30 Haziran 2010 Çarşamba

Erkek Aklın İflası

Varolan bilgi yapılanmaları insanlığın yaşamının yüzde 98’lik bölümünü yaşanmamış sayarak araştırmalarını geliştirirler. İnsanların özgürce ve sürekli kaoslarla yaşadığı bu kadar uzun süreli bir zamanı yaşanmamış saymak insanlığın varoluş nedenlerinin çiğnenmesi ve öz dinamiklerinin inkârıdır.

Şerda Mazlum

Doğadaki bütün canlıların karmaşık ve çeşitlilik arz eden fiziksel becerileri yanında kendileri ve evren hakkında bildikleri vardır. Ancak bu bildiklerinin kaynağının ne olduğu, evrenin sınırsızlığı karşısında insan aklının sınırlılığıyla ele alındığından tüm canlılar için ortak bir sonuç henüz açığa çıkmamıştır. Kimileri bunu tanrı olarak tanımlarken, kimileri madde, kimileri de enerji olarak tanımlamaktadır. Birçok fizikçi canlıların içsel bilgilerinin bilinçli zihinde oluştuğuna inanırlar. Ancak bu oluşum salt o canlıların kendi zihinleriyle, bulundukları zaman ve mekânla sınırlı olarak ele alınamaz. Evrendeki tüm oluşumları vareden atomaltı dünyadaki hareketliliktir. Kuantum dünyasındaki bu hareketlilik, ondaki varoluş biçimi ve çeşitlilik tüm oluşumların özünü belirleyen ve hareketliliğini sağlayan faktörlerdir. Makro evrenin insan zihninde yansımasını bulduğu ve insanın mikro evren olarak makro evrenin bir özeti olduğu büyük bir olasılık olarak kabul görmektedir. İnsan da evrenin bir parçasıdır ve bu evren içinde oluşmuştur. O halde sezgisellik, akıl ve özgürlük eğilimi evrende olduğu gibi insanda da vardır. Ancak evrenin aklıyla insan aklı arasında yaşanan çelişkiler birçok toplumsal problemin ortaya çıkmasına neden olmuştur. İnsan aklı -erkek akıl- kendini üstün görerek, evrenin aklını hiçe saymış ve uygarlık tarihiyle bağlantılı olarak dönüşüm geçirmiş sorunlara çözüm olmaktan ve yaşamı güzelleştirmekten ziyade sorun yumağı durumuna gelmiştir. Şüphesiz insan aklının gelişimi, zihin kapasitesinin yüksekliği, esnekliği ve kendini yenileme gücü önemli bir gelişme aşamasıdır. Ancak unutulmamalıdır ki insan zihninin bu esnekliği, sınır tanımayan hareket potansiyeli ve kendini yenileme gücü toplumsallıktan kopulduğunda ya da baskının ve duyguların istismarının yoğun olarak yaşandığı anlarda sapmaya da açıktır. İnsan artan bilinç gücünün farklılığını toplumsallaşmayı güçlendirmenin yaşamı zenginleştirmenin gerekçesi olarak değil kendini diğer canlılardan üstün görerek onları nesneleştirmenin aracı olarak kullanmış, insan merkezli yaşam ve bakış açılarını etkin kılmıştır. Bu zihniyet yapılanması toplumsal sistem inşasının özne-nesne, canlı-cansız, akıl-duygu, metafizik-diyalektik vb. ikilemler üzerinden gelişmesine neden olmuştur. Sayısını daha da çoğaltabileceğimiz bu ikilemler sürdürülemez duruma gelen ve tehlike çanlarını çalan kapitalist modernitenin de ontolojik nedenleridir. Bu bağlamda varolan bilgi yapılanmaları bu ikilemlere dokunmamışlar hatta derinleştirmişler, örtüp, peçelemişlerdir. Oysaki bu ikilemleri çözmek demek varolan tahakkümcü sistemi kökünden dinamitlemek demektir.
Elbette ki bu herkesin varolan erkek egemenlikli sistemi hiç direnmeden kabul ettiği ya da alternatif bir toplum oluşturma ütopyasıyla mücadele etmediği anlamına gelmez. Birçok devrimci ve düşünür kendi zamanının sınırlarının dışına çıkmaya çalışmış ama içinde yaşadığı dönemin insanı olmaktan kurtulamamıştır. Kendi dönemlerinin entellektüel dünyasının öncülerinin, fikirlerinin ve bakış açılarının büyük bir bölümünü paylaşmışlardır. Hatta iyi niyetlice karşıt olduklarını düşündükleri an’da bile sistemin çarkını daha hızlı döndürerek karşıtlarına benzeşmekten ve sisteme eklemlenmekten kurtulamamışlar ya da dogmatizmle kendi içlerine kapanarak dogmatik görüşler ve mezhepsel hareketler olarak kalmanın ötesine geçememişlerdir.  Dünya sistemini temelden sarsmayı hedefleyen sistem karşıtı hareketler erkek egemenlikli uygarlığın bilgi yapılanmalarını doğru tahlil edemediklerinden ve sistemin kullandığı yöntemleri kullanmalarından kaynaklı başarıya ulaşamamışlardır. Bu da karşısında mücadele ettikleri sistemi aynı zamanda güçlendirmelerine ve adeta sistemin değirmenine su taşımalarına neden olmuştur. Özellikle devlet iktidarını ele geçirerek yerine proleterya iktidarının kurulması-işçi sınıfının özneleştirilmesi- ilerleme ve gelişmeye yüklenen anlamlar, Marksizmin sistem tahlilini ve toplumsal problem tanımını eksik tespit etmesinden kaynaklanmaktadır.  Bilimsel sosyalizm adıyla kullanılan yöntemler, argümanlar ve yaşam kalıpları içinde bulundukları çağın sınırlarını aşmalarını engellemiştir. Bu da sistem çözümlemelerini geliştirirken toplumsal ve tarihsel gerçeklikleri statik ve formel bir biçimde ele almalarına neden olmuştur. 
Oysa toplumsal yapılar ve tarihsel gerçeklikler tümüyle dinamik sistemlerden oluşurlar ve varoluşlarının temelinde düz çizgisel bir ilerleme, tek doğrultululuk, zorunluluk, önceden belirlenmişlik yoktur.  Tarihsel ve toplumsal değişiklikler çoğu kez ilerleme ve gerileme doğrultusunda gerçekleşir ama tek bir doğrultuda hareket etmez veya farklı bölgelerle uyum içinde değildir. Başka nedenlerin yanısıra bu nedenle de tarihsel ve toplumsal değişim hep aynı yönde ilerleme şeklinde değil değişen hızlarla bazen hızlı, bazen yavaş, bazen ters yönde gerileme ve yozlaşma şeklinde ortaya çıkar. Gerçekten fiziksel dönüşümlerde de ve biyolojik evrimde de görüldüğü gibi kritik anlarda tarihsel gelişim aniden hızlanır ve değişik kanallara akar. Bu nedenle her iniş bir kriz, her yükseliş de yeni ve gelişkin bir düzene geçiş olarak adlandırılamaz.  Özellikle de kurulu toplumsal oluşumların aşıldığı ve yeni oluşumların belirsizlik içinde olduğu dönemlerde sorunlar ve kriz noktaları vardır. Gerçeklik de çelişkili ve kaotik bir doğaya sahiptir. Kaos dönemleri hareketliliğin, ilişkinin ve çelişkinin en yoğun olduğu dönemlerdir. Bu dönemlerde birçok olasılık ve tercih vardır. Olasılıkları gerçekleşen haline getirmek yürütülen mücadeleye, harcanan emeğe ve pratik politikaya bağlıdır. Kaos dönemleri uçurumun kenarında olmak gibidir. Kaos aralığında ya kanatlanıp uçulacak ya da uçurumun kenarından düşülecektir. Gerçek anlamda özgürlüğe aşk düzeyinde bağlı olan hareketler ve örgütlenmeler kaos süreçlerini en büyük yaratıcılık süreçleri olarak ele alır. Yaratıcılık kaos ortamlarında doğar. Kaos aralığı enerjinin en yoğun olduğu ve özgürlük eğiliminin en çok gelişme imkanı yakaladığı zamandır.
Böylesi bir kaos aralığı olan hiyerarşik topluma geçişte dengenin doğanın, kadın ve insan aleyhine bozulmasına neden olan neydi? Kâr, faiz ve rant olmaksızın mutlu bir biçimde yaşayan, para nedir bilmeyen, baskıyı gerekli görmeyen, ordular, hapishaneler, devletler olmadan da ortak yaşayabilen insanlar nasıl oldu da kendileriyle, birbirleriyle ve doğayla olan bu bağı kırdılar? Bu değişim tarihsel bir zorunluluk mudur ve egemenlik kaçınılmaz mıdır? Doğal toplumdan hiyerarşik ve daha sonra devletçi topluma geçişi, determinizmin -tüm süreçlerin belli nedenler ve doğa yasalarıyla öngörülebileceği- bir sonucu olarak ileri süren Marksist görüş, doğal toplumda gelişen teknikle beraber üretim araçlarının gelişimi ve artı ürünün açığa çıkmasıyla doğal toplumun bir kabuk içine kendini sıkıştırdığı için dar kaldığını ve bu kabuğun çatlayarak yerini uygarlığa bıraktığının doğru olduğunu savunur. Bu tespiti savunmakla Marksizm en temel yanlışlarından birini yapmış olmaktadır. Bu, egemenliğin kaçınılmazlığına teslim olmak anlamına gelir. Bu da sosyalizmin pratikleşen biçiminin çözülüşüne neden olmuştur. Burada yaşananları salt ekonomik indirgemecilikle ele alan Marksizmin tarihe düz çizgisel ilerlemeci yaklaşımı kuantumik bir biçimde işleyen evren gerçekliği karşısında iflas etmiştir. Düz çizgisel ilerlemeci yaklaşım evreni ve toplumu salt katı ve mekanik gerçeklerden ibaret olarak mutlaklıklarla ele almayı getirir. Mutlaklarla yönetilen bir evrende değişmez yasalar vardır. Evren ve toplum bu değişmez kurallara göre yönetilir. Bu bakış açısına göre her şey mekaniğin değişmez yasalarına göre işlerlik kazandığından hiçbirşey belirsiz değildir ve her şeyin bir nedeni vardır. Böylesi belirlenimci bir evrende özgür iradeden bahsetmek mümkün değildir. Burada olsa olsa bilimsel kadercilikten bahsedilebilir. Evrenin kendine göre yasaları olabilir ama evren ve insan bir makine düzenine ya da saate benzetilemez. Çok iyi bir gözlemci olmasak dahi yaşama baktığımızda hiçbirşeyin olduğu gibi olduğu yerde ve olduğu şekliyle kalmadığını görürüz. Evrendeki oluşumların sürekli hareket ettiği, değiştiği, çeliştiği ve çeşitlilik arz ettiği bilinmektedir, yaşamın farkında olmayı getiren de bunlardır.
Varolan toplumsal sistemler ortaya çıkacak olanların potansiyellerini her zaman içerirler. Buna bağlı olarak hiyerarşik toplum da gücünü doğal tolumdan alır, hiyerarşik toplum doğal toplumla çelişerek büyür, gelişir. Büyüyüp gelişmesi doğal toplumun özelliklerini yok ettiği anlamına gelmez. Bugün sınıflı toplum aşamasında dahi doğal toplum ve değerleri yokolmamıştır. Doğal toplumun etkileri binlerce yıl sonrasına kadar bile tamamen bir kenara bırakılmamış ve bu topluma ait değerler dönüşmüş, değişmiş, hatta özünden de uzaklaştırılmıştır.  Ama uygarlık sistemini tehdit edici bir güç olarak varlığını hep korumuştur. Ezilen toplumların hala etnisiteye özlem duymaları buna bir örnektir. Doğal toplumun değerlerinden bazıları belki aşılmıştır ya da yerini hiyerarşik değerlere bırakmıştır. Ama arke-öz yitirilmemiştir. Bu tıpkı enerjinin korunum yasasına benzer. Enerjinin korunum yasasıyla fizikçiler ne pozitif ne de negatif bir yükün hiçlikten yaratılamayacağını bilirler. Enerjinin çok küçük bir miktarı da ne yoktan yaratılabilmiş ne de yokolmuştur. Madde ve enerji yoktan varedilip, varolan da yokedilemez. Doğal toplum, ana kök hücre de hiçbir biçimde yokedilemez. Hiyerarşik devletçi toplum da kendinden önceki değerleri hiçe sayarak ortaya çıkamaz. Toplumsal sistemlerde de bir sistem tümden bir diğer sistemin inkârı ve reddi üzerinden diğer bir sistemi yok sayarak varolamaz. Bir kere varolan da yokedilemez. Dünya sistemini çözümlemek istiyorsak ana kök hücre olan doğal topluma dayanmalıyız.
Şimdiye kadar gelişen bilgi yapılanmalarının kendi varoluşlarına ihanet içerisinde olmalarının nedeni burada saklıdır. Varolan bilgi yapılanmaları insanlığın yaşamının yüzde 98’lik bölümünü yaşanmamış sayarak araştırmalarını geliştirirler. İnsanların özgürce ve sürekli kaoslarla yaşadığı bu kadar uzun süreli bir zamanı yaşanmamış saymak insanlığın varoluş nedenlerinin çiğnenmesi ve öz dinamiklerinin inkârıdır. Ve bu bilgi yapılanmaları içerisinde kadının yeri yoktur. Hemen her konuda araştırma ve incelemeler geliştirilmesine rağmen kadın konusu hala dokunmaktan kaçınılan hatta korkulan bir konu durumundadır. Çünkü kadın konusuna dokunmak demek sistemin zihniyet yapısını kökünden sarsmak demektir. Son dönemlerde yoğun bir biçimde dünya sisteminin 5000 yıllık mı yoksa 500 yıllık mı olduğu tartışmaları yürütülmektedir. Dünya sistemini bir bütün olarak ele almak en gerçekçi olanıdır. Yoksa sadece 1492’de Amerika’nın keşfinden ve daha sonrasında kapitalizmin gelişiminden sonra dünya sistemini çözümlemeye çalışmak eksik tespitlere neden olur. Bu tarihten sonra hegemonyanın batıya kaydığı ve doğunun bir düşüş yaşadığı doğrudur. Ama değişen sadece nöbetçilerdir. Sistem çözümlemesi yapılırken organik toplumdan mekanik toplumlara geçiş olarak da adlandırabileceğimiz dönem doğru çözümlenirse doğru bir bilgi yapılanması oluşturulacaktır. Bunun doğru çözümlenememesi, dünya sistemi bir kriz içindeyken bu sistemin karşısında mücadele eden hareketleri de kriz içerisine sokmuştur. İçine girilen bu kriz konjoktürel değil yapısal bir krizdir. Dünya sisteminin yaşadığı bu krizler silsilesi sistemin sürekliliği üzerine düşünen ve çalışan analitik akıl yapılarında yani bilimlerinde de kriz yaşanmasına neden olmuştur. Bu bilgi yapılanmaları özgürlüğe değil de iktidara dayalı olduklarından sorunları çözmekten ziyade katmerleştirmişlerdir. Dolayısıyla yaşanan bu krize çözüm olunmak isteniyorsa epistemolojik yapılanmalardaki analitik prangaları kırmak gerekmektedir.
Burada insanın tanımlayıcı özelliği ve biçimlenebilir esneklikteki idrak gücü olan aklın çözümlenmesi özgürlük olasılığının güçlendirilmesi açısından oldukça önemlidir. Akıl her ne kadar insanın tanımlayıcı özelliği olsa da elbetteki bu insanın alim-i mutlak ( herşeyi bilebileceği) olduğu anlamına gelmez. İnsan aklı toplumsallaşmayla birlikte geliştikçe bilinç kazanır ve akıl anlamlılaşır. Önceleri insanda duygusal akıl ön plandayken daha sonrasında analitik akıl devreye girer. Analitik akıl uygarlığa kapıyı açar. Duysusal akıl yağmur yağarken bir taş altına kaçmaya yönlendirebilir ama kendini korumak için en basit bir barınağı yapmada analitik akıl devreye girer. Toplumsal yaşamın inşasında analitik aklın kendini etkin kıldığı bir gerçektir. Ancak bu duygusal aklın analitik aklı yönlendirdiğinin inkarı anlamını taşımaz. Zaten daha sonrasında uygarlığın gelişimiyle analitik aklın ahlaktan ve duygudan kopuşu birçok sapmaya neden olmuştur. Analitik yalanlarla kandırılan insanlık bir barınak yapmaktan yola çıkmış aklın daha sonrasından nükleer santrallere ve silah deposuna dönüşen, canlılar üzerine atom bombaları yağdıran gerçekliğine tanıklık etmiştir.
Fakat burada aklın salt insana dair olduğuna ilişkin dar bir insan indirgemeciliğine düşmemek gerekmektedir. İnsanlığın evrenin aklıyla çelişerek bu tür yanılgılar yaşaması kendini diğer canlılardan üstün görmesine hatta kendi dışındaki tüm evreni sömürü nesnesi durumuna getirmesine neden olacaktır. Sömürgeci sistem, kendi dışındakini nesneleştiren, cansız gören, ötekileştiren ve bir sapma olan analitik aklın ürünüdür.  Erkek egemenlikli sistemin sürdürülebilmesi için gerekli olan her türlü meşruiyetin kaynağında ve gelişiminde simgesel dilin ve analitik aklın geliştirilmesinin rolü vardır. Baskı araçlarının meşrulaştırılmasında dil baskının en önemli araçlarından biri durumundadır. İnsanların işaret diliyle anlaştıkları zamanlarda hisler, sezgiler ve aklın duygusal yanı etkilidir. Her ne kadar simgesel dilin gelişimi büyük bir devrim olarak kabul görse de özgürlük filozoflarından Friederich Nietzsche’ninde belirttiği gibi “kelimeler şeyleri eksilterek duygusuzlaştırır, kelimeler kişiliksizleştirir, kelimeler olağandışı olanı olağanlaştırır”.Doğal toplumda doğadaki her türden canlıyla kurulan iletişim bir zamanlar hepimizin yüreğinde bulunan fırtınaların, adlandıramadığımız duyguların ve çeşitliliğin yansıdığı bir toplum, özgürlüğün derinden yaşandığı cıvıl cıvıl ve bayram heyecanında bir yaşamdır. Böylesi bir yaşam da bugünle kıyaslanamayacak bir algı ve ilişki tarzını içermiş olmalıdır. Şiirli bir zamanda yaşayan bu insanlar,  birbirini hisseden ve herşeyi anlamınca, dolu dolu yaşayan büyülü bir yaşamın sahibidirler.  Bu konuda anarşist bir düşünür olan John Zerzan “ dil modern öncesi bireyin açık olduğu imge ve duygu fırtınalarına ket vurarak dizginleyici bir etmen olma ve yaşamı daha büyük bir denetime tabi kılma işlevini görmüştür” der. Analitik aklın gelişmesi yaşamın büyüsünü bozar ve anlam yitimine neden olur. Hakikatten, ahlaklı ve özgür yaşamdan uzaklaşmayla yalanın hakim olduğu dönemler başlamıştır. İlk yalan simgesel aklın ürünüdür. Uygarlık geliştikçe simgesel akıl da kendini kurumlaştırmış ve vazgeçilmez kılmıştır. Toplumsal inşayı güçlendirmede, zenginleştirmede kullanılacak olan akıl amaç haline gelmiştir. Aklın babası olarak tanınan ve evreni bir makine olarak gören mekanik dünya görüşünün oluşmasına öncülük eden Rene Descartes, her türlü karmaşık, kaotik oluşları ve canlıyı ötekileştirerek, bilimin amacının insanı doğanın efendisi ve sahibi yapmak olduğunu söyler. Bu zihin yapısını geliştirmek matematiksel kesinliğe dayalı düzeni egemen kılmaktır. Egemen sistem, riski ve en küçük bir hatayı bile göze alamayacağından kesinliklere ve belirlenmişliklere dayanmak zorundadır.  Bu anlayış sözlere ve günlük kullanılan dile de yansımaktadır. Köşeyi dönenlere, kendini başkasının sırtından yaşatabilenlere aklını kullandı denilmektedir. İçinde bulunduğumuz çağ doğal akışını ve dengesini yitirmiş, dürüst olanın akılsız ve enayi olarak değerlendirildiği, sistemle bütünleşenin aklını kullandığı, işini bildiği ve oyunu kurallara göre oynadığı bir çağdır. Bu çağın aklının oluşturduğu bilgi yapılanmaları insanı ahlaksızlaştırmakta ve özgürlükten uzaklaştırmaktadır.  Bu da düşünce biçimlerimizi yeniden yapılandırmamızı ve öncelikli olarak bilgi yapısındaki krizin çözümlenmesini gerekli kılmaktadır.
İnsanın zihin yapısını, ondaki esnekliği derinlikli tanımadan ve şimdiye kadar edinilen bilgi yapılarını doğru çözümlemeden özgürlüğe ulaşmak mümkün değildir. Çünkü ancak zihin yapılanması tanındığında ve varolan bilgi yapılanmaları aklın ve yüreğin süzgecinden geçirildiğinde özgür sezgiler doğru seçenekleri gerçekleşir kılabilir. Bu aslında öğrenilen bilgilerin sadece bilinmesi değil anlaşılması ve yaşanması anlamına gelir. Zaten yaşamın anlamı da bir insan olarak ona yüklediğimiz anlamlarda saklıdır. İnsanın düşüncesi, yüreği ve bedeni sürekli olarak erkek aklın ona çizdiği sınırlara, kalıplara mahkum oluyorsa ve eril çemberden bir türlü çıkamıyorsa o zaman yaşam kendini tekrar eder, mekanikleşir ve ezbere yaşanan monoton bir biçim kazanır. İnsan için yaşamak zevk alınan, heyecan duyulan bir anlam içermekten çıkar ve kişinin omuzlarında bir yük haline gelir. Özünde bu da anlamsızlıktır.

Hiç yorum yok: