18 Mayıs 2010 Salı

Siyaset Toplumun Vazgeçilmezidir

Toplumsallığımızın ve doğamızın karşı karşıya kaldığı büyük saldırganlık karşısında temel çıkışımızı ve başarıya taşıyacak direniş hattını ortaya çıkarabilecek en kutsal çalışma demokratik siyaset çalışmasıdır.



E. Ergin
Siyaset en çok kullanılan kavramlardan biri. Değişik gerekçelerle kullanılmadığı yer yok gibi. Kullanımı bu kadar yaygın olmasına karşın gerçeği çok fazla biliniyor değil. İnsanların uzak durduğu, güvenmedikleri, yalanla, hileyle, kurnazlıkla, sahtekârlıkla eş tuttukları ve saygınlıktan uzak bir kavram durumunda. Demokrasi de benzer bir durumu yaşayan kavramlardan. Hep özlenen, vaat edilen, ulaşılmaya çalışılan ama bir türlü de içeriği doldurulamayan, herkesin kendi amaç ve maksatlarını gerçekleştirirken arkasına saklandığı, kendine göre kullandığı bir kavram. İkisinin bir araya getirilmesi ise işleri daha da içinden çıkılmaz hale getiriyor. Demokratik siyaset…
Üzerlerinde mutabakat sağlanamayan bu iki kavramın bir araya gelmesiyle tartışmalar içinden çıkılmaz bir hal alıyor. Bu nedensiz değil elbet, toplumun denetlenebilmesi, yönetilebilmesi ancak bu kavramların çarpıtılmasıyla, ifade ettiklerine yabancılaştırılmasıyla yani silahsızlandırılmasıyla, kendini savunamaz hale getirilmesiyle mümkündür. Kavramları netleştirmek ve evrensel kabul gören bir içeriğe kavuşturmaktan ziyade, muğlâklaştırmak, içeriğini boşaltmak, sulandırmak, ‘öyle de olur böyle de olur’ derekesine indirmek bilinçli bir yaklaşımdır ve devlet iktidar kaynaklıdır.
İnsanlığın genel, değişmez doğruları, temel gerçekleri vardır. En küllenen gerçekler de bunlardır. Oysaki bu doğrular üzerinden toplum oluruz. Bu doğrular üzerinden insan kalırız. Bu doğrular temelinde geçmişimizi anlamlandırır, geleceğimizi belirleriz. Tüm farklılıklarımıza karşın birlikte yaşama, paylaşma ve bunu geliştirme iradesini bu ortak doğrular temelinde yakalarız. Bu temel doğrulardan biri siyaset kavramıdır ve üzerinde en çok spekülasyon yapılan kavramların başında gelmektedir. Tarihsel kaynaklara baktığımızda neredeyse egemenliğin başlangıcına kadar uzanan bir saptırmayla karşı karşıyadır. 
Dikkat edilirse toplumun bağrında bir sapma olarak gelişen egemenlikle birlikte saptırmaya uğratılan bir kavram olduğundan bahsediyoruz. Egemenlikten daha eski olduğu sonucuna varmak istiyoruz. Eğer insan toplumsal bir varlık ise, insanlığını toplumsallaşarak kazanmış ise Siyaset (ya da politika) insanlık kadar eskidir. İnsanlaşmamızın siyasetle başladığını ve ‘gerçek anlamda’ siyaset yapabildiğimiz kadar geliştiğini söyleyebiliriz. İlk insan topluluklarından günümüzün karmaşık toplumlarına kadar siyaset insanın vazgeçemeyeceği, ihmal edemeyeceği, ettiğinde zayıf düşeceği, iradesini, kimliğini ve kendini kaybedeceği bir gerçekliği oluşturmaktadır. İnsanlığımız için bu denli eski ve önemlidir.
O halde nasıl oluyor da siyaset bu kadar antipatik, yabancı, güvenilmez bir olgu olarak görülüyor, siyaset bir tarafta, toplum bir tarafta ilişkisiz gibi durabiliyor? Bunlar önemle anlaşılmayı gerektiriyor.

Siyaseti tanımak
Siyaset (ya da politika) iki kişilik bir birimden, milyonları kapsayan birimlere kadar toplumu oluşturan irili ufaklı birimlerin ihtiyaçlarını karşılamak ve sorunlarını çözebilmek için tartışma, karar alma ve bunu uygun araç-yöntemlere kavuşturmak üzere planlamalara gitmesidir. Siyasetin tanımını böyle yapabiliriz. Bu tanım kapsamında siyaset, en küçük toplumsal birimden, ulusal ve küresel çaptaki birliklere kadar, her yerde ve herkesçe yürütülen bir faaliyettir. Kısa-uzun süreli, yerel-evrensel kapsamlı, ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel çeşitlilikte; demokratik-anti demokratik içerikte, devletçe ve devlet dışı yürütülen türleriyle insanı ve toplumu ilgilendiren her sahada adeta anlık yürütülmektedir.
Siyasetin belli kesimlere ve kurumlara has bir olgu olarak ele alınması, daha çok da devletçe yürütülen bir faaliyet olarak görülmesi ise siyasetin gücüyle, toplum yaşamına yön vermedeki etkinliğiyle ilgili ve de insansal gelişimimizin başlangıcından beri değil, bir sürecinden sonra, egemenliğin-sömürünün-tahakkümün ortaya çıkmasından sonra gelişen bir durumdur.
Egemenlikli, devletçi, iktidarcı sürecin başlangıcına kadar siyaset; toplumu oluşturan tüm birimlerin ve bireylerin doğrudan katıldığı bir faaliyettir. Toplumun beslenme, korunma, varlığını devam ettirme gibi ihtiyaçlarını ve karşı karşıya kaldığı sorunlarını çözmek üzere bir araya gelerek tartışması ve kararlara ulaşması gerçek siyasetin kendisidir. Son derece demokratiktir, her birim ve bireyin doğrudan katılımına ve kendini özgürce ifadelendirmesine açıktır. Yaşlı, hasta ve çocuklar dışında her hangi bir kişiye ya da kesime ayrıcalık söz konusu değildir. Özellikle bireyin klan dışında kendini tanımlayamadığı süreçlerde siyaset bu en saf haliyle yürürlüktedir. “Hepimiz birimiz, birimiz hepimiz için” ilkesine göre işlemektedir. Ortak akla dayanması ve toplumsal yarar esastır. Klanı oluşturan üyelerin hep birlikte ihtiyaçları ve sorunları konusunda fikir oluşturmaları ve bunları tartışarak karar haline getirmeleridir. Zaten siyaset de ne kadar çarpıtılırsa çarpıtılsın bundan başka bir şey değildir ve bu anlamıyla toplumun en vazgeçilemez, en insani gerçeğidir. Egemenliğe, sömürüye, köleliğe konu olmayan toplumun yürüttüğü bu faaliyete siyaset (ya da politika) diyoruz. Siyasetin bu biçimiyle yürütüldüğü insan topluluğu en demokratik, en güçlü, en gelişkin ve iradeli topluluk demektir.
Toplumsallığımız bu siyaset tarzı ile gelişmiştir. İnsanlığımız bu siyaset gerçeği iledir ki bir canlı türü olarak doğada karşılaştığı sorunların üstesinden gelebilmiş, toplumsallığını geliştirerek evrendeki canlı cansız varlıklardan nitelik olarak ileri bir aşamaya ulaşmıştır. Bu anlamıyla siyaseti bir devlet faaliyeti olarak tanımlamak ve devletin doğuşuyla başlatmak en büyük saptırmadır.  Bu siyaset gerçeğinin toplumdan çalınması, siyaset yapma hakkının bir takım kişi ve gruplara mal edilmesi, insanların buna ikna edilmesi, siyaset dışına itilmesi adeta tüm kötülüklerin sökün etmesine yol açmıştır. Toplumsal sorunlar olarak adlandırabileceğimiz tüm sorunlar esasında siyaset gerçeğinin tekelleştirilmesiyle, bir takım kişi ve gruplara mal edilmesiyle başlamıştır.  
İnsanlığın klan, kabile halinde yaşadığı dönemin komünal dönem olarak adlandırılması özünde onun tüm karar ve uygulama süreçlerini birlikte gerçekleştirmesinden ileri gelmektedir. Temel ihtiyaç maddeleri başta olmak üzere her şeyin paylaşılması bugünkü insanlığımızın üzerinde yükseldiği toplumsallaşmanın temelini oluşturur. “Hepimiz birimiz, birimiz hepimiz için” ilkesi bu dönemin temel özelliğidir. Buna yol açan sadece tüketim maddelerinin değil, karar ve uygulama süreçlerinin komün ya da klanı oluşturan tüm üyelerin katılımıyla, paylaşımıyla gerçekleşmesidir. Topluluğun karşı karşıya kaldığı sorunların ve ihtiyaçların ortaklaşa tespiti ve kararlaştırılması, uygulama süreçlerine tüm topluluk üyelerinin canla başla, ellerinden gelenin en iyisini yapma temelinde katılmalarını sağlamaktadır. Ortak alınan kararların uygulanma safhasında en ileri ahlaki yaklaşım şekillenmektedir. Kendisi hakkında kararlara giden topluluk üyeleri, alınan kararların uygulanmasında gevşek, bireyci, fırsatçı, hesapçı, çıkarcı vb. yaklaşımları en büyük kötülük olarak nitelemektedir. Doğru siyaset iyi ahlakı getirmektedir. Zerdüşt’ün söylediği gibi “iyi düşün, doğru söyle, güzel yap” ilkesi işlemektedir.

Kadının siyaseti en demokratik siyasettir
İnsanlığımızın bu siyaset gerçeğiyle ortaya çıkmış, şimdiyle kıyaslandığında en sorunsuz, en adil, eşit ve özgürlükçü yaşam dönemi böyle bir siyasetin ürünü olarak vücut bulmuştur. Sorunlar herkes için geçerlidir, çözümler de herkesin katılımıyla bulunmakta ve topluluğun tümü açısından en elverişli sonuçlara ulaşılmaktadır. Doğadan kaynaklı sorunlar dışında ciddi bir toplumsal sorundan bahsedilemez. Topluluk yararına iyi düşünen, doğru söyleyen ve güzel yapan saygınlıkla ödüllendirilmekte, doğal bir otoriteye kavuşturulmaktadır. Doğayla yakınlığı, duygusal zekâsının gelişkinliği ve ana olmaktan kaynaklanan sorumluluk duygusuyla kadın bu sürecin doğal önderidir. Anakadının gözetiminde işlerliğini sürdüren bu siyaset tarzıyla gelişme gösteren insansal yürüyüşümüz, neolitikle büyük bir devrim gerçekleştirmiş ve günümüze kadar varlığını sürdüren temel yaşam ilkelerinin, ölçülerinin ve yaratımlarının temelini oluşturmuştur.
Toplumun hayati sorunlarını çözme sanatı olarak siyaseti bu dönemde yönlendiren kadındır. Kadın öncülük ettiği gelişmelerle neolitik devrime yol açarken, bu kadına tanrıçalık sıfatı kazandırmış, toplulukların manevi dünyasında tanrıça kültünün ortaya çıkmasına yol açmıştır. Çünkü siyaset bu süreçte en demokratik içeriğiyle yürütülen bir gerçekliktir. Topluluk içindir, topluluğun kendisi tarafından yapılmaktadır ve ortaya çıkardığı kararlar topluluğun gönüllü birliği içinde ahlaki bir tutum temelinde pratikleştirilmektedir. Henüz ayrıcalıklı bir kesimin tekeline alınmamıştır, toplum için toplumun kendisi tarafından yürütülen en insancıl, en doğal, insan olmanın gereği bir faaliyet durumundadır. Siyasetin dışında kalmak diye bir şey söz konusu değildir. Herkes topluluk yararına düşünmek, karar süreçlerine katılmak ve açığa çıkan sonuçlar temelinde canı gönülden pratiğe girmek durumundadır. Siyaset yalansız, hilesiz, kolektif, eşitlikçi ve özgür bir düşünce sistematiğine dayanmakta yine ahlaki ilkeler temelinde pratikleşmektedir. ‘Ahlaki politik toplum’ olarak adlandırdığımız bu süreç insanlığın “cennet” olarak adlandırdığı sürecin kendisidir. Onu cennet olarak belleklere işleyen bu siyaset gerçeğinin sağladığı eşit, adil, dayanışmacı, özgür, üretken yaşamdır.
Siyasetin bu en demokratik uygulanışı toplumsal zekânın, ortak aklın en yaratıcı biçimde açığa çıkması demektir. Sömürü, egemenlik, kölelik, yalan, hile, şiddet, açlık, zulüm, savaşlar, sürgünler, baskılar ve yasaklar insanlığın bu siyaset gerçeğinden koparılmasıyla, hâkim siyasetin gelişmesiyle at başı gelişmiştir. Zira bir toplumun kendisi için siyaset yapamaz hale getirilmesi demek kendisi için düşünemez, tartışma yürütemez, karar alamaz ve uygulayamaz hale getirilmesi demektir ki bu köleliği ifade eder.

Siyasetin çalınışı
Neolitik tarım devrimiyle nüfusu artan ve köy gibi küçük yerleşkelerden kent tipi yerleşkelere geçen toplulukları karmaşık ve kalabalık üretim tekniklerine ihtiyaç duymaktadırlar. Yönetilme ve güvenlik sorunları boy vermektedir. Bu temelde yaşlı tecrübeli kişiler ve uzmanlaşanlar doğal olarak öne çıkmakta ve topluluk siyasetinde etkin bir konuma ulaşmaktadır. Tanrıça inancının mekânları olan tapınaklarda faaliyet yürüten rahiplerden başlayarak, avcı, yönetici, yaşlı tecrübeli erkekler arasında toplumsal üretime el koyma ve ayrıcalık oluşturma biçiminde gelişen eğilim kendi zihniyet kalıplarını hazırlamaktadır. Marksizm’in beş bin yol sonra göremediğini görmüş gibidirler. İnsan toplumsal olduğu kadar zihni bir varlıktır. Ne kadar maddi ise o kadar da manevidir. “Yarı yarıya metafizik” yaşamaktadır. Zihnine yön verildiğinde her şeyine yön verilebilmektedir.
Siyaset henüz toplum yararına bağlıdır ve demokratik özüne uygun işlemektedir. Ancak ilerleyen süreçlerde zihniyet kalıplarında yaşanan farklılaşma, tanrı ve tanrı kral fikrinin toplumda yayılmasına tanık olacaktır. Toplumsal birikime el koymak, hırsızlamak isteyen yönetici-rahip-askeri şef ittifakı şekillenmektedir. Onca mitolojik söylem, yaratılış efsanesi, tanrı krallar ve panteonları sırf insanın kendi oluşumunu anlamlandırma çabası olarak değerlendirilemez. Şekillenen yeni toplumsallaşmanın zihniyette şekillendirilen izdüşümüdür.
Tanrı icatçıları Kadın eksenli demokratik siyaset tarzının aşılmasını, belli kesimlere ayrıcalık ve çıkar sağlayan yeni bir siyaset anlayışının geçirilmesini her şeye kadir, güçlü, korkutucu, sözü dinlenmesi ve itaat edilmesi gereken bu tanrı krallar üzerinden sağlayacaklardır. Kadının öncülüğü ve doğal demokratik otoritesi ayrıcalık ve çıkar amacıyla, yani iktidar amacıyla hırsızlanacaktır. Toplumun ihtiyaçları, sorunları giderek ‘her şeyi bilen, gören, duyan’ bu tanrılar tarafından karara bağlanacak, kullara düşen onların söylediklerini yapmak olacaktır. Bu kesimler çıkarlarını tanrıların ağzından ifade ederek toplumun demokratik siyaset yapma sürecine karşı hâkim siyasetlerine işlerlik kazandıracaklardır. Tanrıça inancına karşı tanrı kral yaratımları tamamen bu gerçeğe dayalıdır. Toplumu adım adım siyaset dışına iten, karar süreçlerinin dışında bırakan bu kesimler öncelikle zihinsel hegemonyayı oluşturacaklardır. Tapınaklarda rahiplerce yaratılan mitolojik kurgular kabul gördükçe siyaset de renk değiştirecektir.
Toplum içinde geliştirilmek istenen artık ürüne el koymaya dayalı yeni sistem öncelikle zihinsel olarak kurgulanmıştır. Mitolojik hikâyeler biçiminde ilahi güçlerin istemi ve emri olarak topluma sunulan zihniyet kalıplarının kabulü oranında vücut bulmaktadır. Geliştirilmek istenen yeni sisteme gökyüzünden meşruiyet sağlanmaktadır. Tanrı adına iletilenler kesin doğrulardır, emirdir. Tercih yapmak, kabul etmemek söz konusu bile değildir. Topluma kendisi için siyaset yapmayı bırakması, tanrıların (bunu yükselen egemenlikçi kesim olarak okuyabiliriz) öngördüğü siyaseti uygulaması dayatılmaktadır. Bunun daha güvenli, daha bereketli, daha iyi olacağı söylenmektedir.

Hâkim siyaset kadına karşıtlık biçiminde doğuş yapmıştır
Bunu yönetici, rahip ve askeri şef üçlüsünün siyaseti tüm toplum için değil, kendi ayrıcalıkları için kullanmalarının ilk biçimi olarak değerlendirebiliriz. Hâkim siyaset bu biçimiyle topluma kendi çıkarına olmayan düşünce ve eylemleri kabul ettirme temelinde gelişmiştir. Bunu yaparken doğal toplumun karşılaştığı sorunları kullanma yetenekleri müthiştir. Doğal toplum olarak adlandırdığımız klan toplumunun verimli ve elverişli coğrafyalarda toplanmasının getirdiği sorunlar ve ihtiyaçlar üzerinden kazandıkları ayrıcalıkları meşrulaştırmanın ve kurumlaştırmanın temel yolu olarak hâkim siyaseti geliştirmişlerdir. Yarattıkları erkek karakterli, korkutucu, güçlü, otoriter tanrı figürlerinin ilk yaptıkları uzun ve kanlı savaşlardan sonra annelerini yenmek ve denetime almaktır. Bu anlamıyla hâkim siyaset öncelikle ana tanrıça kültürüne ve onun eşitlikçi, adil, paylaşımcı, ayrıcalıklara ve haksızlığa yer vermeyen siyasetine karşı yürütülmüştür. Toplumsal birikime el koymak isteyen kesimler karşılarında ana tanrıça inanışını bulmaktadır. Toplumda ayrıcalık, otorite ve iktidar geliştirmek isteyen güçler toplumun eşitlik, özgürlük, dayanışma temelindeki birliğini ve gelişimini esas alan ana tanrıça inanışına karşı büyük bir mücadele yürütmektedir. Mitolojilerle doğal toplumun eşitlikçi, paylaşımcı, katılımcı siyasetini oluşturan kadın eksenli düşünüş, ana tanrıça kültürü aşılmakta ve kölelik geliştirilmektedir. Yürütülen hâkim siyasettir. Mitolojik hikâyelerin sonuç almadığı yerde yalan, hile ve zor devreye girmektedir. Analitik aklın yaratıcılığı ile toplum adım adım öz niteliklerinden koparılmakta, kendisi hakkında düşünme ve karar alma gücünü yitirmektedir. Tanrılar adına emredileni yapmak en doğru siyaset olarak kabul ettirilmekte, dayanışmacı, eşitlikçi, bütünlüklü toplum gerçeği parçalanmaktadır. Gelişmekte olan sınıflaşmadır, egemenlik ve kölelik temelinde toplumun yeniden şekillendirilmesidir.
Yeni doğan erkek tanrıların anneleri ve eşleriyle giriştikleri mücadeleleri anlatan mitolojik hikâyeler özünde toplumda gelişen bu yarılmanın, farklılaşmanın ve çelişkinin aldığı çatışmalı hali anlatmaktadır. Toplumsallaşmayı açığa çıkaran, neolitik devrim gibi insanlık tarihinde en büyük gelişme aşamasını yaratan kadın öncülüğündeki demokratik siyaset ile erkek egemenlikli hâkim siyasetin kavgası tanrı ve tanrıçalar arasındaki savaşla ifadelendirilmektedir. Mitolojiyi böyle okuduğumuzda o dönemin toplumsal çelişkilerini ve çatışmalarını görürüz. Mitolojiler bize hâkim siyasetin ilk hedefinin kadın olduğunu anlatır.
Toplumun kendi geleceği için düşünmesi, karar süreçleri oluşturması ve bunu uygulamaya geçirmesi yerini toplum adına (!) düşünen, karar veren ve uygulatan kutsal kişilere ve kurumlara bıraktıkça siyasetin nitelik değiştirmesine, gerçek işlevinin tersine dönmesine, toplumun en vazgeçilmez ve temel etkinliğinin toplumu denetime alma ve bir azınlık için kullanma aracına dönüşmesine tanık oluruz. Siyaset artık toplumun sırtında bir kene gibi yaşayan toplum karşıtlarının, egemenlerin, tekellerin en temel silahıdır. Erkek egemen karakterde kadına düşmanlığı derinleştiren, doğayla bütünlük yerine doğaya hâkimiyeti salık veren, topluma tanrısal aklı esas alarak kendi aklını bir kenara bırakmayı öğütleyen eril, dinsel karakterli,  yalan ve şiddet üzerine kurulu yapısıyla adeta toplumu öğüten bir makine gibi işlemeye başlayacaktır.
Toplumun öz siyaseti devletçi uygarlığın dışındaki, uzağındaki, klan, kabile ve aşiretlerde varlık bulacak; zayıflayacak, çeşitli badireler atlatacak, değişip, dönüşecek ama yok olmayacak ve bir biçimde varlığını devam ettirecektir. Bunun böyle olması kaçınılmazdır zira toplumun varlığını egemenlere, sömürücülere, talancılara bunların geliştirdiği sömürü ve tahribatlara karşın sürdürmesinin, devamlılığını sağlamasının temel koşulu kendi öz siyasetini bir biçimde yürütebilmesine bağlıdır. Toplumun ayakta kalabilmesi ancak böyle mümkündür. Toplum egemenlerin baskısı, zoru ve yalanı ile birçok konuda siyaset oluşturma ve uygulamaktan uzaklaştırılmış olsa da bünyesinin kaldıramayacağı, toplumsal varlığın tehdit altında kaldığı süreçlerde ve konularda devreye girmekten geri durmamıştır. Hâkim siyasetin işlemediği yaşam alanlarında ve coğrafyalarda kendini sürdürmüş ve yaşam alanlarını geliştirmiştir. Hâkim siyaset gelişir, kendini örgütler çeşitli araçlara, aygıtlara, mekanizmalara kavuştururken toplumun siyaset gerçeği de kendini devam ettirmiş, birçok büyük öğreti, birçok bilgelik örneği ve zengin bir örgütsel-eylemsel miras yaratmıştır.
Devletçi uygarlık toplumsal sınıflaşma ve parçalanmanın derinleştiği, toplumsal sorunlar ve çelişkilerin arttığı, insanın doğayla ve birbiriyle dayanışmacı bağlarının koparıldığı süreci ifade eder. Günümüze kadar süren toplumsal parçalanma, hâkim siyasetin ürünüdür. Tabi toplumsal parçalanmayla birlikte siyaset de farklı içerikler ve nitelikler kazanmıştır. Artık tek bir siyaset yoktur, toplumun parçalanan tüm kesimlerinin kendine özgü siyasetleri ortaya çıkmıştır. Zihniyeti, yöntemleri ve araçlarını güçlü, ikna edici biçimde oluşturan hâkim siyasal akımlar ağırlıkla iktidarı -devleti- ele geçirmeye odaklanırken; devletçi uygarlığın dışında kalan kesimler ise iktidardan ve devletten uzak, demokratik siyasetleri temelinde toplumsallıklarını sürdürmeyi esas almışlardır. Toplumun kendi siyasetini yürütmesi demek sınıflaşmaya, devletleşmeye, iktidar olgusuna dolayısıyla sömürüye ve köleleşmeye direnmesi demektir. Tarih bu anlamda uygarlık güçleriyle özgür kabile ve aşiret topluluklarının çatışmalarıyla doludur. Demokratik uygarlığı oluşturan kabile ve aşiret toplulukları hâkim siyasete karşı her fırsatta direnmişler, birçok devletçi uygarlık gücünü yerle bir etmişler ancak hâkim siyasetin ortaya çıkardığı devletçi uygarlık gerçeğini ortadan kaldıramamışlardır. Yine devletçi uygarlık güçlerinin sınıflaştırdığı, köleleştirdiği emekçi, ezilen kesimler de öz siyasetleriyle yaşamak için birçok direniş ve isyan örgütlemişlerdir. Bu çabaların tümü toplumun kendi siyasetini yürütme ve yaşamını bu temelde sürdürme çabalarıdır ve kutsaldır.

İktidar bisiklet gibidir, durduğunda devrilir
Her iktidar gerçeği çeşitli sınırlamalarla ve çelişkilerle var olur. Kendisi bir çelişki ve kriz nedeni olan iktidar gerçeği yol açtığı toplumsal çelişkilerin yanı sıra coğrafi, iklimsel sınırlamalarla da karşı karşıyadır. Yine kendisi gibi farklı iktidar güçlerinin baskısı altındadır. Dolayısıyla bir ömrü vardır. Tarihteki tüm iktidarcı devletçi uygarlık güçleri bu yasanın hükmü altında kalmışlardır. Çelişkilere ve sınırlamalara dayanmak için sömürüyü ve gaspı derinleştirmek, bunun için de hâkim siyasetlerini geliştirmek durumundadırlar. Yeni zihniyet kalıpları ve bunlara dayalı siyaset araç ve yöntemleri yaratılmadan iktidarı sürdürmek olanaklı değildir. Hâkim siyasetin çeşitlilik ve derinlik kazanması yine giderek tek siyaset gerçeği olarak algılanması bu durumuyla ilgilidir. Hâkim siyasetin köleci, tahakkümcü, antidemokratik yönetim anlayışı sağladığı meşruiyet ve kullandığı zor aygıtlarıyla kent devletinden merkezi devlete, küresel imparatorluklara kadar uzanan baskı ve iktidar aygıtları, esasında toplumun kendi adına siyaset yapma gücünü kırdığı oranda yaşam bulabilir. Kendi adına düşünemez, karar alamaz, plan yapamaz yani siyaset yürütemez toplum ise ölü bir toplumdur. Böyle bir insan yığınına toplum denilemez ve toplum gerçeği bunu kaldıramaz. Dayanma ve tahammül gücü bir yere kadardır. Hâkim siyasetin yeni meşruiyet araçlarına ihtiyaç duyması toplumsal gerçeğin bu yapısından ileri gelir. Egemen güçler siyaset yöntemlerini derinleştirmeyi, incelterek sürdürmeyi yine toplumların maddi ve manevi yaratımları üzerinden geliştirmişlerdir. Hırsızlayarak, içeriğini boşaltarak tek tanrılı dinleri iktidarın hizmetine sokmayı başarmışlardır. Bu anlamıyla feodal çağa damgasını vuran hâkim siyasetin dini meşruiyete kavuşturularak sürdürüldüğüne tanık oluruz.
MS.500-1500 arası döneme damgasını vuran hâkim siyaset Hıristiyanlık, İslamiyet gibi büyük dinlerin sağladığı zihniyete ve meşruiyete dayanmıştır. Rönesans ve reform hareketleri eşliğinde yaşanan aydınlanma süreci, kavim, kabile ve aşiret direnişleri öz olarak toplumun dini dogmatizm altında yaşadığı iradesizleştirilme gerçeğine karşı direnişidir. Toplumların kendi siyasetleri temelinde baskısız, sömürüsüz, eşit ve özgür yaşama istemidir.

Kapitalist uygarlığın siyaseti en kirli ve ölümcül siyasettir
Günümüzde hâkim siyaset ideolojik, felsefi ve kurumsal olarak derin bir bunalımı yaşamaktadır. Tüm toplumlarda siyasete güven azalmıştır. Hâkim siyasetin zihniyet kalıpları dökülmekte, kurum ve ilişkileriyle çıkmazı yaşamaktadır. Toplumlar bu siyaset tarzı ile sorunlarının çözüleceğini düşünmemektedirler. Bu kanı ve inanışlar objektif olarak bir gerçeğe de denk gelmektedir. Çünkü siyaset dar boğazdadır, çözümsüzdür. Bu nedenle tüm dünyada siyaset tartışmaları yapılmakta ve bu kavramın yeni tanımlarına ulaşılmaya çalışılmaktadır. Hâkim siyasete meşruiyet sağlayan, perdeleyen bileşenlerin çözümsüzlüğü aşılamamaktadır. Çünkü egemenlerin kar ve iktidar amaçlı hâkim siyasetinin sınıfsallık, ataerkillik, devlet, din ve bilim gibi meşruiyet kaynaklarının toplumsal sorunların ve krizin esas nedenleri olduğu gün gün açığa çıkmaktadır. Hâkim siyasetin üzerinde yükseldiği bu yapıların bunalımı ve çözümsüzlüğü katlanarak büyüdükçe toplumsal krizi derinleştirmektedir. Yaşanan kaostur.
Kapitalist sistemin çeşitli isimler altında yürütmüş olduğu siyasetin kar ve iktidar için toplumsal değerleri sınırsızca hırsızlama olduğu, doğayı mahvettiği, ahlakını, politikasını kırarak toplumları güçten düşürdüğü iyice ortaya çıkmış durumdadır. Toplumsal varlığı tehdit eden, en kemirgen, yozlaştırıcı kesim olarak bürokrasi tüm toplumların en soysuz kesimlerini kapsamaktadır. Hâkim siyasetin kurum ve araçlarına alternatif olarak, tartışmalar, girişimler, arayışlar en yaygın halini yaşamaktadır. Kapitalist uygarlık büyük yalanlar eşliğinde yürüttüğü hâkim siyasetle doğa ve toplumda derin yaralar açtıkça bu arayışlar da gelişmekte ve toplumların kendi siyasetlerini geliştirme, siyaseti demokratikleştirme çabaları yoğunlaşmaktadır. Tarih boyunca iktidar ve egemenliğin, sömürü ve talanın yoğunlaştırılması sanatı olan hâkim siyasetin gerçekliği iyice deşifre olmuştur. Meşruiyetini gökyüzünden alan, kendini dini referanslara dayandıran hâkim siyaset gerçeği kapitalist uygarlık çağında aşılmış, gelinen aşamada insanlığa büyük acılara mal olan ulus-devletçi hâkim siyaset de toplumlar nezdinde iflas etmiştir. İnsanlık için kaldırılamaz boyuta ulaşan, açlık, işsizlik, doğa tahribatı, cinsiyetçilik, eşitsizlik kendini bilime ve ‘halkın egemenliğine’ dayandırdığını iddia eden günümüz hâkim siyasetinin gerçeğini de ortaya dökmektedir. Artık siyaset nedir, kaynağını nerden almalı, nasıl yürütülmeli? Soruları daha güçlü sorulmakta ve küresel düzeyde yanıtlar aranmaktadır. Binyıllardır toplumları köleleştiren, sömüren, iktidarı adına tarifsiz acı ve yıkımlara sürükleyen egemenlerin maskelediği, kutsal kılıflara sararak yürüttüğü siyasetin yerini demokratik siyasetin araçları ve yöntemleri almakta, artan bir biçimde toplum yaşamına yön veren yeni yapılanmalar ortaya çıkmaktadır. Öz yönetim, yerinden yönetim, üçüncü alan, doğrudan demokrasi, sivil toplum, a-devlet tartışmaları ve uygulamaları yaygınlaşmakta, komünler, meclisler, kongreler,  özgür belediyecilik gibi kurumlaşmalar temelinde demokratik siyaset geleneği büyük bir canlanmayı yaşamaktadır.
Çerçevesini kısaca ortaya koymaya çalıştığımız kaos sürecine karşı dünyanın bir çok yerinde içine girilen bu arayışları ve çabaları daha da derinleştirme, tarihsel perspektif kadar, felsefi ve bilimsel temellerini sağlamlaştırma, örgütsel ve eylemsel zenginliğe kavuşturma daha da önemlisi hayatın her alanında somutlaştırma en büyük toplumsal görev olarak belirmektedir.
Uygarlık tarihini bir anlamda toplumun siyaset dışına itilme, söz ve karar gücünün kırılması tarihi olarak da değerlendirmiştik. Uygarlık aşamalarının tümü toplumun öz çıkarları temelinde düşünme, tartışma ve karar alma gücünü kırdığı oranda hâkimiyet tesis edebilmiştir. Yani toplumun politik niteliğini zayıflatabildiği, onun adına karar alma yetkisini çeşitli meşruiyet ve zor araçları vasıtasıyla gasp edebildiği oranda varlık bulabilmiştir. Her uygarlık aşamasının ömrü bununla doğru orantılı olagelmiştir. Köleci, feodal, kapitalist, emperyalist vb. biçimlerde isimlendirilen bu aşamaların her biri bir öncekinden daha fazla, daha derinlikli devletleştirme, sınıflaştırma ve sömürme özelliğindedir. Kapitalist aşamanın feodalizmden, feodalizmin kölecilikten daha ileri, daha gelişkin olduğu demogojiden ibarettir. İnsani ve toplumsal özelliklerin her aşamada bir öncekinden daha fazla kırıma uğratıldığını, baskı, sömürü, çarpıtmanın daha derinleştirildiğini ve yaygınlaştırıldığını, devletin daha büyüdüğünü, iktidarın toplumun tüm dokularına nüfuz edercesine yaydırıldığını görürüz. Bu insanlık için daha fazla ilerleme değildir. Konumuz olması itibariyle siyaset olgusu üzerinden bunu biraz daha geliştirebiliriz.
Köleci dönem hâkim siyasetin dolayısıyla onun en gelişkin iktidar aygıtı olarak devletin kendi özgür yasaları temelinde işleyen toplumsal dokuyu yaralama, bozma ve değiştirme gücü günümüze oranla son derece sınırlıdır. Hâkim siyasetin topluma sızdırılması ve yaygınlaştırılması günümüzle kıyaslanamaz bile. Halkların kabileler, aşiretler, kavimler biçimindeki yaşam ortamlarında geçerli olan demokratik siyasettir. Köleci devletlerin ulaşma ve denetime alma olanakları zayıftır. Denetim altındaki bölgelerde uygulanan hâkim siyaset, hegemonya ve iktidarı adeta anlık geliştiren, ruhlara, duygulara, güdülere dek sızdıran günümüz hâkim siyasetiyle karşılaştırıldığında son derece etkisiz ve zayıftır. Toplumsal dokulara derinliğine işlemekten uzaktır. Halkın öz siyasetiyle birlikte var olabilmektedir. Çoğu yerlerde hükmünü yürüten halkın öz siyasetidir. Köleci devlet ve iktidar sahipleri hem fiziki ve hem düşünsel olarak toplumun dışındadır ve hâkimiyetleri sınırlıdır.
Feodal dönem köleciliğe göre devlet ve iktidarın topluma daha fazla nüfuz ettiği, etkileme ve yönlendirme gücünün daha arttığı, iktidar aygıt ve araçlarının daha geliştiği buna paralel toplumun biraz daha daraltıldığı, özgürlük alanlarının ve yeteneklerinin daha bir sınırlandırıldığı bir süreci ifade eder. Köleci dönemde sınırlı olan yönetim erki ve bürokrasisi gelişme gösterir, aristokrasi olarak tanımlanan kesimin gelişmesi yaşanır, devlet kurumları çeşitlenip yaygınlaşır. Meşruiyet araçları olarak tek tanrılı dinler toplumu bir ağ gibi saran kurumlaşmalara kavuşur. Toplumların öz siyasetine yön veren komünal düşünüş ve inanış biçimleri yer altına çekilmek, daha çok da mezhepler şeklinde varlığını sürdürmek durumunda kalır. Kudretli tek tanrı inancı çoklu toplum gerçeğini sınırlandırır. Tek tipleştirme dinlerin sağladığı meşruiyet temelinde daha gelişir. Kilise, havra, cami ve tapınaklarda toplum zihniyeti karartılır ve egemenlerin hâkim siyaseti yaygınca üretilir. Doğal toplumun demokratik siyaset alanları bir bir düşürülür. Yine de tarım ve köy toplumu şehir ve devlet toplumuna göre hem nicelik hem nitelik olarak daha gelişkindir diyebiliriz. Komünal özellikler, ahlaki ilkeler ve öz siyasete dayalı toplum yaşamı belirgindir. İmparatorluklar ve devletler içerisinde birçok kabile, aşiret, kavim kendi dilleri, kültürleri, inançları temelinde çoğunlukla da özerk bir durumda devletlerle bir nevi ittifak halinde varlığını sürdürmektedir. Vergisini ödemekte, gerektiğinde devletin asker talebini karşılamakta ancak toplumsallığına kendi yön vermektedir. Yine aynı dini inanış altında bile olsa yaygın bir mezhepleşme ve tarikatlaşma biçiminde toplumsal farklılığın ve çeşitliliğin yaşatılması söz konusudur. Feodal uygarlık çağında hâkim siyaset daha bir yaygın, daha sıkı örgütlenmiş, daha güçlü meşruiyet araçlarına ve kurumlarına kavuşturulmuştur ancak hala mekânı, görünüşü, dili, kültürü ile toplumun dışındadır ve tahribatı sınırlıdır.
Kapitalist uygarlık çağında bu durum toplumun aleyhine en büyük değişimi geçirmiştir. Tüm demogojik ve propagandatif söylemlere rağmen kapitalist uygarlık çağında siyasetin kaynağının toplum olduğu, meşruiyetini toplumdan aldığı ve iktidar sahibi seçkinlerin yürüttüğü bir faaliyet olmaktan çıktığı doğru değildir. Bu büyük bir yanıltmacadır ve hâkim siyasetin ürünüdür. Toplumun siyasal etkinliğinin ya da politik özelliğinin iktidar ve tekelleşme adına kırılmaya başlandığını, sömürü, gasp ve talan amaçlı olduğunu belirtmiştik. Tekelleşme ve tekeller tekeli olan devletleşme uygarlığın doğuşundan beri süregelen bir olgudur. Kapitalist uygarlık aşamasında buna bir de bireycileşme eklenmiş devlet ve iktidar olgusu azmanlaştırılmıştır. Bu toplumun en dar sınırlara hapsedilmesi, ahlaki ve politik özelliklerini en kullanamaz hale getirilmesi demektir. Sömürünün azamileşebilmesi için toplumun düşünme, tartışma, karar gücünün maksimum düzeyde kırılması gerekir.
Kapitalist uygarlık sürecinde Hegel’in “tanrının yeryüzüne inmiş ve yürüyüşe geçmiş hali” diye tanımladığı ulus devletin kapsamına almadığı hiçbir insan topluluğu kalmamıştır. Dünyanın en ücra köşelerine kadar devletçilik, iktidar, kar ve sermaye olguları taşınmıştır. Okullar, üniversiteler, medya, tink-tank kuruluşları, internet gibi ideolojik hegemonya araçları patlama yapmıştır. Toplumun ahlak ilkesinin yerine inşa edilen hukuk yaşamın adeta her alanını anı anına egemen sistemin çıkar ve amaçları temelinde düzenleyerek toplumun ahlak ilkesini bir kenara itmiştir. En ufak bir olayda bile neyin suç, kimin suçlu olduğuna devlet karar vermekte, doğumdan ölüme kadarki her yaşam evresi devletin bilgisi, kuralları ve onayı temelinde yürütülebilmektedir. Meşru savunma hakkı başta olmak üzere toplumun kendini savunma ve geliştirme araçları tümden elinden alınmıştır. Milliyetçilik temelinde geliştirilen azami iktidar ve sömürü aygıtı olarak ulus devlet gerçeği adeta toplumun inkârı ve imhası temelinde işlemektedir. Tarihin tanık olduğu en sıkı, en derinlikli, en yaygın iktidar aygıtı olarak ulus devlet; en güçsüz, politik ve ahlaki ilkelerinden soyundurulmuş, savunmasız bırakılarak her türlü sömürüye ve talana açık hale getirilmiş toplum demektir. Devletçilik, milliyetçilik ve cinsiyetçilikle azdırılan bireycilik hiçbir toplumsal sorumluluk gözetmeden kar ve iktidar peşinde koşmaktadır. Doğaya yaptığı gibi toplumu da mahveden, bindiği dalı kesen, kendini var eden koşulları ortadan kaldıran kapitalist uygarlık gerçeği bir kanser gibi doğamızı ve toplumsallığımızı kemirmektedir.

Devletsiz toplum olmaz mı?
Siyaset kavramının çok uzağında bir toplum düzeyi açığa çıkarılmıştır. İnsanlığımız kapitalist uygarlık aşamasında hızla toplum olma niteliklerini kaybetmekle karşı karşıya kalmıştır. Aynı doğamız gibi hatta ondan daha tehlikeli bir biçimde toplumsallığımız varlık-yokluk sorunuyla karşı karşıyadır. Devlet büyürken, bürokrasi devleşirken, tekelleşme küresel şirketleşmelere ulaşır, kısıtlanamaz-sınırlanamaz hale gelirken toplum alabildiğine zayıflatılmıştır. Ahlaki örgü dağıtılmış, para, sermaye, iktidar için her şey mubah anlayışı toplumlara neredeyse hâkim kılınmıştır. Siyasetçilik en ucuzundan egemen sınıflar adına idarecilik yaparken, bürokrasi bu toplum ve doğa karşıtı canavarlaşmış devlet aygıtını yürütürken, sözde bilim adamları ve mekânları eski din adamları ve mekânlarından daha utanmazca devletsiz yaşamın olamayacağı yalanını geliştirirken yine medya bireycilik, paragözlük, tüketicilik, gibi olguları yayarken adeta toplumsallığımıza karşı bir savaş düzenindedirler. Siyasetin bir devlet işi olduğu, devletten ayrı bir siyaset ve toplum gerçeğinin olamayacağı neredeyse tartışılmaz kabullerden biri haline gelmiştir.
Bin yıllardır iktidar güçlerinin çöplüğünden beslenen, egemenlerin ayakucunda iktidar olanaklarından yararlanmak için her türlü ahlaksızlığı sergilemekten çekinmeyen orta sınıfın, tüccar, tefeci, simsar, bezirgân tayfasının sistemi olarak gelişen kapitalist sistem, iktidarı toplumun gözeneklerine kadar taşımıştır. Ulus devlet ile birlikte egemenlik toplumun içine taşınmış, toplum adeta devletleştirilmiştir. Bu kölelikten beter bir durumdur. Devletsiz toplumun var olamayacağı yalanına herkes inandırılmış, herkes kendini devletin sahibi sayacak kadar yanılgı içine çekilmiş, neredeyse toplumun yerini devlet almıştır. “Toplumsuz da yaşanabilir ancak devletsiz yaşanamaz” diyebilecek kadar toplumsallığından uzak düşürülmüş insan gerçeğine kapitalist uygarlıkla birlikte ulaşılmıştır. İnsanın toplumsal bir varlık olduğu, toplumsuz insan olunamayacağı unutulan bir gerçek halini almıştır. Ahlaki ve politik toplumun insanın en büyük hakikati olduğunu hatırlayan bile yoktur. Bin yıllardır amaçlanan ama başarılamayan ahlaki ve politik özelliklerini kaybetmiş, sürüleşmiş, hayvanlaşmış toplum gerçeğine bu uygarlık aşamasında ulaşılmıştır. Alman faşizminde temsilini bulan devletleştirilmiş toplum bunun en çarpıcı örneğidir. Doğamız en büyük tahribatla bu uygarlık sürecinde karşı karşıya gelmiştir. Kadın düşürülebileceği en dip noktaya bu uygarlıkta düşürülmüştür. Tek tipleşme etnik, dini, kültürel farklılıkların silinmesi adeta toplumun eritilerek tek renkli, tek sesli kurşun askerler misali egemenlerin hizmetine sunulması kapitalist uygarlık sürecinde yaşanmış, bedeli on milyonlarca insanın öldüğü iki dünya savaşı, hala hızından bir şey kaybetmeyen ve dünya savaşlarındaki kayıpları katlayan bölgesel savaşlar bu uygarlık sürecinde süreklilik kazanmıştır.
Hâkim siyaset kar ve sermaye birikiminde en ileri noktaya ulaşmış, tekelleşme küresel ölçekte bir olgu halini almıştır. Tüm milliyetçi, bağımsızlıkçı demogojilerine karşın küresel tekellerin uydusu ve uşağı haline gelen ulus devletlerle insanlık sömürüye sonuna kadar açılmış, medya ve bilişimin gücünü ellerinde bulunduran küresel güçler ve işbirlikçileri toplumsal yabancılaşmayı en derin yaşayan bireyci insan gerçeğini “özgür insan”; bunlardan oluşan sürü gerçeğini de toplum olarak yutturmayı başarmışlardır. Doğamızdan daha fazla toplumsallığımız tahrip edilmektedir. İnsanlık için en ağır, en taşınamaz, en ölümcül sonuçlara yol açabilecek nükleer silahlanma, doğanın tahribi, ahlaki ve moral yitim, adaletsizlik, işsizlik, fuhuş, insan ticareti gibi olgular karşısında bile sorumluluk duymayan birey ve “toplum” gerçeği bu sözde en gelişkin uygarlık aşamasının ve onun devletçi, milliyetçi, bilimci, dinci hâkim siyasetinin ürünüdür. Toplumun maksimum düzeyde kuşatıldığı, iç örgütlülüğünün, dini-etnik-kültürel farklılıklara dayalı zenginliğinin eritildiği, neredeyse anlık denetlendiği ve müdahale altına alındığı bu uygarlık sürecinde canlı-gelişme halinde, üretken, kendisi için düşünen-karar alan-uygulamaya geçen tek bir toplum biriminden bile bahsetmek zordur. Bireysel özgürlük kandırmacası altında kimse kimseye söz söyleme, müdahale etme durumunda değilken devlet her şeye ve herkese karışma, müdahale etme, kural koyma ve uygulatma gücüne ulaşmış tanrısal bir güce kavuşmuştur. Hâkim güçlerin iktidar ve tekel aygıtı olarak devlet devleşirken toplum cüceleştikçe cüceleşmiştir. Günümüzde varlık yokluk sorunu yaşayan bu anlamıyla sadece doğamız değil toplumsallığımızdır. Yaşanan en hafif deyimiyle tam bir “toplumkırım”dır.
Başta medya-bilim ve eğitim kurumları-din ve siyaset kurumları olmak üzere uygarlığın dayandığı tüm kurumlar bu toplumkırımının uygulayıcıları olarak rol oynamaktadır. Toplum düşünemez, tartışamaz, kendisi hakkında karar alamaz, hiçbir süreçte hiçbir şeyi değiştirme iradesini gösteremeyen zavallı bir varlık konumuna düşürülmüştür. Ahlaki ve politik özelliklerini yitirmiş toplum dediğimiz işte tam da böylesi toplumlardır.


Derin siyaset
Seçme-seçilme ve oy hakkı yine sözde ifade ve örgütlenme özgürlüğü olguları toplumun siyasete katılımının en ileri biçimi olarak sunmak çok tanıdık ve bildik bir söylem. Bu biçimde toplumun kendi siyasetini oluşturduğu, yine siyasete yön verdiği çokça iddia edilmekle birlikte gerçeği ifade etmiyor. Temsili demokrasi de denilen belli aralıklarla seçilen parlamenterler yoluyla toplumun kendi siyasetini konuşturabilmesi mümkün değildir. Kar ve iktidar üzerine inşa edilmiş hiçbir sistemde demokratik siyasete, halkın doğrudan katılımına yer yoktur. İktidar ve sermaye sahiplerinin ihtiyaç duyduğu toplumsal rıza ve meşruiyetin bu tarz bir katılımla sağlandığı her geçen gün daha fazla insan tarafından anlaşılmaktadır. Demokratik olmayan seçimlerle, demokratik olmayan partiler üzerinden gerçekleştirilen bu aldatmacada kitlelerin önüne sürülen aday listesini onaylaması istenmekte, toplumun bunlar üzerinde hiçbir yaptırım imkânı bulunmamaktadır. Ne geri çekme hakkı vardır, ne denetleme hakkı vardır ne de karar süreçleri halkın katılımına açıktır. En ileri demokrasilerin uygulandığı iddia edilen Batı Avrupa ülkelerinde siyaset en yoğun biçimde kar ve sermaye tekellerinin denetimi ve yönlendirmesi altındadır. Devlet sistemleri halkın demokratik siyasetine ve bu siyasetleri uygulamaya tamamen kapalıdır.
Her devletin bir de derini vardır ve işleyen bunların derin siyasetidir. Güç ve iktidar sahiplerinin bürokrasileri milyonlarla ifade edilen bir kesimi oluşturmaktadır. Devletin neredeyse tüm kademeleri iktidar ve hiyerarşi temelinde işleyen ve kapsamlı ideolojik meşruiyet araçlarıyla bütünlenen bir sistemi oluşturmaktadır. Bunun herhangi bir siyasal parti tarafından bırakalım halklar lehine değiştirilmesini, etkilenmesi bile çok kolay değildir. İktidara gelen her hükümet değişmez devlet çıkarları olarak belirlenen sermaye ve iktidar sahiplerinin politikalarına uymak durumundadır. Her koşulda hükmünü yürüten hâkim siyasettir. Kimi zaman sol, kimi zaman sağ, kimi zaman sosyal demokrat partilerin hükümete gelmeleri ton değişikliğinden öte bir anlam ifade edememektedir. Bu anlamda demokratik siyaset olarak lanse edilen parti ve seçim sistemleri, meclisler, senatolar ve parlamentolar önlerine konulan görevleri yapmakla sorumlu bir memurlar topluluğundan öte bir anlam ifade etmez. Sadece sistemin kendi siyasetini saklamakta kullandığı bir yalan perdesi olabilir.

Demokratik siyaset öncelikle toplumsallığımızın savunulmasıdır
Toplum kırım olarak nitelediğimiz tüm yönelimler bu hâkim siyasetin kurumları ve sistemi tarafından yürütülüyor. Toplumumuzu ve doğamızı yıkıma uğratan tüm uygulamalar bu yanılsamanın sağladığı meşruiyet ve rızaya dayandırılarak yürütülüyor. Hiçbir çağda olmadığı kadar derinleşen toplumsal ve ekolojik krizler en ileri demokratik siyaset olarak tanımlanan demokrasiyle, toplumun geleceği ve çıkarları ile hiçbir ilgisi bulunmayan bu hâkim siyaset türü altında yaşandı yaşanıyor. İşte demokratik siyasetin tanımı ve işlevi de bu noktada belirginleşiyor. Demokratik siyaseti işte tam da burada bir kez daha tanımlamak gerekiyor. Yürütülen toplum ve doğa kırımına karşı toplumun öz niteliklerini yeniden kazandıran, toplumun demokratik siyaset yürütebileceği bunun bilinç, örgütlülük ve tartışma düzeyini kazanabileceği zihniyet örgüsünü, alanları açığa çıkaran siyaset çalışmasına demokratik siyaset diyebiliriz. Demokratik siyaset büyük tahribata uğratılan ve yok oluşa doğru sürüklenen topluma kendine sahip çıkma, kendini koruma, konuşturma ve özgürlük temelinde geliştirme gücü kazandırmanın uğraşı, çabası ve sanatı oluyor.
Kendi hayati ihtiyaçları, sorunları ve işleri üzerinde düşünebilen, tartışıp karara gidebilen ve bu doğrultuda eyleme geçebilen toplum, yaşanan toplum kırımın da doğa kırımın da tek çaresi ve çözümü olacaktır. Sürdürülen kültürel ve siyasal soykırım, tek tipleşme, farklılıkların silinmesi, yabancılaşma, kar ve iktidar tapıcılığı, ahlaki ilkeden kopuşun önüne ancak böyle geçilebilir. Özlediğimiz eşit ve özgür toplumsal şekillenme ancak böyle bir siyaset temelinde kendini yeniden üretme gücüne kavuşan toplumun ürünü olarak gelişebilir. Bunun dışında başka bir yol yoktur. Binyıllardır toplumsallaşmamızı yaratan, geliştiren ve güvence altına alan politik ve ahlaki özelliklerin güncellenmiş yeni yorumu olarak demokratik siyaset çalışması yürütülmeden, toplumlar bu temelde felçli durumlarını aşmadan, eşit ve özgür toplum ütopya olarak kalmaya devam edecektir. Kendini toplum kurtarıcılığı üzerinden tanımlayan, bunu da bir devrimle devlet aygıtını ele geçirerek gerçekleştirebileceğini düşünen devrim ve devrimcilik anlayışı reel sosyalizm pratiğinde ve ulusal kurtuluş mücadeleleri sonrası ortaya çıkan ülkelerde iflas etmiş bir gerçekliktir. Tarihi ilerlemeci, düz çizgisel bir mercekten okuyan, sınıflaşmayı ilerleme sayan, devleti bir özgürlük aracı olarak gören bu yanıyla Fransız jakobenizminin derin izlerini taşıyan, aşırı iradeci, toplumu bir yap-boz tahtası gibi biçimlendirebileceğini düşünen inşacı zihniyetten kurtulmuş bir siyaset zorunludur. Arkasında derin bir zihniyet çalışması olmaksızın demokratik siyaset çalışması yürütülemez. Dolayısıyla demokratik siyasetin bir yanını zihniyet çalışmalarının oluşturması, demokratik siyasetin topluma öz bilinç kazandırmayı amaçlayan kurum ve kadrolarla geliştirilmesi de önemli bir özgürlük çalışması olmaktadır. Demokratik siyaset akademileri ve sosyal bilim merkezleri olarak da adlandırdığımız bu kurumlarda toplumun siyaset yeteneğinin ve gücünün açığa çıkarılması, bunun kadrolarının yaratılması son derece önemlidir. Demokratik siyaset hâkim siyasetin zihniyet yapılanmalarına dayalı olarak yürütülemez. Günümüzün okulları, araştırma kuruluşları, üniversiteleri, medyası halkın demokratik siyasetinin üretildiği, onun zihniyet çalışmasının yürütüldüğü yerler olarak değerlendirilemez. Bunlar hâkim siyasete sıkı sıkıya bağlı, ona meşruiyet üreten kurumlar olarak demokratik siyasete kapalıdır.
Yine demokratik siyaseti halkın tartışma süreçlerine dayandırmadan, denetimine ve doğrudan katılımına açmadan yürütmek mümkün değildir. Bu anlamda bu süreçlerin yaşanabileceği örgütlülükler olarak siyasi partiler, komünler, meclisler, konseyler, sivil toplum kuruluşları, dernekler, sendikalar, oda-baro türü meslek örgütlenmeleri, halkın kültürel ve sosyal kurumları, dini mekânlar düşünülebilir. Sermaye ve iktidar tekelleri dışındaki tüm toplumsal kesimleri kapsayan yaygın, kendi aralarında koordineli bir örgütlülük demokratik siyaset çalışmasının en can alıcı konusunu oluşturmaktadır. Kendini devletleşmeye kapatmış, halkın doğrudan katılımına, tartışma ve kararlaşmasına dayandıran bu tür örgütlenmeler ne kadar yaygınlaşırsa toplum politik niteliğini o denli kazanabilir.
Demokratik siyasetin böyle tabandan, toplumun doğrudan katılımına ve kararlaşmasına dayalı olarak geliştirilmesi başta devlet olmak üzere birçok iktidar ve sermaye gücünü harekete geçirecektir. Hâkim sistemin iktidara ve kâra endeksli geliştirdiği birey ve toplum gerçeği bile başlı başına bir tehdit ve tehlike olarak orta yerde durmaktadır. Dolayısıyla demokratik siyasetin bir de öz savunma perspektifi ve donanımının bulunması kendini savunma gücünün oluşturulması gerekir. Demokratik siyaseti bir de bu yanıyla düşünmek ve anlamak, bunun gerektirdiği bilinç, örgütlülük ve donanımı yaratmak şarttır. Tüm hücrelerine kadar devlet ve arkasındaki iktidar aygıtlarının zoruna açık bir siyaset çalışmasının sonuç alabileceği düşünülemez. Bu yanıyla demokratik siyaset çalışması ciddi bir direniş kültürü ve bilinci yanında bunun ifadelendirileceği özsavunma kurum ve araçlarıyla da donanmak durumundadır.
Demokratik siyaset denildiğinde zorunlu olarak gündeme gelen başka bir husus halkın eylemliliğidir. Tartışan, karar alan ve bunu uygulamaya geçirmeye yönelen her demokratik siyaset yapılanması halkın eylemliliği sorunuyla karşı karşıya kalacaktır. Bu demokratik siyasetin olmazsa olmazıdır. Halkın eylemliliğinin olmadığı yerde demokrasi gelişemez, sadece tartışan ve karar alan fakat bunu demokratik eylemliliğiyle yaşama geçirme gücünü gösteremeyen bir toplum gerçek niteliklerine kavuşamaz. Kendini bir irade olarak kabul ettiremez ve hâkim sınıflar karşısında meşruiyetini sağlayamaz. Bu açıdan halkın demokratik eylem gücünün geliştirilmesi demokratik siyaset çalışmasının diğer önemli bir ayağını oluşturur.
Toplumsallığımızın ve doğamızın karşı karşıya kaldığı büyük saldırganlık karşısında temel çıkışımızı ve başarıya taşıyacak direniş hattını ortaya çıkarabilecek en kutsal çalışma demokratik siyaset çalışmasıdır. Çerçevesini bu biçimde çizebileceğimiz demokratik siyaset çalışması elbette ki daha derinlikli ve ayrıntılı incelemelere ve örneklemelere ihtiyaç göstermektedir. Ortadoğu halklarının barış, demokrasi ve özgürlük ihtiyacına yanıt verebilecek tek seçenek olarak demokratik siyaset olgusu daha çok tartışılacak ve üzerinde bir mürit gibi, ısrarla, inatla, bağlılıkla durularak geliştirilebilecektir. Tarihimizde çokça örneği bulunan bilgelik, ozanlık, evliyalık ve peygamberlik gerçeği bize demokratik siyasetin kişiliğinin nasıl olması gerektiğine ilişkin çok değerli örnekler sunmaktadır. Yine halklarımızın direniş geleneği ihtiyacımız olan birçok şeyi içermesiyle yeniden okunmayı ve anlaşılmayı gerektirmektedir. Bu temelde ele alındığında ve yürütüldüğünde demokratik siyaset halklarımızın zihinsel, örgütsel, eylemsel iradesini zirveleştirmekle kalmayacak, itildiği kaoslu ve krizli durumunu aşma gücüne de ulaşabilecektir.
***

Hiç yorum yok: