10 Nisan 2010 Cumartesi

1960 CUNTASI’NIN KÜRT POLİTİKASI - 1

09 Nisan 2010
Yeni_Özgür_Politika1960 Anayasası,milliyetçilik ve Atatürkçülüğü harmanlayan bir ideolojiyi resmileştirmiştir. Kurduğu Milli Güvenlik Kurulu ve Özerk Silahlı Kuvvetlerle askeri gücü iktidara ortak etmiştir.

Zoraki yöntemlerle „tek-tip toplum“ yaratmayı önüne temel hedef olarak koyan 1910’lu yılların Türkçü İttihad ve Terakki yönetiminden bu yana, Kürtler’e ve diğer halklara dönük politikada şartlara göre kimi zikzaklar yaşansa da, genel eğilim hep red ve inkâr temelinde seyrederek yakın zamana kadar gelmiştir. Alman militarizminin yedeğinde Birinci Dünya Savaşı’na giren Osmanlı İttihad- Terakki yönetimi, Türk- İslâm ekseninde bir tektip toplum yaratmak amacıyla 1915-16’da Ermeni ve Asuri- Keldani katliamıyla işe başlamış; yenilginin ardından, kadrolarının neredeyse tamamına yakını bu hareketten gelen Kemalistler’ce devam ettirilmiştir. Nitekim, 1919-1921 yılları arasında Kızılbaş- Kürtler’i hedef alan Koçgiri katliamı; ardından da 1923-24 yıllarında Grekler’in, anayurtlarından sürülmesi olayı yaşanmıştır. 1925 Kürt Ulusal Direnme Hareketi’nin bastırılması üzerine 15 bin dolayında Kürt katledilmiş, Asuriler de bundan nasibini almışlardır. Aradaki küçük çaplı „taqtil“ olaylarından sonra, 1935- 1938 yıllarında Dersim’ de sayısı bugün kesin olarak bilinmeyen, ancak onbinlerle ifade edilen yeni bir Kızılbaş- Kürt katliamı gerçekleştirilmiştir.

Bundan sonra birtakım yeni ırkçı yasalar çıkarılarak, 1942’de Ermeni, Yahudi ve Grek sürgününe kapı açılmıştır. 1955’te İstanbul ve İzmir’de cereyan eden 6-7 Eylül türünden yağmalama olayları da, yine aynı gayrimüslim ve gayritürk unsurları yani Rum, Ermeni ve Yahudiler’i hedef alıyordu. Bundan yaklaşık 12 yıl sonra yani 1967’de Elbistan’da, 1978’de ise Maraş’ta yine Alevi Kürtler’e dönük bir katliam yaşanıyor ve bunları Çorum, Alaca, Malatya, Erzincan, Sivas katliamları veya benzeri olaylar izliyordu. 1993’te yine Sivas’ta gerçekleştirilen katliam ile 1995’te gerçekleştirilen Gazi katliamları, eskilere eklenen yeni halkalar oluyordu. 1984’ten beri Kürt halkına karşı yürütülen ve yine onbinlerce insanın hayatına malolan sınır ve kural tanımaz savaş ise hâlâ sıcaklığını korumaktadır. Görüldüğü gibi, bu topraklarda „Türk- İslam İdeolojisi“ nin yolaçtığı, yaklaşık 100 yıllık bir katliam süreği yaşıyoruz… Bir başka söyleyişle, etnik ve dinsel kökenli bugünkü sorunları, bu tek-tipleştirme politikaları yaratmıştır. Yine bir başka deyişle; Kürt, Alevi ve diğer azınlık sorunları bu politikalarla yaşıttır.

60 darbecilerinin 61 Anayasası
Değer yargılarına ve dünya görüşlerine göre kavramların anlam değiştirmesi kuramına uygun olarak, yasaların ve anayasaların „ilerici“ veya „gerici“ olması hususu da kişilere, zümrelere, etnisitelere ve sınıflara göre değişmektedir. Nitekim, Kemalist yönetimin 1925’teki büyük atılımı ve devrimi kabul edilen Tevhid-i Tedrisat Kanunu yani Eğitimin- Öğretimin Birleştirilmesi Yasası, kimi yönleriyle çağdaş yani „ilerici“ kimi yönleriyle ise „gerici“dir. Çünkü bu yasayla, bir bölüm gayrımüslim azınlıklar dışında, anadilde eğitim hakkı yasaklanmış ve Kürtçe eğitimin önü kesilmiştir. Oysa bu yasak, bırakın evrensel insan haklarını, Lozan Antlaşması’ nın 37- 45. maddelerine de aykırıdır. Bu yasak, Şark Islahat Planı ile gizlice karara bağlanmış ve en katı biçimde uygulamaya konmuştur.

1921 Anayasası’nda, „Vilayet manevi şahsiyeti ve muhtariyeti haizdir“ başlığı altında, bütün vilayetlere idari açıdan özerklik tanıyan bir hüküm getirilmişti. Aynı Anayasa’nın 22. maddesinde; „Aralarındaki ekonomik, toplumsal ve dilsel ilişkilere göre iller birleştirilerek Genel Müfettişlik bölgeleri oluşturulması“ öngörülüyordu. Bu maddeler, dönemin Kürt aydınlarında belli bir umut yaratmış, ancak 1924 Anayasası bir düşkırıklığına yolaçmıştı. 1927’de kurulan Umumi Müfettişlikler ise tam bir Sömürge Valiliği işlevi yüklenmişlerdir.

Göreceli olarak ilerici kabul edilen, sosyalizme açık olduğu vurgulanıp, ilk defa bir Sosyalist Parti’nin kurulmasına ve yaşamasına cevaz veren 1961 Anayasası ise yine 12 Mart Cuntası tarafından değiştirilmiş ve sözkonusu İşçi Partisi de, 4. Büyük Kongresi’nde „Kürt halkının ve dilinin varlığına vurgu yapan“ bir maddeden dolayı kapatılmıştır. Yani, bu olayda da Kürt kimliği turnusol görevi yapmıştır.

Önce 12 Mart, ardından da 12 Eylül 1980 darbecilerinin elinde bir oyuncak haline gelen Anayasaların ardından, yeni ve sivil bir Anayasa ihtiyacının kendisini dayattığı günümüzde; örnek gösterilen ve „ilerici“ kabul edilen 61 Anayasası’na da ciddi eleştiriler yöneltilmektedir. Bu eleştirilerden biri, Prof. Dr. Mustafa Erdoğan’ a aittir. „1961 Anayasasının son derece özgürlükçü ve demokratik bir anayasa olduğu düşüncesi bir hurafedir“ diyen Erdoğan, eleştirilerini şöyle sürdürmektedir: „Bir kere, bu Anayasanın yapılış süreci demokrasi bakışaçısından tam bir skandaldır. Nitekim Anayasayı yapmak üzere teşkil edilen (Kurucu Meclis), darbecilerle CHP ittifakına dayanan ve halkın yarısının temsilcilerini kategorik olarak dışlayan yapısıyla açıkça plebisitçi- otoriter bir organdı. (…)Öte yandan, temsili- demokratik kurumlara karşı askeri- bürokratik isyanın resmi bir meşrulaştırmasına (Başlangıç)ında yer vermesi bakımından bu Anayasa, 1982 Anayasası’na da öncülük etmiştir. Bununla uyumlu olarak bu Anayasa, milliyetçilik ve Atatürkçülüğü harmanlayan bir ideolojiyi resmileştirmiştir. Kurduğu Milli Güvenlik Kurulu ve özerk Silahlı Kuvvetler marifetiyle askeri gücü iktidara ortak etme (onur)u da 1961 Anayasası’na aittir.“ (1)

Cunta Lideri Gürsel’in Sloganı: ‘’Size Kürt Diyenin Yüzüne Tükürün…“
1960 Askeri darbesi olduğunda, Ortaokuldaydım. Ortaokula Kayseri’de başlamış ve Pınarbaşı’da bitirmiştim. Okula giderken, hergün Hükümet Meydanı’nın en görkemli yerine asılmış bir bez afişle burunburuna gelirdik: „Size Kürt diyenin yüzüne tükürün…“ O sıralar, çevre ilçelerden gelen Kürt öğrencilerle, buranın 93 Göçmeni Çerkez çocuklar arasında söz ve karar sahibi olma temelinde bir çekişme ve gerginlik yaşanıyordu. Nitekim, bu çekişme Kürt gençlerin önderliğini yapan ağabeyimin okuldan süresiz uzaklaştırılmasına yolaçmıştı.

Ancak, Cunta’nın anlı- şanlı lideri, Erzincanlı Kürt ve Alevi olduğu (!) söylenen Org. Cemal Gürsel’ in üstteki sözlerine bir anlam veremiyorduk. Sanki bu slogan doğrudan bizi hedefliyordu. Kendini „Kürt“ bilen insanlar olarak, neden Kürtlüğümüzden utanmalı ve bize „Kürt“ diyenin yüzüne tükürmeliydik?.. Bu, bize bir iyilik mi, yoksa hakaret miydi? Biz bilmiyorsak bile, okumuş büyüklerimiz, bu topraklarda yörenin Afşarlar’ından da, o tarih itibarıyla 100 yıllık geçmişi olmayan Çerkezler’den de daha eski bir halk olduğumuzu söylüyorlardı. Öyleyse, üstelik „Kürt“ olduğu söylenen ve „Cemal Aga“ olarak adlandırılan bu askeri yönetim lideri, neden bize sesleniyordu? Bu durumda, övünmeli mi, yoksa yerinmeli miydik?..

Bu karmaşık duygularla, Lise son sınıfa kadar geldim. Lise son sınıfta, askerlerle birlikte 60 darbesini yapmakla övünen Tarih öğretmenimiz Lala Paşa, birgün okul bitimine yakın bir zamanda sınıfta attığı Kürt ve Kızılbaş karşıtı bir nutukla, hem utanmama hem de isyanıma yolaçtı. Sınıfa fötr şapkayla ve paltoyla giren ve dilinden hiç bir şey anlaşılmayan bu 40 yıllık Kayserili öğretmen, askeri yönetimin doğum ve nüfus kontrolüyle ilgili tutumuna karşı çıkıyor ve böyle bir uygulamaya girişilirse; buna uymayacak Kürtler’le Kızılbaşlar’ın ülkede yönetimi ele geçireceklerini savunuyordu… O anda, tüm gözlerin üzerimde odaklandığını hissetmiştim, çünkü sınıfta tek Kızılbaş- Kürt bendim. Bu nedenle, tam hocanın çıkacağı sırada kapıyı kapatmış ve ağlamaklı bir sesle, ayrımcılık ve düşmanlık yaptığını yüzüne haykırarak, kendisini yönetime şikayet edeceğimi söylemiştim. Yapmıştım da. Ancak, kişiliksiz lise müdürünün birşey yapmayacağını ve Lala Paşa karşısında el-pençe divan durduğunu da biliyordum. Sonuçta, faturayı yine ben ödemiş ve sözkonusu hoca tarafından tek dersten ikmale bırakılmıştım. Bir yıl sonraysa, Ankara’da yüksek eğitime başlamıştım. Yıllar sonra Kayseri’ye bir gidişimde, sinema çıkışında Balkan göçmeni bir sınıf arkadaşım yanıma yaklaşarak, „Biliyor musun, tartışmanızdan sonra Lala Paşa, beni ve Çerkez Mehmet’i çağırarak; (bu tehlikeli bir adam, bunu izleyip bana bilgi verin) diye bizi görevlendirdi“ demişti!.. Evet, bugün de olduğu gibi, onlar „güvenilir“, binlerce yıldır bu topraklarda yaşayan bizler ise „güvenilmez“ insanlardık… 27 Mayıs’ın bu kahramanı, yeterince bilinçli olmasam da beni 27 Mayısçılar’dan soğutmaya yetmişti…

Atatürk’ün danışmanı Tankut’un 60 cuntası’na hazırladığı ‘’Etno- Politik İnceleme Raporu“
Kemalistler’in Kürtler’e yönelik politikasında belirlenmiş bir çizgi ve süreklilik olduğunu; eski rapor ve planlarda gördüğümüz gibi, 1960 darbesinden sonra hazırlanan çalışmalarda da rahatlıkla görüyoruz.

Yakın dönemlerde anılarını yazan Numan Esin gibi kimi 27 Mayısçı subaylar; sorguladıkları Adnan Menderes’ in, idamından 11 ay önce „Kürt sorununu demokrasiyle çözeriz“ dediğini açıklıyor. Esin, sorgulama esnasında „Kürt sorunu, Türkiye’nin en önemli sorunudur. Siz hükümet olarak ne yapmayı düşünüyordunuz?“ diye sorduğunu belirtiyor ve Menderes’in şu yanıtını aktarıyor: „Bizim çözümümüz demokrasiydi. Halka vereceğimiz serbestlikle bu işe bir çözüm geleceği kanaatindeydik. O yönde hareket ettik. Halkı yönetime ve ülkeye bağlama yolunu seçtik.“ (2)

Tabii, burada sormak gerekir. 10 yıl iktidarda kaldınız. Madem demokrasiyle Kürt sorununu çözecektiniz, neydi o örfi idareler yani sıkıyönetimler. Neydi, o güney sınırındaki mayınlanmış tel örgüler. Daha önemlisi, yönetiminizin son yılındaki yani 1959’daki Kürt aydınları tutuklaması… Bilindiği gibi, Kürt aydınlanmasını ve uyanışını önlemek için, yüzlerce Kürt aydınının ve önderinin tutuklanması öngörülmüş, ilk partide 50 Kürt aydını tutuklanmışken, 27 Mayıs darbesiyle kendileri iktidardan uzaklaştırılmışlardı.

Yukarda; tek-tip toplum yaratma eksenindeki politikaların temelinin İttihad döneminde atıldığını ve Cumhuriyet döneminde bu politikanın daha kurumsallaştırılarak uygulamaya konduğunu söylemiştim. 1925’te Kürtler’e vurulan darbeden, 1960’da sivil yönetime vurulan darbeye kadar; Kürt sorunu ekseninde „Etno- Politik İnceleme Raporları“ hazırlayan başlıca danışman ve raportör Prof. Hasan Reşid Tankut’tur.

Bu kişinin, 24. 3. 1961 tarihinde Cemal Gürsel başkanlığındaki Askeri yönetime „Doğu ve Güneydoğu Bölgesi Üzerine Etno- Politik Bir İnceleme“ adıyla bir Rapor verdiğini görüyoruz. Tankut, kendisi dışında hazırlanan eski raporların ilham kaynağı olduğu gibi, 1960 darbesi sonrasında hazırlanan ve Ecevit’in kasasından çıkan Rapor üzerinde de etkili olmuştur.

„Türkçülük“ ve „Türkleştirme“ hareketinin ideologlarından olan Hasan Reşit Tankut, 1925 yılında bizzat Mustafa Kemal tarafından Şark İlleri Asayiş Müşaviri ve Türk Ocakları Şark Mıntıka Müfettişi sıfatıyla Kürdistan’da görevlendirildikten sonra, ilk Raporunu 23.7.1928’de dönemin Birinci Umumi Müfettişi İbrahim Tali’ ye (Öngören) verir. Elyazması bu gizli Rapora, ilk kez Kürtler ve Ulusal- Demokratik Mücadeleleri adlı eserimizde yer vermiştik. (3)

Resmi- ideolog Hasan Reşit Tankut, bundan sonra 1930, 1938 ve 1961 yıllarında Kürtler Hakkında Andaçlar ve Etno-Politik İnceleme Raporları ve yayımlama düşüncesiyle „Zazalar“ hakkında araştırmalar hazırlar. (4)

Bu raporlar incelendiğinde; tümü arasında bir ideolojik örgü bütünlüğü ve devamlılık olduğunu görürsünüz. Seyid Rıza’nın babası Seyid İbrahim’in de içinde bulunduğu Dersimli Zazalar ile Ermeniler’in, daha 1865’te Dersim’de bir „Kürt- Ermeni Hakları Milli Komitesi“ kurduklarından söz etmese de; 1925 Kürt İsyanı öncülerinden Şeyh Said’in ve Dersim direnişinin dini ve siyasi lideri Seyid Rıza’nın „Zaza“ kökenli olduğuna dikkat çekerek, bundan sonuç çıkarılmasını önerir.

Öneri şudur: Kürdistan, Fırat nehri esas alınmak üzere (T) harfi şeklinde üçe bölünmeli ve bu (T) nin üstünde bir „Türklük Barajı“ kurulmalıdır. (T)nin batısında daha çok Kızılbaş- Alevi Kurmançlar, doğusunda daha çok Şafiî Kurmançlar, kuzeyinde ise daha çok Kızılbaş Zazalar yaşamaktadır. Öyleyse, önce Kızılbaş Zazalar’la Şafiî Zazalar arasına, daha sonra da Kızılbaş Kurmançlar’la Şafiî Kurmançlar arasına bir „Türklük Barajı“ kurulması gerekmektedir. Özellikle, Alevi kimliklerinden dolayı Kızılbaş Zazalar’la Kızılbaş Kurmançları „Türkleştirmek“ daha kolaydır. Ancak, bu dafa da „Ali- İlahilik“ yani Kızılbaş- Aleviliği çelişkisi ortaya çıkmaktadır. Şöyle diyor resmi Raportör: „Bu farklılıklar, Türklüğün lehine büyük bir kazanç ve Türkçüler için bulunmaz bir fırsattır. Buna karşılık Ali- İlahi Zazalığını Türklük’ten ayıran gayet derin ve tehlikeli bir uçurum daha vardır ki, o da Kızılbaşlıktır, Ali- İlahiliktir. (…)Osmanlı ve Osmanlı’yı ifade eden Türk isminden istikrah ettiği için Ali- İlahi Zazalar, kendisini fuzulice görmeye adanmış gitmiştir. Türk milletinin yakın vakte kadar ıslah olmamış yaralarından biri olan Dersim, bu nevi insanlarla meskundur. Bunlar da tıpkı Sivas, Tokat ve Canik Dağlarında ve ovalarında yaşayan Kızılbaşlar gibi;(Varma Yezid’in yanına/ Kokusu siner tenine) derler, ve Yezid onlarca Türk’tür. Bunları Bektaşiler’e benzetmek büyük bir hatadır. Bektaşilik, Melamilik felsefi birer tarikat olduğu halde, Ali- İlahilik bir dindir.“ (5) Tankut, daha 1928’de hazırladığı bu ilk Raporunda 16 maddelik „Türkleştirme Önlemleri“ sunar ve sonraki raporlarında bu „Türkleştirme Paketi“ ni daha da geliştirir.

MEHMET BAYRAK

Hiç yorum yok: