2 Mart 2010 Salı

İki taktik, tek strateji iki dil, ortak mücade

Barışçıl, demokratik, adil ve gönüllü birliktelik içerisindeki bir geleceği kurmak için muhalif kesimlerin ortaklaşma sorumluluğunu üstlenmeleri ve bu sorumluluğun gereğini yerine getirmek için harekete geçmeleri, günümüz koşullarında ertelenemeyecek bir tarihsel görev haline gelmiştir. Fırat’ın iki yakasını bir araya getirebiliriz; yeter ki basiretli davranalım.

 İlgili Başlıklar




İki ülke, tek parti - (2)
Türkiye’nin kurulduğu günden bu yana, başta Kürtler, Aleviler, Gayrimüslimler, çeşitli Sünni grupları, işçi ve sendika hareketleri, sosyalistler/komünistler ve demokratlar başta olmak üzere, farklı kesimler sürekli arayış içerisinde olmuşlar, haklarını elde etmek, özgürleşmek, hatta yeni bir toplum kurabilmek hedefiyle çeşitli biçimlerde mücadelelere girmişlerdir. Bugün de bu kesimler ve bilhassa derinleşen toplumsal çelişkilerle birlikte kadın hareketinin, gençliğin, romanların, gay-lezbiyen ve transgenderlerin ve yeni sosyal hareketlerin de içerisinde olduğu geniş bir toplumsal çoğunluk, Türkiye’nin gayrimemnunlarını oluşturmaktadırlar. Toplumsal çoğunluğu oluşturan gayrimemnunların tekil çıkarlarının haricinde, bunu bilinçlerine çıkarmamış olsalar dahi, hepsini birleştiren, insanın doğuştan sahip olduğu hakları kullanabildiği, eşit, özgür, bireyin kendi kaderine kendisinin karar verebildiği, sosyal güvenceli ve çocuklarının da geleceğini garanti altına alan refah bir yaşam kaygısıdır. Ve böylesi bir yaşamın, yüz yıl sonra değil, bugün ve burada gerçekleştirilmesi istemidir.

Bu açıdan bakıldığında:

- Sınırları içerisinde yaşayan her ferdi ulusal, etnik, dini kökenine, cinsiyetine ve cinsel yönelimine bakılmaksızın eşit haklı yurttaş olarak kabul eden ve yurttaşlarının doğuştan elde edilen hak ve özgürlüklerini korumayı ve bu hak ve özgürlükleri kullanma koşullarını yaratmayı taahhüt eden;
- Bunun için adil bir barış gerçekleştirip, kurumlarını ve yaşamın her alanını militarizmden arındırmış, komşu ülkeler ve komşu halklar ile barış ve eşit haklı işbirliği anlayışı ile yanyana yaşamayı, dış politikasını bu esaslara göre düzenlemeyi hedefleyen;
- Barışçıl, demokratik, sosyal, ekolojik ve hukuk devleti anlayışını, toplumdaki her kesimin doğrudan katılımı ile oluşturulacak ve Türkiye’nin realitelerini dikkate alan demokratik bir anayasayı yeni toplumsal sözleşme haline getirerek kurumsallaştıran;
- Sosyal adaleti asgari ölçüde gerçekleştirip, azami seviyede sağlama perspektifini devlet görevi olarak önüne koyan, bölgeler arası eşitsizliği inandırıcı bir çaba ile gidermeye çalışan ve iktisat, sosyal ve istihdam politikalarını demokratik kontrol altında uygulamayı kabul eden;
- Gerçek anlamda vicdan özgürlüğünü sağlamak için, bir tarafta inancı, devlet kontrolü altındaki konumundan çıkartıp, her türlü inanca eşit mesafede duran, ama diğer tarafta da hiç bir inancın diğerlerini, bilhassa azınlık olanları baskı altına almasını engelleyen çağdaş sekülarizmin garantörü olan
- Demokrasiyi tamamlanmış bir olgu olarak değil, sürekli gelişen ve kendini yenileyen bir demokratikleşme süreci olarak algılayıp, her düzeyde en geniş katılımın sağlanacağı, doğrudan demokrasi olanaklarının kullanılabileceği, yerel ve bölgesel yönetimlere etkin sorumlulukların ve olanakların verileceği ve her türlü vesayetin engellenmesinin kurumsallaştırıldığı bir devlet yapısının Türkiye sınırları içerisinde yaşayan ezici çoğunluğun çıkarına olduğu, yani barışın, demokratikleşme ve adaletin devletin kurumları, yasama, yargı ve yürütmesiyle bütün alanlarını ve toplumsal yaşamı belirlediği demokratik bir cumhuriyetin bütün toplumsal kesimlerin lehine olduğu iddia edilebilir.

Böylesi veya benzer içerikli bir Demokratik Cumhuriyet’in oluşturulma hedefini programı haline getiren, bu programı pratiği ve siyaset aracı içerisinde her düzeyde yaşatan, ülke ve toplum gerçeklerini dikkate alan ve tekil çıkarların, genelin çıkarlarının önüne geçmeden savunulmasını sağlayarak, geniş kesimlerin katılımını gerçekleştiren bir siyasi hareket, Türkiye’nin bütün gayrimemnunlarını kucaklamasının yanı sıra, hem günümüzün egemen politikalarına gerçek bir alternatif olabilecek, bu şekilde orta katmanlar için de çekici olabilecektir, hem de komşu ülke halklarına örnek teşkil edebilecek bir iktidar olasılığını ortaya çıkarabilecektir.

Türkiye’deki güncel durum ve muhalif kesimlerin geldikleri aşama, yeni tür bir siyaset tasarısı için zamanın olgunlaştığını göstermektedir. Egemen politikanın alternatifsiz tek doğru olmadığı yeterince kanıtlanmış, karşı karşıya olunulan sorunların, özellikle Kürt Sorunu’nun makul çözümü konusunda söylenmesi gerekenler yeterince söylenmiştir. Ancak egemen politikanın alternatifi kendiliğinden oluşmayacaktır. Alternatifler, toplumsal muhalefet kesimlerinin göstereceği birlikteleşme iradesinin kararlılığı, arayışların ortaklılaştırılması, farklılıklara tahammül ve farklılıkları ortaklaşmanın zenginliği ve gücü olarak kabul etme, karşılıklı güveni oluşturmaya çaba gösterme, eşit göz hizasında hareket edebilme yeteneği, denemeler ve pratikteki uygulamalar ile geliştirilebilecektir.

Demokratik Cumhuriyet’in temel unsurlarını, hatta kapitalist toplumun ötesine işaret eden talep ve tasavvurları savunan, bu hedefle örgütlenen bir çok parti, hareket, yapılanma ve örgüt bulunmaktadır. Türkiye sosyalist hareketinin bütün unsurlarını içerisinde gördüğüm -sıralama yaparak, alfabetik dahi de olsa, hiyerarşik bir adlandırmaya girmeden bu tanımlamayı kullanıyorum- radikal solun; sol-liberallerin, sosyaldemokrasi taraftarlarının, özgürlükçü solcuların, sendikal hareketin kimi kesimlerinin, Yeni Sol Hareketi’nin aktörlerinin; Alevi örgütlerinin bir kesiminin, demokrat müslüman çizgiyi temsil edenlerin, entellektüellerin ve Kürt Özgürlük Hareketinin ana akımının, program ve söylemleri bütünsel olarak değerlendirildiğinde, öyle ya da böyle barışın sağlanması ve demokratikleşmenin gerçekleştirilmesi konusunda çizgileri kesişen oluşumlar olarak tanımlamak olanaklıdır. Hepsi geleceğin şekillendirilmesi konusunda barış ve demokrasiyı içeren söylemler kullanmakta, ancak egemen politikanın gerçekçi bir alternatifinin adresi olamamaktadırlar.

‘Adres olunamamasını’ bir olumsuzluk, değişmeyen yetersizlik olarak tanımlamak yanlış olacaktır. Çünkü, birincisi, her örgüt, hareket, parti ve yapılanmanın kendini öyle ya da böyle meşru kılan varolma gerekçeleri vardır. İkincisi, kitlesel büyüklüklerine ve toplumdaki marjinal yansımalarına bakılmaksızın, radikal solundan, sol-liberallerine kadar sınıf-emek-demokrasi eksenli mücadele veren örgüt, hareket, parti ve yapılanmaların bilgi ve deneyim birikimi, toplum çoğunluğunu ilgilendiren değişim ve dönüşüm süreci için küçümsenemeyecek bir hazine sayılmalıdır. Ve üçüncüsü, ‘doğrunun tapusu’ hiç kimsenin elinde değildir. Toplum çoğunluğunun ana akım düşüncesi, günümüze kadar mutlak ve tek doğru olmamıştır, olamayacaktır. Başlangıçta marjinal olan, ama toplumun genelinin çıkarlarını savunan görüşlerin tarihsel süreç içerisinde doğrulandıkları ve kabul gördükleri kanıtlanmıştır.

Elbette bu gerçekler, var olan örgüt, parti, hareket ve yapılanmaların teorik yaklaşımlarına, ideolojik duruşlarına, siyasi söylemlerine ve pratiklerine eleştirel yaklaşımı engellememelidir. Tam tersine, kelimenin tam anlamıyla radikal eleştiri ve özeleştiri, birlikteleşme ve ortaklaşma sürecinde dahi vazgeçilmemesi gereken ve ‘temizleyici’, yani ‘temel amaca’ yoğunlaşmayı sağlayacak bir mekanizma olarak algılanmalıdır.

Şahsen böylesi bir eleştirisel bakışla radikal sol veya genel tanımıyla Türkiye sosyalist hareketinin bugünkü konumuyla egemen politikanın alternatifinin adresi olamadığını düşünüyorum. Çünkü bence Türkiye Cumhuri- yeti sınırları içerisinde yaşayan insanların ezici çoğunluğunun en ivedi sorunu, tanımlanmasında sosyalistlerin bile kendi aralarında nasıl olacağı konusunda anlaşamadıkları bir ‘sosyalist devrim’ değil, barışın, demokratikleşmenin ve adaletin sağlanmasıdır. Her ne kadar sosyalistler kendi açılarından haklı olarak sosyalist devrimin güncel olduğunu savunsalar da, ezici çoğunluğun gündemi bu değildir. Kanımca sosyalizm hedefi ve/veya sınıf perspektifi ile yürütülen mücadele, bu mücadeleyi yürütenlerin birliğini sağlayamadığı sürece, geniş toplumsal kesimlerin ittifakı olduğu takdirde gerçek alternatif olacak bir siyaset aracının birleştirici, çekici, yönlendirici merkezi olamayacaktır. Gerçekçi düşünüldüğü takdirde günümüz itibariyle Türkiye sosyalistlerinin farklı toplumsal kesimleri etraflarında toparlayacak bir konumda olmadıkları görülebilir. Elbette bu gerçek, Türkiye sosyalist hareketini, özgörevi olan sosyalizm hedefi ve sınıf perspektifi ile mücadeleyi sürdürmekten, ‘sınıf partisi’ olmanın / ‘sınıf partisini’ inşa etmenin gereklerini yerine getirmekten alıkoyamaz. Ancak, farklı toplumsal kesimlerin barış, demokratikleşme ve adalet hedefiyle birlikteleşme ve ortaklaşmasını sağlaması arzulanan siyaset aracı, sınıf partisi anlamında kurgulanmaya başlandığında, dar bir çatı olmaktan ileri gidemeyecektir.

Sınıf perspektifi ve ‘sol’ söylemle birliktelikleşme çabalarının arzulanan genişlikte olamadığını gösteren bir örnek, Çatı Partisi Girişimi ve sonrasında kurulan Demokrasi İçin Birlik Hareketi’dir (DBH). Radikal solun çeşitli gruplarının Kürt Hareketi ile birlikte ve ortak bir çatı altında toplanma çabasının anlamlı olduğunu düşünüyorum. Yaratılmaya çalışılan ortak dil, ortak mücadele koşulları ve ortak arayışlar, anlamlı olmakla birlikte gereklidir de. Ancak, henüz daha başlarda EMEP ve bazı başka kesimlerin fiilen ayrılmaları ve bugüne kadar da radikal sol ile DTP (BDP) dışından, özellikle farklı toplumsal kesimlerden katılım olmaması, DBH’nin tek başına alternatif siyaset aracı olamayacağını göstermektedir. Bu elbette DBH’nin lağv edilmesi gibi bir sonucu çıkartmıyor bence – dediğim gibi her örgütün bir varlık gerekçesi vardır ve DBH’nin geleceği ile ilgili kararları, DBH’ni oluşturanlardan başkaları alamayacaktır.

Diğer taraftan, aralarından 10 Aralık Hareketi’nin ana akım temsilcileri ayrılmış olsa da, Ufuk Uras, bazı entellektüeller, çeşitli sol-liberal kesimleri temsil edenler ve SHP’nin birlikte oluşturmaya çalıştıkları Yeni Sol Parti veya Hareketi’nin de bu süreçte önemli rol üstlenmeleri gerektiğine inanmama rağmen, alternatif siyaset aracının merkezi olamayacağı kanısındayım. Bir kere Yeni Sol Hareketi’nin, iddia edildiği gibi ‘Kürtlerin, Türklerin, Alevilerin, emekçilerin.....’ partisi anlamında kabul edilecek bir konumda olmadığı görülmekte.

Elbette, gerek tanınmış isimlerin, entellektüellerin, sosyalistler arasındaki bazı akımların ve sosyal demokrasi taraftarlarının bir araya gelerek sol vurguyu yapan bir parti kurmaları ve gerekse de bu partinin oluşum süreci çerçevesinde hazırladıkları programatik bir belgede ‘adalet’ talebini yükseltmeleri anlamlıdır. Kaldı ki, radikal soldan farklı bir söylemi kullanan, özgürlükçü, demokrat, dönüşümcü bir sol, bilhassa Fırat’ın Batı’sındaki kentlerin orta katmanlarını barış ve demokratikleşme sürecine kazandırabilecek bir güç olabilir ve bence sadece bu bile önemlidir.

Ancak görüldüğü kadarıyla Yeni Sol’un diğer tarafta, yani Fırat’ın Doğu’sunda kökleşmesi hayli zor olacak. Zaten takip edebildiğim kadarıyla da Yeni Sol bileşenlerinin pratikte böylesi bir iddiası da yok. Daha çok Kürt Hareketi ile olası bir ittifak durumunda, Batı’da toparlayıcılığı olan bir yapı izlenimi veriyor düşüncesindeyim. Bunu olumsuzlama anlamında vurgulamıyorum, katılmamakla birlikte meşru bir düşünce olduğuna inanıyorum. Ama bu da Yeni Sol Hareketi’nin ‘merkez’ olamayacağını, aksine en fazla bir ‘bölge partisi’, Batı’nın partisi olacağını kanıtlayan bir diğer göstergedir.

Sol kendisini dev aynasında görmemeli
Genel anlamıyla ve yelpazesindeki tüm renkleriyle Sol, Anadolu ve Mezopotamya halklarının barış, demokratikleşme ve adalet hedefiyle birleşmesi, ortaklaşması sürecinde, geniş bir toplumsal muhalefet hareketinin ve yeni bir iktidar alternatifinin örülmesinde kuşkusuz büyük rol oynayacaktır. Ancak bunun için ‘Sol’un kendisini dev aynasında görmesinden vazgeçmesi, gerektiğinde ‘dükkanlarından’ feragat etmesi, radikal demokrasiyi içselleştirmesi, kendi geçmişi ve güncel pratiğini sorgulaması ve salt sınıf partisi iddiasının iktidar alternatifinin yegane merkezi olmak için yeterli olamayacağını görmesi gerektiği kanısındayım. Sol, asıl o zaman oluşturulacak geniş ittifakın içerisinde oynaması gereken rolü üstlenebilecek, bu rolün gereğini hakkıyla yerine getirebilecek ve ‘daha fazlası’ için inandırıcı bir çekim merkezi olabilecektir. Peki, ya Fırat’ın Doğu’su? Kürt Hareketi içerisindeki bazı kesimlerin, ‘sol ile birlik bir sonuç vermedi, kendimizin, bölgemizin partisi olarak kalalım’ yaklaşımında olduklarını görüyoruz. Elbette bu da meşru bir görüştür ve Kürt olmayan bir kişi olarak, hele hele yaşanan onca trajedinin tanığı olarak benim gibi birisinin bu konuda bir değerlendirme yapması yakışık almaz. Ancak bunun da, salt ‘Kürtlerin’ veya ‘Bölgenin Partisi / Hareketi’ olarak kalacak bir yapının, egemen politikaya alternatifin merkezi olabilir mi sorusunu kendimce yanıtlamaya çalışmamı engellemez düşüncesindeyim.

Gerçekçi olur, kurulan ve kapatılan bütün partilerin deneyimlerini dikkate alırsak eğer, salt Kürtlerin Partisi veya Bölge Partisi olunmasının, en başta Kürt halkının çıkarına olan barış, demokratikleşme ve adalet sürecinin başlatılıp, ivme kazanmasının önünde küçümsenmeyecek bir engel olacağını, Kürt halkının önemli bir çoğunluğunun desteği alınsa bile, farklı, bilhassa Kürt olmayan kesimleri yanına alacak ve değişim-dönüşüm sürecini tetikleyecek bir alternatif yaratamayacağı açık olarak görülecektir. Yanlış anlaşılmamak için altını çizmekte yarar görüyorum: tüm kurumları, yapılanmaları ve örgütleri ile politize olmuş Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkını ve bu uğurdaki örgütlülüğünü yadsımıyorum. Artık bir halk hareketi haline gelmiş olan Kürt Özgürlük Hareketinin nasıl bir örgütlenmeye gitmesi gerektiği konusunda da akıl verecek değilim. Sadece bir tespitte bulunuyorum.

Kanımca, ki Mezopotamya’daki tek siyasi güç olunsa, bölgedeki bütün yerel yönetimler seçimlerde bu siyasi gücün eline geçse bile, Türkiye sınırları içerisinde yaşayan toplumsal çoğunluğun gayrimemnunlarını ve bunları temsil eden örgüt / hareket / yapılanma ve partileri yanına almakta zorluk çekeceği şimdiden belli ve farklı toplumsal kesimlerle eşit haklı ittifakı oluşturmakta zorlanacak olan bir Kürt partisinin tek başına bir çekim merkezi olması da pek olanaklı gözükmüyor. Tüm haklı taleplere ve Fırat’ın Doğu’sundaki özgün duruma rağmen, Bölge Partisi anlayışıyla yürütülecek bir siyaset, Fırat’ın Batı’sını kucaklayamayacak ve sonucunda ‘tepki / protesto partisi’ olarak kalınmasına yol açacaktır görüşündeyim.

Görebildiğim kadarıyla ‘Kürt partisi olarak kalma’ görüşü, Kürt Hareketi içerisinde de ana akım durumunda değil. Tam tersine, İmralı görüşmeleri ve Kandil’den yapılan açıklamalar doğru okunursa, gerek Abdullah Öcalan’ın, gerekse de PKK yönetiminin temel görüşlerinin, ‘içerisinde sosyalistlerden, radikal demokratlara, Alevilerden, demokrat müslümanlara ve liberallere kadar farklılıkları barındıran bir Türkiye partisi’nin oluşturulması yönünde olduğu görülür. Barış ve Demokrasi Partisi’nin yaptığı açıklamalarda da benzer bir yaklaşım görmek olanaklıdır. Bence de doğru olan budur.

Ancak burada, ‘taban aynı taban’ tespitine katılsam da, BDP ile Demokratik Toplum Kongresi başta olmak üzere diğer Kürt örgütleri arasında net bir ayrımı koymak gerekir düşüncesindeyim. BDP öncelikle – yasalar ne kadar antidemokratik olsa da – yasal bir partidir. ‘Demokratik Siyaset İçin Demokratik Katılım’ şiarıyla olağanüstü kongresini yapan BDP, yasal zeminin sınırlarını da daha fazla demokrasi anlayışı ile sürekli zorlayarak, yasal parti olmanın ve kongre şiarının gereğini yapmak zorundadır. Kürt Özgürlük Hareketinin ve Kürt halkının var olan ve/veya gelecekteki örgütlülüğü BDP’nin ana görevi veya temel sorunu olarak görülmemelidir.

İki ülke, tek parti – iki taktik, tek strateji – iki dil, ortak mücadele
Bence BDP bugünkü haliyle bile, egemen politikanın alternatifini yaratacak bir siyasi merkez olmaya adaydır. BDP’nin TBMM’indeki temsiliyeti, yerel yönetimlerdeki küçümsenemeyecek gücü ve kitlesel desteği ile vesayet rejimine karşı dik duran asıl ana muhalefet partisi olduğu iddia edilebilir. BDP yönetiminin ‘kapıları açık tutma’ çağrısı radikal sol, Yeni Sol hareketi ve diğer kesimlerde yankı bulur, onların da BDP’ne katılmaları gerçekleşirse, müthiş bir muhalefet dinamiğinin ortaya çıkması ve egemen politikanın alternatifinin tek adresi olunması olasıdır. Bu nedenle BDP’nin gerçek anlamda bir Çatı Partisinin somut olanağı haline geldiğine inanmaktayım.

Bazı aydınların dayanışma amacıyla BDP’ne üye olmaları, BDP’ni bir Çatı Partisi haline getirmenin yollarının arandığını göstermektedir. BDP yönetiminin bu üyeliklere yaklaşımı da, en azından yönetim düzeyinde ‘Türkiyelileşme’ olarak adlandırılacak bir ortaklaşma yatkınlığının olgunlaştığını kanıtlamaktadır. Bu nedenle bundan sonraki üye olunmaların, salt dayanışma anlayışı ile değil, BDP’ni hepimizin partisi, bütünleştirici bir siyaset aracı yapma anlayışı ile gerçekleştirilmesi gerektiği kanısındayım. Elbette bu anlamda BDP’nin de kendini değiştirmesi, bilhassa duygusal ayrışma algısında olan BDP üyelerinin anlaşılır reflekslerinin giderilmesi ve ‘Türkiyelileşmeye’ kazanılmaları için çabalar da gerekli olacaktır.

Bu nasıl yapılacak? Çatı Partisi olarak BDP’nde birlikteleşme ve ortaklaşma için hazır bir reçete yok. Hele hele BDP’ni sürekli bir baskı, gözaltılar ve tutuklamalar furyası, saldırılar ile gerilimde tutan bir devlet ve hükümet politikasının koşulları altında; Fırat’ın iki yanında da var olan karşılıklı güvensizliğin henüz aşılamadığı bir ortamda bu pek kolay olmayacaktır. Deneye deneye, yenilgilerden yılmadan güveni tazeleye tazeleye çabalamadan başka bir yol gözükmüyor gibi.

Bence bu noktada özellikle Veysi Sarısözen ile Delil Karakoçan’ın önerilerinin dikkate alınması gerekiyor. Yani iki farklı ülkenin (veya buna siz bölge deyin) tek partisi olabilmenin; tek ve ortak stratejide birleşip, iki farklı taktiği uygulamanın ve iki dil kullanıp, ortak mücadeleyi öne çıkarmanın yolları aranmalıdır. BDP’nin böylesi bir bütünselliği kapsayacak bir siyaset aracına dönüşmesinin olanaklı olduğunu düşünüyorum. BDP Olağanüstü Kongresi’nde seçilen yeni yönetimin, yapılan tüzük değişikliğinin bu dönüşüm için iyi bir temel oluşturduğu kanaatindeyim. Ayrıca yukarıda belirttiğim anlamda bir Demokratik Cumhuriyeti oluşturma hedefiyle barış, demokratikleşme ve adalet sürecinin Program olarak farklı kesimleri ortaklaştıracak bir siyaset aracı için yeterli olduğuna inanıyorum.

Diğer taraftan BDP içerisinde yer almak, var olan örgütlü yapıların fesh edilmesi / dağıtılması anlamına da gelmiyor bence. Veysi Sarısözen’in belirttiği gibi BDP içerisindeki ‘örgütlü çeşitlilik’, BDP’ne katılan birey ya da örgütlü yapıların tekil çıkarlarının savunulmasını veya ortak programatik hedeflerin ötesine giden mücadelelerini engellememektedir. Tam tersine, hem BDPli olmak, hem de başka bir örgütlü yapı içerisinde mücadele etmek, birbirini yadsımamakta, aksine bugünkü koşullar altında birbirini tamamlamaktadır.

Farklı kimlikler, hem ortak mücadelenin zenginliği ve gücü, hem de Türkiye’ndeki koşullardan rahatsız olan tüm kesimlerin barış, demokratikleşme ve adalet hedefiyle oluşturulması gereken demokratik ve gönüllü ittifakının garantörü olacaklardır. BDP’nin böylesi bir demokratik ve gönüllü ittifaka dönüştürülmesi; mevcut Siyasi Partiler Yasası’nın dayattığı antidemokratik şablonlara rağmen en geniş demokrasiyi yaratan, bütünüyle şeffaf, üye olsun – olmasın, geniş kesimlerin karar alma süreçlerini takip edebileceği ve bu süreçlere katılabilecekleri, açık, hiyerarşilerden olabildiğince uzak, yasal sınırları her defasında zorlayan, siyasetinde, eyleminde, pratiğinde ve parti içi yaşamında barış, demokratikleşme ve adaleti bugünden yaşatan bir parti haline getirilmesi olanaklıdır. Bunun için öncelikle alışılagelmiş ‘parti paradigmalarından’ ve iktidar ilişkilerinden kurtulunması gerektiğine inanıyorum. Siyasi parti ancak bir araçtır. Hiç bir örgüt betona dökülmüş/değişmez değildir. Nasıl demokratikleşme tamamlanmamış bir süreç olarak görülmesi gerekiyorsa, demokratikleşmenin aracı da doğduğu anda olgunlaşmış, tamamlanmış bir yapı olarak görülmemelidir. Tam aksine siyaset aracı bir canlı organizma gibi yaşatılmalı, sürekli geliştirilmeli, kendini değişen koşullar karşısında yenileyebilmesi, gençleştirmesi, yeni yaşam kaynakları bulması sağlanmalıdır.

Elbette eski alışkanlıkları terk etmek, kanaat önderleri veya ‘öncülerin’ yönlendirmesi belirleyici olmadan, ‘kolaylaştırıcı’ olarak algılanacak asgari hiyerarşi içerisinde katılımcılığı gerçekleştirmek kolay olmayacaktır. Ama, bu olanaksız da değildir.

Her an ve her yerde halk kitlelerine dayanan, halk kitlelerinin doğrudan kontrolüne açık, onlara hesap vermeye hazır; toplumsal dayanışma ve yardımlaşmayı gerçekleştiren; hedeflediklerini önce kendi içerisinde yaşama geçiren; inandırıcı, tutarlı, özgürlükçü, eşitlikçi, mücadeleci, demokratik ve gönüllü birliktelik anlayışı üzerine kurulu hale getirilecek olan bir parti, sadece barış, demokratikleşme ve adalet sürecini bulunduğu coğrafyada başlatmakla kalmayacak, aynı zamanda da bölge halklarına örnek teşkil edecek bir dönüşüm sürecinin kıvılcımı olabilecektir.

Bu nedenle barış, demokratikleşme ve adalet sürecinin Anadolu-Mezopotamya coğrafyasında yaşayan çoğunluğun çıkarına olduğuna, bunun için katkı sunmak, bu uğurdaki mücadeleyi ortaklaştırmak gerektiğine inanan her birey ve örgütlü yapının Barış ve Demokrasi Partisi’ne katılmasının ivedi bir görev olduğuna inanıyorum. Bu katılımlarla Barış ve Demokrasi Partisi kendisini sürekli yenileyen, düzelten, deneye deneye ve yılmadan çabalayan, gönüllüğü ören bir ‘canlı organizma’ haline gelebilir ve halk kitleleri içerisinde bir daha koparılamayacak şekilde yerini alabilir. Bu yazıda andığım farklı kesimlerin ülke ve toplum gerçeklerini görebilen, toplumla barışık, farklılıklarını demokratik ve gönüllü birlikteliği harcı olarak algılayan bir potansiyele sahip olduklarını ve Anadolu-Mezopotamya coğrafyasındaki dinamikleri bunun için harekete geçirebileceklerine olan inancımı yitirmedim henüz. Barışçıl, demokratik, adil ve gönüllü birliktelik içerisindeki bir geleceği kurmak için muhalif kesimlerin ortaklaşma sorumluluğunu üstlenmeleri ve bu sorumluluğun gereğini yerine getirmek için harekete geçmeleri, günümüz koşullarında ertelenemeyecek bir tarihsel görev haline gelmiştir. Fırat’ın iki yakasını bir araya getirebiliriz; yeter ki basiretli davranalım.

BİTTİ

MURAT ÇAKIR

Hiç yorum yok: