18 Mayıs 2010 Salı

SOSYALİZMİ SAVUNMAK …

Sosyalist toplumda bireyin yaratıcılığı, kişiliği öldürülmüş devlete eklemlenmiştir. Sosyalizm devletçilik olamaz. Devlet hiyerarşik sistemin kurumlaşmasıdır. Bu anlamıyla devlet erkeğin kurumlaşmasıdır

Bir mayıs direnişlere, şarkılara, şiirlere konu olan yaşasın işçiler sloganları altında bayram heyecanı ve coşkusuyla kutlanan bir isyan günüdür. Bugüne bu günden vermemiz gereken anlam sosyalizm sorunlarını kavramamız ve emeğin esas sahiplerini açığa çıkarmamız olacaktır. Çünkü özellikle gerçekleşen sosyalizmin yaşadığı sorunlar bu ideolojinin yarattığı özsel değerlerin tahribine neden oldu. Bundan dolayı 1 Mayıs nedeniyle reel sosyalizmin hem tespitlerinde hem de pratiğinde yaşadığı eksiklikleri analize tabi tutmak tekrar çıkış yapmak için neler yapılması gerektiği üzerinde yoğunlaşmakla bu güne anlamlı bir yaklaşım sergilenmiş olacaktır.
On dokuzuncu yüzyılda Marx ve Engels ardından da Lenin’le bilimsel aşamaya ulaşan sosyalizm kendi teorik tanımlamasını oluştururken proletarya ve burjuva sınıflarının kızgın çelişkisini ve kıyasıya çatışmasını temel aldı. On dokuzuncu yüzyılda işçi sınıfının problemleri toplumun en derinlikli problemiydi. Günün yirmi saatini çalışarak geçiren işçiler neredeyse konuşmaya ve uyumaya bile fırsat bulamıyorlardı. Çokça söylendiği ve bilindiği üzere proletaryanın zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi kalmamıştı. O dönemde en acil çözümlenmesi gereken problem ucuz iş gücü olarak yaklaşılan işçi sorunuydu. İşçiler kendi emeklerine yabancılaştırılarak insanlıktan çıkarılmak istendiler. İşte tam da bu dönemde sosyalizm o dönemin sorunlarına çözüm umudu olacak bir ideoloji olarak kendini kabul ettirmiştir. İşçi sınıfının eylem manifestosu olmuştur. İşçileri ayağa kaldırmış, sendikaların örgütlenmesini sağlamıştır. Bu dönem aynı zamanda işçi sınıfının sınıf kimliğini ideolojik olarak ifade etme, partilerini kurma, işçi önderliklerini oluşturma ve ekonomik mücadeleyle siyasal mücadeleyi birleştirme dönemi olmuştur. Yirminci yüzyılda ise Lenin’le birlikte işçi sınıfının mücadelesi salt ekonomik ya da siyasal mücadeleyle sınırlı değildir. Lenin var olan iktidarı parçalayarak bunun yerine proletaryanın iktidarının geçirilmesini amaçlar.
Elbette ki Marx ve Engels’in ve Lenin’in o dönemdeki tespitleri mevcut öne çıkan çelişkiyi tanımlama anlamında doğru tespitlerdi. Fakat toplum ve birey yaşamının gün geçtikçe karmaşıklaşması ve çeşitliliği ve içiçeliği düşünüldüğünde eksik ve yetersiz tespitlerdi. Bu tespitlerin eksikliği pratikleşmesiyle birlikte yanlışları da ortaya çıkardı. Toplum yaşamının eşitsizliğini, farklılıkların karşıtlaşmasını, birey-toplum, kadın-erkek, toplum-birey-doğa ilişkisini ve çelişkisini, hücrelere sinmiş egemen-köle zihniyetini salt proletarya ve burjuva sınıfı arasındaki çelişkinin çözümüne bağlamak, tüm bu sorunları çözmek açısından yeterli değildi. Çözüm adına proletaryanın diktatörlüğünü devletleştirmek, işçi sınıfını kutsallaştırmak, sosyalizmin çözmek üzere omuzladığı sorunlara çare olamadı. Ancak reel sosyalizmin içine girdiği bu eksik pratikler gerekçe gösterilerek sosyalizme saldırmak aslına bakılırsa insan emeğine bir saldırıdır. Reel sosyalizmin içine girdiği hatalar sosyalizmin lanetlenmesine gerekçe olarak değerlendirilemez. Bu nedenle bu ideolojik saldırılar karşısında sosyalizmi savunmak gerekir.
Öncelikle sosyalizmi salt Marx’la, Engels’le ya da en kabasından Stalin’le ele almak, sadece bu ustalara mal etmek kesinlikle yanlıştır, ideolojiyi daraltır. Bu sadece sosyalizmle ilgili bir yaklaşım değildir. Herhangi bir ideoloji sadece kişilere mal edilemez. Ve ideolojiler süreklileşen bir iç devinim ve akışkanlıkla ve kolektif çabalarla sürüp giderler. Bir ideoloji olarak sosyalizm de toplumsal mücadele yürüten birçok usta, işçi, kadın, militanın çabalarıyla günümüze kadar gelmiştir. Günümüzde de süreklileşen bir biçimde sürüp gitmektedir. Sosyalizm de kendi teorisini ve pratiğini irdeleyerek mutlaklıklardan kaçınacak, hem içten hem de dıştan gelişebilecek çeşitli olasılıkları analize tabi tutarak sosyalizmin teorisi ve pratiğiyle uğraşanlar tarafından ilerletilecektir. Hegemon güçler, toplumun emeği üzerinde kendilerini yaşatanlar, kendi karşılarında güçlü bir alternatif olan sosyalizme karşı bu ideolojiye inananları inançsızlaştırmak için sürekli ideolojik, kültürel, sosyal, siyasal saldırılar içerisindedir. Bu ideolojik saldırılar karşısında çıkarılması gereken sonuç sosyalizmin anlamsızlığı değil toplumun girifit biçimini almış karmaşık sorunlarına çözüm olmak için kendini hazırlayamamasıdır. Şu unutulmamalıdır ki insan emeğiyle insandır, toplum emeğiyle toplumdur. İnsanı da toplumu da var eden en temel değer emektir. Önderliğimizin de belirttiği gibi “Sosyalizmde ısrar insan olmakta ısrar” olduğundan kişinin sosyalizmden uzaklaşması insanlığından uzaklaşması, temel değerlerine yabancılaşması demektir. Bu toplumlar içinde geçerlidir. Bir toplum sosyalizmden uzaklaşırsa kendini var eden temel değerlerinden uzaklaşır. Çağımız sistemsel gerçekliği her zamankinden daha fazla tek tek insanların ve toplumların emeği üzerinden kendini yaşatmakta, bu da emeğinden uzaklaşanları manevi olarak kirletmekte, tanınmaz hale getirmekte, yaşamın doğal akışını bozmaktadır. Bu aslında her zamankinden daha fazla sosyalizmi ihtiyaç olarak dayatmaktadır.
Ancak günümüzde dahi sosyalizmin özsel gerçekliğinin anlaşılma sorunları oldukça problemlidir. Sistem karşıtı hareketlerin en temel yanılgılarından ya da sisteme eklemlenme nedenlerinden biri de sosyalizmin özünü anlayamamalarıdır. Hareketimizi diğer sistem karşıtı hareketlerden ayıran en temel özellikleri sosyalizme, kişilik sorununa ve kadın özgürlük problemine yaklaşımıdır. Gerçekleşen sosyalizmin yenilgisinin en temel nedeni de kişilik sorununu ve kadın özgürlük problemini derinlikli irdelememesiydi. Bu da sosyalizmin firavun sosyalizmine dönüşmesine neden oldu. Sosyalizmin çözülüşüne neden olan kendisini kapitalist modernitenin yöntemlerinden ve araçlarından kurtaramamasıydı. Bu nedenlerle toplumun üzerinde baskıcı bir güç konumuna geldi bu da onun çözülmesine neden oldu. Aslında çözülen sosyalizm değil özünden uzaklaşan yanlarıydı. Sosyalist toplumda bireyin yaratıcılığı, kişiliği öldürülmüş devlete eklemlenmiştir. Sosyalizm devletçilik olamaz. Devlet hiyerarşik sistemin kurumlaşmasıdır. Bu anlamıyla devlet erkeğin kurumlaşmasıdır. Ve esasında sosyalizm devlet dışı toplumdur ve bu alternatif toplumun örgütlendirilmesinde dinamik güç kadındır. Bunun için kadın özgürlük mücadelesi açısından devlete karşı toplumu özgürleştirmek stratejik bir ilkedir. Toplumun özgürleştirilmesi içinde kişilerin özgürleştirilmesi şarttır. Kişiler özgürleştirilmeden yeni değerlerle buluşturulmadan alternatif bir toplum oluşturulamaz. Çünkü sosyalizm mücadelesi, ayrıntıda yaşama, topluma, bireye, cinslere, doğaya girebilme, bir yaklaşım belirleyebilme mücadelesidir. Burjuvaziyi alaşağı edip de yerine proletaryanın iktidarını kurduğumuzda bir kadının ev içinde ya da sokakta, okulda, iş yerinde maruz kaldığı inanılmaz sömürüyü, neredeyse hücrelere sinmiş kadın köleliğini ve erkek egemenliğini çözmüş olmuyoruz. Kadın emeğinin maddi üretiminden tutalım da toplumun yeniden üretimine kadar vermiş olduğu büyük emeklere cevap oluşturamayız. Adeta dünya kadınların sırtında kadınların emeğini sömürerek dönmektedir. Kadın ana olarak, eş olarak, kardeş, arkadaş, kız çocuk olarak süreklileşen bir biçimde sömürü nesnesidir. Kadının emeğinin sömürülmesi sınıf, ulus tanımamaktadır. Kadınlar ister zengin ister fakir olsunlar, ister doğulu ister batılı olsunlar, ister farkında olsunlar ister olmasınlar emekleriyle, bedenleri, düşünceleri ve duygularıyla her yerde ve her zamanda sömürünün en temel konusudur. Bu nedenle kadın üzerinde gerçekleştirilen sömürüyü çözümlemeyen ve buna çözüm üretemeyen bir sosyalizm anlayışı dün ürettiği çözümler üzerinden bugünün sorunu haline gelmektedir. Nitekim pratikleşen sosyalizm trajik örnekleriyle bu gerçeği fazlasıyla bizlere gösterdi.
Ezme ezilme olgusu, bir zihniyet olarak toplumun dimağına yerleştiğinde artık bu zihniyet iktidarda olan ve iktidarda olmayan kesimlere göre, büyük bir çeşitlilik ve karmaşıklık içerisinde uygulana gelen bir alışkanlık haline geldi. Kadın bu gerici zihniyetin en başat kurbanı olurken, çok büyük bir çoğunluk da kadın gibileştirilerek ezilmeye mahkûm edildi. İşte sosyalizm mücadelesini düşünürken, pratikleştirme mücadelesini verirken, bu nedenle dengesini en başta kadın olgusunda, onun iradesinde kaybetmiş bu iktidarcı zihniyet gerçekliğini çözümleyebilmek ve ona göre çözüm çeşitliliğini geliştirebilmek çok stratejik değerdedir. Zira sosyalizmin başarısı buna bağlıdır. Önce kadının duygusu, düşüncesi, emeği ve fiziği sömürülerek ortaya çıkarılmış bir egemen sistem gerçekliğine karşı mücadele ediyorsak, o zaman önce kadının duygusunu, düşüncesini, fiziğini, iradesini, emeğini özgür yaşam felsefesi ile canlandırma mücadelesini vermek zorundayız. Burada söz ettiğimiz her türlü iktidar zihniyetinden uzak bir özgür yaşam mücadelesidir. Zaten iktidar tekleşen bir olgunun bu bir cins de olabilir, ırk da, sınıfta olabilir gücünü kullanarak kendine baskı ve zor kurumları ile tahakküm oluşturmasıdır. Bu nedenle çağımız, sosyalizm mücadelesinin en temel karakteri, iktidarcı zihniyetten kendini arındırmış ve toplumun çeşitliliğini gören ve çeşitliliğin iradesine saygılı, eşitlikçi ve özgürlükçü yaklaşan bir zihniyeti giderek geliştirmesidir. Elbette ki sosyalizm mücadelesine kadın iradesinin katılımı, topluma özgürlükçü ve eşitlikçi yepyeni bir yaşam olanağı sunması çok önemlidir. Gerçekleşen sosyalizm kadın iradesinin katılmadığı bir sosyalizmin başarıya gidemeyeceğini kanıtlamıştır. Yirmi birinci yüzyılda sistem karşıtı hareketlerin ve sosyal mücadelelerin başarılı olabilmelerinin yolu köklü yanlışlıklarını görebilmeleridir. Önderliğimizin bu konudaki çözümlemelerini incelemek mücadelemiz açısından stratejik değerdedir. “Bir özgürlük, eşitlik ve demokrat dünya görüşü her iki tür sınıflaşmayı sözünü ettiğim farklılaşma anlamı dışında öznelleştirmeye, kendilerine moral ve politik değer yüklenmesine olumlu bakamaz. Sınıflaşmayı her iki yönden toplum doğasına aykırılık, anti toplum olarak görüp mücadele etmek durumundadır. Bunların gerçekleşmiş olmaları, meşru ve gerçek toplumsal değerler olarak yorumlanmalarını gerektirmez. Bir vücutta urlaşmış unsurları nasıl normal vücuttan saymazsak, karşımızdaki toplumsal olgular için de benzer yorum yapılabilir. Ayrıca ezilen ve sömürülen tüm sınıflaşmalar, iktidar ve devlet zoruyla ve hegemonik ideolojileriyle gerçekleştirilmiştir. Bu koşullar altında gerçekleştirilen köleliği ve serfliği ancak mahkûm edebiliriz. “ yaşa şanlı işçi, serf, köle!” demek objektif olarak hegemonik iktidar güçlerini övmek ve onaylamak olacaktır. Marks ve ardılları dâhil, birçok ekolün bu tür sınıf yorumları başarısızlıkların en temel nedenidir. Belki üst sınıfların bir dereceye kadar bir anlamı olabilir ama kanter içindeki sınıflaştırmalar zorla ve ideolojik ikna ile oluşturulduklarından bu sınıflaşmaların sürekli mahkûm edilmesi, övülmemesi ve aşılması için mücadele edilmesi en doğru tutumdur. Özne olamayacak olana özne, devrim yapamayacak olana devrimci rol yüklemek, bu tip sosyal mücadeleler tarihinde örneği bolca görüldüğü gibi yenilmekten kurtulamaz. Yenilginin nedeni sorunu doğru anlamamak, sınıflaşmaya yanlış rol atfetmektir. Yeni dönem, 21. yüzyıl sosyal mücadeleleri bu köklü yanlışlıktan döndükleri oradan başarılı olabilir.”
Bu anlamda sınıflaşmayı ve işçi sınıfının gerçeğini de yeniden çözümlemenin ve farklı bir biçimde değerlendirmenin gerekliliği vardır. Sınıflaşma toplumsallaşmanın varlık koşulu değildir. Aksine toplumsallaşma sınıfsallaşmanın reddini içerir. Frankfurt okulunun öncülerinden olan Adorno ve Horkheimer “her türlü şeyleşme bir unutuştur” demektedir. Sınıflaşmanın yaşanması birilerinin diğerine göre şeyleşmesi, nesne durumuna getirilmesidir. Bir yerlerde birileri özne olursa diğerleri nesneleşir. Ve canlı cansız ayrımına, özne nesne ayrımına maruz kalır. Cansız olarak görülen, şeyleşen, nesneleşen üzerinde diğeri her türlü baskı yapmayı tahakküm kurmayı kendine hak olarak görür. İşte kapitalist modernite ezen ezilen ayrımını temelde bu düşünce üzerinden şekillendirmiştir. Bunun için her türlü şeyleşmeye, nesneleşmeye karşı olmak en temel devrimci görevlerdendir. Geçmişte yapıldığı gibi işçi sınıfının kutsanması bizi yanılgılara götürecektir. Toplumun sınıflara ayrılması uygarlığa geçişle yani hakikatten, güzelden, özgür ve doğal olandan uzaklaşmayla gelişmiştir. Bu nedenle hakikatin, güzelin ve özgür olanın mücadelesini verdiğini söyleyenler bu tür ayrımları kutsal olarak göremezler. Yaşasın işçiler demek aynı zamanda yaşasın burjuvalar, efendiler demektir. Çünkü her olgu kendi varoluşunu karşıtına borçludur. Burjuvazi nasıl varoluşunu işçilere borçluysa, işçilerde varoluşlarını burjuvaziye borçludur. Özce formülleştirecek olursak işçiler var oldukça burjuvalarda, patronlukta, efendilikte var olacaktır. Bu nedenle bu 1Mayıs işçiliği birilerinin işçisi olmayı ortadan kaldıran bir mücadele perspektifiyle geliştirilmelidir. Tabi ki bu işçi sınıfını devrimci bir potansiyel olarak görmenin önünde engel değildir. Hareketimiz de ilk kurulduğu günden itibaren kendini Kürdistan İşçi Partisi olarak tanımladı. Sosyalizme getirdiği yeni ilkesel açılımlarla mücadelenin akışkanlığını güçlendirdi, yaratılan soylu değerlere ve devrimci mirasa sahip çıktı. Emeğin zafere ulaşmasının yolunun kadının iradeleşmesiyle sağlanacağını gördü. Sosyalizm mücadelesini kadın iradesini esas alarak yürüttü ve özgürlükçü yepyeni bir yaşamı devrimden önce kendi hareketi içerisinde yarattı. Her türlü şeyleşmeye ve unutuşa başkaldırdı. Böylelikle devrimin şanlı yolunda ilerleyen bir halkı yaratmayı başardı. Kadının emeğini mücadelenin temel dinamiği olarak ele alıp kendini teorize etti ve bunu zaferle taçlandırmanın pratik çabası içerisine girdi.
Emeğin ve sosyalizmin günü olan 1 Mayıs vesilesiyle hareketimiz öncülüğünde kadının emeğiyle yeniden teorize edilen ve pratikleştirilmeye çalışılan sosyalist ve devrimci bilinçle tüm emekçilerin bayramını kutluyor ve bugüne gerçek anlamını vermenin sosyalizmi daha güçlü sahiplenmekten geçtiğine inanıyorum.

Şerda Mazlum

Hiç yorum yok: