30 Haziran 2010 Çarşamba

Dincilik-1

Ne evrenin oluşum tarihi tam olarak biliniyor, ne de insanın toplumsallaşma tarihi. Evrenin oluşum tarihi milyarlarca yılla ifade edilirken, ilk canlılar milyonlu yıllarla, canlılar içinde bir tür olarak gelişim gösteren
Giriş
Ne evrenin oluşum tarihi tam olarak biliniyor, ne de insanın toplumsallaşma tarihi. Evrenin oluşum tarihi milyarlarca yılla ifade edilirken, ilk canlılar milyonlu yıllarla, canlılar içinde bir tür olarak gelişim gösteren insanın primatlardan kopup toplumsallaşma tarihi ise, yüz binlerce yılla ifade edilmektedir ki, bu rakamlar da kesin olmaktan ziyade tahmini değerlerdir. Tahmini değerler de olsa, belirlenen zaman insanlığın gelişiminin ve toplumsallaşma tarihinin değerlendirilmesi için önemli veriler sunmaktadır.
Uzun tarihsel süreç, insanlığın dilden düşünce yapısının gelişmesine kadar geçen zamanı ifade etmektedir. Evrimleşme, bu sürecin hem adıdır, hem de tarihi. Ancak insanın gelişim tarihi tek yönlü, tek boyutlu ele alınmamaktadır.  Zaten insanın kendisine sorduğu soru da; ne olduğu ve nasıl oluştuğudur. ‘Oluş’ hem evrenin, hem de insanın merak konusunu oluşturmaktadır. Bundan dolayıdır ki, insan zihnini kullanmaya başladığı ilk andan itibaren kendisini ve evreni tanımaya çalışmıştır. “Bu evren nasıl oluştu ve nasıl olduğu gibi duruyor? Niçin bu alem vardır ve nasıl oluyor da olduğu gibidir?” İnsanın evreni tanıma çabaları, özünde bu basit gibi görünen sorularla başlamıştır. Her zihniyet yapısı, dönemi ve zihniyet yaklaşımı çerçevesinde bu sorulara yanıt vermeye çalışmıştır. Evreni tanıyan insan, aynı zamanda kendisini de tanımış olacaktır, ya da tersinden; kendisini tanıyan insan evreni de tanımış olacaktır. ‘Kendini bil’ düsturu bu çift yönlü, ya da simetrik sorunun yanıtıdır. Bilim, felsefe ve mitoloji kadar din de bu sorulara yanıt vermek üzere gelişmiştir.

Farklı biçim ve özellikler kazansa da din, insanın en eski düşünce yapısını oluşturur. Şüphesiz değişmez bir biçim olarak ilk çağlardan günümüze olduğu gibi taşınılmış değildir. Zaman ve insanın kavrayış düzeyi kadar, mekan da dinin farklı yaklaşımlar altında gelişmesinin zeminini hazırlamıştır. İlkçağ dinlerinin günümüz dinlerinden çok farklı olduğunu söylemek doğrudur. İnsanın çocuksu çağlarını ve inancını anlatan Animizm, ya da klanların kendi varlıklarının gerekçesi olarak görüp bağlandıkları totemleri vb. kendi topluluklarının ve çağlarının dinleridir. Bu dinler fazla gelişmemiş, sistemleşmemiş, bir hukuka ve kurallar bütünlüğüne ulaşmışlardır, ancak toplumu var etmede son derece önemli bir rol de oynamışlardır. Son derece basit ve çocuksu olmasından hareketle hiç kimse ne Animist yaklaşımları, ne totemci klanları ya da Şaman bağımlı toplumları bu özelliklerinden hareketle, ‘basit yaklaşımların sahibi’ olarak değerlendiremez. ‘Basitlik’ izafidir ve bu toplumların/toplulukların yaklaşımlarının basitlik olarak değerlendirilmesi de günümüz pozitivist yaklaşımlarının ürünüdür.
Bunları, o dönem dinlerinin çok gelişkin oldukları anlamında söylemiyoruz. Dinin gelişim düzeyi düşünce ve aklın algılama düzeyinin gelişimiyle bağlantılıdır. Evreni tam bir bütünlük içerisinde tanımlayan bir yaklaşıma sahip olunsaydı, korkularının kaynağı olan şeyleri, ya da çok rahat tanımlanabilen şeyleri kutsallık sıfatıyla kutsamaz ve tapınç konusu yapmazlardı. Soyut tanrı ya da din kavramının bu tanımlanamaz kavramların ya da varlıkların tanımlanmasıyla birlikte geliştiği açıktır. Örneğin insanların kendi elleriyle yaptıklara putlara tapınmaları, elleriyle yaptıkları putlardan kendilerine ve geleceklerine yönelik beklenti içinde olmaları, umut var yaklaşımları, onlara adaklar sunmaları başka nasıl izah edilebilir. Soyut tanrı kavramı bu putların güçsüzlüklerinin, insan eliyle yaratılmışlıklarının bilince çıkarılması ve daha ‘yüce, kutsal’ varlıkların olabileceği düşüncesinin şekillenmesiyle birlikte gelişmiştir. Tek tanrılı dinlerin atası sayılan İbrahim peygamberin soyut tanrı fikrine ve bu temelde din kavramına ulaşırken, putlarla yaşadığı hikâyesi meşhurdur. Bir efsane olarak anlatılan bu olay, biraz da hikâyeyi renklendirir: İddia olur ki; İbrahim peygamberin babası (üvey babası) Azer Nemrut’un yanında çalışan biridir. Belki de Nemrut’un panteonunun bekçisidir. İbrahim peygamber bir gün eline aldığı baltayla panteona dalar ve büyük put hariç diğer tüm putları kırar. Bu tanrılara ve Nemrut’a karşı büyük bir suç işlemek anlamına gelmektedir. Kovuşturması geciktirilemez, çünkü bağlı olunan tanrıların hoşnutsuz kalacakları düşünülür. Ve İbrahim peygamber yakalanarak Nemrut’un huzuruna çıkarılır. Nemrut İbrahim’e putları neden kırdığını sorar. O da, kendisinin değil büyük putun kırdığı söyler. Nemrut, cansız put nasıl kırar deyince, O da, put tanrı değil mi, diye yanıt verir. Bu kısa diyalog bile, aslında tapındıkları şeyin basitliğini bildiklerini göstermektedir. Buna rağmen yargıda kusur işlenmez, tanrılara karşı işlediği suçtan dolayı İbrahim peygamber ağır bir cezaya çarptırılmaktan kurtulamaz, dağ gibi yığılan odunların üzerine mancınıkla atılarak yakılma cezasına çarptırılır. Sonrası mucize; odun ateşinin İbrahim’i yakamaması, ateş yakılan alanın bir göle, su birikintisine; odun közlerinden geriye kalanların da balıklara dönüşmesiyle süreç tamamlanmış olur. Kazanan; soyut aklın yolunun açılması ve daha somut olarak da soyut tanrı fikridir.

Bu dönem itibariyle din, bilmeye değil inanmaya dayanıyordu. Aslında sadece ilk çağlar açısından değil, her dönem din, bilmeye değil inanmaya dayanmıştır. Ama bilmek bir dönemden sonra inançla birlikte yan yana olmuştur. Din dogmalarla yüklü olsa ve aklı dışlasa da, bir dönemden sonra kabullenmek zorunda kalmıştır veya toplumsal gerçekliklerin gelişim düzeyi onu buna zorlamıştır. Yeniden inşa edilme durumuyla karşı karşıya kalan toplumsal gerçeklikler, dogmatik kalıpların kırılmasını zorlamıştır. Bilmek, bugün ile ilk çağlar açısından farklı karşılıklar, anlamlar ifade etmiştir. Bilmek, insanlığın ilk dönemleri açısından zihni yapısı elvermemek kadar, bir ihtiyaç da değildir. Karmaşık, yoğun analitik zekânın yoruma dayanan yapısı fazla öne çıkmamıştır. İlk çağ insanlarının ne karmaşık sorunları vardır, ne de karmaşık zekâ yapılanmaları ve buna ihtiyaçları. Onlar için önemli olan kendisini tanımlayabilmesi ve toplumu ayakta tutabilmesiydi. Bunu başarması, gerisini sorgulamayı önemli oranda ortadan kaldırıyordu. Bunu sağlayan ise, toplumu ayakta tutan ahlaktı. Dolayısıyla dinden önce topluma çimento vazifesi gören ahlak devreye giriyordu. Yekpare toplum, tam bir birlik, özgür yaşam ve topluluğun her bireyinin buna bağlılığı ahlaki örgüyü oluşturuyordu.  Ahlak toplumun özgürlüğüyle bağlantılı bir olaydı ve yazılı olmayan, ama toplumun her bireyinin kendisini bağımlı hissettiği ve onun dışında hareket edemediği kurallardı. “Ahlak anlam olarak toplumun uyulması gereken kural gücüdür. Bu güç zorla değil, toplumsal varlığın sürdürülmesinde hayati rolünden ötürü gönüllüce yürütülmektedir. Dinden farkı, kutsallık yerine dünyevi ihtiyaçtan kaynaklanmasıdır. Din de şüphesiz dünyevidir. Ama kavramların sihirli yanı ve en eski oluşumu onu kutsallığa daha fazla büründürmektedir. Daha soyut ve törenseldir. Ahlak ise daha günlük, dünyevi ve gerekli pratik kurallardır.” (Bir Halkı Savunmak) Ahlakı olmayan toplum, özgürlüğü olmayan toplumdu. Özgürlükten yoksun bırakılan toplum ise; ahlaki örgüsü dağıtılmış olan toplumdu. Ahlak ve bunun dinle, hiyerarşik devletçi yapının hukukuyla bağı hakkında Önderlik şunları belirtmektedir:
“Ahlakla ilişkisi daha çok önem taşır. Ahlak bir toplumun çimentosu gibidir. Ahlakı olmayan hiçbir toplum yoktur. Ahlak insan toplumunun ilk örgütlenme ilkesidir. Esas işlevi, analitik zekâ ile duygusal zekânın toplumun iyiliği için nasıl düzenleneceği, nasıl ilke ve tutumlar haline getirileceği ile ilgilidir. Tüm topluma eşit düzeyde, ama farklılıkların rolünü, hakkını da gözeterek davranır. Başlangıçta toplumun kolektif vicdanını temsil eder. Hiyerarşi ve siyasi erkin devlet olarak kurumlaşması, ahlaki topluma ilk darbeyi indirir. Sınıf bölünmesi ahlaki bölünmenin de temelini hazırlar. Ahlaki problem böyle başlar. Siyasi elit bu problemi hukukla çözmeye çalışırken, rahipler dinselleştirerek yanıt bulmaya çalışırlar. Hem hukuk hem de din bu açıdan ahlakı kaynak olarak alır. Nasıl ki siyasetin, siyasi gücün kalıcı, kurallı ve kurumlu mekanizmaları hukuku teşkil ediyorsa, din inşacıları da aynı işlevi ahlak kaynaklı kalıcı, kurallı ve kurumlu başka bir inşayla, yani dinle ahlaki krizi çözmek isterler. Aralarındaki fark, hukukun yaptırım gücünün olması, dinin ise bu niteliğinin olmayıp vicdan ve tanrı korkusunu esas almasıdır.
“Ahlak insanın seçim kabiliyetiyle ilgi olduğundan ötürü özgürlükle yakından bağlantılıdır. Ahlak, özgürlüğü gerektirir. Bir toplum esas olarak ahlakı ile özgürlüğünü belli eder. Dolayısıyla özgürlüğü olmayanın ahlakı da olmaz. Bir toplumu çökertmenin en etkili yolu, ahlakıyla bağlantısını kopartmaktır. Dinin etkisinin zayıflatılması ahlak kadar çöküntüye yol açmaz. Onun boşluğunu bir nevi din haline gelmiş çeşitli ideolojiler ve politik felsefeler, ekonomik yaşantılar doldurabilir. Ahlakın bıraktığı boşluğu ise, ancak mahkûmiyet ve özgürlük yoksunluğu doldurabilir. Ahlakın teorisi olarak etik veya ahlakiyat, temel felsefi problem olarak varlığı, giderek daha yakıcı hale gelmiş ahlakı incelemek ve yeniden esas rolüne kavuşturmakla görevlidir. İşlevini doğru ortaya koymak kadar, temel yaşam ilkesi haline gelene dek önemini yitirmeyen bir sorun olarak toplumdaki yerini koruyacaktır.” (Kapitalist Modernitenin Aşılma Sorunları Ve Demokratikleşme )
Soyut tanrı fikrine ulaşmayla birlikte, toplumsal bir gerçeklik olarak din, bütün kurallarıyla, yaptırımlarıyla, ritüelleriyle birlikte inşa edilir. Tek tanrılı dinler kadar öncesindeki çoklu tanrı sistemleri ya da doğayı kendisi gibi canlı gören yaklaşımlar da insanın metafizik ihtiyaçlarının bir ürünü olarak inşa edilmişlerdir. Din toplumsal bir gerçeklik olarak bir ihtiyacı karşılamak üzere inşa edilmişti. İlk çağ dinleri bir başlangıç olarak bu tarihsel gelişmede rol oynasa da, değişmesi, ortadan kalkması ya da yerini daha gelişmiş başka dinlere bırakması kaçınılmazdı. Her inşanın yerini bir yenisine bırakırken olduğu gibi, oluşum ve yıkılma hep bir arada yürümüştür. Önderlik, toplumsal gerçekliklerin inşa edilme ve yıkılma süreçlerine ilişkin aşağıdaki değerlendirmeyi yapmaktadır:
“Toplumsal gerçeklerin sıkça inşa edilmiş gerçekler olduğunun ne kadar bilincinde olursak, yıkılmaları ve yeniden inşa edilmelerinin gereğine o ölçüde daha iyi hükmedebiliriz. Yıkılmaz, değişmez toplumsal gerçeklikler yoktur. Hele hele baskıcı ve sömürgen kurumların yıkılmaları, aşındırılmaları özgür yaşamın vazgeçilmez gereğidir. Toplumsal gerçek derken, toplumun tüm ideolojik ve maddi kurumlarını kastetmekteyiz. Dilden dine, mitolojiden bilime, ekonomiden siyasete, hukuktan sanata, ahlaktan felsefeye kadar tüm toplumsal alanlarda uygun zaman ve mekân koşullarında sürekli toplumsal gerçeklikler kurulur, yıkılır, restore edilir ve yenileri oluşturulur.” (Kapitalist Modernitenin Aşılma Sorunları Ve Demokratikleşme)
Anlaşıldığı gibi din de diğer tüm toplumsal olgular gibi aklın ürünü olarak gelişmiştir. Ancak ilk dönem dinleri ile sonraki kutsallıklarla bezenmiş soyut tanrı ve din arasında büyük farklılıklar oluşmuştur. Din insanın metafizik ihtiyacını karşılayan bir araç olarak doğmuş ve gelişmiştir. Ancak hiyerarşik devletçi yapılanmaya geçişle veya hiyerarşik devletçi yapılanmada bu doğuş ihtiyaç ve özelliklerinden uzaklaşmıştır. Evreni ve kendisini bilme ikinci planda kalmış, toplumun yönetilmesinde, yönlendirilmesinde temel araçlardan biri haline gelmiştir. Başlangıçta kendisini tanrı gören ve gösteren krallar bu yalanı ve bu yalana dayalı olarak toplumu yönetemeyeceklerini anladıklarında, hem tanrıların, hem tanrı kralların, hem de dinin rolü önemli oranda değişmiştir. Üst toplum dini en etkili bir yönetim aracı olarak kullanırken, alt toplum metafizik ihtiyaçlarının tatmini temelinde yaklaşım göstermiştir. Tanrının varlığı ya da yokluğu, dinin gerçekliği, olması ya da olmaması onlar açısından fazla anlam taşımamıştır. Bu konular alt toplum açısından tartışılması gereken konular olmamıştır. Hiyerarşik devletçi sistemi temsil eden, tanrılık sıfatından düşseler de tanrılar gibi yaşayan üst toplum, alt toplumun gerçeği düşünmesinin önüne geçmeye çalışmıştır. Üst toplum inşa edilen bir toplumsal gerçeklik olan dinin ya da dinle birlikte anılan tanrının tartışılmasını, gerçeğe ulaşılmasını, yine topluma egemen kıldığı dinin kurallarıyla engellemiştir. Bu tür tartışma konularını dinden çıkma olarak değerlendirmiş, yaptırım olarak da insanların bilincinde yaratılan ve tanrısal kattan gelen sonsuz bir baskıyla tanımlamışlardır. Kendileri gerçeği bilmelerine rağmen, bu gerçeğin toplum tarafından bilinmesini asla istememişler ve de engellemek için ellerinden geleni yapmışlardır. Baskılı mekanizmanın zihindeki yansıması olarak cehennem alt topluma reva görülürken, cennet üst topluma tahsis edilmiştir. Dahası egemenler inşa etmiş oldukları bu toplumsal gerçeklikle cennete gitmeden, cenneti bu dünyaya getirmiş ve “cennette yaşar gibi” yaşamışlardır. Mitolojik çağlardan günümüze dinin tarihi bu temel yaklaşım üzerinde şekillenmiştir.
Bu, dinin ütopik ve toplumsal yaklaşımlarının hiç olmadığı, doğuşundan son gününe kadar despotik ve iktidarcı olduğu anlamına gelmez. İlk çağ ‘ilkel’ dinlerinde iktidarcı, hiyerarşik, devletçi bir yaklaşımın olmadığı kesindir. Hatta denilebilir ki, mitolojik çağlarda da, din rolünü gören ve tek tanrılı dinlere de kaynaklık eden mitolojiler tam anlamıyla iktidarcı değillerdir. Toplumun birliğini ve örgütlülüğünü savunmaya mitolojilerde de rastlanmaktadır. Hatta tek tanrılı dinlerde de somut hiyerarşik yapıların savunulmasına rastlanmaz. Bu dinler derinlikli olarak ele alındıklarında başlangıçlarında hiyerarşi karşıtı oldukları görülür. Örneğin Hıristiyanlık, İslamiyet buna örnek olarak gösterilebilirler. Hıristiyanlık 300 yıl gibi uzun bir süre savunduğu toplumsal eşitlikçi yaklaşımlardan dolayı kovuşturmalara, takiplere, baskılara, işkencelere, çarmıhlara gerilmelere, arenalarda aslanlara yedirilmelere vb. uğramıştır. Ama devlet dini haline geldikten sonra bu toplumsal özelliklerinden uzaklaşmış/uzaklaştırılmış, egemen sınıflar elinde ütopyalarına aykırı olarak toplumu yönetmenin aracı haline gelmiştir. Keza İslamiyet’in doğuş süreçlerinde de benzer bir durum yaşanmış, Hz. Muhammed’in ölümüyle birlikte İslamiyet de bu eşitlikçi ütopyalarından uzaklaşmıştır. Bugün ise, bu dinlerin doğuş dönemindeki özellikleriyle hiçbir bağları kalmamış, toplumsal bir baskı aracına, devlet yönetme araçlarına dönüştürülmüşlerdir. Toplum değil, devlet dinin sahibi olmuştur. Bugünden bakıldığında din ve devlet yönetiminin birbirlerinden ayrılmaz ikili haline geldikleri rahatlıkla söylenebilir. Her ne kadar laiklik (sekülerlik) adı altında din ve devlet işleri birbirlerinden ayrıştırıldıkları, dinin bir inanç olayı olarak vicdanlara bırakıldığı söylense ve iddia edilse de, gerçek bunun tam tersini göstermektedir. Dahası din devleti olarak kendisini tanımlayan devletlerin sayısı hiç de az değildir. Vicdan ikinci plandadır veya sadece alt topluma hitap eden bir yaklaşımdır. Üst toplum neyin ne olduğunu, dinin özellik ve rolünü çok iyi bildiğinden, vicdanıyla asla dine yaklaşmaz. Onun için din, çıkarlarını ifade ediyor mu, etmiyor mu, önemli olan budur.
Din ile vicdanın birlikte ve aynı şeymiş gibi ele alınması başka bir yanlış yaklaşıma da kapıyı aralamaktadır. Vicdan insanın ahlak çerçevesinde olay ve olgulara yaklaşmasıdır. Doğru ve yanlışı toplumun değer yargılarıyla kıyaslayarak yapıp-yapmamaya karar vermesidir. Vicdan, eğer davranışının toplumsal değerlerle çatışması durumunu ortaya çıkarıyorsa, kişinin istek ve arzularından ziyade toplumun genel çıkarları temelinde hareket etmesini ifade eder. Din ve vicdan özgürlüğü çokça ifade edilen bir değerlendirme olmaktadır. Bu, hiyerarşik sistemin önemli hukuk kurallarından biri haline gelmiştir. Bu yaklaşımdan hareketle din kişisel bir yaklaşıma indirgenmiştir ve bu yaklaşım günümüzde oldukça hakim bir yaklaşım haline getirilmiştir. Önderlik bunun yanlış bir yaklaşım olduğunu, “dinin kişisel bir mesele” olarak ele alınamayacağını, “kişisel değil, toplumsal olgunun ilk kavramsal, ahlaksal ve yönetim biçimi” olduğunu belirtmektedir. Dinin kişisel bir mesele olarak ele alınıp değerlendirilmesi, iktidarın ideolojik yapısının siyasal teoloji tarafından oluşturulduğunu örtmeye, gizlemeye ve sanki hiyerarşinin, iktidar erkinin dinle bir bağının olmadığını kanıtlamaya yöneliktir. İnanıp-inanmamayı toplumsal gerçekliklerden kopartmak ve sadece kişinin kendisine bağlı bir olaymış gibi ele almak bu toplumsal gerçekliği çarpıtmaktır. İnsan nasıl ki toplumsal bir varlık olmanın dışında değerlendirilemezse, din de toplumsal niteliğinden soyutlanarak değerlendirilemez.
Ortaçağ’ın tüm devletleri din devletleriydi. Dinsiz bir devlet yoktu ve devleti dinsiz düşünmek o günün koşullarında mümkün değildi. Böyle bir devletin yaşama şansı da zaten olmazdı. O koşullarda inancın şahsiliği diye bir kavram ve yaklaşım yoktu. Kraldan en sıradan tebaaya kadar herkesin bir dini vardı, dine inanmayan da farklı bir yaklaşım gösteremezdi. Bırakalım dine inanmamayı yüksek sesle dile getirmek, egemenliğinde yaşadığı dinin herhangi bir kuralını gerçekleştirmemek, ya da dinsel ideolojik merkezin savunduğu kurallardan birine karşı bir yaklaşım göstermek, tarihten çokça örneklerini bildiğimiz kişinin diri diri yakılmasına neden olabilmiştir. Din ve vicdan özgürlüğü feodal devlete karşı kapitalist devletin bireysel haklar kapsamında yükselttiği bir anlayış olmuştur. Bu ise dini toplumsal olguların kavramsal gerçekliklerinden tümden koparmıştır. Bu yaklaşımla dinin sosyolojik tahlilinin yapılamayacağı açıktır. “Din sosyolojisi toplumsal gerçekliği yansıtmaktan uzaktır. Epistemolojinin (bilme bilimi) toplumsallıkla bağının yetkin kurulması, çözümlenmesi gereken bir sorundur.” (Bir Halkı Savunmak)
Sadece ortaçağ devletleri değil, tüm hiyerarşik devlet yapılanmalarının temelinde dinsel ideoloji vardır. Kapitalizm her ne kadar feodal devlete karşı bireyin özgürlüğünü propaganda kapsamında öne çıkarsa, laiklik bayrağı altında toplumun desteğini arkasına almak istese ve yine bireysel haklarla birlikte anarak din ve vicdan hürriyetini öne çıkarsa da, egemen hale geldikten, iktidarını etkin kıldıktan sonra teolojiyi iktidarın temeli haline getirmiştir. Günümüzün en modern burjuva devletini dahi bu literatürün dışında değerlendirmek mümkün değildir. Siyasal teoloji, hiyerarşik devletçi yapılanmaların tüm yönetim kavramlarının dinsel kökenli olduğunu gösterir.
Din ile devlet, din ile siyaset ilişkileri iç içe geçmiş haldedir. Ne devleti din olmadan değerlendirmek mümkündür, ne de dini devlet olmadan. Yukarıda belirttiklerimizde de görüldüğü gibi bu ilişkileri birbirinden ayrı değerlendirmek imkânsızdır. Fransız Devrimi’yle başlayan ulus-devlet süreci, her ne kadar devleti din olmadan tanımlamaya kalksa da, bu gerçeği yansıtmaz. Anayasalar, halk iradesine dayanan cumhuriyetlerin tanımını, ya da halkın kendi kendisini yönetmesi anlamında demokrasi olarak devlet biçimini tanımlasa da, bu yaklaşımlar birer örtü olmaktan öte bir anlam ifade etmezler. Çünkü siyaset dilinin temel kavram ve yaklaşımları ne kadar kendilerini uzak tutsalar da, din merkezlidir. Siyaset ile din ilişkisi de, din ile devlet ilişkileri gibi iç içe geçen ilişkilerdir. Hiyerarşik devletçi sistem altında bu ilişkileri birbirinden ayırmak mümkün değildir. Günümüzün demokratik ya da cumhuriyet olan devlet biçimleri ile Ortaçağ’ın teokratik devleti arasındaki fark nispidir ve görüntüden ibarettir. Siyasetin dili de farklı değildir. Siyasetin kavram ve kuralları kaynağını dinden almaktadır. Devletlerin, siyasetin literatürünün teolojik olduğu söylendiğinde, kaynağa atıfta bulunulmaktadır. Günümüzün tüm toplumsal ilişkilerinin kaynağının tarihte gizli olması gibi… Bugünü tarihin başlangıcından, dini mitolojiden ve siyasetin kavramlarını dinden ayrı değerlendirmek mümkün değildir ve ayrı değerlendirilse bile bu, gerçeğin ifadesi olmayacaktır.
Din, tarihin belli bir döneminde ortaya çıkmış ve insanlığın önemli bir sorununa yanıt olmuştur. Din, insanın metafizik, yani akıl, mantık ve duygularıyla kavrayamadığı soru ve sorunlarını kavramada ya da kavramasa da anlam vermede önemli bir rol oynamıştır. Hatta denilebilir ki, ilk insanların özgürleşme serüvenlerinin başlangıcını da oluşturmuştur. Animist yaklaşımlarla kendisini doğanın bir parçası olarak görmüş, totemle klan bilincine ulaşmış, totem çerçevesinde klanın birliğini, bütünlüğünü sağlamış, daha gelişkin dinsel oluşumlarla da kavim, aşiret ve daha geniş anlamda da ümmet ya da evrensel insanlık bilincine ulaşmıştır. Kavim, aşiret, ümmet ve evrensel insanlık bilincinin oluşumunda din, insanın ihtiyaçlarının ürünü olarak ortaya çıkış koşullarının tersine kullanılmıştır, ama Ortaçağ din devletlerinden günümüze, modern devletlere doğru gelindiğinde bu kullanım çok daha kapsamlı ve etkili hale gelmiştir. Yani dinin bir ihtiyacı karşılama durumu, yerini toplumu yönlendiren etkin ve temel araçlardan biri olmaya bırakmıştır. Din, dincilikle yer değiştirmiştir. Günümüzde etkin kullanılan ve geçerli olan, dinin çarpıklaştırılmış halidir.

Hiç yorum yok: