7 Mart 2010 Pazar

Geçmişin yaşanmış acıları

Öğretmenlikle hiç bir şekilde bağdaşması mümkün olmayan ben, dört yıl boyunca çalıştığım Kürt köylerinde onlara, ‘’siz Kürt değilsiniz. Memleketin uzak köşelerinde kaldığınız için anadiliniz olan Türkçeyi unutarak, bambaşka bir dili konuşmak zorunda kalmışsınız. Sizler de benim gibi Türksünüz. Bu topraklarda yaşayan herkes Türktür“ diyerek, görevimi yaptığımı sandım. Bundan 50 yıl önce, Ağrı’nın Patnos İlçesi’nin, Kubik Köyü’ndeki Kürtlere; „Kürt diye bir halk ve Kürtçe diye de bir dil yoktur“ diyen bir öğretmendim ben.

Öğretmenlikle hiç bir şelilde bağdaşması mümkün olmayan ben, dört yıl boyunca çalıştığım Kürt köylerinde onlara, „siz Kürt değilsiniz. Memleketin uzak köşelerinde kaldığınız için anadiliniz olan Türkçeyi unutarak bambaşka bir dili konuşmak zorunda kalmışsınız. Sizler de benim gibi Türksünüz. Bu topraklarda yaşayan herkes Türktür. Onun için konuştuğunuz bu dili terk edip, anadiliniz olan Türkçeyi konuşmalısınız ki her şey yoluna girsin. Birlik ve beraberlik içinde olalım“ diyerek, görevimi yaptığımı sandım. Böyle düşündüğüm için Kürt halkını da, Kürtçeyi de inkar ederek yasaklamaya çalıştım. Çocukların evlerinde, tek kelime Türkçe bilmeyen analarıyla bile Kürtçe konuşmalarını yasakladım.

Irkçı öğretmen ve idarecilere ödül
Böylesine ırkçı ve şöven anlayışa sahip bir öğretmene, amirleri her yıl takdirname vererek ödüllendirdiler. Hatta 1962 yılı yaz tatilinde, Milli Eğitim Bakanlığı’nın düzenlemiş olduğu, her ilden bir öğretmenin katıldığı yurt gezisine, Ağrı ilini temsilen beni seçtiler. Neden mi? O yıl en başarılı (!) öğretmen benmişim de ondan!.. (Demek ki, Devlet politikaları doğrultusunda Kürt çocuklarını asimile etmede çok başarılı bulmuşlar beni.)

Beş yıl ilkokul öğretmenliği yaptıktan sonra tekrar okuyup ilköğretim müfettişi olmak için yüksek okula gittiğimde, orada da sınıf arkadaşlarımdan birisinin Alevi olduğunu duyunca, şok geçirmiştim. ‘Bizim aramızda Alevinin ne işi vardı?’ diye şaşıran ben, sıradan birisi değil, aksine Atatürkçü! Çağdaş! ve laik bir eğitimciydim(!) Yani ben, insan yetiştirme gibi çok, ama çok önemli bir görevi yapma konumunda olan birisiydim.

Peki ama, Aleviyi duyunca neden şok geçirdiğimi tahmin edebiliyor musunuz? Çünkü o zamana kadar ailem ve yakın çevremden duyduklarımdan benim kafamda oluşan anlayış, Aleviler, çok olumsuz ve insanlık için zararlı olan acayip yaratıklardı(!) Onlar için dinden, imandan ve ahlaktan söz etmek mümkün değildi. Alevilerin, ne kestiği et, ne de pişirdikleri yemek yenilirdi. Tıpkı bir zamanlar koministler için söylendiği gibi, onlarda ana, bacı ve kız ayırt etmeden ilişkiye girerlerdi.

Kimliğini saklayan özgür olabilir mi?
Daha da önemlisi, küçük yaşlardan itibaren ailem veya yakın çevremden edinmiş olduğum, Alevilere ilişkin böylesine insanlık dışı bilgilerimi, okullarda değiştirme şansım da olmamıştı. Çünkü okul programlarında, basın-yayın organlarında, ülkedeki farklılıklarla ilgili hiç bir olumlu bilgi yoktu. Böylesine olumsuz değerler doğrultusunda yetişen bir insan, ne öğrenilebilirdi ki?

Yatılı ilköğretmen okulunda altı yıl aynı sınıfta okuduğumuz ve yatakhanede de altlı-üstlü ranzalarda yattığımız arkadaşımın Alevi olduğunu, okulu bitirdikten yıllar sonra öğrenebilmiştim. Düşünün bir kere! Böyle bir şey olabilir mi? Kendi inancına ait kimliğini açığa vurmaktan korktuğu için saklayan bir öğretmen adayı, özgür bir birey olabilir mi? O koşullarda yetişen kişi, okullarda özgür bireyler yetiştirebilir mi? O ülkedeki eğemen inanç grubuna mensup olanlara karşı güven duyabilir ve dostça duygular besleyebilir mi?

Bir ülkede yaşayan herkesin, Türk ve Küslüman olduğu anlatılıp, daha küçük yaşlardan itibaren genç beyinlere enjekte edilirse, o ülkedeki insanların Türkçü olmalarından başka bir şey beklenebilir mi? Bu tür politikalarla yetişen insanların, o ülkede bulunan diğer ırk, inanç ve düşünce gruplarına mensup olanlara olumlu gözle bakmaları beklenebilir mi?

Birilerine küfür etme anlamında kullanılan „Ermeni dölü“ veya „Rum tohumu“ sözlerini duyan Ermeni veya Rum çocuklarının, o toplum içinde kendilerini ifade etme şansı kalır mı? Müslümanlığın göklere çıkartıldığı öylesi bir ülkede, hıristiyanların kendilerini özgür ve barış ortamı içinde hissedebilmeleri mümkün mü?

Düşünelim bir kere!
Düşünelim bir kere; Cumhuriyetin kurucusu Atatürk bile, „..Biz, doğrudan doğruya milliyetperveriz ve Türk milliyetçisiyiz“ derse; Cumhuriyetin ikinci adamı İnönü, „..Vazifemiz, bu vatan içinde bulunanları behemehal Türk yapmaktır. Türklüğe ve Türkçülüğe muhalefet edecek unsurları kesip atacağız“ derse;

Atatürk’ün Adalet Bakanı M.Esat Bozkurt, „..Türkler bu memleketin yegane sahipleri, yegane efendileridir. Türk orjininden gelmeyenlerin bu memlekette sadece bir tek hakları vardır. Asil Türk milletine kusursuz olarak hizmetkarlık ve kölelik etmektir“ derse; Birtakım solcu, aydın ve demokrat geçinenlerin beğendikleri, 1960 darbesinin lideri emekli orgeneral ve 4. Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel, „.Kim, size Kürt diyorsa, onun yüzüne tükürün“ derse;

12 Mart dönemi sıkıyönetim mahkemelerinde, kendisinin sırf Kürt olduğu için yargılandığını iddia eden 76 yaşındaki bir sanıkla ilgili verilen kararda, „..Sanık aslında Türktür. İç ve dış düşmanlarla bağlantısı olan bir takım örgütler, sanığı Kürt olduğu noktasında kandırmışlardır. Aslında Kürt diye bilinen bir millet ve Kürtçe olarak bilinen bir dil de yoktur“ derse;

Yargıtay, demokratik öğretmen hareketinin meslek örgütü olan EĞİTİM-SEN’in, tüzüğünde yer alan „anadilde eğitim hakkını savunur“ maddesini, „yasalara aykırıdır“ gerekçesiyle iptal ederse;

Danıştay, Kürdistan’daki belediyelerin sokaklara verdikleri bazı isimleri „Kürtçe“, „isyancı“, „bölücü“ gerekçeleriyle iptal ederse;

Devlet, çıkarttığı 1925 tarihli „Şark Islahat Planı“ ile Kürtleri, 1935 tarihli „Mecburi İskan Kanunu“ ile de başta Kürtler olmak üzere, Türkçe konuş(a)mayan halkları asimile etmeyi amaçlarsa;

Devlet, normal yöntemlerle Türkçeyi öğretmede güçlük çekildiğini görünce, Kürtçe konuşmayı yasaklarsa;

Alınan tüm önlemlere karşın Kürtçe konuşmaların önüne geçilemediği anlaşıldığında ise 1960 sonrasında açılan Yatılı İlköğretim Bölge Okullarından, yüzde 65’inin Kürdistan bölgesinde olmasına özen gösterilirse;

Türk Milli Eğitimin amaçlarında, „..Türk Milletinin bir ferdi olmanın şerefini duyar ve sorumluluğunu kavrar“ denilerek, okullardaki Türk olmayan çocukların da, Türk olmanın şerefli bir şey olduğunu kavramaları ve ona karşı hayranlık duyarak, Türk olmaya özen göstermeleri planlanırsa;

1930 yılında oluşturulan „Türk Tarih Tezi“ne göre, „ilk uygarlığı yaratan ve onu göçler yoluyla bütün dünyaya yayan Türklerdir“ denirse; „Bir Türk dünyaya bedeldir“, „Ne mutlu Türküm diyene“ „Türk öğün, çalış, güven“ „Türk Milleti zekidir, çalışkandır, cesurdur“ diyerek, Türk olmayanları yerin dibine batırırken, bunun yanında Türkler, göklere çıkartılırsa;

Tüm bunlar yetmezmiş gibi, ilköğretim çağındaki çocukların tümüne birden, her sabah, „Türküm. Doğruyum. Çalışkanım. Yasam: Küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymaktır. Varlığım, Türk varlığına armağan olsun“ şeklinde yemin yaptırılırsa;

Ülke sınırları içinde yaşayanlardan müslüman olmayanların tamamı, hakaret, küfür ve aşağılama anlamında „gavur“ olarak nitelendirilirlerse;

Toplumsal baskının etkilerini azaltmak isteyen hıristiyanlar, egemen toplumun baskısı nedeniyle, çocuklarına müslüman ve Türk isimlerini koymak zorunda kalırlarsa;

Kürtleri aşağılamak amacıyla, „Dil bilmez, yol bilmez kırolar“, „Kuyruklu Kürt“ „Kürtten evliya, koyverme avluya. Ya samı çalar, ya da sambağı.“„Ayıdan post, Kürtten dost olmaz.“ „Ayı Kürt.“ „Kıllı Kürt.“ „Ağaçtan maşa, Kürtten paşa olmaz.“ gibi sözler sarfedilirse; o ülkede yaşayan insanların durum nasıl olur?

Böyle bir ülkede insan hakları ve demokrasiden bahsedilebilir mi?
Şimdi düşünün bir kere! Kuruluşundan itibaren, ideolojik olarak Türkten başka bir halk, Türkçülükten başka bir ideoloji ve İslamdan başka bir inanç ta tanımayan bir ülkede yetişen veya yaşayan insanların sosyal, psikolojik ve politik açılardan durumları nasıl olur? Bunlardan:

a) Türk ve islam olanlar; bir yandan kendilerini beğenip, başkalarından üstün görürlerken, diğer yandan da ötekilerine değer vermeyip, aşağılayıcı tavır içine girerler.

b) Ermeni, Rum, Yahudi, Süryani gibi İslamın dışındaki inanç gruplarından olanlar: Kendilerini, Türk ve İslam olanlardan daha üstün görmelerine karşın, son asırda yaşadıkları baskı, sürgün ve katliamlardan dolayı, korku içinde tüm istek ve arzularını bastırırlar.

c) Diğer yandan da Türk ve Müslümanları sevmedikleri gibi, onlara karşı yoğun bir şekilde kin ve nefret duygularını beslerler.

d) Müslüman oldukları halde Türk olmayanlar: Arap, Laz, Çerkez, Pomak, Gürcü ve benzeri azınlıklar, bir yandan kendilerini Müslüman kimliğinden dolayı çoğunluk içinde rahat hissederler. Diğer yandan ise, yaşamın hiç bir alanında, kendi ulusal kimliklerine değer verme ve en ufak ulusal haklarını bile gündeme getirme çabaları hesaba katılmadığından dolayı egemen Türk halkına karşı içten bir sevgisizlik, burukluk ve kin duyarlar. Ne varki, büyük bir bölümü de yürütülen asimilasyon politikalarının etkisiyle, süreç içinde Türkleşirler.

e) Aleviler: Hangi etnik yapıdan olurlarsa olsunlar, Anadolu Alevilerini farklı kılan, onların inançlarıdır. Anadolu topraklarında yaşayan Aleviler, İslamı farklı yorumladıklarından ötürü, beş asırdan bu yana Hanefi ve Şafi mezhepleri koalis- yonunun baskı ve saldırıları sonucu çok derin bir içe kapanma sürecinde yarı illegal yaşamak zorunda kalmışlardır. Bu durum, kendilerinin dışında olan her türden inanç grubuna karşı güvensizlik, sevgisizlik, hatta kin ve nefret duyguları beslemelerine neden olur.

f) Kürtler: Anadolu ve Mezepotamya coğrafyasının en eski halklarından biri olan Kürtler, sırf İslam faktöründen ötürü, 19. asrın başlarına kadar, Türk halkıyla yan yana ve iç içe yaşamaya çalışmışlardır. Ancak iki asırdan bu yana, şu ya da bu şekilde başgösteren hak istemleri, Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerinde zorla bastırılmıştır.

17. asrın ortalarına doğru bir kısmı İran’a bırakılan Kürtlerin geriye kalan toprakları, Birinci Paylaşım Savaşı sonrasında da, emperyalist devletlerin kararlarıyla üç parçaya daha bölünmüştür. Topraklarının büyük parçası Türkiye’ye verilen Kürtler, o tarihten günümüze kadar, ulusal haklarını isteme mücadelelerinden vazgeçmeyerek, direnmişlerdir. Bu direnişi kırmak için her türlü yönteme başvuran TC Devleti, gelinen noktada Kuzey Kürdistan’ı yakarak, yıkarak harabeye çevirdi.

Son otuz yıldan bu yana devam eden iç savaşta, kayıp olanlarla birlikte toplam 62.000 insanın yaşamını yitirdiği gözönüne getirildiğinde, diğer tahribatların boyutlarını hesap etmek o kadar zor değildir. Ne var ki bilinen bir şey varsa o da gelinen noktada, Türk ve Kürt halkları arasında, tamiri çok zor derecede bir düşmanlık durumu yaşanmaktadır. Bir ülkede yaşanan gerçek tablo böylesine olumsuz olursa, o ülkede barış, demokrasi ve insan haklarının varlığından söz etmek mümkün olabilir mi?
Tabi ki olamaz.

Üzüntü verici anılar
Böyle bir ülkenin okullarında yetişen öğretmenler de tıpkı bundan elli yıl önce benim yaptığım gibi, hem Türkten başka kimseyi tanımazlar, hem de tanısalar bile onlara sevgi, saygı ve hoşgörü temelinde yaklaş(a)mazlar. Bu türden acı anılarımı, aradan elli yıl geçtikten sonra anlatırken bile utanıyorum, sıkılıyorum, üzülüyorum. O günleri keşke hiç yaşamamış olsaydım. Ne var ki, bugün bile, benim bundan elli yıl önceki insanlık dışı anlayışıma sahip olan bilim insanı(!) politikacı(!) sanatçı(!) yazar(!) eğitimci(!) vb. etiket taşıyan milyonlarca insanı gördükçe daha çok kahrediyorum. Ve ister ülkede, ister Avrupa’da, isterse dünyanın başka bölgelerinde olsun, eğer bugün hala Türkiye halkları birbirleriyle barış içinde yaşayamıyorlarsa bunun tek nedeni vardır. O da devletin ta kendisidir.

Beni 50 yıl öncesi „Türk ırkçılığı“ politikalarıyla yetiştirerek, diğer halklara karşı insani duygularla bakışımın yok olmasına; onlara barış, kardeşlik ve dostça duygularla yaklaşmamın olanaksız duruma gelmesine neden olan işte o devlet ve o devletin resmi politikalarıdır. Ne yazık ki, Türklerin dışında kalan, başta Kürtler olmak üzere tüm etnik, inanç ve düşünce farklılıklarına sahip olanlar, bugün de aynı devletin bir taraftan „geleneksel Türk-islam sentezi“ diğer taraftan da „Kemalist“ politikaların saldırı hedefi durumundadırlar. İki eğilimde de devletin farklılıklara karşı ne hoşgörüsü, ne de onların temel hak ve özgürlüklerine saygısı vardır. O halde ne yapmak gerekir? Herhalde yeni yollar ve yeni yöntemler geliştirmek gerekir.

KEMAL UZUN / nc-uzunke2@netcologne.de

Hiç yorum yok: