme muhalif olanlardır. Ortadoğu’da toplum üzerindeki baskı kimi zaman devlet çıkarları, kimi zaman da toplumsal ahlakı koruma adına meşru görülür. Toplumsal ahlakı koruma ve devlet çıkarları adına en kolay vazgeçilebilecek olanlar ise kadınlardır. Devlet özellikle de ahlaksızlık, cinsel sapkınlık ve yozluktan oluşan bir imge kurgulayarak kendi baskıcı ahlak kurallarını ve cinsiyet ayrımcılığını meşrulaştırmaya çalışır.
Kadınlara atfedilen roller devletle modern bir biçimde devam eder. Artık kadınlar için doğru olan davranış kalıplarını belirleyen din ya da gelenek değil, bunları kendi potasında eriten devlettir. Sistemler değiştikçe devletin kadına yaklaşımında da biçimsel değişikler görülmekte, ancak bu, cinsler arası uçurumu gidermekten ziyade derinleştirmektedir. Bir yandan ataerkilliğin etkileri diğer yandan modernite arasında kalınıp sorun tam bir çıkmaz halini almaktadır. Hiyerarşi ve devlet gelişirken kendilerini daha uzun süre yaşatabilmeleri ve kalıcı kılabilmeleri için toplumun tüm kurumlarını kendi zihniyetini besleyecek ve sömürüyü gizleyecek biçimde yönlendirirler. Kadın, devlete bağlılığın ve resmi ideolojinin bir bileşeni haline getirilir. Tanrı-devlet-baba üçlüsünün mutlak egemenliği kadına iyi bir anne ve iyi bir eş olmanın sınırlarını çizer. Eril iktidarla en iyi uyum içinde olan kadın kabul edilecek olan kadındır. Bu kadında fedakâr bir anne iyi bir eştir. “Yuvayı dişi kuş yapar, her başarılı erkeğin arkasında bir kadın vardır.”sözleri kadının gönlünü hoş etmek için uydurulan safsatalardır. Bu sözlerle kadına yuva yapma ve erkeğin arkasında olma hak görülür. Ve kadının da bunlarla gururlanması sağlanır. Bu, kadının tüm enerjisini mutlu bir yuva, iyi bir koca imajı yaratmaya harcayıp boşa gitmesidir. Devletin tekelinde olan medya kuruluşları, uysal anne rollerinin yoğun işlendiği dizilerle topluma yeni dönemde kadının rolünün ne olması gerektiğini görsel iletişim araçları yoluyla empoze eder, hatta özendirirler. Toplum içerisinde kadına biçilen roller ve statüler devlet tarafından belirlenmektedir. Toplumsal cinsiyetçiliğin de etkisiyle kadına belirlenen meslekler ve iş alanları vardır. Öğretmenlik, hemşirelik, sekreterlik v.b. meslekler kadına ait meslekler olarak görülürken toplumda geçerliliği ve etki gücü daha fazla olan siyaset, askerlik, politika gibi alanlar ise erkeğin iş alanlarıdır. Devlet denetimli ders kitaplarında, toplumsal cinsiyetin derin izleri görülür. Baba işe giderken anne çamaşır yıkar, ütü yapar, yemekle uğraşır. Erkek kardeş elektronik eşyalarla oynayıp babasına yardım ederken kız çocuk annesine yardım eder ya da geleceğin annesinin provalarını yaparak bebeklerle oynar. Kadınlar, eril iktidarla uyumu bozmadıkları sürece siyaset ve politikayla da ilgilenebilmekte hatta kendilerini kabul ettirmenin verdiği kaygıyla, devletten daha fazla devletçi olmaktadırlar. Kadınların, devlet içinde yer alabilmelerinin yolu erkekler gibi düşünmelerinden erkeklerden daha fazla erkek gibi yönetmelerinden geçer. 
Ortadoğu da kadının cinselliği bir zamanlar tapınılması gereken bir gerçeklik iken şimdi ise toplumun ahlakını koruma amaçlı saç telinin bile dışarıda kalmasının tahrik unsuru sayıldığı bir konuma düşürülmüştür. İran’da kadının örtünmesi yasalara bağlanırken bu kurallara uymayan kadınlara ağır cezalar verilmekte, kadınlar işkenceden geçirilmektir. Ancak kadının bunu aşma girişimleri görülmektedir. İranlı bir kadın sokağa saçlarını örtmeden çıkarak bu gerici anlayışa isyan ederek devrim niteliğine sahip bir çıkışa öncülük etmiştir. Ortadoğu gerçekliğinde kadının direnişçi özü, devletin ailenin, dinin, tahakkümcü zihniyetine ve bu zihniyetin pratik uygulamalarına rağmen yitirilmemiştir. Bir zamanların tanrıça anası olan kadın düştüğü bu konumu içine sindiremediğinden sürekli krizli bir durumu yaşamakta en fazla kadın intiharları, kadınların kendilerini yakmaları Ortadoğu devletlerinde görülmektedir. Kadın bu kirlenmeyi ancak yanmayla temizleyebileceğini düşünür.
Bugün Ortadoğu’da ve tüm dünyada kadınların giriştikleri özgürleşme edimleri, erkekleri ve devletleri oldukça korkutur. Hiyerarşik devletçi toplum, eril iktidarın bir ürünüdür. Ve belki de kadının özüne en uzak olgulardan biridir devlet. Bu yüzden devlet odaklı iktidar güçleri, kadını her zaman muhalif olarak görür ve mutlaka denetim altına alır. Özgurluk Hareketi “Toplumun başına gelen insansal felaketlerin temelinde savaş ve iktidar, devlet, cehalet, zorbalık yatmaktadır. Devlet, iktidar ve savaş analitik zekânın sapkın ürünleri olduğu halde aşılmaları da ancak analitik ve duygusal zekânın el ele vermesiyle mümkün olacaktır” belirlemesiyle kaostan çıkış yolunu gösterir. Batının bilimsel düşünüş yapısıyla Doğunun duygu yüklü felsefesinin birleşimi devlet ve iktidar olgularının aşılmasını sağlayacaktır.

Hiç yorum yok: