18 Mayıs 2010 Salı

Peygamberlik Geleneği

Etnisiteye dayalı mücadele daha çok Aryen topluluklar arasında görülürken, peygamberlik geleneği de daha çok Semitik topluluklarda görülen bir direniş formudur.

Toplumlar tarihinde köleci devlet toplumu dönemine denk gelen ve sistemin içinden egemenlikli sisteme karşı geliştirilen, mevcut sistemi daha çok yumuşatmayı esas alan, sınıf eksenli direniş geleneğine denir. Tek tanrılı dinlerin geleneği çerçevesinde bakıldığında ilk peygamber Hz. Adem ile başlayan, son peygamber Hz. Muhammed’e kadar geçen dönemdir.
Ahlaki ve politik toplumun komünalite ve birbirini tamamlamaya dayanan özünden kopma sonucu gelişen ve daha sonra da devletleşen egemenlikli yapı ile doğal toplum sistemi arasındaki mücadele hep sürer. Köleci devlet dönemi olan bu dönemde devletçi sisteme karşı bir taraftan etnisite formlu toplumlar sistem dışında mücadele yürütürlerken, bir taraftan da sistemin içinden sistemden rahatsız olan halk kesimlerinin mücadelesi gelişir ki bu da daha çok peygamberlik geleneği şeklindedir. Zaten klasik köleciliği aşacak olan da bu iki mücadele kanalının birleşik etkisi olacaktır. Köleci dönemin zirvesini temsil eden Roma İmparatorluğu bir yandan dıştan etnisitenin mücadelesiyle diğer yandan içten Hıristiyanlığın yürüttüğü mücadelenin birleşik etkisiyle yıkılacak ve görece daha yumuşak bir dönem olan feodal döneme geçilecektir.
Etnisiteye dayalı mücadele daha çok Aryen topluluklar arasında görülürken, peygamberlik geleneği de daha çok Semitik topluluklarda görülen bir direniş formudur. Bir hadise göre sayıları 124 bini bulan peygamberler esasında mevcut toplumu kabul etmeyen, toplumdaki ahlaki yozlaşmanın önüne geçmek isteyen ve zihniyet güçleriyle yeni toplumu, daha çok da ahlaka dayanarak yaratmak için mücadele yürüten toplum öncüleri olmaktadır. Mevcut egemenlikli sisteme karşı özgürlük, adalet, eşitlik vb demokratik komünal değerler adına mücadele yürüttüklerinden, aynı zamanda tarihte devlet dışı toplulukların tarihi anlamına gelmek üzere demokratik toplumun bir temsili olmaktadır bu gelenek. Ancak amaçları, ütopyaları demokratik komünal değerler çerçevesinde olsa da pratikleri bunu gerçekleştirecek düzeyde güçlü olmamıştır. Neredeyse tüm peygamberler ve onların öğretileri sistem içileşmekten, sistemi daha da güçlendirmekten kurtulamamıştır. Karşısında mücadele yürüttükleri, büyük bedel ödedikleri köleci sistemin olgunluk aşaması kendi dönemlerinde gerçekleşmiştir. Feodal dönem toplumlar tarihinde özü itibariyle köleci dönemden pek de ayrık değildir, hatta köleciliği daha da olgunlaştırmış yani güçlendirmiştir. Bu onların niyetlerinden ve amaçlarından bağımsız bir şekilde gerçekleşmiştir. Zihniyet yapıları, bilme kapasiteleri, kişilikleri karşı oldukları mevcut hiyerarşik devletçi sistemi aşmaya ve alternatif, amaçlarıyla uyumlu bir yaşam ve sistem kurmaya yetmemiştir. Her şeyden önce sınıfsal yapıda olmaları onların çok radikal olmalarını engeller, bu yönüyle daha çok yumuşatan hareketlerdir. Zaten bu nedenle de Önderliğimiz bu geleneği günümüzün sosyal demokratlarına benzetti. Her yumuşatmanın aynı zamanda bir derinleştirme olduğu gerçeği gözönünde bulundurulduğunda, sistemi daha da derinleştirdikleri görülür. Amaçları iyi olan ama amaçlarını gerçekleştirmede iktidarlı yollara sapan, bu nedenle de amaçlarına ters düşen bir pratik sergilemekten kurtulamamışlardır. Devlet zorlandığında, tıpkı Hıristiyanlık örneğinde olduğu gibi dinin gücünü de arkasına alarak kendini daha da güçlendirmiştir. Bu yönüyle de devletçi zihniyet ve onun en örgütlü kurumu anlamına gelen devlet tarafından egemenlerin çıkarları temelinde kullanılmış, bir gelenektir.
Toplumsal gerçekliklerin inşa edilen gerçeklikler olduğu gerçeğinden bakıldığında da zihniyet güçlerinin yeni ve özgür bir toplum yaratmaya yetmediği, devletli sistemin sınırlarında seyrettikleri görülür. Toplumun adeta her hücresine sirayet etmiş olan hiyerarşiyi, egemenliği, iktidarcılığı aşamamaları, dogmatizm nedeniyle insanın yaratıcılığının, gücünün engellenmiş olması, kulluk ve kadercilik kültürünün hakimiyeti nedeniyle düşünen, üreten, iradeli bir toplum kuramamışlardır. Doğaya yaklaşımları bu dünyayı lanetleme, suçluların sınandığı ve cezanın çekildiği bir yer olarak ele almaları nedeniyle doğaya yaklaşımları devletçi paradigmanın sınırlarındadır. Doğayı edilgen, nesne ve kutsallıklardan yalıtık bir şekilde ele alarak gerçek dünyayı ahret yaşamı olarak bellemişlerdir. Bu yaklaşıma göre bu kirli dünyadan ne kadar erken göç gerçekleşirse o kadar iyidir. Esasında bir ikinci doğa olan insan ve onun var oluş koşulu yani yaşam tarzı olan toplumu, toplumsallaşmayı birinci doğadan tümden kopararak, doğayı ve onun tüm bileşenlerini tanrı tarafından insana sunulmuş bir nimet olarak ele almışlardır. Bu da insan-doğa bütünlüğünü ortadan kaldıran, birini özneleştirirken, diğerinin nesneleştiren yanlış bir ilişki biçimini ortaya çıkarır ki zihniyette egemenliği, parçalamayı yani devletçiliği yaşamak, ona açık olmak anlamına gelir.
Yine toplumun genel özgürlük düzeyini belirleyen kadın konusundaki tutumları da son derece geri olup, kadını lanetli ve ilk günahın gerçek sebebi sayma temelindedir. Var oluşsal olarak kadını ikinci, eksik, erkeğin kaburga kemiğinden yaratılan bir cins halinde ele almışlardır. İlk insan çifti olan Adem ile Havva’nın var oluş tarzına, ilişki biçimine kölelik ve egemenlik yerleştirilmiştir. İkinci cinsel kırılma denilen ve kadının yaşamdaki pozisyonunda önemli düşüşlerin görüldüğü bu dönem, kaynağını bu zihniyetten alır. Açık ki bu ele alış zihniyetlerini amaçları olan özgürlük, eşitlik, adalet, demokrasi gibi demokratik komünal değerler ve ona dayalı bir sistem ve yaşam tarzı kurmada onları sorunlu kılacaktır. Bu yönüyle de niyetleri, çabaları iyi, ama gerçekleşme düzeyleri yetersiz hatta tersinden işleyerek karşıt sistemi güçlendiren bir temelde olacaktır. Bunun da temel nedenini Önderliğimiz onların sistemler olarak alt-toplumu temsil ettikleri halde; üst toplumun yönetim tarzını, yol-yöntemlerini izledikleri bu yönüyle de aynı anda iki karşıt sistemi kendilerinde çelişkili bir şekilde barındırmaları olduğunu belirtmektedir. Bu gelenekten demokrasi güçleri adına çıkarılabilecek en temel ders ise, sistem içi bir kişilik ve zihniyet yapısıyla sisteme alternatif, sistem karşıtı bir yaşam kurulamayacağıdır. Böylesi bir zihniyetle elde edilecek başarıların da geçici ve karşıt sistemi daha da güçlendirmekten, ona yaramaktan kurtulamayacağıdır. 

Hiç yorum yok: