22 Haziran 2010 Salı

Kadında Özetlenen Doğa

Kadın ve doğa ikilemi son yılların en çok ilgi odağı hali alan bir konu olmaktadır. Üzerine en çok yoğunlaşmayı, araştırmayı ve düşünmeyi gerektiren konu olması itibarı

Kadın ve doğa ikilemi son yılların en çok ilgi odağı hali alan bir konu olmaktadır. Üzerine en çok yoğunlaşmayı, araştırmayı ve düşünmeyi gerektiren konu olması itibarı ile önem kazanan bir konum arz etmektedir. Günlük yaşam içinde, ilişkilerde ve toplumsal yapılarda bu konum çok rahatlıkla görülebilecek bir durumdur.
Şimdi bir düşünelim; bakalım hiçbir çiçeğin adının Ali, Veli, Haydar, ya da Hüseyin olduğu duyulmuş mu? Hiçbir erkek ismi reyhan, bınevş, şilan, menekşe, çiğdem, lale, sorgul, nergis vb. olmaz. Bunun nedeni nedir diye bir soru sorulursa eğer, cevap çok karmaşık, bilinemeyecek bir soru değildir.
Günümüz erkeği çiçek yetiştirmeye, ot toplamaya, doğayla baş başa kalmaya meyilli değildir. Neden? Çünkü kadının doğayla ilişkisine ana çocuk ilişkisi kutsallığında bakamıyor da ondan. Erkek, kadın gibi doğayla yaşamsal, canlı bir ilişki içerisinde değildir de ondan. Erkek, kadın kadar doğayı hissedemiyor, onunla doğrudan bağ kuramıyor da ondan. Kendinin onsuz olamayacağı gibi önemli bir gerçeklikten uzaktır da ondan. Hep yalana, kandırmaya dayalı erkek toplumu ve karakteri hiçbir zaman bu ilişki yumağı içerisine kendisini yerleştiremedi. Bin yıllardır yaratılmak istenen ve egemen erkek zihniyetiyle örülen inkâra, sömürüye, talana dayandırılmak istenen bir zihniyet söz konusudur. Ve bu ince ve kurnazca örülen örgü yaşamın ince ayrıntılarına bakabilmeyle ve görüp anlamlandırmayla bağlantılı sorunlar olmaktadır.
Toplum, yaşamının yüzde 98’lik gibi büyük bir bölümünü ana kadın etrafında şekillenen ahlaklı ve politik yapılanmaya sahip olarak yaşamıştır. Toplumsal doğacılık yanı ağır basan, ekolojik bir denge içerisinde yaşam örülmüştür. İnsanlığın bu kadar uzun süre anacıl doğal toplum sistemiyle varlığını devam ettirmesi, sürekli gelişim kaydederek ve kendisini yenileyerek varlık bulması, doğayla güçlü bağını korumasına bağlanabilir. Çünkü kadın ana toplumu öyle bir toplum ve sistemdir ki herkesin kendi biricikliğinde katılımı esastır. Toplumda herkesin gücü oranında katılımının esas alan, herkesin kendini ifade hakkının olduğu, eşitlikçi, adaletli, ahlaklı bir sistem oturtulmuştur. Bunu da kadının oturtmuş olduğu sistem, yaşam etrafında örmüş olduğu bağ ve doğayla uyumunda yaratmış olduğu denge açıklayabilir ancak. İnsanlığın ilk oluşum anından itibaren toplumsallaşmayı geliştirmesini, doğayla iç içe, dost bir yaşam geliştirme şansını ana etrafında gelişen toplumsallılığa borçlu olduğunu belirtmek bu anlamda yerinde olur. Kadının sosyal ilişki yoğunluğu anlamında özellikle çevreyle, doğayla, yine canlılıkla bağı da bu çerçevede önem kazanmakta diyebiliriz. Doğa, insan ve diğer canlılarla arasında öyle bir bağ vardır ki ana-çocuk ilişkisini aratmayan, doğayı ve diğer canlıları bağrında yaşatan, kendisi de doğa ve canlıların bağrında yaşamını sürdüren bir yoğunluktadır.
Ana kadın etrafında gelişen toplumsallılığın kolektif düşünce ve üretim biçimi de yaşamın kutsallık kazanmasında büyük önem taşıyor. Ahlak kolektif düşünce, yaşam biçimini ifade ederken, politika kolektif iş yürütme rolü oynar. Politika toplumun ortak çıkarını gözettiği için vazgeçilmez önemdedir. Ve bu ahlak olmadan çok fazla bir şey ifade etmez. Ahlak ve politika toplumun vazgeçilmez iki ana kural gücü olarak varlık ve değer kazanır. Toplum çok uzun süre bu toplumsal değerlerle yaşamını sürdürebiliyor.  Huzurlu, kendine yeten, kutsallıklarla dolu uzun bir süre.  Toplumsal yaşamın anlam yüklü duygusal zekâsıyla, toplumsal üretimin çokluğu ve kolektif değerlere taşırılmasıyla geçen çok uzun bir süre. Ne zaman ki ahlaki ve politik değerlerden uzaklaşıldı, toplumsallık yok olmayla karşı karşıya geldi. Yaşamın şiirsel büyüsü bu temel değerlerden uzaklaşmayla zayıfladı ve baş aşağı doğru gitmeye başladı. Tam da bu noktada toplum, hakikatten kopuş da diyebileceğimiz anlamından bir kopuşu yaşadı. Hakikatten uzaklaştıkça, anlamdan kopuş da geldi kapıya dayandı.
Yalancı (rahip-şaman), kurnaz (avcı erkek) ve güçlü (askeri komutan) erkek, ana kadın etrafında gelişen toplumsal düzeni ve yaşam sistemini yok edip kendi yalancı, baskıcı, talana ve gaspa dayalı sistemini oturtmak için öncelikle kadın değerlerini ele geçirip doğayla bağını kopardı. Doğanın ana kadını, kutsal yaşam yaratıcısı tanrıça kadın, artık toplumsal yaşamda etkinliğini bir anlamda yitiren, doğayla arasında korkunç mesafe açılan, kendine, doğasına yabancılaşmaya doğru giden bir zamana doğru savruluyor artık. Başta en kutsal görülen ve toplumun yaşamsal gerekçesi olan ekonomi alanından uzaklaştırılması (ki bu üretim ve ekonomi doğadan sağlanıyor), bir bakıma ilk kendinden, toplumdan ve doğadan uzaklaşması anlamı taşıyor diyebiliriz. Kutsal kadın, ana, artık yaşamın her alanında zayıf düşmeyle, eski tanrıça kutsallığını yitirmeyle yüz yüze kalmış bir gerçekliği ifade emektedir. Artık kutsal ana ve aşk tanrıçasından geriye gözü yaşlı ana, yaşamda bir değer görmeyen kadın, yeri geldiğinde dövülen, yeri geldiğinde taşlanan, yine çoğunlukla da satılan, mal konumunda olan fahişe, çocuk doğurmak, yemek yapmak gibi yaptığı işler ucuz ve değer görmeyen ücretsiz işçi, erkeğin ölümüne hizmetinde köle konumuna alıştırılmıştır. Şairin de dediği gibi ‘sofradaki yeri öküzümüzden sonra gelen’ bir statüye mahküm bırakılmıştır. Bununla da yetinilmemiş tapınak fahişesinden, genel ve özel ev kadınlığına, özelikle erkek için cinsel zevk aracına ve yine çocuk doğurma makinesine ve en son da kapitalizm ile birlikte vücudunun her bir parçası ayrı ayrı satılan meta konumuna, statüsüne indirgenmiştir. Bu konuma razı edilmiş kadın, içerisinde olduğu konumun farkında değildir. Yalan o kadar inandırıcı söylenmiş ki, tümden olmasa da kadın bu içinde bulunduğu pozisyon dışında kendisine rol biçemez duruma gelmiştir artık. Yani razı  edilmiştir.
Bütün bu yaşananlara rağmen halen bazı soruları sormak aklımıza geliyor kadın olarak.  Toplumsal hafızamızda halen canlı kalmışlığın, ana’cıl toplumun çok zayıf da olsa kalıntılarını taşıdığımızın bir ifadesidir sorulan sorular.
Kadın doğadan ve dolayısıyla yaşamdan tamamen koptu mu peki? Bu yaşam bağı tümden koptuysa eğer, hala özgürlük çığlıkları nasıl atılıyor? Toplumsal dinamikler  toplumlarda hala nasıl nefes alabiliyor? Yaşam hala kendisini, yaşadıklarına rağmen nasıl yaşanılır kılıyor? . Bu soruları sorarken aslında an’da her şeyin bitmediğini, bütün yapılanlara rağmen halen devam eden yaşamın bir yerinde doğayla bağını, canlılığını yitirmeyen tarihsel bir hakikatin varlığını görebiliriz. Toplumsal tarihin tüm evrelerinde bir biçimde kadının direnişinden kopmadığını söyleyebiliriz. Tarihten günümüze kadar süre gelen kadın direnişlerinde de bu gerçeğı görebiliriz. Mitolojik dönemde tanrı ve tanrıçaların kıyasıya mücadelelerinden tutalım kilise tarafından cadı adı altında avlanıp yakılan binlerce bilge kadına, emeğinin karşılığını almak için ölümüne mücadele veren ve bu uğurda yakılarak can veren binlerce işçi kadına, yine son dönemlerin feminist hareketlerinden tutalım ulusal kurtuluş mücadeleleri içerisinde yer alan sayısız kahramanlık örneği sergileyen, özgürlük mücadelesi veren kadınlar bu gerçeği çok çarpıcı gösteriyorlar gerçekten. Uygarlık tarihi boyunca erkek egemen zihniyetin anlamak istemediği ve korktuğu bu gerçeklik, doğanın akışıyla ahenkli bir ilişki içerisinde olan kadın gerçeğidir. Çünkü yıkım, talan, savaş üzerine temellenmiş erkek aklın kapsamı dışındadır. Duygusal zekâ yüklü kadın toplumu, bu yıkım ve talan toplumuna ters bir yapılanmaya sahiptir. Yaşamın doğal akışının şenlik havasında, bayram ve kutsallıklarla dolu geçmesi, duygusal zekâ ağırlıklı, doğayla canlı bağını koruyan kadın sisteminin yaşamsal olmasıyla bağlantılıdır.
Şimdi bizim bunun için çok uzağa gitmemize gerek yok. Biz Kürt toplumu olarak bugün kendi toplumumuza bir bakalım. Analarımızı düşünelim. Anamızın yaşadığı coğrafyayla ilişkisini, toplumuyla bağını, aşiret ve ailesine olan yaklaşımlarını, özgürlüğe susamışlığını ve her gün tank, top, zehirli gaz demeden sokaklara dökülmesini, özüne ve özgürlüğüne ulaşma mücadelesiyle ilişkisini de hatırlayalım. Doğayla hala canlı ilişki halinde olan ve özellikle köy toplumunda yaşayan ana kadın, tarlasına, bağına, bostanına, her türlü evde beslenebilir hayvanına, insanına, çocuğuna, yaşlısına, gencine olan yaklaşımına bir bakalım. Yine üretim araçlarıyla ve üretimle olan ilişkisine bakalım. Tarım aletlerinin hala kutsallıkla korunması, doğanın hala kendisinin bir parçası ve canlı olarak görülmesi, toplumda, aşirette ve ailede herkesin kendi gücü oranında katılabildiği kadar ve farklılığıyla kendini ifadeye kavuşturması, bu aranan ve özlem duyulan kadın doğa ilişkisinin bir sonucu ve hala yaşadığının bir kanıtı değilse nedir o zaman? Yine kadının toplumumuzda çok yaygınca özgürlük arayışından kopmayışı, sürekli ama farklı dönemlerde hep çok güçlü arayışlar içinde olup ayakta kalma mücadelesi de ana tanrıça döneminden kalıntılar değil midir?
Leyla Kasım’dan Bese’ye, Zarife’den Beritan’a, Zilan’dan Sema’ya, Viyan’dan Nuda’ya sürüp gelen ve her an her yerde kendisini sürdürecek olan özgürlük arayışı, kadının, doğaya daha doğrusu kendisine ulaşma, kendini bulma, bilme arayışı ve kendi hakikatine ulaşma özleminden başka neyle izah bulabilir?

Ferzê Zilan                               

Hiç yorum yok: