22 Şubat 2010 Pazartesi

Toplumsal Düzeni Sağlamada Kadının Rolü - 1

Yaşamın (canlılığın) olduğu her yerde bir düzen işler. Ancak bu düzen, ne dinin iddia ettiği gibi tanrı tarafından nede bilimin iddia ettiği gibi mutlak evren yasalarınca belirlenir.

Yaşamın (canlılığın) olduğu her yerde bir düzen işler. Ancak bu düzen, ne dinin iddia ettiği gibi tanrı tarafından nede bilimin iddia ettiği gibi mutlak evren yasalarınca belirlenir. Düzen dediğimiz, evrendeki binlerce çeşitliliğin zaman, mekân, duygu, akıl, estetik, ahlak, varlık vb. birçok bakımdan birbirleriyle kurduğu ahenkli bağlantı yahut uyumdur. Kozmos, bu bağlamda organik bir düzendir. Kozmostaki her çeşitlilik, kendi özgünlüğünü koruyarak bu ahenge (uyuma) dâhil olur. Böylece farklılıkların birliği dediğimiz durum gerçekleşir. Buda kozmosta bir adalet ilkesinin işlediğini gösterir. Nitekim ilkeleri ve kuralları olmaksızın bir düzeni düşünmek, zaten olası değildir. Evrendeki tüm canlı düzenler için geçerli olan bu format, toplumsal düzen için de aynı geçerliliktedir. Toplumsal düzen, toplumsal bireylerin (ki bununla ahlaki ve politik bireyler kastedilmektedir) kendi özgünlüklerini koruyarak birbirleriyle kurdukları emek-üretim ilişkilerinin oluşturduğu uyumlu bir bütündür. Buradaki uyum ise, ahlak ile sağlanmaktadır. Yani Kozmostaki adalet ilkesi, toplumda ahlak olarak gerçekleşmektedir.

Toplumsal ahlakın gelişimi, ilk toplumsal ilişki diyebileceğimiz anne-çocuk ilişkisinden kaynaklanır. Yeni doğmuş bebeğin olgunlaşma evresine kadar ki korunma ve beslenme ihtiyacı, ana kadını çocuğuyla empati, his ve sezgiye dayalı bir duygusal ilişki kurmaya götürür. Duygusal zekaya dayalı gelişen bu anne-çocuk ilişkisi, toplumsal gelişmeyi doğuran ilk sosyal ilişkidir. Ana kadını, doğayı izlemeye ve ondan yararlanmaya iten bu duygusal ilişki, kadın açısından toplumsal gelişmeyi yaratacak olan toplayıcılık kültürünün edinimiyle sonuçlanmıştır. Doğanın kendisini nasıl sürdürdüğünü öğrenirken, aslında doğadaki evrensel oluşumun diyalektiğini de çözen kadın, üretimin ve yaratıcılığın evrensel yaşamın sürdürücülüğünün temel fonsksiyonları olduğunu keşfetti. Böylece toplayıcılıktan elde edilen birikim, doğadan edinilen tecrübenin de (doğa bilgisi) sonucu olarak, muazzam bir üretim gücüne (ahlak) ve yaratıcılığa (politika) dönüştürüldü. Açığa çıkan bu üretim ve yaratıcılıkla ana kadın, önce toplumsal insanın kök hücresi klanı etrafına topladı, ardından da insanlığın en büyük gelişmesi olan tarım-köy toplumunun doğuşunu sağladı.

Dolayısıyla, toplumsallığımız var oluşunu, büyük ölçüde ana-kadının duygusal zekasının gücüne borçludur. Duyguların insan ilişkilerindeki gücü, bugünde toplumsallığımızı belirleyen en temel etkendir. Toplumsal yaşama dair kişisel kararlarımızı ve hareketlerimizi şekillendiren, düşüncelerimizden çok duygularımızdır. Düşüncelerimiz ise, duygularımızdan çok sonra devreye girer. Tabi diğer canlılardan farklı olarak insan türünde mevcut olan bu birbirinden tamamen farklı iki kavrama tarzı, toplumsal yaşantımızı oluşturmak için daima etkileşim halindedir. Duygusal zeka bize doğru yönü gösterirken, analitik zeka da bunun nasılı için devreye girer. Ama duygusal zeka olmadan analitik zekanın bir verimliliğinden bahsedilemez. Çünkü bizler, yaşamı daha çok duygusal zekanın his, sezgi, empati özellikleriyle algılarız. Ana-kadının doğurganlığı sayesinde yaşamla kurduğu bağ, ondaki bu duygusal algıyı, erkeğinkine nazaran daha güçlü kılmıştır. Bu yüzden duygu veya duygusallık deyince ilk akla gelen kadın olmaktadır.

Gerek toplumsal yaşamda olsun gerek toplumsal ilişkilerde, zekâ, insanları ve insan ihtiyacını anlamaktır. Bu ise his, sezgi, empati gibi duygusal zekayı deyimleyen özelikler olmadan mümkün değildir. Bu açıdan diyebiliriz ki, insanı toplumsal birey yapan niteliklerin çoğu duygusal zekadan gelmektedir. Örneğin ahlaki ve politik insan olarak toplumsal birey, bu iki temel niteliğini duygusal zekanın sezgi ve empati yetisinden alır. Kendisini toplumsal yaşama dahil eden kişisel eylemselliğine ilişkin kararları mantıktan çok sezgilerinin yardımıyla alır. Ötekinin varlığını, özgünlüğünü ve farklılığını tanıyarak onunla aynı özgürlük uyumunu yakalamak, güçlü bir empati yeteneği ister. Bu açıdan ahlakın kaynağı da empatidir.

Dolayısıyla duygusal zekâ üstünlüğüyle kadın, yalnızca sosyal ilişkinin gelişiminde değil, toplumdaki farklılıkların birbirleriyle kurdukları uyumu ifade eden toplumsal düzenin de, kurmay gücüdür. Zira sevgi, barış, güzellik, şefkat, paylaşımcılık, duyarlılık, aşk vb. gibi toplumsal düzeni sağlayan ahlaki olgular, duygusal zekâdan kaynaklı olgulardır. Bu nedenle bu olgulardan bahsederken, ilk akla gelen kadın olur. Çünkü toplumsal düzeni sağlayan kurallar ve ilkeler toplamı olarak ahlak, bir kadın yaratımıdır. Nitekim ister toplumsal hakikat açısından bakalım, ister toplumsallığın ilk evresi olan doğal toplum veya mitolojik veriler açısından bakalım, son tahlilde toplum, kendisini kadın olarak gerçekleştirmiştir. O halde toplumsal ahlakın kadın olarak anlam kazanması son derece olağandır. Bunun anne-çocuk ilişkisinden ve kadının duygusal zeka üstünlüğünden kaynaklı yanlarını daha önce açmıştık. Bununla birlikte Tanrıça İnanna’dan çalınan 104 ME de, toplumu düzenleyen ilk ahlak kuralları olarak, toplumun ilk anayasası olma unvanına sahiptir. Bilindiği üzere 104 ME, kadının yaptığı işlerin ve gerçekleştirdiği icatların yanı sıra, aynı zamanda toplumsal yaşama ilişkin oluşturduğu ilkelerin de toplam ifadesidir. Bu açıdan mitolojideki kadın mitlerine yüklenen sıfatların her biri, aslında 104 ME toplamı içerisindeki bir ahlaki ilkeyi deyimler. Bunu yasa, adalet, toplumsal düzen vb. gibi olguların yaratıcıları olarak mitleştirilen İnanna, Maat, Praksidike, Themis tanrıçalarıyla örneklendirmek mümkündür.

Bilindiği gibi Mezopotamya’da doğurganlık ve bereketin simgesi, 104 ME’nin koruyucusu ve tüm tanrıçaların ana tanrıçası olarak anılan İnanna mitinde; İnanna’nın kendi aşk tapınaklarında, vahşi erkeği ehlileştirdiği anlatılır. Aşkın (anlamın-bilginin) öğretildiği bu tapınaklarda, kadının, doğaya hükmeden ve onu yok eden vahşi erkeği doğa ile uyumu yakalamış toplumsal bir bireye dönüştürerek, hem evrensel düzen açısından hem de toplumsal düzen açısından yaşamsal bir misyonu üstlendiğini kavramaktayız. Bunun içindir ki eski bir Babil yazıtında, İnanna’nın ağzından şu cümleler dökülmüştür; “Ben ki Tanrıça İştar`ım, Hayat denilenim, Siz bana ölüm deseniz bile. Yasa denilenim, Siz bana kuraldışı deseniz de. Aradığınız benim ve bulduğunuz. Dört bir yana saçtınız beni ve şimdi parçalarımı topluyorsunuz”

“Ben yasayım” diyen ana tanrıça İnanna, Mısır’da karşımıza Adalet ve Evrensel Düzen Tanrıçası Maat, Yunanlılarda Kanunların, Adaletin, Örf ve Adetlerin Tanrıçası Themis, diğer topluluklarda ise Adaletin Tanrıçası Praksidike ve Adaleti koruyan Ahlak Tanrıçası Nemesis olarak çıkar. Daha sonraki toplumlarda ise karşımıza aşkı ve güzelliği ahlaki yaşamın temeli yapan Aşk Tanrıçası Afrodit olarak çıkan İnanna, son kertede ahlakın terazisi olarak simgeleşen Melek formuyla karşımızdadır. Bu kısa mitolojik verilerden de çıkarılacağı üzere, kadının toplumsal formları olarak anlam kazanan Tanrıça, Afrodit ve Melek formasyonları, toplumsal ahlakın aslında kadın olarak gerçekleştiğini açıklar. Nitekim her üç formasyon da, toplumsalın ahlakı olarak gerçekleşmiştir.

Örneğin, ana-kadının bilgelik, kapsayıcılık, yaratıcılık, bereket, erdem ve adaletinin ifadesi olarak Tanrıça, birinci ve ikinci doğa arasındaki evrensel uyumun dengesidir. Bu denge ise, insanın ilk toplumsallaşma evresinden bu yana kendisini ahlak olarak gerçekleştirmiştir. Zira Tanrıça bilgeliğinde; birinci doğayı kendinde, kendini ise birinci doğada algılama olarak gerçekleşen, “insan evrenin özetidir” kavrayışına ulaşılmıştır. Tanrıça, bir nevi “kendini bil” felsefesinin pratik gerçekleşmesidir. Bu anlamda, evrensel hakikatin bütünlük ve evrensellik ilkelerinin toplumsal yaşama uygulanması olarak kavramlaşan tanrıça kapsayıcılığı, insanlık açısında yaşamın ilmine ulaşmayı ifade eder. Bununla birlikte insanlık, tanrıça yaratıcılığı ve bereketinde; ansal gerçekleşme ve süreklilik için, üreme, emek ve üretim olgularının hayati öneminin farkına varmıştır. Ayrıca tanrıça erdemliliğinde; iyilik ve doğruluk olgularını edinirken, tanrıça adaletinde de; eşitlik ve uyumun evrensel yaşam açısından ehemmiyetini sezinlemiştir. Dolayısıyla, eşitliğe dair içerdiği felsefi ve yaşamsal derinlikle tanrıçalık, bir ilke olarak toplumda gerçekleştirilmedikçe, gerçek bir yaşamdan veya düzenden bahsedilmesi mümkün değildir.

Aynı yaklaşım, ana-kadının daha özgün bir formasyonu olarak gerçekleşen Afrodit için de geçerlidir. Bilindiği gibi Afrodit, güzellik ve aşk tanrıçasıdır. Estetik ile ahlakın bileşkesidir. Afrodit mitinde kadın, aşkın kaynağıdır, aşkın kendisidir. İnsanların kalplerine sevgi tohumları serpen, onlara neşe ve sevinç veren ve dünyayı güzelleştirendir. Afrodit’te, aşkın intiharının yaşandığı evlilik kurumuna karşı, kadının aşk uğruna verdiği mücadele anlatılır. Bu anlamda Afrodit, doğal toplumdaki özgür insanın (toplumsal bireyin) iktidara, mülkleştirmeye ve köleliğe karşı verdiği özgürlük mücadelesinin ifadesidir. Dolayısıyla Afrodit, kadının aşkla yaratılan özgürlük ve güzellik ifadesi olarak gerçekleşir. Artemis, Lilith ve Amazon kadınları, bu gerçekleşmenin faklı mitsel anlatımlarıdır. Bu bakımdan aşk, en büyük ahlaki değerdir. Zira yalnızca aşk, kişinin öz varlığını-öznelliğini ortaya koyabilir. İnsanı aşktan soyutlayıp madde-düşünce boyutuna indirgediği¬mizde, kişiliğini (yani ahlakiliğini) de ortadan kaldırmış oluruz. Bu bağlamda irade özgürlüğü, güzellik ve mücadele gibi ahlaki değerler salt kişinin aşk eyleminde ortaya çıkarlar. Dolayısıyla kişinin ahlaki değerini, ancak kişinin aşk eylemiyle birlikte kavrayabiliriz. Bununla birlikte Afrodit’te aşk ve güzellik; evreselin bütünlüğü, doğallık ve birliğin ahenkli uyumu olarak yani “adalet” olarak gerçekleşir. Bu anlamda Pierre Leroux’un da dediği gibi “Aşk en ilahi biçimiyle bir adalettir”. Zira parçalanmış, kendi farklılığından yani özünden koparılmış ve dağınık-kaos halini almış hiç bir şey için bir aşk ve güzellikten, dolayısıyla da bir düzenden bahsedilemez.

Ayrıca ana-kadının doğallık, dürüstlük (temizlik) ve iyilik (yardım severlik) gibi özelliklerini ifade eden Melek formasyonu da, toplumsal açıdan diğer iki formasyonun geliştirdiği ahlaki değerleri tamamlar mahiyetteki, kişilikle ilgili ahlaki değerleri geliştirmiştir. Kişiliğine bu ahlaki değerleri yedirmeyip, kendinde doğallık yerine sahteliği veya özsüzlüğü, dürüstlük yerine yalanı ve iyilik yerine kötülüğü yaşatan bir bireyin toplumsal düzenden çok toplumsal kaosa hizmet edeceği açıktır. Dolayısıyla Melekleşme de, toplumsal düzen açısından vazgeçilmez olan temel ilkelerimizdendir.

O halde toplumun eşitlik, özgürlük ve adalet ilkeleri olarak anlam kazanan Tanrıça-Afrodit-Melek formlarının, toplumsal ahlak veya düzen açısından kadın anayasasının temel ilkeleri olarak yeniden anlamlaştırılması, gerek aile ve devlet hukukunun içerilmiş kölelik formasyonları olarak anlam kazanan ana-kızkardeş-karı statülerinden kadını kurtarmak, gerek toplumsal kaosun kaynağındaki kadın özgürlük sorununu çözmek, gerekse de toplumsal düzeni yeniden sağlamak açısından hayati önemdedir. Nitekim kaos-kriz toplumu olarak tanımladığımız günümüz toplumsallığının yaşadığı çözülmenin (sosyal çözülme) kaynağında, ilke düzeyindeki bu üç toplumsal formasyonun yitip gitmesi ve yerine, namus ve hukuk kanunlarının belirlediği ana-kızkardeş-karı statülerinin geçmiş olması yatmaktadır.

Kadın hapsedildiği bu statülere rağmen, hala toplumsal ahlaktaki rolünü oynamaya devam etmektedir. Keza kadının bu misyonunu yerine getirmemesi halinde, ortada toplum diye bir şey kalmaz. Ancak, buradaki sorun, kadının bu toplumsal misyonunun erkeğin sınırlarına hapsedilmiş olması ve dolayısıyla misyonunun gerektirdiği kadarını yerine getiremiyor olmasıdır.

Örneğin günümüz açısından toplumsal düzenin sağlanmasında önemli bir rolü olan eğitim alanın başat aktörü yine kadındır. Bildiğiniz gibi eğitim alanı çocuğu, var olan toplumsal düzene katmak için hazırlar. Ancak bu alan için çocuk yetiştiren annenin çocuğun ilk eğitmencisi olması itibariyle oynadığı rol, kesinlikle eğitim kurumlarınkinden daha belirleyicidir. Zira devletlerin eğitim alanı, çocuğun daha çok analitik düşüncesini geliştiren ve daha ağırlıkta bu düşüncenin kullanacağı mesleki yetenekler kazandıran kurumlardan meydana gelmektedir.

Ekin Gever

Hiç yorum yok: