14 Mart 2010 Pazar

Ortadoğu’da Yaşamı Doğru Tanımlamak-III

Uygarlığın varlık olarak sorun kaynaklı olduğunu sıkça vurguladım. Yapısallık olarak uygarlığın sorundan krize düşmesini belirlemek, gelişmeleri çözümlemek için önem taşır. Uzun süre yapılanmaları olarak uygarlıklar, krize düşmeleriyle birlikte alan ve hegemonya değiştirirler.

III. BÖLÜM
Abdullah ÖCALAN


Kapitalist Modernitede Hakikat ve Yabancılaşma

Kapitalist modernite, iktidarı ve kâr-sermayeyi azami biriktirmek kadar, bağlantılı olarak hakikatin yabancılaştığı sistemi de tanımlar. Sistem olarak doğuşu çok kanlı hakikat savaşlarını gerektirdiği gibi, sürdürülmesi de tarihin gördüğü en büyük savaşları beraberinde getirmiştir. Sistemin savaşları sadece iktidar ve sömürü savaşları olmayıp, aynı zamanda çetin hakikat savaşlarıdır. Uygarlık sistemlerinin en gelişmiş küresel devamı olan kapitalist modernite, toplumsal anlamlılığı ve hakikatini ezdiği, çarpıttığı ve kararttığı oranda gerçekleşir. Sistem içinde kâr ve iktidar azamileştiği oranda toplumsal yaşam hakikatinin alan ve anlam kaybı minimumlaşır. Toplumsal yaşam sadece iktidar ve kâr hırsının kurbanı olmaz. Hakikatin tüm ifade biçimlerinde ağır bir yabancılaşmayı yaşar. Toplum hem anlam hem hakikat olarak tam bir tasfiye süreciyle karşı karşıyadır. Tüm gerçeklerinin yerine iktidar ve sermayenin gerçekleri ikame edilmiştir.
Modernitenin birinci sacayağı olan kapitalizmin kendisi sistem olma şansını yakaladığı zaman, tarih öncesi ve sonrasının ana toplumsallıklarını tasfiyeyle işe başlamıştı. Öncelikle ‘cadı kadın avı’ sloganı altında kadın toplumsallığının ayakta durmaya çalışan gücünü ateşte cayır cayır yakmıştı. Cadı kadın avı sermayeden bağımsız düşünülemez. En derin kölelik olarak kadın üzerindeki hegemonyasını inşa etmek için bu yakma sahneleri son derece işine gelmiştir. Eğer günümüzde kadın en kahpeleşmiş haliyle sistemin hizmetindeyse, bu hale gelişi çıkış aşamasındaki yakılışlarla sıkıca bağından ötürüdür. Yakılmanın anıları, kadını Avrupa’da erkeğin sınırsız hizmetine sokmuştur.
Sistem kadından sonra tarım-köy toplumsallığını da acımasızca yıkmıştır. Komünal demokratik yanı ayakta kaldıkça azami iktidar ve kâr sağlanamayacağından, bu toplumsallığın hedeflenmesi kaçınılmazdı. On binlerce yıllık insan direnişinin, acılarının, sevincinin anlam ve hakikatinin zemini olan bu toplumsallıkların tasfiyesi sağlandığı oranda sistemin çıkış şansı artar. Tüm uygulamalar (16. yüzyıl ve sonrası Avrupa’sında ve dünyada) bu gerçekliği doğrulamaktadır. Modernite öncesi toplumun sınırlı da olsa hakikatini ifade eden kiliseye karşı savaşını da bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Şüphesiz kendi içinde yanılmalı bir toplumsallığın ifadesi olarak Hıristiyan evrenselliği eski iktidar ve sömürü tekelinde pay sahibi olsa da, toplumu savunmanın en önemli mevzilerindendir. Kapitalizm bu mevziyi de etkisizleştirmeden çıkış sağlayamazdı. Büyük din savaşları bu hakikatin ifadesidir.

Kapitalizm proleterleşme denilen en terbiye edilmiş bir köleliği meşrulaştırarak toplumsal hakikate ölümcül bir darbe daha vurmuştur. K. Marks’ın en büyük hatalarından birisi, hakikatin yitirilmiş bir öğesi olan proleteri baş özne sanma gafletine düşmesidir. Proleter geliştirilmiş bir köledir. Bu durumunu sürdürdükçe asla hakikat sahibi bir özne olamaz. Kapitalizm proleterdeki tüm insani toplumsal özellikleri öldürmeden, onu işine koşturamaz. Antik köledeki insani toplumsal öz, kapitalist köle proleterden daha fazladır. Ama yine köle olduğu için hakikat payesi ancak özgürlüğüne kavuştuğunda kazanılabilir. Hem köle olarak kalmak, hem de hakikat payesi taşımak Marksizmin büyük bir çarpıtmasıdır. Reel sosyalizmin başarısızlığının temelinde bu hakikat yatar.
Kapitalizmin bir toplumsal sınıf olarak yükselttiği burjuvazi, hakikatin üzerinde parçalandığı toplumsal afetin kendisidir. Bir tanrı-kral bin burjuvaziden daha çok hakikate yakındır. Burjuvazi hakikatin ve dayandığı, ifade ettiği toplumsal anlamlılığın ikiye parçalandığı toplumsal doğanın hasta, patolojik parçasını teşkil eder. Modernite bu sınıfın somutunda tüm toplumsal hakikati felç ettiği gibi, iktidar ve sermaye yabancılaşmasını canavar (Leviathan) haline getirir.
Modernitenin ikinci sacayağı olan ulus-devlet, tarihte eşi görülmedik bir hakikat yontucusu güç olarak da tanımlanabilir. Hiçbir toplumsal patoloji, ulus-devlet kadar toplumsallığı, toplumsal mühendislik adına (Demiurg = Mimar Tanrı) homojenleştirip yaşamsallığından kopartmamıştır. Modernitenin ilericilik (tanrısal kıyamet inancının moderncesi) kisvesi altında en kutsal toplumsal yaşam farklılıklarını (yaşam = farklılık olduğu halde) yontup un ufak etmesi ve tekçi yapılar üretmesi faşizmin kendisidir. Faşizm toplumsal hakikatin bittiği yerde ortaya çıkan toplumsal patolojidir. Ulus-devlet iktidarı ve sermaye tekelciliği olmadan asla üremez. Ulus-devletin kutsallaştırmaya çalıştığı sınırlar, vatan, millet, bayrak, marş ve yurttaş kavramları gerçek toplumsal kutsallığa ihanet etmeyle bağlantılıdır. Tekçi vatan, millet, yurttaş inşaları, tüm çağlar boyunca yaşanmış bir insanlığı kasap gibi doğramakla mümkündür. Bu durumda sadece toplumsal hakikatten uzaklaşma, yabancılaşma değil, toplumun kendisinin tüketilişi söz konusudur. Ulus-devletin içerdiği dinci, milliyetçi, cinsiyetçi ve ‘bilimci’ iktidar çoğaltımı karşısında toplumsal hakikatler zerresine kadar tecavüze, işgale ve inkâra uğramış durumdadır. Nietzsche, Foucault, Adorno başta olmak üzere, bazı filozofların hakikat adına kıyamet koparmaları, modernitenin iğdiş edilmiş, toplumsal olmaktan çıkarılmış birey olduğuna dair açıklamaları bu gerçekliği anlatır.
Modernitenin üçüncü sacayağı olan endüstriyalizmin ekolojik yaşamın imhası anlamına geldiği tamamen açığa çıkmış bir hakikattir. Sadece eko-çevrenin değil, toplumsallığın ancak onunla varlık kazandığı gerçeğinin de imhasıdır. Çevresini her gün yitiren bir toplum, yaşamını parça parça kaybeden, canavara yediren toplumdur. Endüstriyalizm, milyonlarca yıllık direnişle inşa edilmiş bir insan toplumsallığının, bu uzun süre karşısında bir an sayılabilecek kısa bir aralık içinde tasfiye edilmesinde kapitalizm ve ulus-devletin suç ortağıdır. Endüstriyel toplum adı altında bir kanser urunu en ilerici toplum olarak sunma küstahlığı da endüstriyalizmin ne tür patolojik vakıa olduğunu iyi açıklamaktadır. Endüstriyel toplum adına (kapitalizm ve ulus-devletin desteğiyle) gerçekleştirilen toplumsal cinayetler kadar hiçbir savaş bu denli cinayetler, ölümler gerçekleştirmemiştir. Toplumsallığı yaralayıp hastalığa mahkûm etmemiştir.
Kıyamet, mahşer kavramının bir anlamı varsa, herhalde modernite denilen bu üç ayaklı canavarın insan toplumsallığını, onun anlamını ve hakikatini yok ettiği ahir zamanı anlatmak istemiş olsa gerek!
Ortadoğu’da sosyal yaşamın yeniden tanımlanması için kabaca kavramsal ve kuramsal çerçevesini sunmaya çalışmamın asıl nedeni, “Toplumsal yaşam nedir?” sorusuna yanıt geliştirmek içindir. İnsanın öz yaşamına ilişkin tuhaf bir yaklaşımı vardır; sanki ezelden ebede kadar bir çizgide veya döngüde yaşandığını sanır. Bu köklü bir yanılgıdır. En anlamlı yaşam şansına sahip olduğu halde en yanılgılı tür olması sadece doğanın değil, sanırım daha çok tahakkümcü toplumda kendini gösteren bir oyundur. Hiçbir canlı türü insan kadar yanılsamalı değildir. Çok tuhaf bulduğum kadar, ilginç bir oyundur bu benim için.
Toplumsal yaşamı doğru tanımlamak ve bu bilinçle yaşamak, yaşamın kendisi kadar önemlidir. Belki de yaşam, doğru tanımlanmak içindir. Hemen belirtmem gerekir ki, genelde yaşam, özelde insan yaşamı kendine özgü bir mimarînin, inşanın sonucudur. Bu inşanın içine nelerin girdiğini belirlemek toplumsal bilimin temel görevidir. Belirlemek istediğim hususun daha iyi anlaşılması için, üç aylık ömrü olan kelebeği örnek olarak gösterebilirim. Kelebek için içyapısı ve çevre ekolojisi bu üç aylık yaşamı belirlemiştir. Eğer bir kazaya kurban gitmezse, kelebek bu üç ayı yaşayacaktır. Onun için öncesizlik ve sonrasızlık (ezel-ebed sorunu) üç ayla sınırlıdır. Bunu sorun yapmayı da hiç düşünmez. Bu yönlü bir arzusu da olamaz. Olsa da fazla mesele yapmaz. Örnek içinde örnek: Gılgameş gibi. Gılgameş’i olumsuz örnek olarak sunuyorum. İzahını yapacağım. Tüm doğa ve evren özünde ‘kelebek kuralı’na bağlı olarak yaşar. Sadece insanda yaşam bu kurala ters düşer. Muazzam sorunlu bir hal alır.
İnsan türü ömrü için ebedi-ezeli arayışlar içine girmekten gökte cennet, yer altında cehennemler düşünmeye kadar çılgınca çabalar geliştirir. Kendini tanrı-krallar halinde sunmaktan en alçakça kölelikte tutmaya kadar bu çılgınlıklar peydahlanır. Her gün cinsel sapıklık içinde yaşamaktan kendini nötr bir cins halinde tutmaya kadar kural tanımayan tutumlar da sadece insana özgüdür. Plânlı soykırımlar geliştirmekten sonsuz yaşam iksiri peşinde koşmaya kadar bu tutum hiçbir canlı türünde görülmeyen hastalıklar halinde sürer gider. İnsan için, sınır tanımayan bu çılgınlıklar için, bunların anlaşılması ve önlenmesi için yaşamın tanımına ihtiyaç vardır. Doğru bir tanım doğru yaşamın ilk adımı olabilir.
Bu bölümün uzun girişinde konuyu biraz aydınlatmak için kavramsal ve kuramsal çerçeveyi geliştirmeye çalıştım. Şüphesiz idealli bir sosyal bilim bu çerçeveyi geliştirip yaşamsallaştırmakla görevlidir. Kapitalist modernitenin yapısal krizi ve çıkış olasılıklarını çözümlemeye çalışırken, vazgeçilmez bir gereksinim olan sosyal bilimin yeniden tanımlanması ve inşası (örgütlenmesi) bu nedenlerle öncelikli görevlerin başında gelir.
İnsan yaşamının olmazsa olmazı toplumsallığıdır. Bu konu üzerinde çok ısrarlı durmamın birinci nedeni henüz sosyal bilimce bir tanımlanmasına girişilmemesi, girişim denemeleri olsa bile, anlamı ve hakikat değeri olan bir bilimselliğinin sağlanamamasıdır. Örgütsel inşasının ve toplumsallaştırılmasının başarılamayışıdır. İkinci ve daha önemli neden, kapitalist modernite liberalizminin birey ve bireyciliği anti-toplumsal temelde yere ve göğe sığamayacak denli abartılı inşası ve canavarlaştırmasıdır. Mevcut haliyle bireycilik sadece sürdürülemez değildir, yaşanılamazdır da. Hiçbir canlı türünde gözükmeyen, her türlü sapıklığa açık bireyci yaşam için ne toplumun ne de gezegenimizin dayanma gücü kalmıştır. Öyle bir sapık haline getirilmiştir ki, günün yirmi dört saatinde insan öldürmekten, seks, spor, sanat yapmaktan, kâr sağlamaktan ve işkence yürütmekten usanmaz. Bu bireyciliğin sonu çok açık ki kanser, AIDS türü hastalıklardır ki, onlar da hızla üremektedir. Peygamberlerin çok önceden haber verdikleri mahşer denilen günler, bu bireycilikli dönemi ifadelendirir.
O halde yaşama saygının gereği olarak birinci görev olan toplumsal yaşam tanımlı sosyal bilimin inşasını, ikinci görev olan bireyci yaşamın ve arkasındaki sistemin durdurulmasıyla bütünleştirmek çıkış için şarttır.
Şüphesiz toplumsallık bireysel yaşamın örgütlülüğüne ve inşasına dayanır. Bireyden kopuk toplum olamaz. Bireyle toplum kıyaslamasını hidrojenle uranyum elementlerinin kıyaslamasına benzetebiliriz. Hidrojen atomu tek başına olduğunda basit bir yapıdır. Enerji ve parçacık yayımı bazı türlerinde olsa bile çok sınırlıdır. Uranyumda ise sentezlenen aynı atomlardan çok sayılı bileşim sürekli enerji ve parçacık yayar. Nitekim atom bombası bu özelliğinden kaynaklanır. Toplumda da çok sayıda birey sentezlenmiştir. Ama yaydıkları enerji ve parçacıklar (etki ve yeni topluluklar) bireyci insana göre (kendisini yaşamaktan başka işlevi olmayan atom) kıyaslanma kabul etmez ölçülerdedir.
Birey toplumsallığını yitirdiğinde, fiziki olarak yaşasa bile, ya bir hain ve alçaktır ya da bir serseridir. Her iki anlamda da ölümcüldür.
Ortadoğu toplumsallığını evrensel bir yapılanma olarak anlamlandırmak önemlidir. Gezgin avcı ve bitki toplayıcıları Toros-Zagros dağ silsilesinin eteklerinde uzun süre yaşayıştan çıkardıkları deneyimle tarım-köy toplumsallığına geçişi gerçekleştirdiklerinde, farkında olmasalar da evrensel yaşamın bir yapılanmasını inşa ediyorlardı. Bu yapılanmanın kendisini ve üzerine inşa edilen merkezî uygarlık çağını ilgili bölümlerde çözümlemeye çalışmıştım. Burada ek olarak bu yapılanmanın anlamı üzerinde durmak ve hakikat değerini açıklamak katkı sunacaktır.
Son buzul döneminin sona ermeye başladığı yirmi bin yıl öncesinden itibaren Toros-Zagros dağ silsilesinin eteklerinde örgütlenmeye çalışılan yeni toplumsallık, zengin bitki türlerinden tarıma, evcilleşmeye uygun hayvanlardan hayvancılığa geçiş halindeydi. On bin yıl öncesinde bu geçiş süreci yerleşik köy yaşamıyla sonuçlandı. Ekim ve hayvancılık faaliyetleri çiftçi ve çoban toplumsallığını öne çıkardı. İnsanlık için rüya gibi bir yaşam belirdi. Halen izi süren tüm bayram ve törenlerin temeli bu yeni rüya gibi yaşam sevincinden kaynaklandı. Kıtlık toplumundan bolluk toplumuna geçiş yapılmıştı. Yaklaşık on bin yıl başka toplum tipleri tanımadan bu biçim yaşandı. Tüm dünyaya yayıldı. Çoklu merkez görüşleri olsa da, beliren yeni yaşamın bu ilk merkezliliğinin belirleyici önemde olduğu güçlü kanıtlarla daha fazla desteklenmektedir.
Ana-kadın eksenli gelişen bu toplum, ilk akraba toplumunu inşa etmesi açısından da önemlidir. Akrabalık ana-kadına yakınlık temelinde belirlenir. İlkel klandan ilk kabile toplumuna bu akrabalıktan erişilir. Kabile temeli güçlü orijinal kimlikli bir toplumun biçimi olarak halen izini sürdürmektedir. Etkileri günümüze kadar taşan orijinal dil, din, mitoloji, sanat, bilgelik ve bilimsel kurumlar bu toplumun bağrında ilk ışınlarını saçtılar. Dokuma, çömlek, toprağı ekme, el değirmeni, ev kurma araçları da orijinal çıkışlarını bu dönemin toplumuna borçludur. Doğaya kutsal bağlanış ve vatancıklar oluşturma da bu toplumun ürünüdür. Denebilir ki, toplumsal yaşama ilişkin ‘ilkler’in yüzde 90’ı bu dönemin toplumundan kaynaklanır.
On binlerden fazla yıl tek başına süren toplumsallık, insanlığın temel zihniyet ve ruh kalıplarını, maddî ve manevi kültürel değerlerini teşkil etmiştir. Basit bir toplum (köy-tarım-çiftçi-çoban-kabile-ana kadın-zihniyet ve ruh kalıpları-bazı üretim teknikleri) ama insanlık için köklü bir yaşamın temeli başarıyla atılmıştır. Bundan sonra ne olursa bu topluma dayalı olarak gelişmiştir. İnsanla ilgili hiçbir gelişme bu topluma rağmen oluşma yeteneğinde değildir. Başka hiçbir gelişme olmaz demiyorum. Olsa bile bağlantılısı ve bir kolu biçiminde gelişir. Toplumlar tarihsel varlıklardır. Tarihsellikleri dışında toplumlar var olamaz. Kapitalist modernitenin tarihi bir tarafa bırakan, sadece analize dayalı bilim yöntemi, tüm bilimlerin özellikle sosyal bilimin çarpık ve hakikat değeri düşük biçimde gelişmesinden sorumludur. Analiz ve nesnellik en kötü metafizik olarak Avrupa merkezli bilimin temel kusurlarıdır.
İnsan toplumu şimdi de ağır tahribatlardan geçmiş olsa bile, bu anlamlılığı aynı hakikat yöntemleri temelinde yaşamaktadır. Toplumun tarihselliğinin bir kanıtı da bu yaşam biçimidir. Şüphesiz bu toplumsal yaşam biçimi aynı kalmamıştır. Diyalektik olarak bir gelişmeyi hep bağrında taşımıştır, ama temel form olarak günümüze kadar kendini yaşatmıştır. Yıpranmış, tasfiyeyi ve tahribatı yaşamış da olsa. Bu tarihsel toplumun yaşam formuna ilk büyük yarılma hiyerarşiyle çizilmiştir. Hiyerarşi tanımlandığı gibi yaklaşık M.Ö. 5000’lerden itibaren varlığını duyuran bir unsur olarak toplumun bağrına yerleşti. Hiyerarşinin kendisi ilk seçkinler grubunu ifade eder. Rahip + yönetici + asker üçlüsü olarak hiyerarşi, ana-kadın otoritesi yerine kurulmaya çalışılır. Toplumsal yaşamın bağrında ilk büyük yabancılaşma bu seçkinler otoritesi ile başlar. Seçkin aile, hanedanlık yapılanmaları da kaynağını hiyerarşide bulur. Hanedanlık bir yandan devlet olarak biçimlenirken, diğer yandan ailecilik olarak toplumsal yaşamı farklı bir anlamlılığa ve forma taşır. Köklü dönüşüm söz konusudur.
M.Ö. 3500’lerden itibaren şehir, sınıflaşma ve devletleşmenin başlamasıyla bu yarılma, anlam ve form dönüşümü daha da derinleşir. Uygar toplum başat rol oynar. Toplumsal artılar üzerine kurulan uygarlık tekelleri (devlet, köle çiftlikleri, ticaret, tefeci tekelleri) yaşamı derinden yaralamıştır. Toplumun tanık olmadığı yabancılaştırıcı unsurlar bağrına yerleşince, anlam ve form olarak giderek bozulan, bütünlüğü parçalanan alt ve üst tabakalara özgü yaşamlar peydahlanır. Uygar yaşam tarzı denilen varoluş bu tarzı ifade eder. Ortadoğu toplumunda aynı merkezi alanda (Verimli Hilal) boy veren uygarlık da merkezî bir anlama sahiptir. Evrenseldir. Toplumsal yaşamın bağrında yabancılaştırmayı derinleştirse de, tarihsel ve mekânsal olarak Ortadoğuludur. Ortadoğu toplumsal yaşamında üst bir katman olarak yerleşen uygar yaşam, yaklaşık beş bin yıllık hegemonik bir dönemi ifade eder.
Hegemonya basit bir unsur değildir. Toplumsal yaşamın tüm gözeneklerine, doku ve organlarına sızmıştır. Bu yaşam tarzında kadın, kimlik olarak en alta yerleştirilmiştir. Onun üstünde erkek köleliği oturtulmuştur. Direnen göçebe kabile ve aşiretlerle emekçi köylüler ve zanaatkârlar üçüncü tabaka olarak düzenlenmek, yapılandırılmak istenir. Fakat bu kesimler ilk iki tabakayı da etkileyerek, tarih boyunca direnmeci yaşamı hep canlı tutar. Ayrıca uygarlık tekelleri sadece çıplak zor araçlarıyla değil, esas olarak hakikatin ifade yöntemlerini (mitolojik, dinsel, bilgelik, sanat ve bilimler) kullanarak, meşruiyetlerini toplumsal yaşamda doğal ve sonsuz kılmak isterler. Toplumsal yaşamın tüm eski kalıplarını, bayram ve törenlerini, ibadet ve eğlencelerini tekelleri altında yeniden yorumlayarak sahiplenirler, damgalarını vururlar. Fakat en eski toplumsal yaşam kalıpları temelde varlığını ve anlamlılığını sürdürür. Hakikatini parçalanmış da olsa dile getirir. Uygarlık çağında Hint, Çin, Güney Amerika uygarlıkları kendi mekânlarında gelişim sağlasalar da, başat rol Avrupa modernitesine kadar Ortadoğu kökenli merkezî uygarlık sisteminde kalmıştır.
İslâmiyet adı altında son çıkışını yapan merkezî uygarlık sistemi, anlatıldığı gibi beş yüz yıllık bir ikame sonunda hegemonyasını Avrupa kapitalist modernitesine kaptırmıştır. Ortadoğu toplumunun İslâm adı altında yaşadığı, özünde eski olan tarihidir. Hiyerarşi, hanedan ve imparatorluklar varlıklarını İslâm döneminde hilâfet, emirlik ve saltanat adı altında sürdürürken, direnişçi demokratik unsurlar çok çeşitli mezhepler (Alevi, Şia, Harici, Ezidi, Musevi, Hıristiyan halk ve kültürler) ve cemaatler olarak varlıklarını, anlam ve hakikatlerini sürdürmeye çalışmışlardır. Tüm bu tabakalaşma ve parçalanmalara rağmen, Ortadoğu’da toplumsal yaşamın bir evrensel yanının ve bütünlüğünün olduğu açık bir gerçekliktir. Tarihsel toplum varlığını sürdürmektedir. Ama anlamını ve hakikatini zayıflatmış ve parçalamış olarak.
Bu durumda sorulması gereken temel soru, neden Ortadoğu toplumunda kapitalist modernitenin gelişme olanağı bulamadığıdır. Sorunun yanıtı ne dinin engelleyiciliği, ne de üretim araçlarının geriliği ve sermayenin yetersizliğidir. Bu alanlarda Avrupa’nın çok ilerisinde olunduğu bilinmektedir. Söz konusu olan 12.-15. yüzyıllardır. Avrupa, şehir doğuşlarıyla tanışmaktadır. Ticaret ve para, yeni açılan pazarlarda gelişme göstermektedir. Ortadoğu’da ise bu süreçler dört bin yıl öncesinden beri döngüler halinde devam etmektedir. Sanayisi de Avrupa’nın fersah fersah ilerisindedir. Merkezî uygarlık hegemonyasına da sahiptir. Bu nedenler, aslında kapitalist sisteme neden geçilemediğini de açıklamaktadır. Ortadoğu kendi sistemine güvenmektedir. Artık-değer üretimi hegemonik güçler için yeterlidir. Dıştan ve içten kaynaklı önemli ve ölümcül karşıt stratejik güçler söz konusu değildir. Moğollar gibi gelen güçleri de rahatlıkla içinde eritmektedir.
Bölümün başında çözümlemeye çalıştığım, Avrupa’nın çıkışında stratejik nedenlerin temel rol oynadığı görüşü geçerliliğini korumaktadır. Kapitalizm stratejik bir savunma ve saldırı rejimidir; ancak durumu çok sıkışmış, varlık yokluk sorununu yaşayan iktidar ve sermaye tekelleri için başvurulacak bir araçtır. Hollânda ve İngiltere’nin yaşadıkları stratejik ölüm kalım sorunu onları kapitalizme zorlamıştır.
Hegemonik güç olarak yükselen İngiltere, daha 16. yüzyılda Ortadoğu’ya yönelik keşif hareketlerine girişti. Zaten yolu, daha önce başta Venedik olmak üzere İtalyan kentleri ve Napolyon iyice aralamıştı. Ayrıca Ortadoğu’yu çok iyi tanıyan Yahudi sermayesi baştan beri stratejik olarak bölge ile ilgilenmekte ve yol göstermekteydi. Hollânda, İngiltere, diğer önde gelen Avrupa ülkeleri ve ABD’nin bölge ilgisinin uzmanlığını Yahudi sermayesi yapmaktadır. Tersine, Avrupa’ya doğru bilginin de uzmanları ve yol göstericisi aynı sermayedir. Yahudiler bu konuda ilk Urfa ve Mısır çıkış dönemlerinden (M.Ö. 1600-1300) beri tecrübe sahibi bir tüccar kabile toplumu olarak hareket etmektedir.
Ortadoğu’da kapitalizmin stratejik bir rol oynayamamasının ikinci bir nedeni de, İslam’ın yükselişi ile birlikte gelişmeleri engellenen Hıristiyan, Ermeni, Asuri, Helen ve Yahudi varlığının göçe zorlanmasıdır. Birikimleri haraca bağlanan ve zaman zaman talan edilen bu kesimlerin Avrupa tarzı bir şehir burjuvalaşması yaşayamaması, bölgenin aleyhine önemli sonuçlar doğurmuştur. Erkenden bir Rönesans’ın yaşanmaması kadar, geliştirdikleri kültürün darbelenmesi de bölgeyi çoraklaştırmıştır. İslamiyet tek başına Ortadoğu kültürünü temsil edebilecek bir yeten olmaktan çok uzaktır. En kültürlü halklar olarak Hıristiyanlar ve Museviler bölgenin hafızası kadar maddi birikimlerinin de sahipleriydi. İslamiyet biraz da bu değerler üzerine kuruldu. El koydu, ama geliştiremedi. Avrupa’da ise güç kazanan Hıristiyan ve Yahudi kültürü, Avrupa uygarlığının gelişiminde en temel taşları döşeyen unsurların başında gelmektedir. Ortadoğu’da başat olsalardı, Avrupa uygarlığının hegemonik güç olarak doğma şansı yok denecek kadar azdı. Osmanlı İmparatorluğu’nda bu gerçekliği izlemek oldukça öğreticidir.
Bu anlatımın ışığında Avrupa’nın 12.-15. yüzyıllarında sürdürdüğü Haçlı Seferleri ile neden sonuç alamadığı daha iyi anlaşılmaktadır. Bu seferlerden çıkardığı dersler ve taşıdığı değerlerle 16.-19. yüzyıllardaki kapitalist temelli stratejik çıkışlarıyla Ortadoğu’ya yüklendiğinde, başarılı olması da aynı nedenlerden ötürü anlaşılırdır. İlgili bölümler konuyu yeterince çözümlemiştir. Ortadoğu için önemli olan, 19. yüzyıldan itibaren stratejik saldırıya geçen Avrupa modernitesinin yol açtığı gelişmelerdir. Daha da önemli olan, toplumsal yapıda derinleşen kriz ve çöküşlerdir.
Uygarlığın varlık olarak sorun kaynaklı olduğunu sıkça vurguladım. Yapısallık olarak uygarlığın sorundan krize düşmesini belirlemek, gelişmeleri çözümlemek için önem taşır. Uzun süre yapılanmaları olarak uygarlıklar, krize düşmeleriyle birlikte alan ve hegemonya değiştirirler. Kapitalist moderniteye sıçrama yapamadığından (çok yönlü iç ve dış neden), İslam uygarlığıyla son döngüsüne giren Ortadoğu uygarlığının 13. yüzyıldan itibaren yapısal krize girmesinden bahsedebiliriz. Osmanlı İmparatorluğu yapısal krizin derinleşmesinden başka bir anlam taşımaz. Kapitalist stratejinin oluşum yüzyıllarında gösterdiği yayılma, krizli yapısından ötürü başarılı olamazdı. Nitekim kapitalizmin 19. yüzyılla birlikte yüklenmesi, bu anlamını fazlasıyla açığa çıkardı.
Ortadoğu toplumu için 19. ve 20. yüzyıllar, kapitalist strateji tarafından fethedilmekten ibarettir. Kapitalist modernitenin üç mahşerî atlısıyla (kapitalizm, ulus-devlet, endüstriyalizm) yüklendiği bu dönem, krizin ve çöküşün derinleşmesi dönemidir. Binlerce yıllık tarihsel ve toplumsal bir yaşam, kendi içinden çıkan beş bin yıllık uygarlık yapısının çözülüşüyle tam bir kuşatmışlığa alınıyor. Kendi uygarlık artıklarıyla kapitalist modernitenin ittifakı, Ortadoğu’da toplumsal yaşamın bunalımını sürekli derinleştirmiştir. Bunalıma bu niteliğini, yaşadığı köklü geçmiş ve kapitalist modernite stratejisinin uzun süreli saldırısı verdirmiştir. Toplumsal öz varlık olarak paramparça edilirken, anlam ve hakikat olarak da kaotik bir durum yaşamaktadır.

Hiç yorum yok: