30 Mart 2010 Salı

Hrant Dink'in öldürülmesinin sırrı...

İşin en ilginç tarafı, ‘diaspora’yı Ermenistan’a ait sanmak gibi bir yanılgı söz konusu. Oysa, dünyanın dört bir yanındaki Ermeni diasporasının Ermenistan ile ‘soydaşlık bağı’ dışında hiçbir ilişkisi yok. O ‘diaspora’, Anadolu’nun diasporası, yani bizim diasporamız.

Başbakan önceki hafta Londra’da BBC’ye verdiği demeçte Türkiye’de kaçak işçi konumunda bulunan binlerce Ermenistan vatandaşı Ermeniyi geri göndermekten söz edince içerde-dışarda tartışmalara yol açmış, ağır eleştirilere hedef olmuştu. Yakın çevresi, sözlerinin ‘Türkiye’nin hoşgörüsünü ortaya koymak anlamında olduğunu’ ileri sürerek, insan zekasıyla alay eden açıklamalar getirmişti.Başbakan, daha sonra, İstanbul’da sinema sanatçılarıyla söyleşisinde bu konuya değindi ve BBC’deki demecinden farklı vurgularla konuştu. İyi niyetle ve hayli çaba gösteren bir yaklaşımla, BBC demecini düzelttiği sonucuna varabilirdik.
Ama Angela Merkel’in Ankara ziyareti öncesinde geçen hafta Der Spiegel’e verdiği ve bu kez sözlerini seçerek yaptığı açıklamanın özünde BBC’ye yaptığı açıklamadan pek de farklı olmadığı görülüyor.
Kendisine ‘Türkiye’de kaçak yaşayan Ermenileri sürmek’ ile ilgili beyanları hatırlatıldığında ‘Ben bunu hiçbir zaman iddia etmedim’ diyor. Buraya kadar güzel. Sonrası sorunlu. Ne dediği ya da demek istediğini şöyle açıyor:
“Bugüne kadar sınır dışı etmeyi hiç gündeme getirmedik, ancak diaspora baskı yapmaya devam ederse kendimizi bunu yapmak zorunluluğunda görebiliriz.”
Der Spiegel açıklaması ile BBC açıklaması yan yana konduğunda, buna Türk halk dilinde ‘Ha Ali Hoca, ha Hoca Ali’ denir. Özde farkı yok.
Farkı yok zira ‘ahlaki sorun’ ortadan kalkmamış oluyor. Bu, Türkiye’deki kaçak işçi konumundaki Ermenilerin, bile bile, diasporanın tutumuna karşılık veya Türkiye-Ermenistan ilişkilerinin seyrine göre ‘rehine’ tutulduğunu ortaya koyuyor. ‘Ahlaki sorun’ burada.
Bir de tabii ‘Türkiye, Ermeniler, tehcir’ sözcüklerinin biraraya tekrar geldiği ve konunun tarihi arka planından beslenen ‘kendi kalene gol atmak’ gibi bir durum söz konusu.
***
Temel sorun, bakış açısı ve diaspora konusunda şaşırtıcı bir yanlış algılama ve kavrayıştan kaynaklanıyor. Bir kere monolitik bir diaspora yok. Kaldı ki, dış dünyada 1915 ile ilgili parlamento kararlarına yansıyan durumu diaspora ile açıklamak ne derece doğru acaba. Vatandaşları arasında Ermeni kökenlilerin bulunmadığı, örneğin Almanya, Polonya, Slovakya, Litvanya, İtalya gibi AB ve NATO üyesi, en azından kâğıt üzerindeki ‘dost ve müttefik’ ülkelerde bu yönde alınan parlamento kararlarını ne şekilde izah edeceğiz?
Türk resmi söyleminde Ermeniler söz konusu olunca ‘diaspora’ adında bir ‘şeytan’ yaratıldı. Türkiye Ermenilerine sözümüz yok; onlar Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları, dolayısıyla canımız ciğerimiz. Ermenistan Ermenileri ise -ülke nüfusu 2 milyon küsur zaten- Türkiye-Ermenistan ilişkilerinin normalleşmesi gayretleri çerçevesinde kabul edilebilir bir insan topluluğu. Ama ‘diaspora’; işte ‘kötülüğün anası’ ve ‘şeytan’ o.
İşin en ilginç tarafı, ‘diaspora’yı Ermenistan’a ait sanmak gibi bir yanılgı söz konusu. Oysa, dünyanın dört bir yanındaki Ermeni diasporasının Ermenistan ile ‘soydaşlık bağı’ dışında hiçbir ilişkisi yok. O ‘diaspora’, Anadolu’nun diasporası, yani bizim diasporamız.
Bugünlerde yokluğu her zamandan ziyade kuvvetle hissedilen sağduyunun sesi, Anadolu halkları arasındaki vicdan ve insani değerler köprüsü Hrant Dink’in diasporaya ilişkin çok güzel bir tanımı vardır; ‘Diaspora, Ermenilerin Anadolu halidir’ der.
Hal buyken, Türkiye’nin siyasi karar vericisinin dış dünya ile ilişkilerin düzeyini, Ermenistan ile ilişkilerin seyrini ve Türkiye’de ekmek arayan Ermenistan vatandaşı emekçilerin kaderini ‘Diaspora’nın tavrına endekslemek, siyaseten de, vicdanen da anlaşılır bir tutum olamaz.
***
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun kısa bir süre önce ‘Diaspora’ faktörünü Başbakan’dan farklı biçimde ele almaya yönelik sözleri, bu manzarada bir umut oluşturabiliyor. Ancak, onun 1915 söz konusu olduğunda ‘Tehcir’in (malum o tarihte olan-biteni ‘Soykırım’ diye algılayan hatırı sayılır sayıda insan var dünyanın dört bir yanında) karşısına ‘Çanakkale’yi dikerek, ‘adil hafıza’dan söz etmesi ve bunun dünya kamuoyuna benimsetilmeye çalışılması da pek ikna edici ve sonuç alıcı görünmüyor.
Çanakkale, bir dünya savaşındaki bir imparatorluğun başkentini korumak amaçlı ‘kahramanlık destanı’ niteliğinde, büyük kayıplar vererek topraklarını savunduğu bir muharebe. Diğeri ise, aynı imparatorluğun hükümetinin vatandaşı olan sayıları yüzbinlerle ifade edilen bir ulusal topluluğu vatan topraklarından kazımaya varan siyasi kararı.
Nasıl bir ‘adil hafıza’ ile durum eşitlenebilecek ve 1915 tarihi ‘tarihin adaleti’ ile ‘beraat’ edecek?
Siyasi karar vericinin bu tür zaafları açısından bir ‘hafifletici’ sebep de yok değil. Olmayan bir sıfatı kullanarak, ‘Ermeni Cemaati Başkanı’ olarak medyaya tanıtılan Surp Pırgiç Ermeni Hastanesi Yönetim Kurulu Başkanı, geçen hafta Başbakan’la görüşmesinden sonra, 1915’i ‘aralarına nifak sokulan iki samimi arkadaşın kavgası’ olarak niteleyip kestirip atmadı mı?
Başbakan ve Dışişleri Bakanı, o varken bizlere niçin inansın?
Hrant Dink’in yokluğunun önemi şu sıralar her zamankinden daha fazla hissedilmiyor mu?
Hrant Dink’i öldürmenin 1915’te olan-bitenler kadar ‘sonuç alıcı’ olduğu şimdi anlaşılmıyor mu?
Başbakan, sürekli olarak, ‘Müslümanlıkta bir insanı öldürmek insanlığı öldürmek demektir’ diyor ya...
Doğru söylüyor. Hrant Dink öyle ‘bir insan’dı!


 Cengiz Çandar/Radikal

Hiç yorum yok: