18 Mayıs 2010 Salı

Terazi İcat oldu,İnsan Bozuldu.

Adalet, Teraziye Kalmışsa Eğer, Aslında Pek de Kalmamış Demektir.
İnsanların yüreğinde, beyninde ve bir bütün ahlak anlayışında olmayan adalet olgusunu, terazinin kefesinde aramak, insan olarak kendimizi sorgulamamız gerektiğini açıkça göstermektedir. Çünkü bu durum, aşındırılmış olan ahlak anlayışının yeniden kazanılmasının yaşamsal oluşuyla bağlantılıdır. Bizi oluşturan ama günümüzde itibarından oldukça yitirmiş olan gerçeklerden biridir ahlâk. İnsanın sürüler halinde yaşayan herhangi bir varlık olmaktan çıkıp toplum olmaya yönelmesi ahlâkla mümkün olmuştur. Besinleri tanıma, barınak yapma, aletleri üretme, doğal olandan kendi doğalını yaratma ve kendi yaşamını kendi iradesi dışındaki evren iradesinin hükmünden çıkararak evren iradesiyle uyumlu tekil bir irade oluşturma adımı toplumsallaşmayı oluşturan zemini hazırlamıştır. Bu yeni oluşumun sürekliliğini sağlayan temel etken ahlâktır. Ahlâk anlayışını oluşturan kurallar bütünü toplumun yaşama standardını göstermektedir. Tabi bu algının oluşması için ahlâk kurallarını, kesinlikle hukuk kurallarından bağımsız düşünmek gerekmektedir.
Ahlâk insanı, birinci doğadan ikinci doğaya taşıyan oluşturucu güçtür. Kendiliğinden olan bir güç değil, insanın yaşama ısrarı ve çabasıyla yarattıklarının oluşturduğu güçtür. Yeniyi yaratan evrenin insana armağanıdır ahlâk. Onunla birlikte varolan ve varlığını tüm zamanlarda teminat altına alacak olan bir tutkaldır. Toplumun ahlâksız düşünülememesi, ahlâkın bu yapıştırıcı gücünden kaynaklanmaktadır. Biz insanları toplum olarak bir arada tutan ve ancak toplum olduğumuz müddetçe yaşayabiliyor oluşumuzu sağlayan temel güç olan ahlâk ortadan kalktığında biraradalık olmayacak, biraradalık olmadığında, yani toplumsallık bozulduğunda da insan olgusunun yaşama diye bir durumu mümkün olmayacaktır.
Ahlâk, insanın sadece kendi gerçeğini yaşayan bir canlı olmaktan çıkarak toplumsal gerçeği, hakikati yarattığı alandır. Birlikte var olmak, ahlâkla birlikte anlam kazanmaktadır. Ne yaşadığını, nasıl yaşadığını sorgulamaya başlayan insan, nasıl yaşayacağına ilişkin kararlarını alırken esas aldığı doğrultu, yine ahlâkî oluştur.
Ahlâk, toplum olarak yaşamı mümkün kılan temel olduğundan, varoluşun bir kaçınılmazıdır. Klanın ortak ihtiyaçları için çalışmak, ürünleri ortak bir şekilde toplamak, kendi ihtiyacı kadarını kullanmak, çalışma gücü olmayanlara bu ortak üründen vermek ilk ahlâk kurallarından olmalı. Doğada yaşamak için büyük bir direniş gücü gerekmektedir. En azından kendi başının çaresine bakamayacak olan küçük insanın tekilliğinde olmadığı kadar bir güç gerekmektedir. Birlikteliğin gücü… İnsan türü, hayvanlar gibi doğduktan bir iki gün sonra ayağa kalkıp, kısa bir zaman içinde kendi ihtiyaçlarını giderebilecek hale gelememektedir. Bu zayıflık olarak beliren özellik, insanları bir araya getirerek toplumu oluşturduğundan, insanın en güçlü özelliği haline gelmiştir. Öyle ki, toplumu olan insan, yenilmezlik sıfatına ulaşabilmiştir. Ölümsüzlük algısını yaratan temel gerçek, toplumsallaşmanın aşırılaştırılarak büyük sayıda insanların bir amaç etrafında toplanmasıyla oluşmuştur. Doğa şunu söylemektedir insana.”Tek başına yoksun… Ancak toplumunla varsın…”
Bunun yanında ahlâk kurallarının temelini oluşturan bir özellik de ürün fazlalarının kişilerin tasarrufunda olmayışıdır. Ürün fazlası ilk süreçlerde pek yoktur ve tedbir olarak bir sonraki yıla saklanmak ve topluluk için kullanmak üzerinden tohum olarak korunmuş ürünler vardır. Bugün bile hasat zamanı, tahıllar toplanıp ayıklandığında, ilk önce, satış vs işlemlerin hepsinden önce bir sonraki yılın tohumu kaldırılmaktadır. Zamanla verimliliğin artması, ürünün de artmasını sağlamış ve artan ürünler bayramlarda dağıtılmış ya da felaketlere uğrayanlara verilerek toplumun sürekliliği birlikteliğin şaşmaz gücüyle sağlama alınmıştır.
Bir süre sonra çoğalan ihtiyaç fazlası ürün, armağan olarak verilmeye başlanmıştır. Armağan ekonomisi de denilen bu dönemler değiş-tokuşun dahi ayıpsandığı zamanlara tekabül etmektedir. Çünkü armağanda karşılık yoktur. Kendinde olup diğerinde olmayanı dağıtmaktır armağanın amacı. Çalmak ahlâksızlıktır. Karşılıklılık ahlâki değildir. Karşılıksız ama gönüllü olmak esastır. Çalmak, emeğe saygısızlık olduğundan ve gönüllülüğü esas almadığından ahlâki değildir. İçine yalan karıştığından ahlaki değildir. Açıklık ilkesini yok saydığından çalmak ahlaksızlıktır. Neyin neye karşılık geleceği tam olarak bilinemediğinden ve insan emeğinin, alınterinin hiçbir şekilde ölçüye mahal vermeyecek kadar kutsal olmasından dolayı karşılıklılık ve hesap düşünülmemektedir. İhtiyaç nesnesi varlıkların kişilerin sınırsız tasarrufunda olması, yani mülk konusu edilmesinin akla hayale bile gelmediği bu zamanlar, toplumsal inşanın temelini oluşturan zamanlardır.
Mülkiyet bir sapma olarak insan yaşamına girmiştir. Bizim olmayan ve hiçbir zaman da bizim olamayacak olan toprağı, suyu, toprağın ürünlerini satmak, satın almak, tam bir sapkınlık örneğidir. Hatta bu alım-satım işine insanı da katmak sapkınlığın dik âlâsıdır. Bu sapkınlıkların henüz çok uzak olduğu, takas yönteminin bile garipsendiği zamanlar, ahlâkın temelini oluşturan sağlam toplumsal özellikler yaratmıştır. Öyle sağlamdır ki bu özellikler üzerinden geçen on binlerce yıla ve sayısız saldırı sistemine rağmen tümden çökertilememiştir. Tüm saldırılara rağmen, armağan sunmak yine anlamlıdır. Kürtlerdeki, bayram günlerinde birbirlerine armağanlar sunmak, düğünlerde hayatlarını birleştirenlere yeni yaşamlarında ihtiyaçları olacak kullanım malzemelerini onlara armağan etmek ya da değerli madenler, paralar vererek onların kendilerince ihtiyaçlarını gidermeleri için olanak sunmak dikkat çekicidir. Bu gelenek, toplumsallığın ilk oluşturulduğu ve birlikteliğin insanı var ettiği bilincinin herkes tarafından şaşmaz bir ahlâk kuralı olarak kabullenildiği zamanlardan kalma bir alışkanlık olsa gerek.
Takas usulü, bir malı verip ona karşılık diğerini alma yöntemi biraz daha ilerlediğinde artık hesap-kitap oluşmuştur. Ve o zaman ahlâki toplum bireylerinde, insanı var eden ahlâk kuralları olarak dile gelen sözler, bugün hala bizim analarımızın dilindedir.
“Teraziden ekmek yedikten sonra insan bozuldu.”  Böyle diyor Kürt anaları. Demek ki, teraziye giren ekmeğin tadı bozulmuştur. Mayası bozulmuş, o kutsallığı kırılmıştır teraziye giren ekmeğin. Hesap kitaba karışmış, alınterini paraya karşılık sunmanın, emeğini satışa çıkarmak zorunda kalmanın, insandaki ahlâki yanları yıpratacağı veciz bir şekilde anlatılmaktadır. Bu söz, çok köklü bir kültürün güçlü bir ahlâki toplum zemininin mirasıdır. Ekmek teraziye girdikten sonra terazinin diğer kefesi ekmeğin ağırlığınca altın da olsa, ekmeğin tadı bozulur. Çünkü bu tarafta teraziye konulmaya çalışılan insan emeği vardır. Rakamlara sıkıştırılmaya çalışılan alınteri vardır. Buğdayı ekenin, toprağı sulayanın, tarlayı sürenin, buğdayı toplayıp öğütenin, hamuru yoğuranın ve ekmeği ateşin kutsallığında pişirip kutsal bir madde olarak insana sunan elin emeğini hangi terazi ölçebilir ki! Hangi terazinin alınterini ölçecek birimi vardır. Hamurlu ellerin kutsallığı terazinin metalinde kaybolur zaman sömürüye döndükçe. Emek ve alınteri giderek daha çok, daha çok istenir o madenlerin ağırlığına karşılık. İnsan emeği kimi metallerin parlatılmışlığında solduruldukça ahlâki çürüme artar.
Eskiden annem derdi, “Kızım, salatayı öyle küçük küçük doğrama, zaten bıçağın değdiği yerlerin tadı kalmıyor, büsbütün öldürüyorsun sebzeleri böyle.” Kızardım anneme, ne alakası var diye. Ha küçük doğramış yemişsin, ha büyük. Sonuçta yiyorsun ve karnını doyuruyorsun. Ama aslolan öyle değildi. İnsan elinin emeğini kutsamak, üretilenin tadını metalle öldürmeden almakla ve her lokmada safi insan emeğini duyumsamakla olurdu. Metalin doğallığı bozduğuna yönelik inanç, anaların dilinde gelmişti bugüne. Ama ilginçtir ki, bir tek analara tadı bozulmuş gelirdi böyle salataların. Sadece onlar fark ederdi bu bozulmayı. Analardan başka kimsenin aklına gelmezdi, metal bıçaklarla kıyım kıyım kıyılmış sebzelerin zerreciklerine yerleşen tatsızlık. Bundan olmalı, annem salata yaptığında, herhangi bir şeyin üzerinde de doğramazdı sebzeleri. Havada evirip çevirir, iri iri parçalardı sanki. O da mecburen.
Gerçek olan, çoğumuzun ağzının tadının bozulmuş olmasıydı. Vahşi uygarlık sistemleri yüreğimizin, beynimizin ve ağzımızın tadını bozmuştu. İnsanın ağzının tadı bozulunca ne yediğini anlar insan ne de doyduğunu. Her şey tatsız benzerlikte gelir damağa. Acıyla tatlı aynı tatsızlıkta benzeşir bu sistemin içinde. Homojenleştirmenin her şeye yönelttiği saldırının bir sonucudur bu. Ama analarımız öyle değildi. Ağzının tadı bozulmamıştı henüz annemin. Henüz güneşin kutsallığını yüreğinin derinliğinde duyumsuyordu. Her sabah güneş doğmadan uyanıp elini yüzünü yıkıyor, tertemiz bir yüzle karşılıyordu güneşi. Güneş doğarken uyuyor olmayı şaşırdığımız bir muhafazakârlıkla ayıp-kötü sayıyordu. Güneş doğduktan sonra uyanmak, o günü boşa harcayıp tüketmekti onun gözünde. Bu muhafazakârlıkları çok belirgin olmasa da gün içinde de yer yer açığa çıkıyordu.
O zamanlar pek anlamlı gelmeyen bu hareketler ve yaşam alışkanlıkları, uzak bir geçmişte kalmış dediğim toprağa bağlı yaşamın, ahlâki toplumun neolitikten gelen özelliklerinin onun belleğinden uzaklaşmamış olmasını anlatıyordu. Anaların yaşamına yerleşmiş olan ahlaki toplum özellilerini dile getiriyordu. Neolitik sürece ilişkin yazılıp çizilenler, bulgulara dayalı kimi yorumlar şeklinde de olsa, kendini bugüne ulaştıran birer hakikattirler. Değerli denilen tüm madenlerden daha değerlidirler aynı zamanda. Bu gerçek, anlam verdikçe bir uyanışı gerçekleştirmekte bugün... Ahlâki toplum, tümden yıkılamaz.
Ve yıkılanları, bozulanları yaşamımıza hükmeden birçok ihtiyaç malzemesinde de görebiliriz. “Tüfek icat oldu, mertlik bozuldu” derler. Oysa mertliği bozan sadece tüfek değildir. Bu söz biraz da silaha, öldürmeye karşı olan total tepkinin kolay ifadesi oluyor. Kadının üretim icatları karşısında icat edilen hesapçılığa, çıkarcılığa, birikime dayalı tüm icatlar bozmuştur mertliği. Terazi de bunlardan biridir. Teraziyi icat edip kadının eline vererek kadını adaletin sembolü ilan etmek de, kadın özünün erkek egemen zihniyet tarafından kendi icatları doğrultusunda kullanılması oluyor. Çünkü kadınlar, erkeklerin silahıyla, kadınca bir dünya için mücadele edemezler. Teraziyle adaletin sağlanmayacağı gibi. Kimi zaman denklikler, aslında en büyük denksizliklerdir. Eşit gibi görünenin altında büyük bir eşitsizlik vardır. Terazi icat olduğundan beri insanların ağzının tadının bozulması, insanlığın bozulmasındandır. Tüm yıpratmalara, geriletmelere ve saldırılara rağmen, toplumsal ahlâk birliktelikleri var eden yapıştırıcı güç olarak varlığını korur ve uzaklarda da olsa bizleri buluşturan bir gerçek olur.
Dilzar Dîlok

Hiç yorum yok: