22 Şubat 2010 Pazartesi

Sömürgeci Molalar Rejimi; İran -4-

A-        Din ve Mezhep Konusuna Yaklaşım

Fars egemenlik sistemi Safeviler döneminde miladi 1500’ün başlarında şialık mezhebini resmi olarak kabul ederek Sünni Osmanlı imparatorluğunun doğuya doğru genişlemesini önlemeyi hedeflemiştir. Yani burada bu mezhebin ilk resmi olarak kabul edilişinde kutsal inanç bağının ötesinde belirleyici olan egemenlerin politik çıkarları olmuştur. Bu mezhebe inanan halk kesimleri için durum faklı olsa da bunlar gönülden bir benimsemeyi yaşasalar da mezhebin resmikabulünde politik çıkarlar esas alınmıştır. Bizim üzerinde durduğumuz ve halkımıza kavratmak istediğimiz husus; hangi dinden olursa olsun, hangi mezhebe inanırsa inansın bizim bu inançlara saygılı olduğumuz fakat kutsal olan bu bağları istismar ederek politik çıkar ilişkilerine bulaştıran egemen rejimlerin siyasetlerini de teşhir edeceğimizdir.
İran’da Müslüman Şii ve Sünni mezhepleri, Yahudi, Zerdüşt, Hıristiyanlık resmi olarak kabul edilen inançlardır. Bahailik epey geniş bir kitleye sahip olmasına rağmen Şiilikten ayrıldığı için “mezhebe ihanet etmişler” mantığı ile resmen tanınmamakta ve yasaklanmış bulunmaktadır. Bahaîlerin uğradığı bu zulüm rejimin inanç özgürlüğüne yaklaşımının iç yüzünü göstermesi bakımından önemlidir. Yukarıda saydığımız dini inançların dışında da Maniizm, Budizm gibi bazı inançlardan çok az oranda inanç sahipleri de vardır. Fakat bunlar hem sayısal olarak çok azdırlar hem de resmi ibadet yerleri bulunmamaktadır.
İran rejiminin anayasasının 12. maddesinde İslam cumhuriyetinin resmi dini İslam ve resmi mezhebi Şiiliktir deniyor. Burada Sünni mezhebi resmiyetin dışına itilmektedir. Diğer yandan meclis temsillerinde Müslüman olmayan azınlıklar hem kavmiyet yönü ile hem de inançsal yönü gözetilerek kendilerine kontenjanlar ayrılmıştır. (Ermenilere 2, Zerdüştilere 1, Yahudilere 1, Süryanilere 1 olmak üzere toplam 5 üyelik ayrılmıştır) fakat burada da Sünni Müslümanlara ne bir inanç olarak nede bu inanca sahip kavim olarak bir kontenjan tanınmamış ve Sünni Müslümanlar hiç çaktırılmadan her iki hususta da dıştalanmışlardır. Eğer Sünni Müslümanlar hem anayasaya göre resmiyet kazanamıyor ve bu nedenle devlet yönetiminde önemli mevkilere gelemiyor hem de meclis seçimlerinde bir kontenjan sahibi olamıyorsa rejimin siyasetinde haksız bir muameleye tabi tutuluyorlar demektir. Zaten rejim de din istismarını tam bu noktada devreye koyarak halkımız üzerinde bir parçalama siyaseti gütmektedir. Çoğunluğu Sünni Müslüman, önemli bir bölümü Şii Müslüman ve çok cüzi bir kısmı da Zerdüşti inanca sahip olan halkımız eğer rejimin dinsel ayrımcılık sistemi içindeki ilişkilerinde dikkatli olmazda tam da bu noktada rejimin tuzağına düşebilir. Rejim yönetim uygulamalarında Şii Müslümanlara çok daha toleranslı davranarak onların diğer mezhep ve dinlerden olan kişilere göre kedilerini daha şanslı görmelerini sağlamaya çalışmakta, kendisine bağlamayı hedeflemektedir. Bu uygulama ile Sünnilerin gözünde de Şiileri rejimin işbirlikçileri olarak gösterme gayretindedir. Bu siyasetle halkımız parçalanmaya çalışılırken en büyük zarar da kutsal İslam inancına verilmektedir. Sahte mollalar İslam cumhuriyeti kılıfını kullanmak suretiyle adaletsiz, zalimane politika ve uygulamalarının suçunu İslamiyet’e ve Şialığa yükleyerek kendilerini temize çıkarmaktalar. Yani burada Kum mollaları kendi çıkarlarını, kirli icraatlarını kutsal İslam inancıyla örtmeye çalışmaktadır. Bu uygulamalar sonucu bilinçsiz olan insanların tepkileri Şialık mezhebine yönelmekte ve bu mezhep çelişkisi diğer bütün çelişkilerin önüne çıkarılabilmektedir. Bu haliyle mezhep çelişki ve çatışmaları yaratılarak ulusal ve özgürlükçü taleplerin ikinci plana atılması hedeflenmektedir. Bu politika en çok da bizim halkımızı etkilemektedir. Zira İran’daki halklar içerisinde, inanç zenginliği ve çeşitliliği en fazla bizim toplumumuzda bulunmaktadır. Halkımızın içinde Horasan, İlam ve Kırmanşan mıntıkalarında Şii mezhebi diğer alanlarda Sünni mezhebi daha ağırlıkta benimsenmiş bulunmaktadır. Toplum olarak dini inancımızın diğer kutsal değerlerimiz olan ulusal değerlerle çatışır pozisyona getirilmesine karşı çok duyarlı olmalıyız. Ne İslam dini nede başka hiçbir din ve mezhep ulusallığı, özgürlüğü, eşitliği hor görmez, tam tersine bu değerler tüm dinlerce yüceltilmektedir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi İran rejimi eşitsizliği dayatmakta kendi mezhebinden olmayanları dıştalamaktadır. Bir sorunu çözümsüz bırakmanın en iyi yolunun o sorunu çarpıtmak olduğunu iyi bilen molla rejimi ulusal özgürlük sorunumuzu gölgede bırakarak onun yerine mezhepsel çelişkiyi yerleştirme gayretindedir. Kutsal dini inancı bahane yaparak asıl ulusal-toplumsam özgürlük talepleri ve birleşme çabaları engellenmeye çalışılmaktadır. Çünkü dini inançlar konusunda duyarlı olunmadı mı en çok istismara açık ve en güçlü provakatif reaksiyonların gelişebildiği bir alan olmaktadır. İşin kötü tarafı dinin istismar edilmesi ile yaratılan çatışmalar, kör bir kavgaya dönüşerek hiçbir sorunu çözememektedir. Yapılması gereken yaşanan çelişkileri doğru tahlil etmek ve birbirlerine karıştırmadan doğru çözümler üretmektir. Hiçbir insanımız rejim ve rejim uzantılarının dinsel ve mezhepsel provakatif siyasetlerinin oyununa gelmemeli ve farklı inançlardan olan insanları kendisine hedef yapmamalıdır. Molla rejiminin Şiilik mezhebini kendisine siyaset aracı olarak kullanması Şii olan Kürdün, Azerinin, Farsın veya başka bir milliyetten insanın suçu değildir. Molla rejiminin, siyaseti gereği diğer inançlardan olanlara göre onlara daha toleranslı davranması bu yolla inançlar arasında yaratacağı çelişkiler üzerinden siyasetini sürdürme amaçlıdır. Zira bu rejim Şii Müslümanların rejimi değil “Kum molalarının” rejimidir. Bu, mollalar oligarşisidir. Eğer diğer inançlardan insanlar mollaların üzerine oturdukları minder ise Şii Müslümanlar yaslanılan yastıktır. Yani mollalar farklı basamaklar olarak bu inanç sahibi insanları kullanarak iktidarlarının keyfini çıkarıyorlar. Şii Müslüman da molla rejimine ters düştü mü en şiddetli cezalara çarptırılmakta, idam edilmektedir. Demek ki burada esas nokta molla rejimine sorgusuz sualsiz mutlak itaatin hedeflenmesidir. Başta değindiğimiz anayasa ve günlük yaşamdaki uygulamaların tümü siyaset amaçlı, halkları birbirine düşürerek muhtemel geniş kapsamlı bir muhalefet gelişiminin önlenmesi amaçlı ve bütün sorunların kaynağını oluşturan antidemokratik zalim molla rejimi yerine tali sorunların yerleştirilmesi amaçlıdır. Halk olarak genel İran ve Doğu Kürdistan’daki bütün sorunların yaratıcı kaynağı olan molla rejiminin, sorunları çarpıtıcı bu siyasal manevraları boşa çıkararak hiçbir halkın suçu olmayan mevcut sorunların kaynağı olarak molla rejimini ve mollaları hedef tahtasına oturtma sorumluluğumuz bulunmaktadır. Eğer tüm İrani halkların demokratik bir sistem içerisinde özgür ve eşit paylaşım esaslarına dayalı bir geleceğin öncülüğünü yapmak istiyorsak halk olarak bu sorumluluklarımızın bilinci ile hareket etmemiz gerekmektedir.
Rejimin yasalarına yansıyan ve okuldan iş sahasına, sosyal alandan örgütsel ve kültürel alanlara kadar yaşamın tümünde rejimin mezhep ayrımcılığına dayalı siyaseti uygulandığından ve günlük olarak halkımız bu siyasetlerle yüz yüze kaldığından bunu daha fazla detaylandırmak gerekmemektedir. Zira mollalar ile birlikte kutsal olan inancı kullanma siyasetleri de teşhir olmuş ve başlangıçtaki popülaritesini yitirmiştir.


B-        Kadının Durumu ve Kadın Üzerinden Yürütülen Siyasetler

Ezilen bir cins olarak kadını ele almak; insanın uygarlaşma tarihi kadar eski ve toplumsal tarihimizin normal sınıflar dışı sürekli bir alt sınıfının tarihini incelemektir. Bu tarihi detayları ile incelemek ciltler dolusu kitap ve bir bütünen insanlığın öz değerlerinden uzaklaşma tarihimizin bütün trajediliğini kapsaması bakımından çok uzun olduğundan biz kısaca genel hatlarını ortaya koyduktan sonra toplumumuz içerisinde kadının bugünkü durumunu inceleyerek kadının geçmişini birazda günümüzde çözümlemeye çalışacağız. Çünkü bazı ideolojiler çeşitli dogmalardan hareketle kadının adeta başlangıçtan beri ezilen bir cins olarak yaratıldığını yada ortaya çıktığını iddia etmektedir. Bu zihniyetin en etkili olduğu İran molla rejimi de aynı dayanakları kullanarak sisteminde kadını ezmeye devam etmektedir. Bu nedenle günümüzdeki bilimsel veriler yine nispeten demokratik bazı ülkelerde kadınların kaydettiği somut gelişmelerden hareketle bilime aykırı bu zihniyetleri teşhir etmek gerçekçi olmaktadır.
Cins olarak kadın, bütün sınıflı toplum tarihinin sürekli ve değişmez bir alt sınıfı gibi her zaman haksızlığa uğraya gelmiştir. İnsanlığın şehir devrimi öncesi olan insanlaşma tarihimizin çok uzun (yaklaşık % 98 kadarı) bir bölümünde kadın ve erkek arasında egemenlik anlayışı olmazsa da yaşanılan topluma çeşitli açılardan yarar sağlama (besin, nesil sürdürme vb) esasına dayalı olarak kadın çoğu zaman daha etkili ve önde olmasına rağmen bu uzun süreç genel olarak özel sınıf ve cins sömürüsünün olmadığı eşitlikçi bir dönem olmaktadır. Bu döneme ilişkin ortaya çıkan arkeolojik belgeler, özellikle neolitik dönem dediğimiz şehirleşme ve sınıflaşma öncesi 6–8 bin yıllık dönemde de kadının toplumda çok etkin olduğunu göstermektedir. Arkeolojik kazılardan çıkarılan bu döneme ait heykelcikler, yine şehirleşme döneminin başlangıcında etkili olan tanrıçalar, günümüze kadar gelen mitolojik kayıtlar bu durumu yansıtmaktadır. Kadın eksenli oluşan neolitik kültür insanın uygarlaşmasının tüm ilklerini kendi içinde barındırmaktadır. Burada insanlar bazı tohumlar ıslah ederek tarıma başlamış, toprağa bağımlılık gelişmiş, barınaklar ve köyler yapılmış, hayvanlar evcilleştirilmiş, insanlar günübirlik hayvan gibi yaşamaktan kurtularak üretime dayalı bir sisteme ilk geçişi gerçekleştirmişler. Bu uzun ve ağırlıkla kadının damgasını taşıyan süreç binlerce buluş ve yenilik içermektedir. Ne zaman ki üretimden elde edilen verimde büyük artış ortaya çıkmış ve çok ilkel de olsa gelişen alet yapımı artmışsa erkek ağırlıklı olarak fiziksel güçlülüğüne dayanarak toplumda egemenlik kurmaya başlamıştır. Hem savaş aletlerinin kullanımında hem de tarımsal aletlerin kullanımında gerekli fiziksel güce sahip olan erkek, kendisinin güçlülük karakterini esas alan yeni bir toplumsal sistem yaratmaya çalışmıştır. Gücüne dayanan erkek elde edilen ürünle birlikte kadını da metalaştırma sürecine tabi tutmuştur. Bu uzun ve çatışmalı süreç sonunda başarı sağlayan erkek, güçlünün kendi hemcinsleri de dahil her şeyi meta olarak kullanabileceği kölecilik sistemini yaratmıştır.
Ortaya çıkan gerçek şu oluyor; sömürü, hırsızlık, adaletsizlik, kölelik, zulüm gibi bütün hak ihlallerinin kökeninde yatan olgu kadının üzerinde uygulanan cinsiyete dayalı ayrımcılıktır. Eğer işe bu noktadan başlanmazsa diğer çabalar nispeten bazı gelişmelere neden olsalar da hiçbir zaman istenen sonuçları doğuramaz. Çünkü bu çalışmalar nedene değil sonuçlara yönelmektedir. Asıl neden ve kök, cins olarak kadına karşı uygulanan ayrımcılık olduğuna göre ve diğer tüm adaletsizlikler bunun üzerinden geliştiğine göre kadın sorunu eşitsizlikle mücadelenin asıl halkasını oluşturmaktadır. Bunu gerçekleştirmeyen hiçbir erkek veya kadın ayrımcılığa karşı, sömürüye ve zulme karşı mücadelede gerçekçi olamaz. Kadın cinsinin maruz kaldığı haksızlığı merkeze almayan bir mücadeleci, kadının kafasına basarak kendisini kısa boyluluk psikolojisinden kurtarmaya çalışan birisidir. O, kendi çıkarı için başkalarının sırtına çıkmayı hak görüyorsa, kendi başına basanlara da hak vermek durumundadır.
Kadına karşı uygulanan ayrımcılık öyle bir coğrafik alanla, bir ideoloji ile veya belirli bir zamanla sınırlandırılmış bir olay değildir. Bütün sınıflı toplum tarihi boyunca bütün ideolojiler tarafından ve tüm dünya coğrafyasında kadın üzerinden bir toplumsal ayrımcılık uygulanmaktadır. Yer, zaman ve kültürlere bağlı bazı farklılıklar ve dozaj değişiklikleri olsa da genel itibarı ile sonuç hep aynıdır. Normal sınıfsal egemenliklerde bugünün ezileni yarının egemeni yada egemenlik ortağı olabilir. Kadınlar ise sınıflı toplumun sınıf dışı ebedi ezilmişleri ve dıştalanmışları konumunda tutulmaktadır. Farklı çağlarda farklı sınıflar toplumsal egemenliğe gelmelerine rağmen kadınlar sınıf ötesi bir kategori gibi her zaman ezilen sınıfların da altında bir ezilmişliğe maruz kala gelmiştir. Kadın; yaşadığı çağ, doğduğu coğrafya ve kültürden bağımsız olarak adeta zaman, mekân ve ideolojiler ötesi bir varlık olarak sadece genetik özgünlüğünden dolayı ayrımcılığa tabi tutulmaktadır.
Bu toplumsal cins ayrımcılığına karşı kadın başlangıç süreçlerinde ciddi anlamda direnmesine rağmen daha sonra adeta esaretine alıştırılarak haremlere kapatılmıştır. Erkek egemenliği, yaratılan dini ideolojiler tarafından da desteklenerek kadının bu durumu adeta bir kadere dönüştürülmüştür. İnsanlık tarihi boyunca gittikçe gelişen bilgi ve teknikten, genişleyen dünyanın ve karşılaşan farklı kültürlerin yarattığı zenginliklerden koparılarak dört duvar arasına hapsedilen kadına; cahil, fesat, güvenilmez, iradesiz, cadı, baştan çıkarıcı vb ne kadar olumsuz sıfat varsa hepsi yakıştırılarak kadının kendisi de yaratılan bu imaja alıştırılmaya çalışmıştır.
Binlerce yıldır cins ayrımcılığı temelinde haksızlığa uğrayan kadının bilinçli ve örgütlü anlamda mücadeleye başlaması yaklaşık son iki yüz yıl gibi nispeten yakın bir dönemde olmaktadır. Bu mücadele süreci boyunca da birçok baskı ve saptırma amaçlı müdahaleye maruz kalan kadın özgürlük mücadelesi birçok sözde ilerici ideoloji tarafından da gereken önceliğe oturtulamamıştır. 8 Mart 1857 yılında NewYork’lu dokuma işçisi kadınların gerçekleştirdikleri ücretlerinin arttırılması ve iş saatlerinin düşürülmesi yürüyüş ve grevlerine polisler saldırarak birçok kadını katletmiştir. Bu olay ilerleyen süreç içerisinde değişik zaman ve zeminlerde kadın üzerinde yürütülen cinsel ayrımcılığa karşı mücadelede sembol olarak ele alınmıştır. 1910 da Kopenhag’daki II. Sosyalist kadınlar enternasyonalinde 8 Mart, kadınların uluslararası birlik, dayanışma ve mücadele günü olarak kabul edilir. Kadınların güçlü muhalefetinden sonra BM 1975 yılını kadın yılı ilan eder. Daha sonra 1977 yılında ise UNESCO 8 Martı dünya kadınlar günü olarak ilan eder. Böylece çok uzun mücadele ve verilen bedeller sonucunda sembolik de olsa kadınların kendi özgürlük ve eşitlik mücadelelerini resmileştirdikleri 8 Mart, her yıl kadın sorunlarının tartışıldığı, geçmiş bir yılın artı ve eksilerinin hesaplanıp sonraki yılın hedeflerinin belirlendiği bir gün olarak kutlanmaktadır.
Bilinçli ve nispeten örgütlü temelde yürütülen cins ayrımcılığının ortadan kaldırılması ve kadın özgürlüğü çalışmaları bir yandan feminist hareket öncülüğünde diğer yandan ağırlıklı olarak ekonomik ve politik amaçlı genel toplumsal hareketlerin bir kol çalışması biçiminde yürütülmüştür. Sınıfsal olsun ulusal kurtuluş vb olsun ortaya çıkan bütün toplumsal hareketlerin kadın sorunu yaklaşımında çok ciddi bir sapma bulunmaktadır. Bu sapma; ilk ideolojik ayrımcılığın nedeni ve aynı zamanda sonucu olan kadın cinsinin özgürleşmesine öncelik tanımayan hiçbir ideolojinin genel insanlığa da ciddi ve kayda değer bir kazanım sağlamayacağı gerçeğinden kaynaklanmaktadır. Buradaki hata kadının cins olarak sömürülmesi ve ezilmesinin sınıfsal veya ulusal ezilmişliğin bir parçası veya bir sonucu gibi ele alınmasından kaynaklanmaktadır. Hâlbuki gerçek olan bunun tam tersi olup kadın cinsinin sömürülmesi tüm diğer ayrımcılıklara kaynaklık etmektedir. Durum böyle olunca da başarıya ulaşan birçok sınıfsal ve ulusal hareket kadın sorununu çözme gücünü gösterememiştir. Bazı yerlerde bu hareketlerin başarıya ulaşmasında kadınlar en azından erkekler kadar aktif rol almış, emek harcamış ve erkeklerden çok daha fazla fedakârlık yaparak zorluklara katlanmalarına rağmen gerçekleşen devrimler sonrası kadın ya tamamen unutulmuş yada durumunda çok cüzi iyileşmeler görülmüştür. Tabii ki İran devrimi gibi bazı durumlarda da tam tersine kadının durumu giderek daha da kötüleşmiştir. Demek ki kadın sorununu sadece genel ideolojik, sınıfsal ve ulusallık içerisinde bir kategori olarak ele almak sorunu çözmeye yetmemektedir. Çünkü dünyada birçok egemen sınıf gelip geçmiş, birçok ulus bağımsızlığına kavuşmuş, birçok ideoloji öncüllerinin yerini alarak iktidara gelmiş olmasına rağmen bütün dünyadaki ülkelerde bunların hepsinin dışında kalan ve sürekli bir ezilmişliği yaşayan kadının cins sömürüsü durumu devam etmektedir. Bu demek oluyor ki kadının cins özgürlüğü mücadelesi kendi ideolojik perspektifini yaratmadan başarıya ulaşamaz. Kendi özgürlük ideolojisinden yoksun bir kadın özgürlük mücadelesi, istenen sonuçlara Ulalaşmayacağı gibi çoğu zaman kendisini egemen sistemin aleti olmaktan da kurtaramamaktadır. Genel toplumsal hareketlerin özgün ve iradeli bir ortağı olmadan ve kendi özgürlük ideolojisinin örgütünü yaratamadan sadece bir kol gibi, bir yardımcı güç konumunda kalınarak kadın özgürlük mücadelesinde gereken gelişmeler sağlanamaz.
Kadın özgürlük mücadelesinin yürütüldüğü ikinci alanı oluşturan feminist hareket de istenen başarı çizgisini yakalayamamıştır. Her ne kadar çok ciddi saldırı ve baskılara maruz kalsa da bu hareket doğru bir ideolojik-örgütsel ve politik çizgi tutturamadığı için kimi zaman tümden retçi bir konuma düşerek mücadeleyi yanlış kulvara taşımış kimi zaman da egemen sistemin politik aracına dönüşebilmiştir. Kendi içerisinde de çok parçalı olan feminist hareket bu nedenle kadının özgürlük sorununun bütünselliğine paralel bir kapsayıcılığa ulaşamamıştır. Yani bu hareket evrensel olan kadın özgürlük sorununa evrensel ölçekte bir ideolojik-örgütsel çözüm alternatifi yaratamamıştır. Böyle bir hareketin gelişmemesinde erkek egemen sistemin parçalayıcı ve engelleyici politikaları ile kadının fiilen bulunduğu toplumsal konumunun da büyük etkileri vardır. Fakat her şeye rağmen kadın da başarı için bu çizgiyi yaratmakla yükümlüdür. Bu anlamda klasik feminist hareket bu ad altında çoğu toplumda adeta teşhir edilerek çok parçalı ve nispeten marjinal gruplar düzeyine indirgenmişler. Aslında kendi alanlarında ilk olan bütün hareketlerin militan radikalciliği bir yere kadar hem işlevsel bir rol oynayabilir hem de hoş görülebilinmelidir. Çünkü hem daha önceden devraldıkları bir miras yoktur ve radikal davranarak dikkat çekmek, kendi seslerini duyurma ihtiyacı hissetmektedirler hem de sorunun yaratıcıları ile aralarına çok ciddi mesafeler koyarak davalarına olan bağlılıklarının adeta ölçütünü yansıtırlar. Fakat bu aşırılıklarda denge tutturulmaz, kaydedilen gelişmelere paralel açılım ve manevra kabiliyeti kazandırılmazsa bu hareketler kendilerine zarar vererek marjinalleşmekten ve karşıtlarının çıkar aracına dönüşmekten kurtulamazlar. İşte klasik feminist hareketin yaşadığı temel sorunda bu olmuştur. Bütün yetmezliklerine rağmen feminist hareket günümüz kadın özgürlük mücadelesinin de asıl kaynağını oluşturmuştur.
Kadının özgürlük mücadelesi günümüzde nispeten ulusları aşarak uluslar üstü bir seyir izlemektedir. Bu, sorunun evrenselliği açısından oldukça önemlidir fakat tehlikeli olan durum, uluslar arasılaşan kadın örgütlenme ve özgürlük sorununun devletler bünyesinde ve hükümetlere bağlı kadın örgütlenmelerinin denetimine geçme tehlikesidir. Çünkü günümüzde mızrak artık çuvala sığmayacak kadar büyümüştür. Hiçbir erkek, kadın cinsinin ezildiğini ve cinsel ayrımcılığa tabi tutulduğunu inkâr edemeyeceği gibi hiçbir devlet yada hükümet de bunu yapamaz. Günümüzde dünyanın birçok ülkesi başta seçme ve seçilme olmak üzere anayasa ve yasalarında kadınla erkeğe yasalar karşısında eşitliği vaat etmelerine rağmen bu konuda en ileri ülkeler olan ve pozitif ayrımcılık temelinde başta parlamento olmak üzere kadın için iş ve siyaset alanlarında kota uygulayan İskandinav ülkelerinde bile % 50 ‘lik dengeye ulaşılmamıştır. Birçok ülkede yasalar karşısında eşitlik verilse de geleneklerin yasası ağır basmakta ve bu geleneksel yasalar erkeklerin hakim olduğu dünya siyaset ve iş çevrelerinin de katkısı ile kadınları dışta lamaya devam etmektedir. Öyle ki birçok ülkede aynı işte çalışan, aynı işi yapan, aynı kıdem düzeyindeki kadın ile erkeğe ödenen maaş farklı tutularak yine işe alımlarda erkeğe öncelik tanınarak kadına hukukun dışında kalan bir ayrımcılık uygulanmaktadır. Gelişmiş kapitalist ülkelerde kadının okuma gibi bir sorunu olmazsa da siyaset ve ekonomik bağımsızlığı önüne ciddi engeller çıkartılarak kadının güç kazanması engellenmekte ve kadın cinsi ucuz bir iş gücü yine reklâm aracı olarak kullanılmaya çalışılmaktadır. Bu politikalarını da “bak kanunlar karşısında hiçbir ayrımcılığa tabi tutulmuyorsun, serbest piyasada rekabet ederek güçlenebilirsin eğer bunu beceremiyorsan senin sorunundur sistemin sorunu değil” diye kadına yutturmaya çalışmaktadır. Kapitalist sistem bu uygulamaları ile her yıl milyonlarca genç kız ve kadını fuhuş sektörüne havale ederek kullanmaktadır. Bu sektörde kadın cinsine tamamen cinsel meta muamelesi yapılarak büyük paralar kazanılırken bunun için büyük suç şebekeleri ortaya çıkmaktadır. Eskinin köle ticaretini kat be kat aşan uluslararası ve kıtalar arası bu modern köle tüccarları birbirleri ile organize bir şekilde kadın ve kızları hızla fuhuş piyasalarına aktarmaktadır. Yani klasik köleciliğin yerine işletilen modern kölecilik, kadın cinsinin köle olarak kullanılmasıdır. Nasıl ki köle ticareti bir dönem için tamamen bir sektöre dönüşmüşse kadının fuhuş sektöründe bir köle gibi kullanılması da bir iş koluna dönüştürülmüştür. Aylarca ve bazen de yıllarca kapalı mekânlarda zorla tutulan kadınlar egemen sistemin patronlarına sunulmakta ve kadının bedeni ve cinselliğinden sistemin “azami kar mantığının gereği” azami paralar kazanılmaktadır. Yani kısaca değindiğimiz ve örneklendirmeye çalıştığımız bu gerçeklikler egemen sistemin bütün yasal düzenlemelerine rağmen kadının durumunu yansıtmaktadır. Sistem mankenlerin, şık giyimli dekorluk kadın parlamenterlerin ve film aktrislerinin reklâm amaçlı çekimlerinin “kamera arkasını” oluşturan bu gerçeklikleri hep gizleme çabasındadır.
Bu hususta Réber APO şu belirlemeyi yapmaktadır; “Klasik kölecilikte kadının pazarlarda en çok alınıp satıldığını iyi biliyoruz. Bu durum cariyeler biçiminde feodal kölelikte de yaygınca sürdürülmüştür. Burada satılan bütün olarak kadındır. Başlık, siyasi rant; bu işlemin aile içine kadar yansımış biçimleridir. Kapitalizmde ise kasap misali gövde parçalara ayrılarak her kısmına fiyat biçme gibi unsurlar eklenmiştir. Saçından topuklara; göğsünden kalçalara, göbekten cinsel organına, omuzdan dizlere, belden baldıra, gözden dudaklara, yanaktan boynuna parçalanıp değer biçilmeyen hiçbir yeri kalmamış gibidir.”
Gelişmiş kapitalist ülkelerin yasal eşitlik fakat pratik ayrımcı uygulamalarına karşın başta Ortadoğu olmak üzere dünyanın birçok ülkesinde yasalar karşısında bile kadına eşitlik layık görülmemektedir. Kadının insan yerine konulmadığı ve hem seçme hem de seçilme hakkının tanınmadığı, hatta sürücü belgesinin bile verilmediği bazı ülkelerdeki durum ise tam anlamıyla bir trajedidir. Yaşanan gerçeklik ister yasal anlamda kadına karşı uygulanan ayrımcılık tümden kaldırılmış olsun ister bazı alanlarda veya tümden yasal düzlemde ayrımcılık politikaları yürürlükte olsun sonuçlar yinede yakın olmaktadır. Elbette yasalarda eşitliğin sağlanması önemli bir gelişmedir ve bunun bütün devletlere dayatılması gerekir. Fakat iş bununla bitmiyor bu yasal kazanımların uygulamaya geçirilmesi ve yazılı olmayan yasaların aşılması da bir o kadar önemli ve gereklidir. Bunun için de eğitim, siyaset ve ekonomi alanlarında da tam eşitlik mutlaka dayatılmalıdır. Bu üçlü alanda gerçekleşecek olan eşitlik yasal eşitliğin içini doldurarak anlamlı kılabilir. Aksi halde kadının özgürlük ve eşitlik mücadelesi, toplumdaki seçmenlerin yarısını oluşturmaları nedeni ile sistem partilerinin sürekli istismarına uğrayacak seçim politikalarının aracı olmaktan kurtulamayacaktır.
Sadece bir devlet veya bir hükümetin sorunu olmayan bu soruna çözüm de sadece devlet ve hükümet ekseninde bulunamaz. Maalesef günümüz devlet ve hükümetleri bağımsız kadın hareketinin gelişimini engellemek için ciddi çaba içindedirler. Eğer sorun inkâr edilemiyorsa bu sefer el atıp kendilerine göre yönlendirmek en doğru yol olarak görülüyor. Uluslararası kadın konferanslarına ve kurultaylara hükümet ve devletleri temsil eden kadın örgütlerinin katılımlarındaki ağırlık bu tehlikeyi doğrulamaktadır. Bu toplantılarda da hükümet temsilcisi konumundaki kadınlar ile hükümet dışı kadın örgütlerinin temsilcileri ayrıştırılmakta ve hükümet dışı örgüt temsilcilerine adeta “ikincil derece” muamelesi yapılmaktadır. Bu yaklaşım kadın hareketini hükümetlerin güdümüne sokma siyasetidir. Kadının cins olarak köleleştirilmesinin yaratıcısı olan erkek egemenlikli zihniyet ve onun ürünü olan devlet mekanizması bu yolla kadının özgürleştirilmesine soyunmaktadır. Bu bir aldatmacadır. Bu, koyun postunu giyen kurdun kuzuyu ele geçirme taktiğidir. Eğer devlet ve onun yürütücü gücü olan hükümetler kadın cinsinin özgürleşme mücadelesinde samimi ve ciddi iseler o zaman hükümet dışı kadın örgütlerinin iradelerini esas alsınlar ve onları muhatap kabul etsinler. Hükümet dışı bağımsız kadın hareketlerini muhatap almayan hiçbir hükümet kadının özgürlük mücadelesinde samimi değildir. Bu anlamıyla sorunu uluslar üstüleştiren kadın hareketi aynı şekilde bu sorunu hükümetler üstüleştirmelidir. Ebetteki hükümetlerin içinde de kadın çok güçlü örgütlenmeli ve güçlü bir temsile kavuşmalıdır. Ancak kadının sadece bir ülkede ve bir hükümetin uygulamaları ile cins ayrımcılığından kurtulamayacağı gerçeğinin bilincinde olarak kadın çalışmasına yaklaşmalıdır. Günümüzde hem yaşanan en ciddi sorun hem de cevaplanması gereken soru şudur; geçmişte çeşitli hükümet, örgüt, parti ve ideolojilerin istismarına uğrayarak mücadele enerjisinin çok önemli bir kısmını genel toplumsallığın içinde harcayarak heba eden kadın hareketi günümüzün globalleşen dünyasında hükümetler üstü enternasyonal bir kadın hareketi yaratarak küresel çapta ve küresel bir strateji ile mi kadın özgürlüğünü hedefleyecek yoksa devletçi politikanın bir artçısı gibi yine hakim egemen sistemin yedeğinde kalarak geçmişin bölük-börçük devamı mı olacaktır?
İran sistemi gibi bir sistemin içinde kadının özgürlük ve eşitliğinden bahsetmek ve bunu orta veya uzun vadede gerçekleştirmek mümkün değildir. Çünkü burada rejimin hukuk ve yasaları ile anayasanın da üstünde yetkilere sahip olan bazı kurumların tümü erkek üyelerden oluşmakta ve bunlar sistemin çıkarlarına göre günübirlik fetvalarla rejimi yürütmektedir. Bu uygulama belki günümüz siyaset ve hukuksal prosedürlere çok ters ve ucube bir durum olarak görülebilir. Fakat molla rejimine zorlanma durumların da çok ciddi bir manevra ve esneklik kazandırdığı için aslında bu rejimin makyavelist mantığına tam bir uyum göstermektedir. Bu rejimin en üst icra ve karar organları olan Velayet-i Fakih ile Meclisê Xubregandaki tüm üyeler ruhban sınıfına aittir ve bunların içinde kadınlar bulunamaz. İran mollaları iktidarı devraldıktan hemen sonra önce kadını siyah kefeni ile paketleyip bütün ayıplarını örttükten sonra icraatını gittikçe derinleştirmiştir. Rejimin mantığında kadın ayıplı, baştan çıkarıcı, kışkırtıcı, güvenilmez, düşük zekâlı, iradesiz ve kendisine hakim olmayan yarım, belki de çeyrek insandır. Bu rejimin mantığında insan eşittir erkektir. Bu nedenle kadın bir insan değildir. Eğer kadın ve erkek ikisi de insan olarak kabul edilseydi sadece cinsiyetinden hareketle kadın bu kadar ayrımcılığa ve hakarete uğramazdı. Bu zihniyet kadını sadece erkek için yaratılmış bir zevk ve nesil sürdürme aracı olarak görür. O, erkeğin tarlasıdır, özel mülküdür, hiç kimse ona dokunamaz, sahip olamaz. Erkek isterse döver, isterse satar(boşanır), isterse başka birkaç kadın daha yanına getirir. O dokunulmazdır, kısırlaştırılmış erkeğin özgürlük sınırlarının çizildiği daracık dünyasıdır. Bütün yaklaşımlarda erkek esas alındığı için kadın nesnelleşmektedir. Bunun yönetimsel ve yasal-anayasal gerekleri de rejimin iktidarı devralışıyla hemen başlatılmıştır. İktidarı devralan mollalar kısa süre içerisinde iş başında bulunan kadınlardan 5 belediye başkanı 22 parlamento üyesi, 330 yerel yönetim meclislerinin üyesi ve binlerce akademisyen, sanatçı, diplomat, devlet memuru, eğitimci vb kadın görevlerinden uzaklaştırılmıştır. Kadınları siyah kefene sarmayı yeterli görmeyen rejim bütün kadınları hareme kapatma çabası içinde iken başlayan İran-Irak savaşı bir nebze de olsa kadınları bundan kurtarmıştır. Çünkü yıllarca süren bu savaş için milyonlarca erkek cepheye gittiğinden kadınların işgücünden yararlanma zorunluluğu ortaya çıkmıştır. Kadınlar devreye girmezse sistemin çökeceğini gören mollalar üretim, eğitim, sağlık vb alanlarda kadınları işe alınca kadının toplumsal yaşamın dışına itilme siyaseti boşa çıkmış oldu. Fiilen ortaya çıkan bu durumun maalesef çok fazla garantisi yoktur. Çünkü rejimin tüm idaresi sadece erkeklerin oluşturduğu yasalar üstü kurumların vereceği fetvalara bağlıdır. Ayrıca İran’daki kadın son derece örgütsüz ve cins mücadelesinden uzaktır. Rejimin yasalarına biraz bakıldığında kadının durumu biraz daha netleşmektedir.
Molla iktidarının hemen başlangıcında yapılan yasa değişiklikleri ile kız çocukları için evlilik yaşı 9’a indirilmesine rağmen erkekler için bu 15 tir. Bu zihniyet tamamen hayvanlar aleminde geçerli olan doğurganlık zamanını esas almaktadır. Hâlbuki sıcak iklimler ile soğuk iklimlerde büyüyen insanlar arasında da ergenlik yaşı farklılaşmasına rağmen molla rejimi Arabistan’ın sıcak iklimi ve 1400 yıl öncesinin uygulamalarını bugünün kadınının boynuna bir halka gibi geçirmekle zihniyet anlamında ne kadar geri ve dogmatik olduğunu, kadını nasılda sadece erkeğin cinsel tatmin aracı ve doğum makinesi olarak ele aldığını göstermesi bakımından önemlidir. Bu zihniyet ancak kadını cezalandırma zihniyeti olabilir. 9 yaşındaki bir kız çocuğu için evlilik bir işkence ve tecavüzdür. Bu yaştaki bir insanın zihinsel gelişimini tamamlamamış olması doğru karar verememesi demektir. Bedensel ve zihinsel değişimin hızlı gelişimini tamamlayıp nispeten daha yavaş bir gelişme seyri izlediği 18 yaş ve üstü bilimsel çevrelerce genel anlamda olgunluk yaşı olarak kabul görmektedir. Rejimin günümüz bilimsel verilerine göre hareket etmemesi onun çağ dışı zihniyetinin göstergesidir. Yani kız çocuğunun 9 yaşında evlendirilmesi düşüncesi öncelikle bilim ve mantıktan uzak tam bir hayvansal güdünün sonucudur. İkinci husus olarak da kız çocuğunun 9 yaşında evlenmesi kendisinin eğitim görmemesi anlamına geliyor. Yani rejimin mantığında kadının okumasına gerek yoktur. O evinin kadını, erkeğinin hizmetkârı, çocuklarının annesi rolüne layıktır. Okuyup bilinçlenmesi, entelektüel birikim kazanması, iş sahibi olması, ekonomik bağımsızlığa ulaşması engellenmeye çalışılıyor. Bilinçlenen kadın bilinçlenen toplum olacağı için rejim toplumun itaatkârlığını ve köleliğini kadında yaratmaktadır. Eğer kadın köle ruhlu kılınır erkeğe kölece hizmet ederse erkekte aynı şekilde devlete karşı köle ruhlu olacak ve ailede yetişen nesiller bu zihniyete bağlı kalacaklar. Üçüncü bir husus ise sözde genç kızların kötü yola düşmemesi için erkenden evlendirilmesinin yararlılığının ileri sürülmesine ilişkindir. Ebetteki küflenmiş molla zihniyeti için bu doğaldır. Çünkü bu zihniyete göre kadın şeytandır ve bütün kötülüklerin kaynağıdır. Bu yaratığı kirlerinden arındırıp şeytanlık yapamaz duruma getirmek ise ancak onu çocuk yaşta iken bir erkeğe kadın olarak bağlamakla mümkündür. Bu şekli ile kadın cinselliği çocukluktan itibaren erkeğin hizmetine sunulmakta kız çocuğu bu şekli ile hiç bilmediği ve hazır olmadığı kadınlığa mahkûm edilmektedir. Bu yaşta kız çocuğu doğru ile yanlışı birbirinden ayırma imkânına sahip olmadığı gibi evleneceği erkeğin kaç yaşında olacağını belirleme hakkına da sahip değildir. Bu nedenle bu yaşta gerçekleşen evlilik kız çocuğu üzeride çok ciddi fiziksel ve psikolojik travmalar yaratmaktadır. Rejim, kız çocuğunun zihinsel ve eğitsel olarak biraz olgunlaşıp gelişmesine fırsat tanımadan onu sadece fiziği ile erkenden erkeğe sunmaktadır. Dördüncü önemli sorun ise kız çocuğu için dokuz yaşın ergenlik yaşı kabul edilmesi ile bu yaş onun için kanuni ceza yaşı da olmaktadır. Yani kız çocuğu bu şekli ile dokuz yaşında idam cezası alabilmekte, recm cezasına çarptırılabilmektedir. Kız çocuğu dokuz yaşında ceza alabilirken erkekler ancak 15 yaşında ceza alabilmektedirler. Bu tam bir saçmalık durumudur. Sen hem kadına zihinsel özürlü muamelesi yapacaksın hem de zihinsel özürlü damgasını vurduğun kadını çok zeki bulduğun erkekten çok daha erken yaşta ceza kapsamına alacaksın. Burada kastımız erkeğin de dokuz yaşında ceza kapsamına alınması değil hem kız hem de erkek çocuğu için tespit edilecek aynı yaş düzeyinde bir ceza alma sınırının bilimsel veriler çerçevesinde belirlenmesidir.
Birkaç ana başlık olarak değindiğimiz kız çocuğunun dokuz yaş ergenliği ahlaki, bilimsel ve hukuksal anlamda çok ciddi araştırmalara konu olabilecek bir durumdur. Rejimin bu uygulamalarının toplumun nispeten sağduyulu yaklaşımı sayesinde uygulama alanında önemli oranda boşa çıkarılması ve çocukların bu yaşta evlendirilmemesi toplum vicdanının rejim hukukundan daha ileri olduğu anlamına gelmektedir. Ancak ceza veya istismarları önlemenin yolu hukukun düzeltilmesi ile mümkündür.
Şimdi de medeni ve ceza yasalarında kadını aşağılayan ve erkekle arasına ayrımcılık koyan bazı maddelere göz atalım.
Medeni kanununun 1105. maddedeki; evin reisliğini erkeğe vermektedir. Yine bununla bağlantılı olarak ve bu maddeden kaynağını alan 1117. madde ise ailenin onur ve ahlakını korumak amaçlı kadının ev dışında çalışmasını engelleme hakkını erkeğe vermektedir. Bu maddeler kadını aile kurumunun bir ortağı değil bir parçası yapmakta ve erkeğin mülküne dönüştürmektedir. Bu mantığa göre ailenin onur ve ahlakı sadece kadına bağlıdır. Erkek ahlaksızlık yapmaz ve ailenin onurunu zedelemez. Burada kadın çalışma yaşamından uzaklaştırarak ekonomik bağımsızlığı elinden alınmakta ve kadın erkeğe mahkûm edilmektedir. Kadının çalışmasının erkeğin keyfiyetine terk edilmesi ile rejiminde katkıları sonucu kadının çalışma yaşamında dengeli yerleşimi mümkün olmamaktadır. İran’da tüm çalışan kadınların genel kadın nüfusuna oranının % 7–8 civarında olması bu zihniyet ve yasalardan kaynaklanmaktadır. Bu, kadınların % 90’dan fazlasının üretime yönelik bir iş alanında çalışmaması demektir ki toplumun yarısını oluşturan kadınları eve hapsederek onlara zihinsel özürlü muamelesinin yapıldığı böyle bir devlet ve toplumun sağlıklı bir geleceği olamaz.
Ceza yasasının 203. maddesine göre eğer bir kadın bir erkeği öldürürse hem ölüm cezasına çarptırılıyor hem de bir üreticiyi yok ettiği için erkeğin ailesine tazminat ödemeye mahkûm ediliyor. Yine ceza yasasının 205. maddesinde erkek Müslüman bir kadını öldürürse cezası ölümdür deniyor fakat yine ceza yasasının 225. maddesinde bilinçli öldürmenin cezası ölümdür ancak öldürülen kadının ailesi katil erkeğin ailesine büyük miktarda para öderse (6 milyon) katil erkek idam edilebiliyor. İşte bu yasalar tam da rejimin zihniyetini yansıtan orman kanunları gibi güçlüyü kollayan bir sistemi yaratmaktadır. Burada adalet, hakkaniyet ve hukuk karşısında eşitlik diye bir şey yoktur. Kızları öldürülen bir aile hem çocuğunu kaybediyor hem de para cezasına çarptırılıyor, yine kızları bir erkeği öldüren ailelerde aynı şekilde hem para cezasına çarptırılıyor hem de kızları idam ediliyor. Herhalde günümüz dünyasında haksızlığın, eşitsizliğin bu kadar net bir şekilde resmileştirilerek yürütüldüğü başka bir yer bulunamaz.
Madde 70 mahkemelerde tek bir kadın veya kadın grubunun şahit olarak kabul edilmeyeceğini hükme bağlıyor. Yine madde 1170 boşanmada çocukları babaya bırakıyor. Sadece erkek çocuğu iki yaşına, kız çocuğu yedi yaşına kadar annesinin velayetinde kalabiliyor. Boşanma konusunda hem hukuksal alanda hem de toplumsal geleneklerde bütün hak ve yetkiler erkeğe verildiği için erkek kadını sürekli boşanmakla tehdit etmektedir. Çünkü üretimden koparılan boşanmış kadın hem işsiz, çaresiz kalmakta hem de toplum tarafından ayıplanıp dıştalanmaktadır.  Bu devlet ve toplumun zihniyetinde boşanmış ve erkeğin koruyuculuğunu kaybetmiş kadın kötü kadındır. Yine bir kadın veya kadın gurubunun şahitliğinin kabul görmemesi ve iki kadının şahitliğinin bir erkeğinkine denk kabul edilmesi, erkeğin dört kadınla evlenebilmesi gibi uygulamalarda kadına bir insan yaklaşımının olmadığını göstermektedir.
Madde 86 eşleri çok uzun süre uzakta olan kadın ve erkeğe cinsel ihtiyaç gerekçesi ile zina yapma iznini getiriyor. Sözde recmi önlemek için burada zina meşrulaştırılıyor. Yine madde 74’te zina yapan evli bir kadın recm edilerek öldürülüyor. 1996 da çıkarılan 630. madde ise zina yapan kadını yakalayan kocasına onu hemen öldürme yetkisini de veriyor. Fakat kadın kocasını zina yaparken yakalarsa bir şey yapılmıyor. Görüldüğü gibi cinsiyetleri ilgilendiren bütün alanlardaki kanun maddeleri kadına haksızlık temeli üzerinden şekillenmektedir. Her birisi farklı gerekçelere bağlanmaya çalışılsa da tümü ortak bir paydada buluşmaktadır. Kadının bir insan olarak kabul edilmemesi, erkeğin hizmetkârı, malı, eksik yaratılmış bir varlık olması yaklaşımıdır bu.

EŞREF KARABAKAN

Hiç yorum yok: