24 Haziran 2010 Perşembe

Bir Dinleyin

Üç çocuğun hikâyesi var bugün gazetenin birinci sayfasında.
İkisi öldü.
Biri PKK gerillası olarak bir karakola saldırdığı sırada, diğeri babasıyla bindiği askerî servis aracında bir bombanın hedefi olarak hayatını kaybetti.
Üçüncüsü ise ölümün ne olduğunu bile bilmeden ablasının cenazesine katılan küçücük bir kız.
Bu çocuklar bu topraklarda doğdular.
Uzun zamandır süren bir günahın kurbanı oldular.
PKK’lı  çocuk daha yeni bir gerilla, örgüte katılalı bir yıl olmuş, öldürmeye gittiği askerler gibi o da acemi.
Ankara’da öğrencilik yaptığı sırada bir soruşturmaya uğramış, eve döndüğünde eşyalarının ev sahibi tarafından kapının önüne atıldığını görmüş.
Gösterilere katılan Kürt bir kiracı istememiş ev sahibi.
Ankara’dan Van’a gitmiş, orada okumaya çalışmış, yeniden bir soruşturmaya uğramış, tekrar Ankara’ya dönmüş, tutunamamış, sonunda dağa  çıkmak zorunda kalmış.
Büyük bir ihtimalle kaderi, eşyaları “kapının önüne atıldığında”  çizilmiş, istenmediğini, düşman gibi görüldüğünü fark etmiş.
Gittiği yerde ölüm olduğunu bile bile gitmiş.
Otobüste ölen Buse’nin seçim hakkı bile olmamış, sadece babası  asker olduğu için, babasıyla birlikte bir otobüse bindiği için insafsız bir saldırıda ölmüş.
Buse’nin küçük kardeşi ise herhalde hayatı boyunca Kürtlere düşman olarak yaşayacak çünkü ablasının katilleri Kürt.
Şemdinli’deki saldırıda ölen gerillanın bir kardeşi varsa o da Türklere düşman olacak.
Çoğalarak devam edecek düşmanlık.
Neden ölüyor çocuklarımız, neden birbirlerine düşman oluyor?
Önceki gün, siyasetle ilgilenmeyen, genç, başarılı, kendine iyi bir hayat kurmuş bir Türk’le konuşuyordum, bütün savaş onun farkına bile varmadan söylediği tek bir “kelimenin” içinde saklıydı.
Sakin bir sesle, cevabını gerçekten merak ederek, “Kürtlere istediklerini verecek miyiz, ortada bu kadar şehit var,” dedi.
Türkler kendi askerlerine “şehit” derken, Kürtlerin de kendi savaşçılarına “şehit” dediğini, iki tarafın da ölümde bile bir “hiyerarşi”  oluşturduğunu bilmiyordu.
Ama asıl önemli kelime “vermek” kelimesiydi.
O bir Türk’tü  ve Kürtlere istediklerini verip vermemek onun iradesine kalmıştı.
– Neden vermek hakkına sen sahipsin, dedim.
Niye isteyen Kürtler de, veren Türkler? İkisi de aynı ülkenin vatandaşları  değil mi? Aralarındaki bu ilişki biçimini kim belirledi?
Şaşırarak yüzüme baktı.
 – Aslında Türk olduğun için bu ülkenin sahibi olduğuna, Kürtlerin de bu ülkenin sahiplerinden haksız bir şeyler isteyen insanlar olduğuna inanıyorsun, değil mi?
Bunu düşünmemişti bile.
Bence asıl büyük haksızlık ve büyük tehlike buradaydı.
Türkler hiç düşünmeden, bilinçli bir hale bile gelmeden, ülkenin “sahipleri ve efendileri” olduklarına inanmışlardı.
Kime, neyin, ne kadar verileceğini belirleyecek olanlar onlardı.
Bu, öylesine değişmez bir gerçekti ki bunu düşünmeye bile gerek yoktu, bütün yaşadıklarımız, bütün okuduklarımız, bütün okullarımız bizim bilinçaltımıza bunu kazımıştı, “Türkler buranın efendisidir”.
Anlaşmazlık, savaş ve ölüm, bizim bilinçaltımıza kazıdığımız, düşünmediğimiz, tartışmadığımız, değişmez bir gerçek olarak benimsediğimiz bu inançtan kaynaklanıyordu.
Biz Türk’tük, buranın sahibi, efendisi, hâkimi bizdik, kimse bizimle eşit olamazdı, biz ne kadarını verirsek o kadarına razı olmak zorundaydılar.
Dillerini konuşup konuşmayacaklarına, çocuklarına hangi dilde eğitim yaptıracaklarına, hatta yakın zamanlara kadar çocuklarına ne isim koyacaklarına biz karar verirdik.
Kürtler buna itiraz ediyordu.
“Biz eşitiz,” diyorlardı, “Çanakkale’de, Kurtuluş Savaşı’nda birlikte savaştık, birlikte askerlik yapıyor, birlikte vergi veriyoruz, neden siz efendi olacaksınız ve ne hakla bize sığıntı muamelesi yapacaksınız?”
Bu ülkenin çocukları işte bu yüzden ölüyor.
Türkler efendi olduklarına inandıkları ve bu durumu asla değiştirmek istemedikleri, Kürtler de bu haksızlığa rıza göstermediği için.
Türkler, “hepimiz bu ülkede eşitiz, herkes eşit haklara sahip olmalı, benim çocuğum Türkçe okuyorsa, Kürt çocukları da Kürtçe okumak hakkına sahiptir” dediğinde ölümler biter.
Üstelik Türkler efendi olduklarını sansalar da efendilik haklarına sahip değiller, dindar bir Türk kızı başına örtüsünü sarıp okuluna gidemiyor, solcu bir Türk fikirlerinden dolayı hapis yatıyor, Alevi bir Türk ibadetini kendi ibadethanesinde yapamıyor, bu mu efendilik?
Sahte bir efendilik için gerçek ölümler yaşıyoruz.
Buna değer mi?
Tanrının, adaletin ve vicdanın önünde hepimiz eşitiz.
Bunu Türklerin kabul etmesi yeter.
Bu ülkenin çocukları  ölmez o zaman.

Ahmet Altan

Hiç yorum yok: