21 Nisan 2010 Çarşamba

‘Kapitalizmin yenilenmiş showroomu’

Yeniden tanımlanmakta olan ve yeniden inşa safhasında bulunan bir devlet ve kapitalizm ilişkisi ile karşı karşıyayız. Peki devlet ve iktidarının baş köşeye buyur edilmeleri tam olarak ne manaya geliyor? Sevgili Evrim’in (Alataş) aziz hatırasına saygıyla...
Dünya genelinde kaybedecek hiçbir şeyi olmayanlara dahi korkutucu bir hayalet olarak sunulan ‘ekonomik kriz’ pek çok kişi tarafından irdeleniyor. İktisatçılar şu sıralar krizin ‘w’ etkisini gösterebileceğine, yani çift dipli olabileceğine işaret ediyor. Özellikle politik iktisatçılar ise bu krizi, 1929 ekonomik kriziyle karşılaştırıp, dünya ekonomi-politiğin yeniden inşasının kaçınılmazlığına vurgu yapıyor. Bunun sistemik bir kriz olduğuna işaret edenler de var. Bu tartışmalarda alışageldik yorumlar da eksik değil. Kimilerine göre bu, kapitalizmin nihai krizine işaret ediyor. Kimilerine göre ise bu kriz basitçe finansal ve finansa yön veren özel kurumların krizi. Ne var ki kimi devletlerin de iflasın eşiğine geldiğine dair haberler bu işin özel finans kriziyle sınırlı olmadığını, kamusal ekonomik krizin de ciddi bir ihtimal olduğunu gösteriyor. Piyasa ve piyasa kavramıyla bağlantılı yapısal sistemde ciddi bir arıza olduğu ve bunun da ciddi politik ve toplumsal riskler barındırdığı artık tartışılmaz bir gerçek. Ne olursa olsun karşımızda şu andan itibaren yeni bir durum olduğu tartışmasız.
Bu yazının konusu ekonomik krizin nedenleri veya yol açacağı ekonomik yıkımlar değil. Bu yazıda daha çok mahut ekonomik krizden yola çıkarak krizin devlete, topluma ve iktidar mekanizmalarına yansıma olasılıklarına dair birkaç not yazmak istiyorum. Zira her ekonomik krizin devlet ve devletin yapısal iktidarına çarpıcı etkilerinin olduğu kaçınılmazdır. Kapitalizmin inşa ettiği ve yön verdiği devlet iktidarının da bundan payını alacağı ve bir şekilde yeniden dönüştürüleceği anlaşılıyor.
Bu ekonomik krizde pek çok finans kurumu ve bankacılık sektörü dibe vurdu. Piyasanın kırılganlığı ve piyasayı merkez alan iktidar yapılanmasının naifliği bir kez daha test edildi. Özellikle 1980 sonrası liberalizmin zafer çığlıklarının ne şekilde içi boş söylemler olduğu bir kez daha anlaşıldı. Krizden çıkmak içinse iktisatçıların en basit ama en garanti yöntem olarak gördüğü yol seçildi. Piyasalara, batmakta olan banka ve finans kurumlarına liberalizm tarafından işlevi kutsanan ‘gizli el’ temas etti. Ve kamu gücü kullanılarak sistemi yerin dibine batıran bu finans kurumlarına devlet alenen müdahale ederek batmaktan kurtardı. Böylelikle piyasanın serbest olduğu, müdahaleciliğe kapalı olduğu savı yeniden tartışma konusu yapıldı. Kapitalizmin ve bu arada reel-liberalizmin, piyasanın temel ve belirleyici güç olduğu, piyasanın kendinde ve kendiliğinden asli bir güç olduğu şeklindeki teorilerinin safsata olduğu net olarak görüldü. Bir güç-otorite olmaksızın piyasanın ayakta duramayacağı bir kez daha anlaşıldı. Gündelik hayatta görünmez olduğu iddia edilen ve piyasanın gizli öznesi olduğu savlanan devletin sihirli yüzü yeniden ortaya çıktı. Hatta bir adım daha giderek devletin klasik anlamıyla ‘burjuvazinin icra komitesi’ olduğu bunca deneyimden sonra yeniden tescillendi. Devlet ile piyasa arasındaki ontolojik bağın varlığını sürekli inkar eden liberal ekonomistlerin yüzü bir kez daha kara çıkartıldı.
Ben esasında bu beklenen geri dönüş üzerinde duracağım. Buna kavramsal açıdan ‘geri dönüş’ demek de pek kolay değil açıkçası. Zaten hep orta yerde duran bir otoriteye, geri döndü demek biraz tuhaf kaçıyor aslında. Neo-liberal kuramcıların eşliğinde devletin kuşatıcı otoriter yüzü başka bir alanda zaten palazlandırılmıştı. Özellikle 11 Eylül olaylarının akabinde devletin, güvenlik sağlayan korunmacılığı iş başına çağrılmıştı. Havaalanlarında, uçaklarda, gizli hapishaneler politikasında, kişisel veri sağlama yöntemlerinde devlet gündelik hayatta zaten gövde gösterisi yapıyordu. Bir dönem bir kaç jandarma olarak simgelenen devlet olanca kudretiyle yeniden belirmişti. İşte şimdi de ekonomi politikalarında devlete sığınılıyor, devlete kurtarıcı misyonu veriliyor. Yeniden tanımlanmakta olan ve yeniden inşa safhasında bulunan bir devlet ve kapitalizm ilişkisi ile karşı karşıyayız. Peki devlet ve iktidarının baş köşeye buyur edilmeleri tam olarak ne manaya geliyor? Yakın gelecekte iktidar ve devletin yeni görüntüsü tam olarak nasıl olacak? Bu soruların cevapları küresel sistemin yeniden inşa edeceği devlet ve iktidar ilişkisine, bunların işlevine dair önemli veriler sunabilir.
***
Bu soruların sağlamasını yapmak için modern devlet felsefesini işin içine katmamız gerekiyor. Zira konuştuğumuz şey esasında modern devlet yapılanması ve iktidar üretim biçimleridir. Modern devlet kavramını temellendiren pek çok akım vardır. Ancak ben bu yazıda Benediktus Spinoza’nın üzerinden devlet ve iktidar kavramına değinmek istiyorum. Zira Spinozacı gelenek enteresan bir şekilde birbirine neredeyse tamamen zıt anlayışlara sahip Marksist ve liberal devlet kuramcılarının buluştuğu bir iktidar paralaksıdır. Spinoza modern devlet felsefesinin temelleri ile ilgili bir metafordan yola çıkarak fikir yürütmektedir. Buna göre… (t)abiatı işin içine katan Spinoza’ya göre tabiat, balıkları yüzmek ve büyük balıkları da küçükleri yemek için yaratmıştır. Dolayısıyla üstün bir hak uyarınca balıklar suların efendisidir. Böylelikle mutlak olarak düşünüldüğünde tabiatın, gücü altında olan her şey üzerinde üstün bir hakkı vardır.
Bu analizin izini sürersek Yahudi teolojisine girmemiz gerekebilir. Zira bir Tevrat tefsircisi olarak Spinoza esas olarak Yahudi teolojisini, seküler hayatı açıklamak için bir temel kaynak olarak kullanmıştır. Spinoza Yahudi ilahiyatındaki tanrı kavramının seküler karşılığı olarak tabiatı ve yasalarını işaret eder. Bir adım ötede ise Yahudi şeriatının tartışılmaz kavramı ‘seçilmiş halk’ milleti karşımıza çıkar. Spinoza seçilmiş halkın ancak bir siyasi bütün olarak kalabildiği ölçüde büyük balık olabileceğine vurgu yaparken bunun doğal olarak üstün bir hakkı beraber getirdiğine değinir. Bunu konumuza uyarlarsak eğer kapitalist sistem ve yasalarının içinde yaşayan güçlü aktörler, zayıf aktörlere üstün gelebilir. Ne var ki en üstte ise siyasi bütün yani devlet gelir. Bu siyasi bütün krize girdiği zaman kapitalizme el uzatacaktır.
Şu halde ‘seçilmiş halk’, ‘büyük-küçük balık’, ‘siyasi bütün’ kavramları açık bir eşitsizliğin altını çizer. Bu hiyerarşik koşullanma da elbette ona göre doğal ve adildir. Davut’un tanrısı olarak yeryüzüne indirilen ‘tabiat’ ise gözetleyici ve taraflı bir güç olarak ortada duruyor. Buradan yola çıkarak Spinoza’nın devlet felsefesine girdiğimizde ise devletin tıpkı tabiat gibi ezeli ve hatta ebedi bir güç olduğunu baştan kabul etmemiz gerekir. Tabiatsız bir dünya olamayacağına göre devletsiz bir toplum-siyasi bütün de olamaz. Dolayısıyla devlet burada üstün hakkı icra eden-düzenleyen bir ‘toplumsal ilişki’ biçimi olarak karşımıza çıkıyor. Klasik Marksist kuramın sınıflar arası çatışma olarak açıkladığı devlet olgusu, Spinoza tarafından içinde çatışmayı da barındıran, ama sadece çatışmayı değil esas olarak da uzlaşmayı ve bu ikisini de aşan bir toplumsal ilişki olarak tanımlanmaktadır.
Dolayısıyla insanlar mümkün olduğunca güvenlik içinde ve korkudan uzak yaşamak ister. Elbette bunun için de birlikte hareket etmek zorundadır. Bu durumda ise herkes haklarının bir kısmından feragat etmek durumundadır. Şu halde devlet, tabii hakların kimisinden feragat eden insanlardan müteşekkil ve onlar adına her şey üzerinde üstün hakka sahip örgütlenmiş bir toplumdur. Otoritenin kaynağı bu şekilde Spinoza tarafından teolojiden devlete aktarılmıştır.
Ekonomik krizin baş köşeye davet ettiği devletin güçlenmesi olgusuna Spinoza’nın formülünü uyguladığımızda şaşırtıcı sonuçlara ulaşabiliriz. Kapitalizm; piyasa, ekonomik kuralları ve bu arada yapıları içinde barındıran deniz gibidir. Elbette liberalizmin tarafsızlığında ve rekabetçi ortamında büyük şirketler küçük şirketleri yutabilir ve büyük şirketler suların efendisidir. Sular çekildiğinde veya büyük balıklar zora girdiğinde üstün hakka sahip otorite yardıma çağrılır. Bu şekilde tüm işler tabiatın yasalarından mülhem yasalarca yürümektedir. Buna denge doktrini demek de mümkündür.
Kapitalizm olarak tasvir edebileceğimiz sular çekildiğinde veya başka zorluklar çıktığında devreye devlet ve yasaları girecektir. Burada iktidarın sadece organik temellendirmesi değil aynı zamanda iktidarın ahlaki temellendirilmesi de yapılmaktadır. Zira insanın arzu ve güçle ilişkili yapısı üstün bir güce gereksinim duyar. Yani iktidarın meşruluğu ve ahlakiliği konusunda da Spinoza, talmudik geleneği sürdürmektedir. Tanrı’nın neredeyse Yahudi ilahiyatındaki pek çok sıfatı olduğu gibi devlet iktidarına geçirilmiştir. Özellikle de ‘çoban-sürü’ diyalektiği neredeyse aynı işlevle modern devlete yüklenilmiştir.
Devletin çobanlığı sorunu bizi doğal olarak iktidarın temeline ve işlevine götürür. Çoban sürüsünü otlatır, korur ve hiçbir paylaşımda bulunmaksızın sürüyü idare eder. Bu diyalektiği Michel Foucault’nun iktidar şemasında da görebiliriz. Ancak bir farkla ona göre doğu toplumlarının yönetilme biçimi çoban-sürü diyalektiği iken, batılı toplumların yönetilme biçimi gemi kaptanı ve tayfası ilişkisidir. Burada Platon’un batılı-Yunanlı halklar için tıpatıp çoban-sürü ilişkisini gündeme getirdiğini hatırlatmak Foucault’nun tarafgirliğini göstermek için işlevsel olabilir. Fakat esas olarak onun söylemek istediği şey çobanın sürü üzerindeki iktidarını doğuda dengeleyen sözgelimi ara sınıflar, sivil toplum kuruluşları, hukuk ve benzeri yapıların olmamasıdır. Batıda ise geminin geleceğinden ve güvenliğinden kaptan dahil tüm herkes sorumludur. Çünkü tayfalar sürü gibi iradesiz değildir; kaptan da çoban gibi mutlak otorite değildir. Çoban veya kaptan fark etmez her ikisi de bu kriz zamanında yeniden iş başına çağrıldı. Sürüyü kurt kapmaya, gemi su almaya başladı. Rolünü oynayan çoban ve(ya) kaptan elbette mükafatlandırılacaktır. Ne olursa olsun görünür gelecekte alışılagelmiş iktidarın alternatifsizliği tescillendi.
Buraya kadar söylenen şeyler bilginin, sermayenin ve sermayenin kültürel mantığının küreselleşmesinden önce klasik devlete dair söylediğimiz şeyler için anlaşılır olabilir. Ne var ki küreselleşme süreçleri dikey iktidar korelasyonlarını farklı bir alanda yeniden üretiyor. Farklı deyimle iktidarın alternatifi belki bulunamadı ama iktidar süreçleri çatallaşmaya doğru ilerliyor. Gerçekten de iktidar süreçleri sadece steril plazalarda, şirket genel kurul toplantı salonlarında değil, giderek anonim vasıflı daha yerel alanlarda üretiliyor. Ulus devlete yön veren bürokratik ve sermaye oligarşisi küreselleşmenin baskın karakteriyle iktidar alanlarını hem çoğulculaştırdı hem de bunu katılıma açtı. Bu nedenle toprak parçaları üstüne çizilen ulusal sınırlar ve gümrükler anlamsızlaşmaya başladı. Siyaset ve kültür çeşitlendi, çeşitlendikçe de siyaset de yerelleşti iktidar da. Küresel sermaye dahi kimi durumlarda çeşitli yerel güçlerle konsorsiyumlar oluşturarak veya şirket evlilikleri ile yetki ve iktidar noktasındaki tutumunu halka arz etmektedir. Her durumda ulus devletin merkeziyetçi, tekçi, tekelci egemenlik anlayışı gerilemiş durumdadır. Küreselleşme süreci iktidarın işlevini yeniden tanımlamakla kalmıyor, yeni iktidar alanları ve yeni aktörleri de ortaya çıkarıyor. Daha da önemlisi iktidarın meşruiyet kaynakları da değişime yüz tutuyor. İktidarın katılıma açık hale geldiği bir yeni dönem yaşanıyor. Ne var ki şu temel sorun hala aynı yerde duruyor. Bahsettiğim iktidar süreçleri alttan gelen katılım ve demokrasi dalgası ile değil, üstten verilen bir tür lütuf ekonomisi biçiminde sakat olarak işliyor. Kapitalizmin iktidar üretim araçları tıpkı halka arz edilmiş anonim şirket gibi tepeden aşağıya bir ağ iktidarı biçiminde kurgulanmaktadır. Bu şekilde ‘her yerde ama hiçbir yerde’ olma frekansı daha fazla ön plana çıkıyor.
***
Bu tartışmanın tam göbeğinde konfederal yapı tartışması nereye oturuyor sorusu kritik önemdedir. Ulus üstü aktörler ve kurumların önem kazandığı bu jeo-kültürde konfederalizm tartışması bana kalırsa erken bir tartışma değildir. Bu tartışmayı yürütmek en kötü ihtimalle iki yüz sene önce ortada hiçbir somut işaret olmadığı halde, şimdilerde tartışılmaya başlanan ütopik bir dünya vatandaşlığı fikrini ortaya atan İmmanuel Kant’ın pozisyonundan daha iyi bir noktaya bizi götüreceği muhakkaktır. Diğer bir deyişle ulus üstücülüğü, sınır üstücülüğü dayatan, etkileşim ve ilişkiyi önemseyen küreselleşme siyasetinin komünal yapılar için iyi bir zemin sunduğu ortadadır. Özellikle ekonomik krizle tavan yapan kaotik piyasa koşullarında kimi şirketler devlet sınırlarına, ırk ve din farkına aldırış etmeksizin ayakta kalmak için belli ilkeler ve kar marjlarında bir araya gelip güç birliği yaptı. Kapitalist unsurların bu reel hareketleri dahi konfederal yapıların işlevine dair bize bir fikir verebilir.
Son bir keza daha Spinoza’ya müracaat edersek eğer, ona göre “konfedereler bir savaş tehdidini savuşturmak ya da herhangi bir yarar nedeniyle birbirine zarar vermemek ve ihtiyaç halinde yardımlaşmak üzere anlaşmayla bağlanan eyaletlerin insanlarıdır. Bu iki eyaletin her biri kendi siyasi bütününü korur.” Her ne kadar Spinoza, Hollanda’da yaşam sürmüşse de onun bu fikirleri esas olarak Yahudilerin iktidar yapılanmasına dair bir aleni şifredir. Dönemin Avrupa’sında bir ülke kurmanın Yahudiler için imkansız olduğu bir durumda değişik yerlerde yaşayan Yahudilerin ilgili ülkelerin sınırlarına karışmaksızın tehdit anlarında veya yarar dönemlerinde güç birliği yapabileceği teklifi sunarak bu tartışma için bize iyi bir zemin sunmaktadır.
Bana kalırsa hiç değilse yakın ve orta gelecekte konfederalizm tartışması Kürtler açısından ciddi şekilde düşünülmelidir. Küreselleşme ile yeni bir aşamaya giren iktidar süreçleri devletsiz halklar için özellikle kendi kendini yönetme bağlamında tahminin ötesinde yeni fırsatlar getirmektedir.
Yararlanılan Kaynaklar:
-Benediktus Spinoza, Teolojik Politik İnceleme, Dost Kitapevi Yayınları.
-Michel Foucault, Özne ve İktidar, Ayrıntı yayınları.

Hiç yorum yok: