23 Haziran 2010 Çarşamba

Asker millet anlayışı ve uydurma din, yalan üzerine kurulmuş tarih

‘Kendisini Allah’ın yeryüzündeki kılıcı gibi gören bir toplum için asker millet anlayışı ancak onur vesilesi kabul edilir. İnsanları Müslüman olmaya davet eden, olmadıklarında kahramanca kılıçtan geçirmeyi marifet sayan bir tarih efsanesi...’

Ben çocukluk yıllarımda Kıbrıs savaşı dolayısı ile Kars’da perdelerimizin kapalı tutulduğunu hatırlıyorum. Rumların köylerimizi bombalama ihtimaline karşı ışıkların görülmesini engelleyerek önlem alıyorduk. Türkiye’nin içerisine sürüklendiği güvenlik paranoyasının boyutlarını gözler önüne sermesi açısından önemli bir gösterge. İç düşman algısı ile dış düşman söylemlerinin iç içe geçtiği bir toplumsal psikoloji bizzat devlet eli ile inşa edilmiştir.

Asker millet anlayışı da bu sistematik inşa sürecinin eseridir. Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren ders kitapları, tarih kurumu gibi mekanizmalar aracılığı ile yeni bir tarih hafızası örülmüştür. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları olan ‘Türkler’ için nasıl bir tarih öngörüldüğünü tüm ayrıntıları ile tartışmaya bu yazı yetmez. Savaşlardan ibaret bir tarih ve Orta Asya bozkırlarından yola çıkıp, Avrupa içlerine kadar ulaşmayı savaşçı yeteneklerine borçlu bir kavim.

Müslüman olduktan sonra da neredeyse tüm Arap devletlerinin ordu işlerini üstlenmiş bir millet. Dini referanslara dayandırılmadan meşrulaştırılması imkansız bir tarih tezi bu vesileyle kutsanmış oluyor. Kendisini Allah’ın yeryüzündeki kılıcı gibi gören bir toplum için asker millet anlayışı ancak onur vesilesi kabul edilir. İnsanları Müslüman olmaya davet eden, olmadıklarında kahramanca kılıçtan geçirmeyi marifet sayan bir tarih efsanesi. Tarih felsefesi demeye dilim varmadığı için tarih efsanesi diyorum.

Sanki Türkler tüm dünyayı Müslüman yapmak üzere yaratılmış ve yeryüzünde tek sorumlulukları bundan ibaret. Bu algıya dayanan bir Kuran okuması ve Peygamber anlayışı beraberinde gelmiştir. Hz. Muhammed’in Türkleri övdüğüne dair sözlerinden oluşan hadis kitapları, bu sürecin kolay üretilmiş argümanlarıdır. Baas Partisi temsilcilerinin çıkarttıkları gazetelerin logosuna koydukları “vatan sevgisi imandandır” sözünü, yıllarca hutbelerde hadis olarak okuyan bir ülkede yaşıyoruz. Hutbeleri hazırlayan Diyanet İşleri Başkanlığı. Bu kurumun kuruluş nedeni olarak gösterilen gerekçe, dini yalan ve hurafelerden ayıklamak. Oysa bizzat kendisi hurafe üreten bir mekanizmaya dönüşüyor. Hem de bireysel hayatta çok da anlamı olmayan hurafelerden bahsetmiyoruz. Ağaca bez bağlayıp ondan medet ummaktan öte bir durum söz konusu. Bir toplumun siyasal duruşunu şekillendiren hurafeler söz konusu. Yalan üzerine kurulu bir inanç dünyası inşa etmenin bedeli, türbelerden medet beklemekle kıyaslanmayacak bir anlam ifade ediyor.

Böyle bir psikolojik yönlendirme ortamında, vicdani reddin Müslümanlar için hak olmanın ötesinde görev olduğunu tartışmak zor. Binlerce masum sivil insanın kanına girmiş insanların bulunduğu bir orduda askerlik yapmanın günaha ortak olmak anlamına geleceğini tartışmaya açmak sadece vatana ihanet olarak görülmez aynı zamanda, Peygamber ocağına saygısızlık olarak kabul edilir.

Başörtülü anneleri bile lojmanlara ziyarete geldiğinde haklarında tespit yapılıp ordudan ihraç edilenler, ‘terörle mücadele’ ederken hayatlarını kaybettiklerinde ‘şehit’ ilan ediliyorlar. Yaşayanlara ultra laik, ölenlere din devleti muamelesi yapan bu tür çifte standartlı uygulamalar öncelikle dindar insanlar tarafından masaya yatırılıp sorgulanmalıdır.

Bu psikolojiyi televizyon dizileri ile beslemenin reyting yaptığı bir ülkede yaşıyoruz. Kahramanlık edebiyatını dini argümanlarla süsleyip, sahabe hayatları üzerinden kıyaslar yapmayı tebliğ sanan bir yayıncılık anlayışı var ortada.

Dinin barışa dair emirlerini sadece süslü sözler olarak nutuk atarken kullanan ama hayata egemen kılmak için hiçbir çaba sarf etmeyen bir tutum var karşımızda. Militarist devlet anlayışını kutsal devlet anlayışı ile iç içe geçiren yorumlar dini sohbet programlarının önemli gündemlerinden birisini oluşturuyor. Uydurulmuş bir din ve hayal ürünü bir tarih anlayışı ile hastalıklı bir ruh hali içine sürüklenişimize daha fazla geç kalmadan müdahale edilmesi gerekiyor. Bu müdahaleyi, sağlıklı, komplekssiz bir yüzleşme formatında yapabilmek tek çıkış yolu olarak gözüküyor.

28 Şubat dönemini unutmak için can atan çevreler, orduyu dine saygılı pozisyonda görmek için her türlü pozitif okumayı açıklar. Afganistan’da el Kaide üyesi olarak gösterilip öldürülen sivillerin günahı bile bu yalanı su yüzüne çıkartmaya yeter. İçerde ve dışarıda ortak edildiğimiz girişimler, hiçbir surette dini gerekçelerle meşrulaştırılamayacak boyutta ahlak dışılıkları bünyesinde barındırmaktadır. Filistin’in on yıllardır devam eden dramını bile bile İsrail ordusu ile girilen can ciğer ilişki bunlardan sadece bir tanesidir.

Bütün bu ayıpları sorgulamadan asker millet anlayışını konuşmak mümkün değildir. Tabii böyle bir niyeti gerçekten taşıyorsak.

Hiç yorum yok: