21 Nisan 2010 Çarşamba

NATO: Transatlantik emperyalizmin vurucu gücü


Yeni_Özgür_Politika NATO, başından itibaren ABD’nin etki alanındaki her türlü sosyalist girişime karşı verilen bir yanıt olarak algılandı ve oluşturulan devasa nükleer güç ile Sovyetler Birliği karşısında askerî eskalasyon(yükselme) hakimiyetini güvence altına alma görevini üstlendi.Bu görev etkin bir sürekli silahlanma programını gerekli kılmaktaydı.
1929 Dünya iktisat Krizi’nden yirmi yıl sonra, ikinci büyük paylaşım savaşının hemen ertesinde, 4 Nisan 1949’da oniki Batı ülkesi North Atlantic Treaty Organization’u, kısaca NATO’yu kurdular. NATO kurucuları, kurdukları örgütün Batı’yı olası bir Sovyet saldırısından koruyacak olan bir „savunma ittifakı“ olduğunu iddia ediyorlardı. Bu iddianın ne denli asılsız olduğu, sonraki yıllarda bizzat NATO’nun kendi politikaları tarafından teyid edilecekti. Aslında başından itibaren böylesi bir askerî ittifakın temel kuruluş motivasyonu, kapitalist yayılmacılığın küresel çapta askerî araçlarla güven altına alınmasıydı. Henüz 1929 Krizi’nin yol açtığı ağır sonuçlar belleklerdeydi.

Gerçekten de buhran yılları, krizin kapitalist dünya için ne denli bir dramatik tehdit yarattığını ortaya çıkartmıştı. Nitekim kriz, iktisadî büyüme olmaksızın ekonominin çökeceği paradigmasının yerleşmesine neden olmuştu. Deneyimler açıkça gösteriyordu: ABD hükümetinin krize reaksiyon olarak geliştirdiği „New Deal“ politikası da durgunluğu aşamamıştı; ancak İkinci Dünya Savaşı esnasında devlet finansmanı ile gerçekleştirilen müthiş silahlanma, ekonomik stagnasyonun aşılmasını sağlamıştı. Mağlup Almanya ve Japonya’nın yanısıra, savaşın galipleri olan Britanya, Fransa ve Sovyetler’in de savaş sonrası ortaya çıkan zayıflıkları, Atlantik ötesinde savaşın yıkıcı etkilerinden muaf kalan ABD’nin 1945’ten itibaren öncü dünya gücü olmasını sağlamıştı. ABD’nin 1945 sonrası dış politikasının temel çizgisi de, 1929 benzeri bir ekonomik felaketi engellemek için kapitalist yayılmanın bütün olanaklarını açık tutmak ve güvence altına almak üzerine kurulmuştu.

ABD, salt Batı’lı müttefiklerini değil, savaşın mağluplarını da kapitalist dünya ekonomisine entegre etme çabalarına ağırlık verdi. Bu çabaların temel araçları da ünlü „Marshall Planı“ ve „Avrupa Gelişme ve İşbirliği Örgütü“ oldu.

NATO bu bağlamda ve entegrasyon hedefinin „askerî kolu“ olma göreviyle kuruldu.NATO, başından itibaren ABD’nin etki alanındaki her türlü sosyalist girişime karşı verilen bir yanıt olarak algılandı ve oluşturulan devasa nükleer güç ile Sovyetler Birliği karşısında askerî eskalasyon hakimiyetini güvence altına alma görevini üstlendi.

Bu görev etkin bir sürekli silahlanma programını gerekli kılıyordu. Yürütülen ihtilaf ve tehdit politikalarının ardında, devlet sosyalizminin etkin olduğu bölgelerde krizlere yol açma beklentisi durmaktaydı. Sovyetler Birliği’nin ve diğer „reel sosyalist“ ülkelerin kapitalist olmayan toplumları, kısacası devlet sosyalizmi küresel piyasaların dışındaydılar. Dolayısıyla NATO, silahlanma zorunluluğunu dayatarak Sovyetler Birliği’nin ekonomik kaynaklarının bu alana bağlanmasını, diğer taraftan da „komünizm tehditi“ sayesinde Batı’lı ülkelerin ABD’nin öncülüğünde „Demir Perde“ye karşı ortak cephede toplanmasını sağlayacaktı.

1989/1991’lere kadar süren „Doğu-Batı-İhtilaf-Süreci“, karşılıklı sürdürülen nükleer silahlanma yarışı ve savaş sonrası Avrupa’da çizilen sınırların kabullenilmesi ile belirlenir oldu. Nükleer silahlanma yarışı ve iki tarafın da yok edilebileceği bir potansiyelin varlığı, onyıllarca süren bir „barış içinde yanyana yaşama“ pratiğine yol açtı. Ancak bu pratik, tarafların, bilahassa ABD’nin sürekli olarak nükleer savaş retoriğine başvurmasını engellemedi. ABD, Kore Savaşı ve Küba Krizi esnasında, Sovyetler de 1956 Süez Krizi’nde nükleer silah kullanma tehditini savurdular.

1970’li yılların sonunda ABD, NATO aracılığı ile Avrupa’daki nükleer dengeyi kendi lehine değiştirmek için savaş retoriğini sertleştirmeye başladı. NATO’nun 12 Aralık 1979’da aldığı ve orta menzilli nükleer roketlerin Avrupa’ya yerleştirilmesi kararı, ABD yönetiminin, Sovyetleri ekarte edecek ve nükleer yanıt potansiyelini zayıflatarak olası bir nükleer savaşın „kazanılabileceği“ varsayımı üzerine kurulu olan „İlk Vuruş Doktrini“nin bir sonucuydu. Bu karar özellikle Almanya’da geniş kitlelerin barış hareketi içerisinde mobilize olmasına ve yaygın protesto gösterilerinin yapılmasına neden olmuştu. Ortaya çıkan geniş toplumsal dirence rağmen NATO 1983’de 108 Pershing ve 464 Cruise Missile roketini Avrupa’da konuşlandırdı. Avrupa’nın bir nükleer savaşta yok olma tehlikesi ancak Michail Gorbaçov yönetimindeki Sovyetler Birliği’nin ABD ile 1987’de imzaladığı bir sözleşme sonrasında Pershing ve Cruise Missile’lar ile Sovyetler’in SS 20 roketlerinin geri çekilmesi ile azalabilecekti.

„Demir Perde“ yok oldu, ama NATO kaldı
NATO’nun iddia edilen kuruluş motivasyonu, yani „Sovyet tehditi“ Sovyetler’in dağılmasından sonra ortadan kalkmıştı. Ancak NATO „güvenlik anlayışını“ değiştirerek varlığını gerekçelendirmeye devam etti. Artık NATO, yoksul ülkelerdeki açlık ve kıtlıktan, AİDS gibi salgın hastalıklardan, iklim değişimleri ve doğal felaketlerden, uyuşturucu kaçakçılığı ve sınıraşırı kriminaliteden, kitle imha silahlarının yaygınlaşmasından, özgür dünya ticaretinin tehlikeye düşmesinden ve küresel hammadde kaynaklarına ulaşımın aksamasından kaynaklanan her türlü rizikoya karşı „savunmasını“ güçlendirmeliydi. 1991 Roma NATO Zirvesi, tehditlerin „dört bir yandan“ geldiğini, „görünmez“ ve kestirilemez olduklarını tespit ediyordu. Bu „tehdit analizi“, Batı’yı tehditlerden koruyacak „araçları“ belirliyordu. Artık yaşamın her alanı NATO’nun belirlediği soyut bir „güvenlik“ anlayışının boyunduruğu altındaydı – ve onca yıl öcü olarak gösterilen „komünizmin“ yerini, daha „ciddî“ bir tehdit, „köktendinci İslam“ alıyordu.

Yeni „güvenlik“ anlayışı ve bunun sonucu olarak NATO’nun bütün politika alanları için sorumlu olup, dünya çapında müdahalelerde bulunma hakkı olduğunun savunulması, Batı’nın bütün askerî ve „güvenlik“ stratejileri için belirleyici oldu. Almanya, Britanya ve Fransa 1992’de (daha sonra 2003’de yenileyerek) karar altına aldıkları „Savunma Politikaları Yönergeleri“ ile NATO stratejisini ulusal politika hâline getirdiler. Almanya’nın „Beyaz Kitabı“ (2006), ABD’nin „Ulusal Güvenlik Stratejisi“ (2006) ve daha önceki (Aralık 2003) „Avrupa Güvenlik Stratejisi“ bu anlayışın salt kâğıt üzerinde kalmadığını, aksine geliştirilerek uygulamaya sokulduğunu kanıtladılar.

1991’de belirlenen yeni strateji, NATO’nun 50. kuruluş yılı olan 1999’da NATO Doktrini hâline getirildi. NATO Sözleşmesi’nin 5. maddesinin getirdiği kısıtlamalar, yani NATO güçlerinin „ittifak bölgesinin dışında“ operasyona girme yasağı kaldırıldı. NATO’nun „eyleme geçme yetisinin“ artık BM veya AGİT kararlarıyla „engellenmemesi“ için „out of area“ operasyonlarının NATO’nun kendi kendisini görevlendirerek gerçekleştirilmesi kararlaştırıldı. Artık uluslararası hukuk ve BM kararları istenildiği gibi çiğnenebilecekti.

1999’da Yugoslavya’ya karşı gerçekleştirilen NATO savaşı bu açıdan bir ilki temsil ediyor. Bir „insanî felaketi“ önleme gerekçesiyle yürütülen bu savaş, ki Almanya kendi anayasasını çiğneyerek bu savaşa katılmıştı, nükleer silahı olmayan ülkelere dahi nükleer „ilk vuruş opsiyonunu“ açık tutan yeni NATO Doktrini’nin bir sonucuydu.

NATO’nun müdahale ve savaş ittifakı olarak gelişimi, 11 Eylül 2001 Saldırıları’ndan sonra yeni bir ivme kazandı. NATO, tarihinde ilk kez bir üye ülkeye yönelik saldırı gerekçesiyle „ittifak durumunu“ ilân etti ve ABD başkanı George W. Bush’un başlattığı „Operation Enduring Freedom“ adlı saldırı savaşına katıldı. Dönemin Alman şansölyesi Gerhard Schröder, ABD’ne „teröre karşı savaşında“ önkoşulsuz destek vermek amacıyla parlamentoya güven oylamasını dayatarak savaşa katılma kararını çıkarttı.

NATO’nun aslî görevlerini yerine getirmesi için, „teröre karşı savaşın“ ötesinde gerekçeler hızla bulunuyordu. NATO’nun icadları olan „insanî müdahale“, „insan hakları için savaş“, „rejim değişikliği müdahalesi“ ve „dönüştürücü diplomasi“ („transformationale diplomacy“) gibi gerekçeler günümüzde BM Örgütü içerisinde dahi konu edilebilmektedirler. Bunun arkasında NATO’nun çabaları durmaktadır. Örneğin ABD öncülüğünde kurulan ve 2001’de „Responsibilty to Protect“ („Koruma Sorumluluğu“) başlığını taşıyan bir rapor yayınlayan ICISS Çalışma Grubu (International Commission on Intervention and State Sovereignty), BM’in veya başka türlü oluşturulan (!) uluslararası birliklerin, insan haklarını koruma gerekçesiyle „yönetimi zayıf veya isteksiz“ ülkelere askerî müdahalelerde bulunma haklarının olduğunu savunuyordu.

ABD, NATO’daki müttefikleriyle birlikte, özellikle 2001’den bu yana mütemadiyen BM Şartı’nın 2. maddesinde yer alan mutlak şiddet kullanma yasağının, devletlerin bağımsızlık ve teritoryal bütünlüğünün korunması ve diğer ülkelerin içişlerine karışılmaması ilkelerinin kaldırılması için yoğun çaba gösteriyor. ABD, böylelikle kendi geliştirdiği „Koruma Sorumluluğu“ anlayışına meşruiyet kazandırmak istemektedir. Ancak son yılların deneyimleri, „Koruma Sorumluluğu“nun pratikte, dünya çapındaki sömürü, küresel açlık ve sefaletin yaratıcılarının, iklim değişimine ve sonucunda ortaya çıkan felaketlere yol açanların, bunları gerekçe göstererek ve „yeryüzünün lânetlilerini“ korumak (!) için yeni savaşlar çıkarma yetkisine sahip olmaları anlamına gelecektir. Sonuçta, kundakçılara yangına körükle giden itfaiye görevi verilmek istenmektedir.

Transatlantik „New Deal“
NATO günümüzde dünya çapındaki militaristleşmeyi körükleyen ve böylece sürekli yeni savaş tehditleri ile ihtilafları üreten en önemli güç hâline gelmiştir. Dünya çapında silahlanmaya harcanan yıllık 1,3 trilyon Dolar’ın yüzde 70’i NATO üyesi ülkelerden çıkmaktadır. Bu büyük harcama, dünya nüfusunun yüzde 15’ini oluşturan, ancak dünya çapında yaratılan zenginliklerin yüzde 80’ini elinde yoğunlaştıran Batı’nın küresel hakimiyetini askerî araçlarla güvence altına almak için kullanılmaktadır.

Barack Obama’nın iktidara gelmesiyle birlikte AB ve ABD arasındaki transatlantik ortaklık yenilenmiş ve NATO’nun stratejik konsepti bu yenilenmeye uyarlanmıştır. 2009 yılında beş eski NATO generali tarafından kaleme alınan „Belirsiz dünyada bütünsel stratejiye doğru – Transatlantik ortaklığı yenileme“ başlıklı belge, hem NATO’nun, hem de AB’nin, küresel çapta „müdahale yetisini artırmak“, „asimetrik tehditlere ve ulusaşırı terörizm ile mücadelede kullanılacak etkin araçları optime etmek“ ve işgal bölgelerindeki ayaklanmaları bastırmak için „AB ile NATO arasındaki sinerjinin güçlendirilerek“ hemen her alanın nasıl militaristleştirileceğine işaret etmektedir.

NATO bu politikalarıyla, NATO’ya üye olmayan ve BM Örgütü’nce „yeterince“ temsil edilmediklerini düşünen ülkeleri de yeni arayışlara zorlamakta, Şanghay İşbirliği Örgütü veya Kolektif Güvenlik Sözleşmesi Örgütü gibi uluslararası yapılanmaların silahlanmaya yönelmelerine neden olmaktadır. NATO ve NATO dışındaki örgütlenmelerin varlığı, uluslararası ilişkilerde karşılıklı olarak güvensizlik ve silahlanma dinamiklerini ortaya çıkarmaktadır.

Sonuç itibariyle ABD ve Çekirdek Avrupa, emperyalist sömürü mekanizmalarının, küresel enerji ve hammadde kaynakları üzerindeki hakimiyetlerinin korunması ve güvence altına alınması için oluşturdukları NATO ile dünyanın geleceğini ipotek altına almaya devam ediyorlar. Transatlantik emperyalizmin vurucu gücü olan NATO dağıtılmadığı, uluslararası ilişkiler en azından BM çatısı ve kontrolü altında şiddet yasağına mutlak uyma yükümlülüğü içerisinde barışa ve karşılıklı güven yaratmaya dayanan bir anlayışla düzenlenmeye başlanmadığı sürece, insanlığın barış içerisindeki bir geleceğini tasavvur etmek bile olanaklı olmayacaktır.

MURAT ÇAKIR

Hiç yorum yok: