2 Mart 2010 Salı

Vesayet rejimi ve bölünmüş toplum


Bölünmüş toplumu, iki farklı coğrafyası, kurumsallaşmış vesayet rejimi, kuruluşundan bu yana çözülememiş sorunları, dışa bağımlılığı ve neoliberal dönüşümü ile Türkiye Cumhuriyeti son gelişmelerle yaşamsal bir yol ayrımı karşısında bulunmaktadır. Bundan sonra hiçbir şeyin eskisi gibi kalmayacağı konusunda sanırım mantıklı düşünebilen herkes hemfikir.


İki ülke, tek parti - (1)
Türkiye’nin, küresel çapta geliştirilen politikalar ve stratejiler çerçevesinde, yeni bir biçimlendirilme sürecine girmiş olması, bu çerçevede bir yönetim krizinin ortaya çıkması, egemenler arasındaki iktidar çatışmasının çelişkilerle dolu olarak yol alması ve AB üyelik süreci ile yeşeren demokratikleşme umutlarının hayal kırıklığına dönüşmesi, toplumsal muhalefet gruplarının, gerek birlikte, gerekse de tek tek yeni örgütlenme biçimleri arayışlarını tetiklemektedir. Sadece son beş-on yıllık sürece bakıldığında, salt solda değil, aynı zamanda muhafazakar ve liberal kesim arasında da yeni yapılanmaların kurulup, dağıldığı, ama arayışların hala devam ettiği görülebilir. Buna rağmen Türkiye sınırları içerisindeki farklı toplumsal muhalefet güçleri, halen egemen politikaya öyle ya da böyle alternatif bir güç yaratamamışlardır. Bunun temel nedenlerinden ikisinin, arayış içinde olan güçlerin öncelikle dar grup veya tekil çıkarlarını önplana getirerek, oluşturulması düşünülen yapılanmalara bu tekil çıkarları dayatmaları ve genel anlamıyla Türkiye’nin en önemli ihtilaf kaynağı olan Kürt Sorunu’nun barışçıl çözümü konusunda ortak bir irade oluşturamadıkları olduğunu düşünüyorum.

Tekil çıkarların önplanda tutulması, hem geniş toplumsal birliktelikler ve bunun ifadesi olan siyasî araçların oluşturulabilmesini engellemekte, hem de toplumun geniş kesimlerini kucaklayacak bir siyaset yapabilme yetisini körleştirmekte ve böylelikle de, özünde muhalif olan kimi kesimleri – kendi iradelerinden bağımsız olarak – genel anlamda egemen güçlerin ‘taşeronu’ haline getirebilmektedir. Böylelikle farklı toplumsal muhalif güçleri esir alan bir kısır döngü, kendi kendini sürekli yenilemektedir.

Halbûki toplumlar tarihi, değişim ve dönüşümlerin her defasında farklı toplumsal kesim, sınıf ve katmanlar tarafından verili koşullardan duydukları memnuniyetsizliğin verdiği motivasyonla ortaklaşa kurulan ve kısa ve orta vadeli ortak hedefleri merkezinde tutan söylemi, eylem pratiği ve politikası olan koalisyonlar / ittifaklar / birlikler tarafından tetiklendiğini kanıtlamaktadır. Böylesi koalisyonlar / ittifaklar / birlikler başlangıçtan sonuna kadar geniş halk kitlelerinin desteğine sahip oldukları durumlarda pek az yenilgiye uğramış, ülke içi ve dışından gelen yoğun askerî şiddet karşısında bile gerilemeyerek, hem kendi toplumlarında, hem de yakın-uzak ülkelerin toplumlarındaki değişimi gerçekleştiren süreçlerin başlamasını sağlayabilmişlerdir. Değişim ve dönüşüm süreçleri sonrasında yeni egemen güçlerin ortaya çıkmış, koalisyon / ittifak / birlik güçlerinin kimilerinin gericileşmiş olması ve daha önce beraber olunan kesimler üzerinde – bazen de eski düşmanla birleşerek – baskıcı hakimiyet kurmuş olmaları, değişim ve dönüşüm süreçlerinin nasıl başlatıldığı gerçeğini değiştirmemektedir.

Diğer taraftan, ki bunu dünyanın çeşitli bölgelerinde yapılan araştırmalar da kanıtlamaktadır, değişim ve dönü- şüm süreçlerini tetikleyen siyasî hareketlerin bilhassa parlamenter çoğunlukları elde edebilmeleri için, farklı toplumsal muhitlerde kök salmaları, ittifak yetisini elde etmeleri, koalisyonlar oluş- turma esnekliğini göstermeleri ve çoğunluk toplumunun birey- leri arasındaki ana akım düşüncenin yerleşmesinde etkisi olan hegemonik güçlerden birisi haline gelmeleri yaşamsal önem taşımaktadır.

Ortaklaşma potansiyeli var
Türkiye sınırları içerisinde yaşayan toplumda, verili koşullardan memnun olmayanların oranının son derece yüksek olmasına rağmen ve özellikle son dönemde görüldüğü gibi yönetenlerin küçümsenmeyecek bir yönetim krizi ile boğuştukları bir ortamda, toplumsal muhalefet gruplarının ortak çıkarlar temelinde bir araya gelememiş olmaları, ciddî bir zaaf olmakla birlikte, aşılamayacak bir olgu değildir. Barış ve Demokrasi Partisi, Demokrasi İçin Birlik Hareketi ve Yeni Sol Hareketi başta olmak üzere, çeşitli kesimler arasında alevlenen ‘birlikteleşme’ çabaları – ki, bunlar nasıl değerlendirilirse değerlendirilsin – ortaklaşma için kafa yoranların ve belirli bir isteğin var olduğunu, ortaklaşmayı gerçekleştirebilecek bir potansiyelin varlığını göstermektedir.

Okumakta olduğunuz bu yazı, sürdürülen tartışmalara karınca kararınca katılma, deneyim ve görüşleri paylaşma, barış ve demokratikleşme mücadelesine bir katkıda bulunma kaygısıyla kaleme alınmıştır. Daha önceleri, DBH oluşum süreci çerçevesindeki tartışmalara katkı olarak kaleme aldığım ‘Radikalliğe Davet’ başlıklı yazıma atıfla bulunarak, düşüncelerimi burada okurun ilgisine sunuyorum.

Ülke ve toplum gerçeklerini kabullenmek ön koşuldur
Türkiye’nin karşı karşıya bulunduğu temel ihtilaf kaynakları, bölgesel gelişme farklılıkları ve toplumsal ayrışmalar, fiîlen iki farklı ülkenin tek devletin sınırları içerisinde yan yana var olduğunu gösteren bir resmi karşımıza çıkartmaktadır: Bir tarafta, ekonomik olarak görece gelişmiş merkezleri; sanayileşmiş alanları; modern ve muhafazakar yaşam biçimlerinin içiçe geçtiği ve çelişkili biçimde yaşadığı toplumsal yapısı; ülke ortalamasının üzerindeki gelir ve refahı; siyasî örgütlülüğü çok parçalı ve apolitik halk katmanlarının çoğunluğu oluşturduğu, tek tipçi ve milliyetçi ulus algısında olan toplum çoğunluğu; olağanlaşan linçleri ile ve temsilî demokrasinin bazı unsurlarının yaşatılmasına kısmen izin verildiği Fırat’ın Batısı.

Diğer tarafta ise kronik kitlesel işsizliğin katlanarak artırdığı yoksulluğu; ekonomik açıdan geride kalmışlığı; feodalliği; onyıllarca süren imha politikalarının ve kirli savaşın acıları ve travmaları; boşaltılan ve yakılan binlerce köyü; zorla yerlerinden edilen milyonları; binlerce faîli meçhul (!) cinayetleri; Cumhuriyet’in ilanından beri devam eden etnik ve dinî trajedileri; yasaklanan gazete ve partileri, tutuklanan politikacıları ve belediye başkanları; fiîli olağanüstü halleri; hapse tıkılan çocukları; farklı etnik ve dinî grupları, örgütlü kurumları ve direnç deneyimleri sayesinde politize olmuş halkıyla Fırat’ın Doğusu. Bununla birlikte Türkiye sınırları içerisinde yaşayan toplum, insanların birbirlerine, komşunun komşuyu linç cinneti içerisinde boğazlayabilecek derecede düşman kesilmekte olduğu ayrışmalar yaşamaktadır. Bu ayrışmalar hem bütünüyle siyasî söylemi sertleştirmekte, hem de tersinden kullanılan siyasî söylemler ile ayrışmaların derinleşmesi körüklenmektedir.

Görebildiğim kadarıyla toplum iki ayrışma çizgisinde üç ana kesime ayrışmaktadır. İlk iki ana kesimi ‘Laik-antilaik’ çatışması çerçevesindeki toplumsal ayrışma çizgisinde görmek olanaklıdır. Diğer ayrışma çizgisi, ki toplumun tam ortasından geçmekte ve ‘sorunların sorunu’ olarak toplumu bir daha birleştirmemek üzere kanlı bir biçimde parçalama potansiyeline sahip olan Kürt Sorunu’dur. Kürt Sorunu, birinci ayrışma çizgisinde karşı karşıya gelenleri Kürt toplu- munun taleplerine karşı birleştirmekte ve toplumsal ayrışmaları perçinlemektedir.

Fırat’ın Batısı ve Doğusu’ndaki gerçeklik, ‘vatanı ve milleti ile bölünmez bir bütün’ olduğu iddia edilen Türkiye’nin, teritoryal anlamda olmasa bile, çoktan bölünmüş bir coğrafya ve fiîlen ayrışmış bir toplum olduğunu kanıtlamaktadır. Türkiye’nin bütünsel olarak karşı karşıya olduğu temel ihtilaf kaynaklarını ve bunların yarattıkları sorunları aşmayı hedefleyen her siyasî hareket, bölünmüş coğrafya ve toplumun farklı ve çelişkili yapısını dikkate almak, çözüm önerilerini buna göre geliştirmek zorundadır.

Teritoryal sınırları içerisinde birbirinden farklı iki ülkeyi barındıran Türkiye, Balkanlar, Hazer Denizi havzasının doğusu dahil Kafkaslar ve Ortadoğu’dan oluşan ve hammadde ve enerji kaynakları üzerindeki hakimiyet arayışları, bu bağlamda küresel rekabet çekişmeleri ve yeniden biçimlendirilme çabaları nedeniyle küresel ekonomiler açısından yaşamsal önem kazanan bir coğrafyanın tam ortasında bulunmaktadır. Türkiye’nin jeostratejik, jeopolitik ve jeoekonomik açıdan kazandığı konum, karar vericilerin ve karar verici kesimler ile olan ilişkileri üzerinden doğrudan nemalanan özel sermaye çevrelerinin, merkezinde bulunulan coğrafyanın yeniden biçimlenişine katılma, bu biçimlenmeden pay alma ve küresel güçlerin küçük partneri olma yönündeki politikalarını gerçekleştirmek için kullanılmakta; dış politika ile bilhassa savunma ve güvenlik politikası anlayışını, devlet çıkarlarını askerî gücüyle dayatabilen bir bölgesel güç olma hedefine kilitleyen bir devlet siyasetini önplana çıkartmak için gerekçe haline getirilmektedir.

Böylesi bir devlet siyaseti, ekonomik ve malî açıdan doğrudan ABD ve AB’ne bağımlı, NATO üyesi, yakın komşuları ile çeşitli ihtilafları olan ve hala tarihsel sorunlarını çözmekte direnen Türkiye gibi bir devlet için vahim bir durum ve bölge bütünü açısından ciddî tehlikeler içermektedir. Çünkü böylesi bir devlet siyaseti, sadece saldırganlığı ve yayılmacılığı teşvik eden dış ve güvenlik politikalarına yol açmakla kalmamakta, aynı zamanda da bu politikaların devamlılığının temel garantörü olan askerî ve sivil bürokrasi vesayetinin – kısmî yumuşamalarla da olsa – sürekliliğini sağlamaktadır. Sonuçta vesayet ve böylesi bir devlet siyaseti hem birbirlerini gerekli kılmakta, hem de karşılıklı olarak birbirlerini güçlendirmektedirler.

Vesayet, 12 Eylül 1980 cuntası tarafından silah zoruyla dikte ettirilen bir anayasa ve yürürlükteki yasalarla kurumsallaştırılmıştır. Böylelikle vesayet rejimi, sorunları kangren olmuş Türkiye’nin bu sorunları çözüme götürmesinin ve demokratikleşmesinin önünde duran en önemli engel haline gelmiştir. Şu anda iktidarda olan AKP’nin kamuoyuna yansıyan kimi girişimlerle, ‘vesayetin kaldırılması adımlarını attığı’ iddiası ve bu çerçevede ‘EMASYA Protokolü’ gibi bir takım uygulamaların kaldırılmaları, kurumsallaşmış olan vesayet rejiminin varlığını tehdit etmemekte, aksine AKP’nin askerî ve sivil bürokrasinin belirleyici kesimleri ile girdiği ittifak sonucunda görüngüleri değişmiş ve formel temsilî demokrasinin bir kısım unsurlarını meşruiyet sağlamak için kullanan, ama otoriter devlet yapısından zerre kadar fire vermeyen bir vesayetin kökleşmesini teşvik etmektedir.

Vesayet rejimi
Bu açıdan bakıldığında, günümüzdeki AKP iktidarını ve TBMM’ndeki CHP ve MHP muhalefetini vesayet rejimi madalyonunun sivil tarafı olarak nitelendirmek doğru olacaktır. AKP, TBMM’ndeki çoğunluğuna rağmen Bakanlar Kurulu kararıyla dahi atabileceği en basit demokratik adımları atmamakta, muhalefet ise, milliyetçi ve şoven bir söylem ile sadece AKP’nin yerine geçmeyi amaçlamaktadır. Her iki taraf ta, demokratik hukuk ve sosyal devleti olmanın en temel gereklerini yerine getirmekten, Kuvvetler Ayrılığı İlkesi’nin demokratik bir biçimde uygulanmasının sağlanmasından ve vesayet rejiminin aşılması için adım atmaktan, dar çıkar kaygıları nedeniyle feragat etmektedirler.

Anayasa, yasalar ve içtüzüklerle kurumsallaşmış olan vesayet rejimi, Türkiye’ndeki yaşamın istisnasız her alanının, muğlak bir şekilde tanımlanarak, akla gelebilecek her konuyu içeren ve kurgulanması her türlü demokratik kontrolden uzak olan bir ‘Millî Güvenlik Siyaseti’nin ilgi alanında olduğu gerekçesiyle, askerî ve sivil bürokrasinin keyfî, çıkar yönelimli ve otoriter egemenliği altına sokulmasını sağlamaktadır. Askerî ve sivil bürokrasi, her fırsatta ‘ulus adına’ veya ‘millî güvenliği tesis etme’ iddiasıyla siyasî, toplumsal, iktisadî ve kültürel yaşama doğrudan müdahale etmek için, soyut bir ‘millet’ kavramına dayanan tek tipçi ve inkarcı ulus anlayışı ile gerçek sekülarizm ile ilgisi olmayan statükocu bir laiklik anlayışını egemenlik araçları olarak kullanmaktadır.

Anadolu ve Mezopotamya coğrafyasında yerleşik olan kadim halkları ırkçı, şöven, inkarcı, hatta imhacı bir hegemonya altına zorlayan egemenlik araçları, aynı zamanda küresel krizlerin faturasını geniş halk kitlelerine yükleyen, sosyal adaletsizliği üreten, kitlesel işsizliği kronikleştiren, yoksulluğu yaygınlaştıran ve ülkeyi küresel malî piyasaların diktası altına sokarak, ekonomik bağımlılığı derinleştiren neoliberal iktisat politikalarının kurgulanması ve uygulanması için de kullanılmaktadırlar.

Gelişmiş sanayi ülkelerine olan bağımlılığından hiç bir zaman kurtulamayan Türkiye, dünya genelinde Şili ile birlikte, neoliberal iktisat politikalarını askerî şiddet yardımıyla uygulamaya başlayan ilk iki ülkeden biri olma ünvanına sahiptir. 12 Eylül 1980 askerî darbesi, sadece temel hak ve özgürlükleri yıkmakla ve ülke genelini bir mezar sessizliğine sokmakla kalmamış, aynı zamanda Türkiye’yi düzensizleştirme, esnekleştirme ve özelleştirmeyi temel alan iktisat ve malî politikaların hoyratça uygulandığı bir laboratuvar haline getirmiştir. 12 Eylül 1980 sonrasında, bugüne kadar işbaşına geçen istisnasız bütün hükümetler, bağımlılığı artırarak sürdüren aynı iktisat ve malî politikalarını devam ettirmişler, bütçe konsolidasyonu veya ‘darboğaz’ veyahut ‘krizi’ aşma bahaneleriyle, halkın geniş kesimlerinin aleyhine ülkenin kaynaklarını, kamuya ait teşekkülleri özelleştirilmiş ve ülke ekonomisini küreselleşen malî piyasaların boyunduruğu altına sokmuşlardır.

Devasa toplumsal sorunlar ve bölünmüş toplumsal gerçeklik
Bugün de aynı politikalar hızlandırılarak devam ettirilmekte, kamu kaynaklarıyla hükümete yakın çevreler zenginleştirilmekte ve üretime dayanmayan gelirler üzerinden özel sermaye birikimi teşvik edilmektedir. Başta eğitim, sağlık hizmetleri, sosyal güvenlik ve su olmak üzere, halkın geniş kesimleri için yaşamsal önem taşıyan temel kamu hizmetleri ticaretleştirilmekte, askerî ve sivil bürokrasinin ekonomik imtiyazları korunmakta, halkın satın alma gücü borçlandırma üzerinden sunî bir seviyede tutulmakta, büyük tekellere öncelik verilerek esnaf ve zanaatkarlar ile küçük ve orta ölçekli işletmeler darboğaza sokulmaktadır.

Spekülasyonları teşvik eden malî ve para politikalarının yanısıra, tarım ve hayvancılık sanayileştirilerek, yerli ve ulusaşırı tekellerin ellerine terk edilmektedir. 500 milyar ABD Doları’nı aşan borçlanma, bağımsız iktisat ve malî politikalar yapma olanağını yok etmekte ve uluslararası finans kurumlarının şimdiye kadar sorunları derinleştirmekten başka bir işe yaramayan dayatmalarının boyunduruğu altında kalınmasına neden olmaktadır.

Türkiye, kronik kitlesel işsizliği, kayıt dışı ekonomisi, yaygın düşük ücretler ve uzun çalışma süreleri, düşük yan giderler ve tekellere yarayan teşvik politikalarıyla ucuz işgücü cenneti haline gelmiş, zenginler ve yoksullar ve de bölgeler arasındaki uçurum daha da derinleşmiş ve tekeller lehine yürütülen politikalarla ekonomik ve malî krizlerin yükü halkın sırtına yüklenmiştir. Buna karşın meslek örgütleri ve sendikal hareketin önüne yasal engeller çıkartılmakta, toplu iş sözleşmesi görüşmelerinde ortaya çıkan işveren-sendika ihtilaflarına güvenlik güçleri ve jandarmanın tek yanlı olarak karışmasıyla, kozmetik rütuştan ileri gitmeyen yasa değişiklikleri ile çalışanlara verilmiş olan hakların kullanılması dahi engellenmektedir. Sosyal adaletsizlik, kitlesel işsizlik, yaygınlaşan yoksulluk ve ekonomik bağımlılık anlamını taşıyan neoliberal iktisat politikaları, ‘demokratikmiş’ görüntüsü verilen otoriter bir yönetim anlayışını zorunlu kılmakta, yayılmacı bir devlet siyaseti ve vesayet rejimi ile doğrudan bağlantılı ve küresel malî piyasalar ile dünya egemenlerine bağımlı olarak yürütülmektedir.

Bölünmüş toplumu, iki farklı coğrafyası, kurumsallaşmış vesayet rejimi, kuruluşundan bu yana çözülememiş sorunları, dışa bağımlılığı ve neoliberal dönüşümü ile Türkiye son gelişmelerle yaşamsal bir yol ayrımı karşısında bulunmaktadır. Bundan sonra hiç bir şeyin eskisi gibi kalmayacağı konusunda sanırım mantıklı düşünebilen herkes hemfikir. Kürt Sorunu açısından bakışla, Türkiye’nin ve sınırları içerisinde yaşayan insanların önünde bariz iki seçeneğin kaldığı iddia edilebilir: Ya, uygulanmakta olan egemen politikalar nedeniyle, sonucunda bütün bölgeyi yangın yerine dönüştürecek ve muhtemelen uzun ve kanlı bir sürece girilecektir, ya da, Anadolu ve Mezopotamya coğrafyası içerisindeki farklı toplumsal kesimlerin müdahil olacakları, halklara ve eşitliğe, komşu ülkelerdeki bütün özgürlükçü muhalif güçlerle dayanışmacı birlikteliğe dayanan ve sonucunda bütün bölgeye örnek olabilecek bir Demokratik Cumhuriyetin oluşturulma fırsatını verecek olan barış ve demokratikleşme sürecine girilecektir. Bugün egemenlerin statükoyu kısmî değişikliklerle de olsa, koruma ve teritoryal bütünlüğü sürdürme kaygılarından, farklı kesimlerin istemlerinden ve genel olarak irademizden bağımsız olarak böylesi bir realite ile karşı karşıya bulunulmaktadır.

Ülke ve toplum gerçeklerini kabul etmek, ‘Gordion Düğümü’ gibi görünen çözümsüzlüğü çözüme ulaştırmanın önkoşuludur. Her çözümsüzlük, kendi çözümünü içerisinde taşımaktadır. Nasıl çıkmaz sokaktan çıkışı bulmak için, önce çıkmaz sokak içerisinde olunduğunun kabul edilmesi gerekiyorsa, Türkiye’nin sorunlarının çözümü için de, karşı karşıya bulunulan realitenin kabul edilmesi gerekmektedir.

YARIN: İki taktik, tek strateji - iki dil, ortak mücadele

MURAT ÇAKIR

Hiç yorum yok: