30 Haziran 2010 Çarşamba

Aile; Ortadoğu’da Devletin Mikro Modeli

Aileyi çözümleyebilmek, aile içinde kadını doğru çözümleyebilmekle, kadının “eksik” olma statüsünün erkek merkezli bir yaratım olduğunu, onun ilk toplumsallaşmayı yaratan, ona biçim veren toplumsal özne olduğunu kavrayabilmek ...

Okullarda “Aile toplumun en küçük yapıtaşıdır” diye öğretilir. Özünde aile, devletin en güçlü yapıtaşıdır. Aile, toplum içinde devletin temsilini yapmanın ötesinde soysal hayata indirgenmiş devlettir. Nasıl aşiretlerin, kabilelerin reisleri varsa bugün ailelerin de reisleri vardır ve aile reisi erkektir. Kadın, Ortadoğu’da her köşebaşında nöbeti tutulan üstü açık bir zindanda yaşar gibidir. Oğlu, kardeşi, babası, kocası vs. ailenin erkekleri yetmezmiş gibi aşiretin erkekleri, ümmetin erkekleri ve devletin erkekleri hepsi kadının başını bekler durumdadır. Ortadoğu’daki her kadın, bölgenin tüm erkeklerinin kontrolüne verilmiş özel mülk konusu, ortak ezilme nesnesidir.
Özgurluk Hareketi “Aile, sosyal bir kurum olmanın ötesinde anlamı olan, adeta toplumların ‘kara deliği’ gibidir. Kadını mercek altına aldığımızda belki de tüm insanlık dramını okumak mümkün olabilecektir.” sözüyle Ortadoğu ailesinin salt toplumsal bir organizasyon olma yönüyle çözümlenemeyeceğini belirtmektedir. Kadının yaşadığı problemlerin ve buna bağlı olarak bölgede kördüğüm haline gelen sorunları kaynağını ailede aramak en doğru yaklaşım olacaktır. Aile, öyle bir toplumsal organizasyondur ki tüm üretimler, bütün yaşantılar gelir bu modelin süzgecinden geçer ve aile, bir kara delik gibi yaratıcılıkları yutarak kendini gerçekleştirir. Yaşanan cinsler arası uçuruma, kadın ve erkek arasındaki yabancılaşmaya en önemli örnek Ortadoğu ailesinin durumudur. Cinslerin birbirine aynı evde yaşamalarına ve aynı havayı solumalarına rağmen uzaklığı, birbirinin dünyasına yabancılıkları, mevcut durumda aile ve ev kurmanın bu uçurumu kapatamadığını, ailenin özünde sadece cinsleri zorunlu olarak bir araya getiren, devletin varlığını bir çatı altında sağlamlaştıran ve süreğenleştiren, nüfusu dengeleyen bir birleşim olduğunu gösterir. Özgurluk Hareketi Ortadoğu ailesini anlatırken “Üstte devlet alta aile, cennet ve cehennem ikilemi gibi bir diyalektik bütünlük oluştururlar. Devlet mikro modelini ailede gerçekleştirirken, büyüyen aile talepleri de makro modelini devlet olarak tasarımlar. Her aile ideal çözümünü devletleşmede bulur. Devlet despotunun ailedeki yansıması ‘küçük despot’ olarak ‘aile reisi’ erkektir. Büyük devlet despotu ne kadar etkili, yetkili, keyfi tutumlarla âleme nizam vermeye çalışırsa, küçük reis de birkaç kadın ve çocuk üzerinde aynı mutlak nizamiyat işleriyle uğraşır.” demektedir. Devletin mikro modeli olmak, aile için başlı başına çözümlenmeyi gerektirmektedir. Devlet, kendi içinde güçlü, sarsılmaz bir hiyerarşiye bağlı, iktidarı şiddetle yaratan ve yokluğunun, hayal dahi edilemeyeceği bir yaratımdır. Gençleri belli bir yaşa geldikten sonra bekleyen kader halini alan aile olgusu, kadın için tam bir kâbusa dönüşmüştür. Devlet eli değmeden tek tek toplumun bireylerinin evlerde aileler aracılığıyla başları bağlanmalıdır. Aile, bu yaratımın mikro modeliyse eğer bu özellikleri ailede çözümlemek sosyal bilimlerde atılacak en anlamlı adımlardandır.
Aile içinde babanın en tepede oluşturduğu hiyerarşinin kaynağı ekonomik değildir. Ekonomik bağımsızlık kadının özgürleşmesinde önemli bir adımdır ama esas değildir ve anahtar rolü oynayamaz. Bugün birçok çalışan kadın getirip maaşını babasına ya da kocasına teslim ediyorsa eğer, bu, egemenliğin, köleliğin salt ekonomiyle açıklanamayacağının göstergesidir. “Aile reisi” kavramı bu hiyerarşinin resmileştirilmesidir. Baba yoksa büyük oğul, erkek kardeş, amca, dayı vs. ailenin reisi olarak kabul edilir ve bu reislik belgelere geçirilerek resmileştirilir. Bu tanımla aile içindeki erkeğin sosyal konumu siyasallaştırılır. Ve ailenin diğer üyeleri hakkında söz sahipliği erkeğin eline verilir. Bu reis de makro modeli olan devlet gibi tebaasını korur, onları hizmetine alır ve denetimlerini sağlar. Gerektiğinde aynen devlet gibi şiddet uygular, gerektiğinde cezalandırır. İsterse onu hoşnut eder isterse yok eder. Devletin halk üzerinde iddia ettiği hakları küçük despot aile bireyleri üzerinde iddia eder. Derinleşen kadın özgürlük sorunu aile içinde giderek karmaşıklaşır. Çözümlenemediği ve alternatifi geliştirilemediği müddet kök salar ve devlet sorunu düzeyinde ağırlık teşkil eder. Özgurluk Hareketi olarak aile-kadın-erkek üçlüsünü Bermuda üçgenine benzetiyoruz. Şeytan üçgeni de denilen Bermuda üçgeni okyanusun bir bölgesindedir ve kaynağı henüz çözümlenememiş bir kaos bölgesidir. Yanına yaklaşan gemileri kendi sularına çekip yok etmekte ve ona dair hiçbir iz bırakmamaktadır. Ortadoğu ailesi de böyledir. Devlet, ailenin mevcudiyetiyle kendini gerçekleştirdiğinden erkeğin aile içindeki konumuna karşı aşırı “hoşgörülü”dür. Kadının aile içindeki ezilmesi, sömürülmesi ve horlanmasında devlet, erkeğe arka çıkar ve kadının uğradığı ev içi şiddete onay verir. Türkiye gibi bir hukuk devletinde(!) koca dayağına maruz kalan bir kadına polis memurunun evine dönüp kocasıyla barışmasını salık vermesi buna örnektir. Bir polis memurunun hem sorunu çözemeyeceği gerçeği hem de çözmekten ziyade örtbas etmesi dikkat çekicidir. Bu örnek özünde, devletin memurunun, devletin huzuru ve bekası için ailenin dağılmamasının daha doğru olacağı inancından kaynaklanmaktadır. Bunun için “Ailede yankı bulamayan bir hiyerarşi ve devlet, yaşama şansını güçlü kılamaz ve sürdüremez. Ortadoğu’da bu diyalektik ikilem özenle dokunur ve hiç ihmal edilmez.” demektedir Özgurluk Hareketi.
Aileyi çözümleyebilmek, aile içinde kadını doğru çözümleyebilmekle, kadının “eksik” olma statüsünün erkek merkezli bir yaratım olduğunu, onun ilk toplumsallaşmayı yaratan, ona biçim veren toplumsal özne olduğunu kavrayabilmek ve bunu kavratabilmekle olur. Aile içinde kadının bugünkü durumu, kadına yönelik geliştirilen ilk karşı devrimden sonra şekillenmiştir. Ortadoğu’da kadın cinselliğinin kutsal sayıldığı ve cinsel birleşmenin kutsal törenlerle yüceltildiği bir gerçeklikten, kadın cinselliğinin kilit altına alındığı, çoğunda kadın sünneti yoluyla yok edildiği aile gerçeğini yaşamaya geçiş yapılmıştır. Kutsal evlilik törenleri gitmiş yerine gelinin inim inim inlediği, ağlayarak koca evine gittiği, erkeğinse pohpohlanarak, adeta erkekliğini kadın üzerinde kanıtlaması için güç verilerek, mermiler patlatarak kadının yanına gittiği düğünler, evliliğin, aile kurmanın Ortadoğu’da her iki cins için de ne anlama geldiğini göstermektedir.
“Kadının bir dönemler harikalar yaratan ve son derece insancıl, canlı duygusal zekâsı kaybolurken; dogmatizme teslim olmuş, doğadan kopmuş, savaşı en yüce erdem sayan, oluk oluk insan kanı dökmekten zevk alan, kadına ve köleleştirilmiş erkeğe her keyfi muameleyi hak sayan zalim bir kültürün lanet -kendileri tersini söyler- analitik zekâsı doğmuştur. Bu zekâ veya düşünce türünün canlı doğa, insancıl üretime odaklı eşitlikçi kadın zekâsının tersi bir yapısı vardır.” belirlemesiyle Özgurluk Hareketi analitik zekânın icraatlarının genel olarak çerçevesini çizmektedir. Özellikle erkekte gelişen analitik zekâ, kadının canlıcılığını, yaratıcılığını yok etmiş ve kadını ev içinin karanlığına, sınırlılığına ve ailenin çelikten surlarının arkasına hapsetmiştir. Bugün Ortadoğu erkeğinde de analitik zekânın çok güçlü geliştiği söylenemez. Egemenler ellerindeki bilginin sırrını korurlar. Bugün emperyalizmin dünya egemenliğine yöneldiği, bilginin sırrını korumanın ona en büyük dayanak olduğu aşikârdır. Bunu yaparken de aile erkeğinin payına bilginin sırrı değil, ev içi imparatorluk ve sistem içi alışkanlıklar düşmektedir. Mevcut durumda iletişim çağı bilginin kapılarını alt sınıflara, ezilenlere önemli oranda aralamıştır. Buna rağmen kadına oranla daha fazla sistemsel avantajları olan Ortadoğu erkeği analitik zekâsını kullanmaktan uzaktır ve verili toplumsal, dinsel, siyasal kalıplar içinde sorumluluğunu üstlendiği tebaasını -ailesini- geçindirmenin derdine düşmüş bir haldedir. Yani aile kara deliği fiziği, beyni ve yüreği ile erkeği de yutmaktadır. Kapitalizmin etkisi de çok güçlü olmadığından ve Batı kaynaklı olan bu sistem kolay benimsenmediğinden, aile, Ortadoğu toplumundaki yerini gericiliğin merkezinde almıştır. Sistemin tüm zorlamalarına, köleleştirici ve iradesizleştirici yönelimlerine boyun eğen erkeğin tekrar sisteme hizmet eder hale getirilmesi için, tabi ki ona verilen bir sosyal paye olmalıdır. Erkeğin aile içindeki statüsü bu payedir işte. Sistemin erkek bireyde yarattığı tüm bastırma ve sıkıştırmalarını, kadın üzerinde uyguladığı despotik yönelimlerle genişleten erkek, ruhsal bir yengiyle, güç gösterisiyle tekrar sisteme hizmet etmeye yönelir. Bu durum uygarlığın zihniyet yaratımlarının en akıllıcalarından biridir. Sistem içinde insanlık onuru ve iradesi adına temiz bir hücresi bırakılmayan erkek bunun öfkesini, aile içinde çocuklar ve kadın karşısındaki duruşu ve statüsüyle gidermeye çalışarak, kendi ruhsal eksikliğini kadın üzerindeki uygulamalarıyla telafi etmeye yönelir.
Bu konuda Özgurluk Hareketimizin “Namus cinayetleri olgusu, aslında bütün toplumsal alanda namusunu çiğneten erkeğin, tersinden olarak bunun öfkesini kadında giderme eylemidir. Sembolik ama çok bitik ve basit bir gösteriyle namus davasını hallettiğini düşünmektedir. Bir nevi psikoterapi uygulamaktadır. Sorunun altında kaybedilmiş bir tarih ve toplumsal dava yatmaktadır. Bu tarihsel toplumsal davayla yüzleşmedikçe ve üzerine düşeni yapmadıkça, namus kirlenmesinden asla kurtulamayacağını bu ‘erkeğe’ anlatmak, kabul ettirmek temel sorunlardan birisidir. Asıl namusun kadının cinsel organının bakireliğinden değil, tarihsel ve toplumsal bakireliği sağlanmaktan geçtiğini mutlaka öğretmek ve uygulamak gerekir.” belirlemeleri üzerinde durarak, sorunun çözümlenmesi ve aşılması gereken boyutlarını kavramak önemlidir.
Aile hiyerarşisinde ailenin erkek reisi her şeyin sahibidir. Kadın ve çocuklar onun mülküdür. Örneğin kız çocuğuna, genç kıza cinsel bir yönelim olduğunda, yönelimin öznesi kadının gördüğü zarara rağmen -kadının sahibi olan- erkeğin mağdur görülmesi sorunun Ortadoğu’daki derinliğini gösterir. Yönelim erkeğin mülkü olarak bakılan kadına bir yönelimdir. Ortadoğu’da tecavüze uğrayan kadın değil onun babası, kardeşi vesaire erkek akrabaları yönelimin öznesi olarak görüldüğünden namus temizlenmesi, onların mağduriyetinin giderilmesini, darbe alan aile hiyerarşisini onarmayı amaçlar.
Ortadoğu’da ailenin varlığı, bireyin oluşumunda en büyük engellerden biridir. Birey doğduğu andan itibaren ailenin yönlendirmelerine tabi tutulur ve tüm toplumsal, dinsel, siyasal kalıplar gelenekler, ahlak öğeleri bireye yüklenir. Çocuğun çevresini ve kendisini algılamasına izin verilmeden, yapması gerekenler ona öğretilir.
“Aile terbiyesi” kavramı sessiz, sakin, buyruklara karşı koymadan boyun eğen çocuğu, özelde boyun eğen kadını anlatır. Özünde “aile terbiyesi” uysallaştırır. Terbiyeli kadın, el-pençe divan duran kadındır. Devlet karşısındaki duruşunu kendisi karşısında, kadında gören erkek rahatlamaktadır. Ve bu terbiyeden geçirilen çocuğun yaratıcılığı, düşünmesi, kendi iradesiyle karar vermesi engellendiğinden “birey” olgusu gelişmez. Çünkü kişiler kendilerini gerçekleştiremezlerse, bir başkası tarafından şekillendirilirlerse birey olamazlar. Bu noktada Batı’da bireyciliğin gelişimiyle beraber ailenin aşıldığını da görebiliriz. Sorgulamaya başlayan birey ailenin kalıplarını da sorgular ve kendini bu kalıplar dışında gerçekleştirmenin arayışına yönelir. Özellikle aydınlanma ardından böyle bir gelişim sürecine giren Batı uygarlığında ailenin aşılmasının pozitif yanları olmakla birlikte bireyin yönsüz savrulmasını getirmesi gibi negatif sonuçları da olmuştur. Liberal devlet modelinde aile içindeki bireylerin eşit olduğu bir varsayımdır ve eşitsizliklerin de bir nevi örtüsüdür bu söylem. Parçalanan ailenin bireyi sokaklarda toplumu parçalama tehlikesiyle karşı karşıya gelmiştir. Bugün birçok Batı ülkesi de bunun farkına varmış ve uygun aile modelleri çizip bunu özendirerek kendi toplumsallığını koruma çabasına girmiştir.
Ortadoğu ailesinde kadın tümden kocanın himayesine verilir. Aile hiçbir kadın için bir sığınak olmamasına rağmen kocanın insafına verilmiş bir kadına karşı sistemin başı rahattır. Ailenin aşılmamasında, koca ya da baba evi kadına sığınak olmasa da kadının başka bir alternatif yaratamamasının ve alternatif yaratmadan çıkacağı sokağın ailenin çok çok gerisinde bir yaşamı kadına dayatacağı gerçeğinin belirleyici payı vardır.
Ortadoğu’da kadının krizli kimliği aile içinde şekillenir. Baba evinde oluşmaya başlayan krizler koca evinde de olgunlaşarak kimliğin yerini alır. Görsel iletişim araçlarının evlere taşıdığı yaşam biçimleri çarpıklaştırıcı ya da krizi arttırıcı bir rol oynamaktadır aile için. Bu zihniyet örüntüsünün üzerine ekonomik sıkıntılar da eklenince kadının ve çocukların dahi çalışmasını gerektirecek bir yaşam standardı ortaya çıkmaktadır. Bu noktada ailenin cenderesinden bir nebze kurtulan çocuk, sokak kültürü denilen bir parçalılığı, toplumsal özden uzaklaşmayı yaşamakta, tümden kimliksizleşmekte, yönsüzleşmektedir.
Ailenin Ortadoğu’da bu tarz yürütülemeyeceği açıktır. Bu tıkanmış, gerici, köreltici ve birey için, özelde kadın için müebbet hapis anlamına gelen aile kurumunun eleştirilmesi ve çözümlenmesi, yaşanan toplumsal-siyasal sorunların çözümünde ön açıcı olacaktır. Toplumsal, siyasal, ekonomik sorunları aile sorununun önüne koyarak, sorunları bir diğerine öncelik tanıyarak çözme çabası sadece zaman kaybıdır. Mikro model çözülmezse makro model aşılamaz. Makro model aşıldığında eğer mikro model çözümlenmemişse o kendini yeniden üretip makro modele dönüştürecektir. Yıkılan devletlerin ardından bir ailenin büyüyüp hanedanlık oluşturması ve devleti yeniden inşa etmesi tarihte çokça görülen bir örnektir. Özgurluk Hareketi bu gerçekliği “Önce devlet sorunu, sonra aile sorunu demek doğru bir yaklaşım değildir. Diyalektik bir bağ içindeki bu iki olgu birlikte ele alınıp çözümlenmeyi gerektirir. Reel sosyalizmde önce devleti halledelim sonra sıra topluma gelir denmesinin yol açtığı sonuçlar ortadadır. Hiçbir ciddi toplumsal sorun bir tanesine öncelik tanınarak çözümlenemez. Bütünsellik içinde bakmak, her soruna diğeriyle ilişkisi içinde anlam vermek, çözüme giderken de aynı yöntemle yaklaşım göstermek daha doğru bir yöntemdir. Zihniyeti çözmeden devleti, devleti çözmeden aileyi, kadını çözmeden erkeği çözmek ne kadar eksikse, tersini yapmadan çözüm peşinde koşmak da o denli eksik kalacaktır.” şeklinde açıklar.
Aile olgusu küçümsenmeden, toplumsal sorunların arkasına atılmadan doğru bir çözümlemeyi ve yeni zihniyet gelişimiyle birlikte yeniden düzenlenmeyi beklemektedir. Kadın ve erkeğin iradi gelişimleri ve birey olarak kendilerini gerçekleştirebilmeleri, cinslerin özgürleşmelerinin koşuludur. Bu doğrultuda “Nasıl yaşamalı?” sorusunu sormak bir başlangıç olacaktır. Mevcut olanın sorgulanması onu aşarak yeniye ulaşmanın ilk adımıdır. Yarım bilgiyle, eksik bilinçle aynı modeli tekrar tekrar oluşturmak çözüm olmayacağı gibi özgür bireyin gelişimini de engelleyecektir. Özgür bireylerden, özgür ve yenilenmiş bir toplumsal organizasyondan oluşan yeni yaşam, “Nasıl yaşamalı?” sorusuna yenilenmiş bir zihniyetle verilecek cevaplarla oluşturulacaktır.

Hiç yorum yok: