10 Mayıs 2010 Pazartesi

Sınıf merkezli olmak istemi aşamiyor

Peki, bu yitirme, proleteryanın eksik mücadeleciliğinden mi, yeterince bedel ödememesinden mi, yoksa kendisine ve içinde yaşadığı kapitalist sisteme ilişkin yapılan tespitlerdeki eksikliklerden mi kaynaklanıyor? Kuşkusuz proleteryanın 20. yüzyılın ikinci yarısından bugüne kadar 19. ve 20. yüzyılın ilk yarısındaki gibi radikal ve eylemci bir karakterde olduğu söylenemez. Bu yönüyle proleteryanın eylemsel yönünde de ciddi bir zayıflamanın olduğundan bahsedilebilir. Ama proleteryanın sisteme alternatif bir öncü olamamasının asıl nedenini hem kendi gerçekliğinde hem de kendisine ilişkin yapılan teorik tespitlerde aramak gerekiyor. En temel yanlışlığın, sınıfın ya da sınıfçı bakış açısının ele alınışında ve ona biçilen rolde olduğu açıktır. Yani herhangi bir sınıf, mevcut hiyerarşik devletçi sistemi özü itibariyle aşan alternatif bir toplumsal sistem kuramaz. Çünkü hiyerarşik-devletçi sistemi yaratan temel üçlünün içinde sınıf da (sınıf, kent, devlet) yer almaktadır. Bundan dolayı da pratikte köle-serf ya da proleter sınıfa dayalı alternatif sistem arayışından ancak devletçi sistemin ortaya çıktığı görülmüştür. O halde komünal topluluklardan ya da komünal demokratik toplumdan sınıflılığa geçiş nasıl bir sapmayı ifade ediyorsa, ona dayalı devletçi sistem de adına ne denilirse denilsin, kimlerin çıkarına kurulduğu iddia edilirse edilsin alternatiftir diye ilan edilemez. Proletarya iktidarı ya da devleti diye tanımlanan kurumun (yani iktidar ve devletin) esasında toplumsal yaşamın komünal olan özünden bir sapma sonucu oluştuğu gerçeği gözetildiğinde sınıfın doğal, normal ve hiç de masum bir toplumsal kategori olmadığı kendiliğinden anlaşılır. İnsanlığın yaklaşık yedi milyonluk ömrünün yüzde 98’ine tanıklık eden ve kök toplum şeklinde tanımlanan klan tarzı toplumsal örgütlenişte sınıfın olmaması, insanlaşmanın genetiğinin farklı tarzda örüldüğünü göstermektedir. Bu durum da ‘sınıflılığın mutlaka yaşanması gerektiği’nin ne kadar yanlış olduğunu gösterir. Çünkü gerçek toplumlar sınıflaşmamış toplumlardır. Yani insan türünün var oluş koşulu toplumsallaşmadır. Toplumsallaşma da insandan dayanışmayı, birbirini tamamlamayı, ahlaklı davranmayı, kolektif olmayı ister. Bu da sınıflaşmamayı gerektirir.

Sınıflaşma, hiyerarşik dönemde ‘güçlü kurnaz adam’ın komünaliteye karşı yürüttüğü sistematik savaşla toplumsal gerçeklikte yarattığı yarılmanın bir sonucu olarak gelişen devlet örgütlenmesi ve döneminin bir ürünüdür. Devlet sınıflaştırır. Egemen kesim kendisini yöneten sınıf haline getirirken, toplumun diğer kesimlerini de yönetilen konumuna getirerek toplumu parçalar. Sınıflı toplumlar, parçalı toplumlardır, egemenlikçi toplumlardır, birbirini tamamlayan değil de birbirine karşı iktidar mücadelesi yürüten toplumlardır. Bu yönüyle de sınıflı toplumlar, ‘doğal’ ya da ‘gelişmenin-ilerlemenin kaçınılmaz sonucudur’ belirlemesini hak etmeyen, hastalıklı toplumlardır.

Sınıf olgusunun taşıdığı bu olumsuzluklar nedeniyledir ki, Marksizm de dahil tüm toplumcu akım ve örgütlenmeler sınıfsızlığı –her ne kadar bunun yolunun ezilen sınıfın egemenliğinden geçtiğine bağlasalar da- amaçlamışlardır. Dolayısıyla sınıfın doğal, organik, normal olan bir toplumsal yaşamda hiçbir yeri yoktur. Bu nedenle de ister ezen sınıftan ister ezilen sınıftan yana olunsun sınıflaşmayı değil, sınıflaşmamayı esas almak gerekir. Mücadeleyi bir sınıfın iktidarını kurmak için değil de sınıfsızlaşmayı sağlamak için yürütmek gerekiyor. Devletçi gelenek insan olmaktan uzaklaşanların bir icadı olduğundan, bu gelenek topluma karşı her zaman insanlıktan uzaklaştıran icraatları gerçekleştirme halindedir. Devlet önce ‘karı’laştırır, sonra sürüleştirir ve sığırlaştırır. Bunun için, devletin etkisi ile şekillenen gerçeklikler de toplumsal-doğal özlerini kaybetmiş olurlar. İşte sınıf olgusu da bunlardandır. Sınıf, özü itibariyle gerçek insandan uzaklaşmayı, ona yabancılaşmayı ifade eder. Çünkü sınıflaşma, toplumsal doğadan kopmanın sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Demokratik toplumda, ezen-ezilen ayrımını yaratmak anlamına gelen sınıflaşmaya yer yoktur. Köleci, aristokrasi, burjuvazi ezen kategorisinde olurken; köle, serf, işçi de ezilenler kategorisinde yer alır. Bu, ezen ile ezileni yaratanın aynılığını ortaya koyar. Dolayısıyla ister ezen, isterse ezilen olsun her türden sınıflaşmaya karşı durmak demokratik-komünal toplumcu olmanın bir gereğidir. Bu nedenledir ki “yaşasın köle, serf ve işçi!” denilmesi yersizdir. Yine proletaryaya veya herhangi bir başka sınıfa öykünmek, ona benzeşmeye çalışmak da yersiz ve hakikat değeri olmayan bir husustur. Yanıltır, karşısında mücadele yürütülene benzeştirir ve bu yanlış fazlasıyla hem de büyük tahribatlar pahasına yapılmıştır. Sınıfa dayalı mücadelelerin iktidar eksenli yürütülmesi kaçınılmazdır. Nasıl ki özü devlete ve iktidara kapalı olan kadının başına iktidarın tacının geçirilmesi onu bile yoldan çıkarırsa, sınıfa dayalı toplumsal mücadelelerin iktidarla sonuçlanması da kaçınılmazdır. Nitekim sınıfsızlığı sağlamak için kurulan sınıf egemenlikleri benzer bir iktidar ve devlet olmaktan öteye bir adım atamamıştır. Çünkü sınıfa dayalı mücadeleler nihayetinde bir sınıfın elinde olanın diğer sınıfın eline geçirilmesidir. Böylesi bir durumda gerçekleşen ‘efendi’ ile ‘köle’nin yer değiştirmesi olur. Bu nedenle de sınıflaşmayı ve ona dayanmayı ilericilik saymak, ezilenler adına en büyük hata olmaktadır. Sınıflaşmayı doğuran tüm faktörler toplumsal doğadan kopma sonucu gerçekleştiğinden ve toplumsal sorunlara kaynaklık ettiğinden gericidirler.

Sınıflaşma, toplumsal gelişim seyri karşısında ileriye doğru değil geriye gidişi ifade eder. Bu nedenle ona dayalı gelişen şeylerin ilerici olması mümkün olamaz. Tarihsel toplumun akışı sanıldığının aksine hep ileriye doğru olmamıştır. Hatta geriye doğru olduğu rahatlıkla söylenebilir. Düz çizgisel ilerlemecilik, kent-devlet-sınıf üçlüsüne dayanan uygarlık tarihi boyunca gerçekleşen sorunlardan anlaşıldığı gibi büyük bir yanılgıdır. Newton’ın hareket yasalarına dayanan bu ilerlemeci anlayışın yanlışlığı, gelinen aşamada kuantumla bilimsel olarak da tamamen ispatlanmıştır. Dolayısıyla dar sınıf eksenli bir toplumsal mücadele yerine kendini doğası çoklu olan toplumun tümüne dayandıran bir toplumsal mücadele daha gerçekçi ve sonuç alıcıdır. Zira iktidarcı devletçi güçlerle çelişki halinde olan, sorun yaşayan sadece işçi sınıfı değildir, devlet dışı tüm toplumsallıktır. Bu yönüyle de Marksizm’in aksine toplumsal gelişimin inşa edici gücü sadece ezilen sınıflar değildir, devlet dışı kalmış toplumun tümüdür. Sınıfsal mücadeleyi de önemseyen ama onu her şeyin merkezine koymayan, her türden sınıflaşmaya karşı duran, toplumun özünü oluşturan ahlak ve politikaya odaklanan bir mücadele ile toplum yeniden inşa edilebilir. Bu nedenle de işçi hareketleri, sendikalar, emek hareketleri demokratik toplum örgütlenmesinin bir parçası olarak ele alınmak durumundadır.

Dar sınıfsal yaklaşım, hiyerarşik devletçi sistemle yaşanan çelişkiyi ekonomik sorunlara indirger. Sistemle yaşanan çelişkinin bu şekilde ele alınması, sistem içileşmenin de önünü sonuna kadar açar. Zira karşıtlarını içinde eritmede hayli ustalaşan ve en büyük gücünü de liberalizmin yumuşatan özelliğinden alan kapitalizm, kimi ekonomik olanaklar sunarak, işçilerle olan sorunlarını çözmüş olur. Proleterya da sistem içileşerek, sistemin bir dişlisi, eki, tamamlayanı olur. O nedenle sistemle yaşanan çelişkiyi ekonomik, artı-ürün ekseninde değil de yapısal ve özü ilgilendiren bir sorun olarak ele almak gerekir. Hiyerarşik devletçi sistem ve onun tüm formlarını –hiyerarşik dönem, köleci dönem, feodal dönem, kapitalist dönem- toplumsal doğadan bir sapma olarak tanımlamak oldukça önem taşır. Uygarlık tarihini bir bütün olarak ele alarak, hem devletçi geleneği özü değişmeyen bir gelenek, hem de doğal toplum geleneğini –demokratik uygarlık- özünü koruyan bir gelenek olarak değerlendirmek tarihe doğru bakmak açısından şarttır. Yani yaşanan çelişkileri, yürütülen mücadeleleri sistemik olarak ele almak hakikate uygun davranmak açısından büyük önem taşır. İşte tüm ezilen sınıflar adına uygarlık döneminde gerçekleşen her eylemsellik, bu tarihi gelenekte devlet dışı kalmış toplulukların edimlerindendir. Ama tarihin tümü değildir, sadece devlet dışı kalmış toplumsal kesimlerin pek çok şey başarmış olan bir parçasıdır.

Dolayısıyla hiyerarşik devletçi sistemin hem doruğu hem de yapısal krizi anlamına gelen kapitalizm koşullarında emekçi hareketlerin de devlet dışı toplumsal inşada kendi üzerlerine düşenleri yapmaları toplumsal sorunlardan kurtulmak için gereklidir. Özellikle bilimsel teknik ilerlemenin en fazla geliştiği 20. yüzyılda yaşananlar sağı ve soluyla klasik iktidarcı yapılanmaların insanlığa, doğaya vereceği hiçbir şeylerinin olmadığını çok daha net olarak ortaya koymuştur. Devlet ve iktidarın özü olan toplum dışılık, doğa dışılık ve bu yönüyle anormallik en fazla bu yüzyılda büyük acılar pahasına görülmüştür. 21. yüzyıl en çok da halkların devlet dışı örgütlenmeleri olan konfederal yapılara tanıklık edecektir. Güçlenen, bilinç ve irade kazanan halk, her geçen gün devleti yaşamından onu işlevsizleştirerek uzaklaştıracaktır. Başkalarına ihtiyaç duyan ve sorunlarını çözemeyen toplumlar zayıf toplumlardır. Güçlü toplumlar kendi kendine yeten toplumlardır ve toplumlar açısından sorunlardan kurtulmanın tek yolu da budur. Buna emekçiler ve işçiler de dahildir.

Hiç yorum yok: