16 Şubat 2010 Salı

Maxmur Kampı

Kürt siyaseti ve Kürt halkı için Maxmur vicdani bir sorundur. Devletin ve hükümetin soruna sağlıklı bir çözüm üretmesi için asayiş konsepti temelinde çözüm bulma anlayışından kurtulması gereklidir. Kampa yönelik barışçıl ve insani bir temelde kamp halkına karşı özrü de barındıran bir yaklaşımla çözüm üretebilir. Bu konuyla meşgul devlet görevlileri fotoğrafa bir de bu açıdan bakmalıdırlar.
Maxmur kampı son dönemlerde Türkiye’nin gündeminde ve üzerinde tartışılan bir konu- tartışmanın boyutu ve içeriği ise ağırlıklı olarak iktidar tarafından belirlenmeye çalışılıyor. Son olarak Başbakan Recep Tayip Erdoğan, ABD gezisi sırasında verdiği demeçte, “ Maxmur kampını tasfiye edeceğiz” diyordu. Devlet ve hükümet merkezli verilen demeçler, yapılan açıklamalar, yürütülen diplomasi çalışmalarının temelinde kampın ve kamptaki halkın durumunu sırf güvenlik konsepti içinde ele alma, soruna asayiş mantığı içinde yaklaşım hükümeti yönlendiren ana dürtüdür. Peki, hükümet tarafından sergilenen bu yaklaşım ne kadar isabetlidir? Somut gerçeklerle ne kadar alakalıdır? Hükümetin bu yaklaşımı kamp sorununu ve aynı zamanda Kürt sorununun çözümüne katkı sunma, devletin güvenlik sıkıntılarını gidermede sağlıklı bir yol olup olmadığını kamuoyu önünde tartışmanın gerekli olduğu kanısındayım.

Maxmur’un tarihi arka cephesi
Her şeyden önce şunu belirtmekte fayda var. Kampta yaşayan 10 bin civarında insan uzaydan ufolar tarafından Türkiye’nin güvenliğini tehdit etmek için oraya indirilmiş olmadığı gibi, Kandil’de bir fabrika tarafından üretilip gönderilen ilginç varlıklar da değillerdir. Maxmur’un tarihi arka geçmişini satır başı düzeyinde de olsa dile getirmekte fayda var. Ağırlıklı olarak 1993-94-95 yılları içinde devlet, Kürt coğrafyasında köyleri boşaltma, Botan ve Zagros alanını insansızlaştırma konseptini uyguladı. Bu konseptin bir gereği olarak 4 bin civarında yerleşim yerini boşalttı. 3 milyon üzerinde insanı, yaşadığı topraklardan sürdü. Bu yıllar, faili meçhul cinayetler, köy yakmalar, koruculaştırma politikası, işkence uygulamaları ile kirli savaşın zirve yaptığı yıllardı. Bu uygulamalar karşısında, 10 bin civarında insan Irak Kürdistan’ına geçmek zorunda kaldı. Hatta o dönemde köyleri boşaltma biriminde yer alan güvenlik ekipleri şunu açıkça belirtiyorlardı: “Buraları terk edin, Kuzey Irak’a gidin; sizin memleketiniz orasıdır.”

Sistematik baskı politikası
Irak Kürdistanı’na giden vatandaşlar 94 baharında Bihêrê’de bir araya gelerek, toplu bir arada kalma ve bir arada yaşama düzenine geçiyorlar. Türkiye’nin buna tepkisi uçaklarla kampı sürekli taciz etmesi, savaş uçaklarının kamp üzerinde sürekli uçması ve yine sınırda kampa yönelik atlan top atışları sonucu, kamp halkı yer değiştirmek zorunda kalıyor. Şêranîş’e geçiyorlar. Bir dönem sonra aynı uygulamalar Şêranîş’te de süreklilik kazanınca bu seferde Bêrsivê’de kamp kuruyorlar. Saldırılara Bêrsivê kampında da maruz kalınca daha içlere Geliyê Qiyametê’ye geçmek zorunda kalıyorlar. Oradan da Etruş’a…

Türkiye Etruş üzerinde de de sistematik bir baskı uyguladı. Özellikle 95 yılında sınır ötesine yönelik yaptığı Çelik operasyonu ile, operasyon süresince ve sonrası süreçte, mültecilere karşı çok ağır ve zulme varan bir baskı politikası uygulandı. Türkiye bazı aşiretleri ve peşmerge güçlerini de yanına alarak, istihbarat ve güvenlik güçlerinin yönlendirmesiyle kampa fiili saldırılar gerçekleştirildi. O dönemdeki kamp yönetiminin kamuoyuna yaptığı açıklamalarda, bu saldırılar sonucu 28 kamp insanı hayatını kaybediyor, kamp halkının 17 bin hayvanına zorla el konuluyor ve bir daha da verilmiyor. Kampa yönelik saldırı, kuşatma ve baskı politikası sırf bununla da sınırlı kalmıyor.

Türkiye, Birleşmiş Milletler ve yerel hükümet üzerinde uyguladığı baskı sonucu, kampa 3 aylık ekonomik ambargoya maruz kalıyor. Bu ambargo sonucu insanlar yaşamak için, palamutlardan ekmek yaparak ayakta kalmaya çalıştılar. Bu ekmeği yiyen küçük çocuklar ve bebekler tuvaletini yapamaz duruma giriyorlardı, çok sayıda çocuk kabız oluyor, anne ve babalar büyük bir çaresizlik içinde çocukları için bir avuç un bulmamanın acısı içinde kıvranıyorlardı. Çevre köylerden gizli biçimde elde edilen 1 kilo unun fiyatı 70 Dolara çıkmıştı, buna rağmen un bulmak pek mümkün olmuyordu. Etruş, Birleşmiş Milletler denetiminde bir kamp olmasına rağmen BM bayrağı kampta asılı olmasına rağmen, BM tümden saf dışı edilmişti. Kampta bulunan 10 bin insana yaşam cehennem edilmişti, baskılar kamp halkı üzerinde yıkıcı sonuçlara yol açtı.

1997 yılı
97 yılında kamp halkı yeni bir saldırı konsepti ile karşı karşıya kaldı. Mülteciler üzerinde yeniden bir ambargo uygulandı. Şehre gidip gelen mülteciler, sürekli bir biçimde hakaretlere maruz kaldı, taciz edildiler, sorgulandılar ve işkencelere uğradılar. En sonunda da BM kamptan kendini geri çekti. BM’nin mülteciliğe bakan sorumlu bürosunun tavrına ilişkin bir anekdot aktarmak istiyorum. Kamp halkından temsilciler BM’nin mültecilerden sorumlu bürosuna (bu büro Duhok’ta bulunuyor) kamp sorunlarını aktarmayı ve sorunların çözümüne yönelik yardım ve desteklerini almak için görüşmeye gidiyorlar. Sorunları aktarırken, bürodaki BM temsilcileri sıkıntılardan dolayı üzüldüklerini ifade ediyorlar, bunları çözme yönünde destek sunacaklarına söz veriyorlar. BM görevlileri Kampa giden temsilci heyetin İngilizce bilmeyeceği kanısıyla hemen orada bir üst büroya (Bağdat’a) durumu İngilizce aktarıyorlar. Aktarma yaparken, raporu veren temsilci şunları söylüyor: “Etruş kampında bir heyetin geldiğini, zor durumda olduklarını belirtiyorlar. Durumlarından anlaşılıyorlar ki uyguladığımız stratejinin sonuç vermeye başladığı görülüyor. Daha sıkı bir biçimde uygulamalara devam edeceğiz.” Bu bilgilendirme karşısında kendini tutamayan kamp temsilcisi buna tepki gösterince, BM görevlilerinin cevabı; “Hani siz İngilizce bilmiyordunuz” diyerek kampta giden heyete çıkışıyorlar.

Görüşmenin sonuçları
1997 Ocak ayında, kamp halkı kendi içinde oluşturduğu 40 kişilik heyetle BM temsilcileri ve KDP yönetimiyle sorunları tartışıp çözüme varma amacıyla görüşmelere başladılar. 3 gün süren görüşmeler sonunda maalesef kamp heyeti sorunların çözümü için gerekli ilgi ve alakayı bu kesimlerden bulamadı. 3 günlük tartışma sonunda Mesut Barzani kısa boyu ile başındaki şaşıkıyla sinirli ruh hali, edilgen ses tonu ile yarı Kurmancî yarı Soranî konuşma aksanıyla sağında BM’nin Ortadoğu temsilcisi soluna da Duhok valisini alarak konuşmaya başladı. Ağzından şu cümleler dökülmeye başladı: “Size diyeceğim şudur: 3 gün içinde ya kampı terk edeceksiniz ya da Türk uçaklarının sizi bombalamasına razı olacaksınız ve hiçbir sorumluluk da bana ait olmayacaktır.” Bu tavrı ile kamp halkı ile olan ilişki köprüsünü (BM ve KDP) ortadan kaldırmış oluyordu. Bu konuşmalar sırasında yaşlı bir kadının Mesut Barzani’ye söylediği, “Siz bir Kürt lidersiniz. Sürgünü, acıyı, katliamı biliyorsunuz. Sizler de yaşadınız. Şimdi de biz böyle bir durumda yaşıyoruz. Sizin yaklaşımınız, size yakışıyor mu?” sözleri tavırlarında bir değişikliğe yol açmadı, kamp halkı için sıkıntılı bir dönemin başlayacağı açığa çıkmıştı.



Ninowa süreci
8 bin insan 1997 Şubat ayında çok ağır şartlar altında Etruş’u terk ederek, tampon bir bölge olan, (700 m eninde 2 km uzunluğunda bir alana) , Ninowa’ya yerleşmek zorunda kaldılar. Yaz sıcaklığının 45 dereceye vardığı, hiçbir ağacın ve gölgenin olmadığı içme suyunun taşımayla sağlandığı, elektriğin olmadığı bir alandı 8 bin insan, yaşlısıyla çocuğuyla, hastası ile bir yılı bu alanda çadırlarda geçirdi. Her yönde büyük bir zulüme maruz kaldılar.



Maxmur’a gidiş
Kampa yönelik çok ağır, vicdansız, hiçbir etik değer ve insani kaygı taşımayan bir baskı uygulandı. BM, Türkiye ve Yerel Yönetim işbirliği, sivil, kadın, çoluk çocuk binlerce insan hayatı üzerinde görülmemiş bir baskıya yol açtı. Bu baskılardan tatmin olmayan bu güçlerin, 98 yılı kışında kampa yönelik bir operasyonla kampı ele geçirip, zorla dağıtmayı hedeflediği ortaya çıkmıştı. Katliama maruz kalmamak için kamp halkı, 98 yılının Şubat ayında Ninowa’yı ter ederek, Irak’a sığındı ve Maxmur Kampı’na yerleşti. Bugünkü Maxmur gerçeğinin altında acılı ve ızdıraplı bir yolculuk var. Kampta yaşayanlar Ninowa’dan Maxmur’a geçerken çok büyük zorluklar çektiler. Tüm ev eşyalarını, kilimlerini, halılarını, yorganlarını, baba yadigarı, dede yadigarı eşyalarını bir daha da almamak üzere terk ettiler. Bazıları battaniyeleri keçilere ve koyunlara sardılar. Bazılar da şer ittifakın eline eşyaların geçmemesi için eşyalarını yaktılar. Kalan eşyalar ise, bölgedeki aşiretlerin, peşmergelerin ve onları yönlendiren güçlerin elinde kaldı

Maxmur halkı şimdiye kadar 8 kez mekan değiştirdi. 8 kez okul kurdular, ağaç diktiler, ev yaptılar; ama 8 kez de tüm yaptıkları saldırgan güçler tarafında yakıldı, yıkıldı ele geçirildi, ateşe verildi. Bugün Maxmur’a ve Maxmur’dakilerin durumuna çözüm getirilmek isteniyorsa, bu o zaman yaşananların göz önünde tutulmasıyla mümkün olacaktır

Hükümetin yaklaşımı nasıl olmalı?
Hükümet eğer, kamp sorununu barışçıl, insani ve vatandaşlık hukuku içinde çözmek istiyorsa ve böyle bir niyeti varsa, o zaman açık ve şeffaf bir biçimde bu niyetini kamuoyuna deklare etmeli; çözüm için hangi güvenceleri ortaya koyacağını belirtmelidir. Bu temelde cevap bulması gereken sorular var. Soruları, kamuoyu nezdinde sormak ve hükümetin bu sorulara nasıl cevap olacağını kamuoyu ile açık bir şekilde paylaşılmasına ihtiyaç vardır.
1. Köylerini, arazilerini kaybeden (Ağırlıklı bir kesim mevcut durumda korucuların elinde, korucu elinde olmayan köylerin de yakıldığı, yıkıldığı içinde yaşanılmaz durumda oldukları) mültecilerin, elinden çıkmış olan malını, mülkünü ne zaman ve nasıl, hangi koşullarda tanzim edecektir? Bu soruyu yıllardır BM yetkilileri de Türk devlet yetkililerine soruyorlar ve bir türlü tatmin edici bir cevap alamıyorlar.
2. Kampta yaşayan 11 bin insanın Türkiye’ye getirilme planı var. Bu 11 bin insan Türkiye’de nasıl yaşayacak? Neyle geçinecek? Devletin bu konuda ortaya koyacağı mali garanti nedir? Ayrıca nasıl, nerede barınacaklar? Tüm bu soruları hem mülteciler hem de BM, Türk devlet yetkililerine sormalarına rağmen tatmin edici ve güven verici bir cevap şimdiye kadar alamadılar.
3. 4 bin civarında ilk, orta ve lise örgenimi yapan öğrencinin Türkiye’ye getirildiğinde öğrenim durumları ne olacak? Kürtçe öğrenim görme hakkı verilecek mi?
4. Şimdiye kadar Türkiye, BM’yi hep dışlamaya çalıştı. Irak ve ABD güçleri ile operasyonel düzeyde halletmeye çalışıyorlar. Bu doğru ve yerinde bir yaklaşım değildir. Kamp sorununun çözümünde BM’nin denetimini ve sorunun çözümü için aracı olmasını kabul edecek mi?
5. Kendi vatandaşı olan bu insanlara, ABD ve Irak silahlı güçlerinin silahlarını bu insanların ensesine dayatmayı teşvik ederek oradan çıkarmayı hedefleyen bir politika yöneldiği görülüyor. Böyle bir yaklaşım ahlaki ve vicdani sorumluluktan uzak olan bir yaklaşımdır. Hem Kürt halkı üzerinde hem de Maxmur halkı üzerinde yaratacağı etkinin çok yıkıcı olacağını ve muazzam bir tepkiye yol açacağını görülmelidir.

Maxmur halkının PKK ile ilişki meselesi
Kamp, Kandil’e 300 km uzakta. Kamptan Kandil’e ulaşmak en az 30 kontrol noktasından geçmeyi gerektirir. Burada PKK’ye lojistik destek gidiyor söylemi bir çarpıtmadan ibarettir. Kampta yaşayan halkın büyük çoğunluğunun yakın akrabaları, kardeşleri, ablaları, oğulları, kızları, PKK saflarında oldukları bir gerçektir. Hemen her ailede bir veya iki kişi PKK’de bulunmuş; ya şehit olmuş ya da mevcut durumda PKK saflarında yaşamını sürdürmeye devam ediyor. Kamp yönetiminin verdiği bilgilere dayanarak, PKK bir aileden iki kişiden fazla savaşçı almama prensip kararını kamp halkı için uyguladığını yine PKK’nin İran, Irak, Suriye, Avrupa ve Türkiye Kürtleri ile ilişkisi, etkileme ve iletişim düzeyi dikkate alındığında kamptaki gençleri saflarına katması PKK için zaruri ve zorunlu bir ihtiyaç değildir. PKK’nin genel durumu, olanakları ve imkanları dikkate alındığında, kamp ortadan kaldırılsa da PKK’yi geriletme açısından ciddi hiçbir etkisi olmayacaktır. Ayrıca kamptaki halk, Irak’ın veya Türkiye’nin hangi alanına alınırsa alınsın, hangi uygulama ve ilişki biçimine tabi tutulursa tutulsun PKK’de etkileme durumu devam edecek ve bir biçimi ile yeniden ilişkilenecekler. Kürt siyaseti ve Kürt halkı için Maxmur vicdani bir sorundur. Her Kürt bireyi nin, Maxmur Kampı lafı geçince yüreğinde bir şeyler kıpırdıyor. Devletin ve hükümetin soruna sağlıklı bir çözüm üretmesi için asayiş konsepti temelinde çözüm bulma anlayışından kurtulması gereklidir. Kampa yönelik barışçıl ve insani bir temelde kamp halkına karşı özrü de barındıran bir yaklaşımla çözüm üretebilir. İçişleri bakanı ve bu konu ile meşgul devlet görevlileri fotoğrafa bir de bu açıdan bakmalıdırlar.

BM’nin tavrına ilişkin
Geçmişte kamp halkına yönelik olan saldırılar ve uygulanan baskılar karşısında BM iltica dairesi bu duruma tepkisiz kalarak baskılara ortak oldu. Bunun BM misyonu ile uygun bir davranış olmadığı ortada. BM’nin geçmişte yaşanan bu olumsuzluklardan kendisini arındırarak, barışçıl çözüm için ciddi bir aracı olma rolünü yerine getirmesi, kampın ve Kürt halkının temel bir beklentisidir. Kamp meclisi de BM’ye çözüme aracı olması için çağrı yapmıştır. Hewlêr’deki BM iltica bürosuna dilekçe vermişler, BM sorumluluklarını misyona uygun bir biçimde yerine getirmelidir.

Türk basını ve aydınları
Türk basını, Türkiye kamuoyunun ve aydınları şimdiye kadar kampa yönelik tarafsız, sağ duyulu ortak vicdanı ve hissiyatı seslendirmediler. Ağırlıklı olarak devlet merkezli üretilmiş tavır ve enformasyonun arkasında durdular. Günümüzde de bunu sürdürmelerinin etik bir yönü olamaz ve Kürt halkı nezdinde güvenleri daha fazla yara alacaktır.

*SEYDİ FIRAT

Hiç yorum yok: