9 Şubat 2010 Salı

Küresel Hegemonya Mücadelesinde Ortadoğu Stratejileri


Şu açık bir gerçekliktir ki tarihin hiçbir döneminde insanoğlu zihinsel manipülasyon anlamında bu denli dumura uğratılmamış, bu denli kötürümleştirilmemiştir.

İnsanların kavramlarla, sosyal olgu ve gerçekliklerin tümü ile yaptıklarına bakınca 2002 baharında Ramalallah’daki Filistinli kadının kuşatma altında söylediklerine her gün biraz daha itibar etmek gerekliliği kendini bir kez daha ortaya koymaktadır: " Bu insanlığın bir parçası olmaktan utanıyorum"* (F. BAŞKAYA) Peki bu hangi insanlık? Ya da insan olarak elimizde kalan nedir? Şu açık bir gerçekliktir ki tarihin hiçbir döneminde insanoğlu zihinsel manipülasyon anlamında bu denli dumura uğratılmamış, bu denli kötürümleştirilmemiştir. Toplumların bölünmüşlüğü, sınıflar arası uçurum ve dengesizlik hiçbir dönemde bugün ulaştığı seviyeye ulaşamamış, aynı düzlemde olmak üzere bu uçurum ve dengesizlik durumu hiçbir dönemde bugünkü seviyede bilinçlerde silikleştirilip gizlenememiştir.



Dünya yeni yüzyıla neo liberal politikaların şekillendiriciliği ve arzı ile küreselleşme şarkıları söyleyerek giriyor. Küresel köy, yoksulluğun sonu, sermayenin ve pazarın düzenleyiciliği (!) ve tüm bu olumlamaların insanlığa yapacağı iyiliklerden bahsediliyor. Olguların bu hızlı gelişimine ayak uydurmakta zorlananlar, gerçekliğin bu biçimine muhalefet edenler ya da onun kendi içinde tutarlı maniplesini tahlile yanaşanlar için tehditler savruluyor. Margaret Thatcher’in “başka yol yok” (BYY) söylemi, küresel tren, son tren gibi akıl almaz tanımlamalara gidiliyor. Daha da trajik olanı ise tarihin sonu teraneleri ile (post-modernizm) güçlendirilmeye çalışılan bu ideolojik safsatalarla 17. yy. modernizminin de gerisine düşülmekte tereddüt edilmiyor.



Yeni anlayış insanı bir özne, bir irade olmaktan çıkarıyor. Ve olguların insanın bilinçli eyleminin dışında geliştiği bir dünya gerçekliğinde irade ve müdahale kavramlarının bilim dışılığına vurgu yapan savları ortaya sürüyor. Köleciliğin meşru temelini sağlayan mitolojik yaklaşımlardan tutalım da hiçbir dini ve ideolojik inanç sisteminin insana ve bir bütün olarak insanlık kavramına bu kadar aciz ve adi yaklaştığı görülmemişken, herhangi bir utanç belirtisi gösterilmeden büyük bir gururla bu ve benzeri yaklaşımlar rasyonel akıl ve bilimsellik adı altında pazarlanmaktan geri kalınmıyor. Üstelik sözde bilimsel bilginin üretildiği yegâne yerler olan üniversite kürsülerinden ve ödüllü hocalarının ağzından. Elbette her sözün reklamı oranında tabiri caizse pazarlama payı kadar muteber olduğu günümüz koşullarında, dün sermaye ile ilişkisinden bahsettiğimiz bugün ise sermayeden bir başkası olmadığını görmekte pek de aciz olamayacağımız medyaya büyük sorumluluklar düşmektedir. Ve kanımızca sistemi yeniden üreten kurumlar açısından ele alındığında görev ve sorumluluk bilincini bu anlamı ile en iyi derecede taşıyanlar içerisinde medya genel tanımı içinde ele alabileceğimiz kurumların da olduğu aşikârdır.



F. Kafka’nın “Dava”sında olduğu gibi dava bir kere başlamıştır. Ve hiçbir güç bu durumu kendi iradesi oranında etkilemeyi başaramayacaktır. Bizzat davayı açanlar da dahil olmak üzere. Bıçak kalbi delmelidir ve bunun adı bir kez konmuştur: "Adalet"

Ramalallah'lı kadın bağırıyor: "Bu insanlığın bir parçası olmaktan utanıyorum "



Kavramlara anlamlarını yükleyen onların zaman ve mekân ile kurdukları ilişki biçimleridir. Yaşamın idame ettirilmesi gerçekliği ilk veri olarak alındığında zaman içerisindeki tüm çeşitlemeler ve dönüşüm, biçime ilişkin olmaktan çok öze ilişkin olmaktadır. Dolayısıyla tarihsel süreç içerisinde biçimlenmiş her kavram-olgu anlamını bu ilk verinin pratikleştirilmesinden alacaktır. Böylesi bir anlatımdan çıkarılabilecek tek sonuç ise kavramların tarihsel süreçlerde birden ortaya çıkmadığı, zaten varolduğu ve uygun zaman-mekân koşullarında kendilerine yaşam alanı açtıklarıdır. "Bir anlamda hiçbir perspektif bütünüyle hiçbir zaman yeni olamaz. Birileri benzer bir şeyi genellikle on yıllar ya da yüz yıllar öncesinde de söylemiştir. Dolayısı ile bir perspektifin yeni olduğunu söylerken bu yalnızca şu anlama gelebilir: dünya ilk kez bu perspektifin içinde barındırdığı düşünceleri ciddiye almaya hazırdır ya da düşünceler onları daha fazla insan için daha makul ve erişilebilir kılan bir şekilde yeniden ambalajlanmıştır" (İmmanuel WALLERSTEIN) Son yıllarda adından çokça söz ettiren "küreselleşme" kavramı da bu süreçler bütününden bağımsız olmamaktadır.



Bugün karşımıza çıkan önemli çarpıklıklardan biri de kavramı-olguyu bugüne has gösterme çabalarının bir sonucu ya da en iyi niyetli sığlığın bir biçimi olarak kavram-olgunun kökenine, bilişim teknolojisindeki hızlı değişimleri ve buna dayalı olarak gelişen enformasyon devrimini koyma girişimleridir. Elbette kavram-olgunun bugün kazandığı biçim bu teknolojik gelişmelerden bağımsız ele alınamaz ama olguyu yalnız bu gelişmelerin bir sonucu olarak görmek başta da belirttiğimiz üzere manipülasyon amacı taşımıyorsa bile olguyu oldukça yanlış anlamakla eşdeğer tutulabilir.



Küreselleşme ile Ulus Devlet Çelişmesi mi?

Küreselleşme yazının icadından bu yana insanlık havsalasında yer bulmuş bir kavram-olgudur. "Küreselleşme yeni bir olgu değildir. Bu yüzyılın başında bilimsel terminolojiye giren emperyalizmin kendisidir. (Boratav, 1997:25) Kapitalizmin ekonomik boyutları ele alındığında, küreselleşmeyle benzerlikleri görülecektir. (Korten, 1999:7) Küreselleşme, yeni dünya düzeni, post modernizm, yenileşme ve neo liberalizmi birbirinden ayrı düşünmemek gerekir. Çünkü söz konusu anlayış ve söylemler kapitalizm ile bağlantılıdırlar ve ancak kapitalizm bağlamında açıklanabilirler. Buna göre küreselleşme kapitalizmin günümüzdeki boyutu ve görünümünü ifade etmektedir. (Kızılçelik, 2001:15)" Küreselleşme Asurbanipal'dan İskender'e Pers'lerden Büyük Kartaca imparatorluğuna kadar bir çok uygarlığın doğrudan hedeflediği bir amaç olagelmiştir. Teknik anlamda İsrailoğullarını bir yana bırakırsak hemen tüm dinler ve ideolojiler de tarih içerisinde kendileri hakkında tüm sınırlardan bağımsız küresel tasavvurlar yürütmüşlerdir. Erken kapitalizm döneminin ulus devletçiğine kadar olan tüm tarihsel süreçlerde ve hatta bu dönemin doğrudan kendisinde de ( 1. ve 2. paylaşım savaşları) bu eğilim varlığını hep güçlü bir şekilde hissettirmiştir. Dolayısıyla günümüzde yürütülen tartışmalara, yeni bir süreç yeni bir çağ vb. ifadelerden oldukça arınarak katılmak ve gerekirse bir taraf olabilmek, dönemsel değişimleri tarihsel süreçler bütünü içerisinde anlamlandırmak önemli olmaktadır.



Bugün, bilinçli bir biçimde tartışma, kendi tarihsel kökenlerinden uzaklaştırılarak, ulus devlet ve globalizm olgularının arasında çelişik ve dar bir alanda tanımlanmaktadır. Ulus-devletin doğrudan hedef seçilmesine paralel olarak siyasal ve toplumsal düzeyde ulus-devletin işlevini tamamlayıp tamamlamadığı, mevcut rollerinin miadını doldurup doldurmadığı türünden sığ ve sübjektif yaklaşımlar kendilerine yer bulabilmektedir. Elbette bu türden bir kutuplaşmada amaç küreselleşme kavramını dar bir ulusçuluk üzerinden değerlendirmeye açabilmek, kavramın kendi içerisinde barındırdığı çelişkileri bu alanda yürütülen tartışmalarda maskeleyebilmektir." Ulus-devlet olgusunun meşruiyet kaybını dünya düzeyinde büyük dönüşümler sonucu ortaya çıkan bunalımlara ve dolayısıyla küreselleşmeye bağlamak, küreselleşmenin tanımı gereği zorunludur. Çünkü küreselleşme, doğrudan ekonomik güçler hâkimiyetinin, uluslar üstü sermaye gücünün bunalımdan çıkmak için toplumsal, siyasal, kültürel ve teknolojik alanlara yeni anlamlar katma, dünyayı tek bir Pazar haline dönüştürme çabalarıyla ilintilidir. Bunalımdan çıkmak için öncelikle dünyanın yaşamaya başladığı dönüşümü kavrayabilmek gerekiyordu. Bunu için değişik senaryolar geliştirilmeye başlandı. Ortaya konulan senaryolar, yaşanan bu dönüşümün dört farklı yönüne işaret etmektedir. Bunlardan birincisi sanayi toplumundan bilgi toplumuna, ikincisi Fordist üretim biçiminden esnek üretim biçimine, üçüncüsü moderniteden postmoderniteye, dördüncüsü ise ulusal devletler düzeyinden küreselleşmiş bir dünyaya geçiş üzerine yoğunlaşmaktadır (Cangızbay, 1998:119)." Öyle bir hava yaratılmıştır ki küreselleşme olgusunun mevcut çelişkilerinin ve ekolojik, sosyo-ekonomik tahribatlarının karşısında durmak dar ulusal milliyetçiliğin bayraktarlığını yapmakla özdeşleşebilmiştir. " ulus-devlet işlevini tamamlayıp sona erdi mi, yoksa halen oynayacağı hayati bir rol var mı?"(Jameson, 2000:39)



Oysa ulus-devlete karşı görünürde yürütülen bu tartışma, ulus devletin doğrudan hedef alınmasından oldukça farklı bir duruma işaret etmektedir. Ulus devlet sürecinin yürütücüleri tarafından dışlanmış bir olgu değildir. Aksine oldukça güçlenmiş ve merkezileşmiş bir yapıya büründürüldüğü aşikârdır. Ulus devletin sonu teraneleri pazarın her türden koruma duvarından ve denetiminden uzak tutulması gereken üçüncü dünya ülkeleri gibi alanlar için geçerli olmaktadır. Kaldı ki bu alanlar için bile kendi kendini düzenlediğine kayıtsız inanılan serbest pazarın da düzene sokulabilmesi gerekliliği belirli bir güç ihtiyacını dayatmaktadır. Bu durumda ulus-devletin bir bütün olarak gözden çıkarılmadığını söyleyebiliriz. Aksine bu mekanizma kriz halindeki dünya kapitalist sistemi tarafından düzene sokuluyor. Bu düzen sermayenin küresel hareketini kolaylaştıran mekanizmalar bütününü devreye sokarken bu hareketlenmeyi kısıtlayan gelişmeleri de budamakla kendi inisiyatifini bölge halkları ve devletlerine yediriyor. Bu anlamıyla küreselleşme, kapitalizme içkin emperyalizm kavramının doğanın ve dünyanın değişimine müteakip geçirdiği zorunlu değişimin özsel olmayan (biçimsel) ve kullanım itibari ile mistifike adı olmaktadır.



Kapitalist Uygarlığın Gelgitleri ve Son Saldırısı

Kavram kapitalist uygarlığın gelgitlerinin son biçimine denk düşmektedir. Buna göre merkantilist ilişkilerin ve burjuva uygarlığının filizlendiği çağda ilk saldırı İspanyol kâşiflerin kolonileştirme sürecine denk düşen Amerika kıtasını sözde uygarlaştırma Hıristiyanlaştırma (!) adı altında kıtanın insan gücü ve kaynaklarının yağmalanmasıdır. Daha sonra kapitalist filizin en nihayetinde bu alanlardan yağmalanan kaynakların anavatana taşınması sonucu nitelikçe sıçrayarak hakim üretim tarzı haline evrimleşme sürecinde saldırı ve ittifaklar aracılığı ile daha sinsi bir yola başvurması. Monarşi ile ittifak içinde kiliseye karşı cephe alması, halk ile birlikte monarşiye karşı ittifak (en bariz örneği Fransız İhtilali olmaktadır.) ve son noktada iyiden iyiye palazlanan burjuvazinin emekçilere ve halklara doğrudan saldırısı. 1. Dünya Savaşı sonrası reel sosyalist hamle, 1929 “yapısal krizi” ve ilk iki durumun objektif sonucu ezilen sömürge halklarının kurtuluş mücadeleleri vahşi kapitalizm içinde bir geri çekilme dönemini çağırır. Bu süreç 1945 ile 1975 yılları arasındaki yaklaşık 30 senelik süreci kapsar. Keynesçi ekonomi politik anlayışının iktidar kazanması sonucu bu süreç kuzey ülkelerinde refah devleti ve sosyal devlet kavramlaştırmaları ile kendini var ederken üçüncü dünya ülkelerindeki karşılığı ise ulusal kalkınmacı devlet modeli olmaktadır. Elbette sürece adını veren ABD hegemonik gücünün çevreleme liberalizm anlayışıdır ki bir soğuk savaş yaratımıdır. Fakat 1975 yapısal krizi, Sovyet sisteminin güç kaybetmesi bu modele olan genel güven ve inancı ortadan kaldırır. Sonuç 80'lerin başındaki küresel süpürme ya da küresel saldırı olmaktadır. İşte bu son saldırı biçiminin enformasyon ve telekomünikasyon alanında yaşanan gelişmelerle girdiği mutasyonun genel adı küreselleşme olarak lanse edilmektedir.



Bu saldırı temel olarak şu ilkeler altında şekillenir:

- Mont Palern topluluğu olarak da bilinen grubun 1940'lı yıllarda ortaya atmış olduğu neo liberal tezlerin koşulsuz kabulü.

- Bu bağlamda sosyal devlet anlayışına yoğun bir saldırı politikası izlenmesi. Daha dün devlet müdahalesi kutsanırken ve Keynesçi iktisatçılar Nobel ödüllerine boğulurken bugün anti devletçilik esasına uygun kendi kendini düzenleyen Pazar efsanesinin baş tacı edilmesi ve Nobel ödüllerinin bu şarlatan iktisatçılara hibesi. Üçüncü dünyada hakim olan kalkınmacı popülist söylemin terk ettirilmesi ve bu ülkelerin tekrar sömürüye yedeklenmesi, kompradorlaştırılması (24 Ocak kararları ile Türkiye’de olduğu gibi).

- İçeride işçi örgütleri ve sendikaların etkinliğinin sınırlandırılma çabaları.

- Margaret Thatcher'in BYY ilkesini halklar adına yedirmek. Bunun için post-modernizm denilen ve modernizm sonrasına vurgu yapılan ideolojinin daha da geliştirilerek medya kanalları ile pazara sürülmesi.



Bu saldırıların üçüncü dünyadaki karşılığı olan yeniden kompradorlaşma aşaması için dayatılanları kaba hattıyla belirlersek:



- Para arzı kısılmalı ve faiz oranları yükselmeli.

- Vergiler arttırılarak vergi tabanını genişletme (elbette bu dış borçların faizleri için olmazsa olmaz bir koşuldur.)

- Hızlı bir özelleştirme hamlesi deregulasyon politikalarının kabulü

- İthal ikameci politikaların belirlenmesi ile bağımlılık düzeyinin arttırılması.

İşte küreselleşme kavramının en genel ve kaba biçiminde ifadelendirilmesi bu olmaktadır.

Küresel stratejinin temelde dayandığı bu ayaklar hem Ortadoğu alanındaki tarihsel durumu hem de üçüncü dünya ülkeleri genel başlığı altında dünyanın geri kalanındaki durumu anlamlandırmada oldukça önemli olmaktadır. Kendi küreselleşme tanımımızı kaba hatları ile haritalandırmak ve bu genel çıkarım üzerinden küreselleşme stratejilerine yaklaşmak bir bütün olarak Ortadoğu stratejilerine yaklaşımdan soyutlanamaz düzeydedir. "Oysa kapitalizm altında ilerleyen, küreselleşme bazı burjuva ideologları ve onların kuyruğundan sürüklenen kimi dönek sosyalistler tarafından kapitalizmin yeni bir dönemi, savaşların sona ereceği bir barış çağı olarak tanıtıldı. Unutulmasın, vaktiyle Marksist geçinen bazı düşünürler de kapitalizmin kolonyalizmden emperyalizme sıçramasını, savaşçı yayılmacılık dönemini kapatacak barışçı bir kapitalist evreye yükseliş diye yorumlamışlardı. Bir zamanlar Marksizm'in papası geçinen Kautsky, bu ultra-emperyalizm teorisiyle epeyce kafa karıştırmıştı. Bu gibi teorilerin asıl dikkat çekici yönü, dünyanın tam da emperyalist güçler tarafından yakılıp yıkıldığı ve kapitalist sistemin krizden krize sürüklendiği bir tarihsel kesitte barışçı bir dünya tablosu çizmeleridir. Nitekim Lenin, Kautsky'nin ultra-emperyalizm teorisini eleştirirken bu son derece önemli hususa işaret etmiştir." (Çağlı E.)



Bugün kavramı yeni bir demokrasi hamlesi olarak tanımlayan işbirlikçi yerel güçlerin safları ile bizlerin durduğu yeri ayrıştırması açısından yazının bu kısmında kavram olgu üzerinde yaptığımız kısa tartışmayı mazur görebileceğinizi umuyoruz.



İçerisinden geçtiğimiz süreçlerde dünyanın geldiği son aşamaya dahil olarak, gerek Ortadoğu alanı gerekse de bununla paralel olarak Türkiye'de geniş halk yığınları üzerinde sistematik bir saldırı ve sindirme politikası uygulanmaya başlanmıştır. Dünyanın küresel güçlerinin operasyonlarının devamı olarak görebileceğimiz bu saldırılarında temel hedef küresel hegemonyanın oluşum ve yayılım süreçlerini tüm hatları ile bölgesel dengeler üzerine yedirebilmektir. Burada bir veya birkaç bölge halkının köleleştirilmesi yahut aynı derecede özgürleştirilmesi sorunundan çok anlamlandırılması gereken nokta bir bütün olarak dünya halklarının tamamının köleleştirilmesi amaç, süreç ve stratejilerinin hayata geçirilmesi olgusudur. Mevcut sürecin bölge halkları üzerindeki olumlu veya olumsuz yansımalarının tamamı ise bu ana stratejik hedefin taktiksel sonuçlarının bir ürününden başka bir şey değildir.



İkiz kulelere yapılan saldırı ve ardından gelişen Afganistan ve Irak müdahalelerinin öngördüğü bu süreç bilinçlerimize “küreselleşme” kavramını oturtmaya başlamışken aynı düzeyde bir yeni kavram da ilki ile bağıntılı biçimde bilinçlerimizde, daha önce olduğundan çok farklı bir biçimde yerini almaya başlamıştır: “Hegemonya”. Sınırların ve sınırlılıkların dünyasında öngörülen en temel egemenlik kavrayışı sınırlar üzerindeki parçalı alanları kapsarken, kaçınılmaz bir şekilde işleyen küreselleşme olgusu bu egemenlik kavrayışını anlamsızlaştırmıştır. Artık egemenlik, küresel alanın tümü üzerinde kurgulanması gereken bir kavram olan küresel egemenlik olarak, hegemonya anlamına ulaşmıştır. Ve oyunun yeni sahası uzaklarda bir yerler değil, onlarla birlikte evimizin içi ve arka bahçemize kadar genişleyebilmiştir. Şimdilerde her hegemonya mücadelesi kendi doğası içinde küresel bir hal alırken buna cevap olma kaygısı içinde bulunan her hareket ve kalkışma da aynı düzeyde küreselleşme zorunluluğu ile karşı karşıya bulunmaktadır. Bu yerelciliğin ve ona bağlı olarak gelişen alternatiflerinin sonu anlamına gelmektedir. Yeni ya da öngörülen dünyada eski dünyanın sınırlarının sınırlılıklarına meydan okuma niteliğindeki bir kavram olarak enternasyonalizm kavramı aşılmıştır. Dışarıdaki ile dayanışma anlamında bir kavrayış, kavram düzeyinde dışarıda ve içeride ayrımının olmadığı bir dünyada anlamını yitirecektir. İçerideki bir dayanışma ise aynı düzeyde tüm dünya halklarını kucaklayacaktır. En tam formülasyonunu “küresel emperyalizme karşı küresel demokrasi” sloganı altında yapabileceğimiz bu süreç tam da bu anlamda karşılanır ve çözümlenirse başarı kaçınılmaz olacaktır. Kaldı ki (hegemonya anlamında) küreselleşme karşıtlarının dünyanın çeşitli yerlerinde yaptıkları ırk, din, dil farkı gözetmeksizin geliştirilen ortak eylemlilikler böylesi bir mücadele çağının ilk sinyallerini vermektedir.



ABD – Çin Geriliminin Ortadoğu’ya Etkisi

Mevcut durum karşısında Hegemonyanın küresel güçleri ise kendi öngörülenlerine ulaşma yolunda attıkları adımları Ortadoğu coğrafyası içerisinde somutlaştırmışlardır. Ortadoğu gerek coğrafi gerekse de tarihi anlamında küresel hegemonyanın zaferi açısından olmazsa olmaz bir alan konumundadır. Özellikle Çin ve ABD arasında yaşanan gerilim, bölgenin kaderini doğrudan etkileyecektir. Sanılanın aksine Ortadoğu stratejilerine kaynaklık eden küresel stratejiler, kendilerini Çin ve ABD genel çelişkisi üzerinden konumlandırmaktadır. ABD'nin geçtiğimiz aylarda Çin'i bir tehlike olarak ifadelendirdiği güvenlik raporundaki sert ifadeler Çin Halk Cumhuriyetince tepki ile karşılanmıştı. Oysa rapor ABD ve müttefikleri açısından oldukça haklı nedenlere dayanmaktaydı. Çok büyük bir nüfus potansiyeline sahip olan Çin Halk Cumhuriyeti devlet kapitalizminin belirli düzeylerde başarılı bir uygulanması ile kendi içinde ciddi bir büyüme kaydederek, 1995 yılından itibaren dünya küresel piyasasına dev bir üretici güç olarak girmiş üstelik devasa düzeyde bulunan likit sermayesi ile en büyük yatırımcı güç olarak pazarı tehdit etme noktasına gelmiştir. Kendi iç pazarının tekelini kilit noktalarda elinde tutmasını bilerek bu gücünü zafiyete dönüştürme yolundaki küçük hesapları da boşa çıkarabilmiştir. Çin'in ülke olarak bir tehdit unsuru sayılması bu anlamında oldukça anlamlı görülebilecektir. Anlamsız olan ise bunun bugün için böyle lanse edilebilmiş olmasıdır. Oysaki bu tehdit özellikle 1995 yılından beri bariz bir şekilde kendini ifşa etmişti.



“Her sorun çözüm imkânları ortaya çıktığı anda sorun olarak görülür” denilir. Çin ekonomisinin oldukça güçlü yanlarının yanı sıra ülke olarak Çin'in demografik ve coğrafik yapısından kaynaklı ciddi dezavantajları da vardır. Çin, demografik olarak irdelendiğinde oldukça karmaşık bir yapıya sahip görünmektedir. Çin nüfusunun % 92'sini “Han ulusu” olarak bilinen etnik Çinliler oluşturur. Bunun dışında hükümet tarafından tanınan 55 etnik grup vardır. Bu etnik çeşitlilik özellikle 2001 yılında müzakerelerini tamamlayarak Dünya Ticaret Örgütüne resmen katılışının ardından hızlı bir ekonomik genişleme gösteren Çin'in en büyük hasmı ABD tarafından gözden kaçırılmayacak bir olgu olmuştur. Bunun yanı sıra en büyük zaafı büyüyen ekonomisinin talep ettiği miktarın çok altında doğal ve enerji kaynakları bulunan ülke coğrafyasının mevcut durumudur. Bu iki durum Küresel hegemonya mücadelesi veren iki ülke açısından birer stratejik vaka olmaktadır. ABD'nin söylem düzeyinde geliştirdiği Küresel demokrasi ve ulus devletin sonu önermelerinin Çin'in etnik yapısını doğrudan hedeflediği gözden kaçırılmamalıdır. Girişte belirlediğimiz küreselleşme tanımı açısından irdelendiğinde aslında kavrama içkinmiş gibi sunulan insan hakları, demokrasi ve esneklik olgularının biraz da nereden kaynaklandığı anlaşılır olmaktan uzak değildir. Burada kastettiğimiz şey bir olgunun bütünen diğerinden kaynaklandığı tespitinden çok diğerine de yaradığı önermesidir. Enerji kaynakları ve Pazar açısından irdelendiğinde de Ortadoğu alanı bu iki güç arasında tatmin edici bir muharebe meydanı görüntüsü çizmektedir. Özellikle İran'a Amerikan müdahalesinin gündemde olduğu bir dönemde Çin ile İran arasında yapılan Yadavaran petrol yatağını işletme hakkı üzerindeki antlaşma dikkat çekicidir. Ayrıca Çin'in kendi enerji ihtiyacının % 12’sini İran'dan sağlıyor olması da müdahalenin amacına yönelik ipuçları sunmaktadır.



Burada Çin'in tutumunun mevcut statükoyu sürdürmek olduğu yanılgısına düşmemekte yarar vardır. Aksine Çin de Ortadoğu’da mevcut statükonun parçalanmasından yanadır. Ortadoğu’daki mevcut enerji kaynaklarının ömrü 40 yıl kadar görünmektedir. Bu tarz bir tüketim ile hesaplandığında uzun vadeli bir stratejiye pek de imkân vermediği görülmektedir. Elbette Pazar olgusu da önemli olmakla birlikte tek başına belirleyici olmaktan uzak görünmektedir. Durumun ABD açısından anlamlı yanları vardır. Çin'in çevrelenmesi ve enerji kaynaklarından uzak tutulması ile pazarın ABD tarafından kontrolünün sağlayacağı avantajlar, bu kısa süreli stratejik atağı bir yere kadar mazur gösterebilecektir. Aslında Ortadoğu alanının en belirleyici yönü Kafkaslar üzerinde yürütülen pazarlıktan başkası değildir. Kafkas pazarı ve enerji kaynakları üzerinde büyük bir tekele sahip olan Rusya'nın bölgedeki etkinliğini kırmak, enerji kaynakları ile pazarı kendi piyasasına açmak isteyen iki gücün savaşımı Ortadoğu alanında şiddetlenmiştir. Ortadoğu’da egemen olabilecek güç Kafkas coğrafyasının da anahtarına sahip bulunacaktır. Özellikle İran Azerbaycan'ı en etkili kapı olma yolunda ileride çok daha büyük çatışmaların alanı olacaktır.



Rusya Faktörü

Bugünden bakıldığında Çin ile Rusya arasında gelişen yakınlaşma da bu doğrultuya işaret etmektedir. Ağustos 2005'te yapılan Rus-Çin ortak askeri manevraları, yakınlaşan Rusya-Çin ilişkilerine dair bir fikir vermektedir. İki ülke özellikle bu tarihten itibaren daha önce meydana gelen sınır uyuşmazlıkları ve diğer sorunlar nedeniyle bozuk olan ilişkilerini düzelterek çeşitli ticaret anlaşmalarına ve ortak askeri manevralara imza atabilmişlerdir.



2001 yılında iki ülkenin, “Şanghay Beşlisi” adı ile girdikleri bölgesel işbirliği çerçevesinde “terörizme ve radikal siyasi hareketlere karşı” ortak hareket etme ve bu noktada ekonomik işbirliği yapma kararlarını alması aralarındaki yakınlaşmayı daha da önemli kılmaktadır. Özellikle Rusya'nın Çin topraklarında yaptığı ortak askeri tatbikatın etkileri dünya açısından bir nevi şok olmaktaydı. Çin ile Rusya arasında yapılan bu askeri manevra Amerika'nın bölgedeki müttefikleri olan Japonya, Güney Kore ve özellikle Tayvan tarafından kaygıyla karşılandı.



Çin ve Rusya arasında beliren yakınlaşmanın dünyaya verdiği mesajın anlamı masaya ortak oldukları ve küresel sofrada en büyük payı istedikleri idi. Bu durum ABD'nin hegemonyasına açık bir başkaldırı olarak da nitelendirilebilir. Rusya, Batıya elinde seçenekler olduğunu göstermek isterken Çin de büyüyen bir ekonomik güç olarak Rusya'nın petrol ve doğal gazına ilgi duymaya başladı. Burada dikkat edilmesi gereken husus Çin ile Rusya arasındaki ilişkilerin göreceliliği ya da diğer bir deyişle geçiciliğidir. Çin'in büyüyen enerji ihtiyacını karşılamak için kuzeyindeki Kafkaslardan yararlanmak isteyeceği gün gelecektir. Bu durum iki ülke arasında gerginliklerin de başlangıcı olacaktır. İşte bu durum Çin'i Ortadoğu alanında etkinliğini pekiştirmeye ya da diğer bir deyişle Ortadoğu alanında bir etkinlik siyaseti belirlemeye zorlamaktadır. Bu siyaset yalnızca çok sınırlı bir zaman için mevcut statükoyu destekleyecektir. Burada amaç ABD müdahalesine karşı zaman ve taktik aralığı oluşturmaktan daha öteye gitmemektedir. Bu durumu ile Çin Ortadoğu alanına etkili bir giriş için hazırlıklarını hızlı bir biçimde gerçekleştirmektedir. Burada ABD, Afganistan ve Irak müdahalelerini geliştirme tarzı ve hızı ile daha avantajlı bir durumda görünse de Irak’ta istikrarın tam anlamı ile kurulamamış olması bu gücü zorlar görünmektedir.



ABD ise gelişen Çin egemenliğine karşı bir çeşit çevreleme mantığı ile hareket etmektedir. Soğuk savaş döneminde Sovyet Rusya’ya karşı kullandığı çevreleme liberalizmine benzer bir yöntemi geliştirmektedir. Afganistan üzerine geliştirdiği harekât ile Kafkaslardan gelen enerji kaynaklarının taşınma yollarını denetimi altına alırken, geçtiğimiz günlerde Hindistan ile yaptığı nükleer işbirliği antlaşması ile de Çin'i Asya’da sınırlandırma çabası içine girmiştir.



ABD’nin Olası İran Müdahalesine Dair

Burada İran'ın belirleyici öneme haiz olduğu yazımızın önceki bölümlerinde açımlanmaya çalışılmıştı. İran'a düzenlenecek harekât konusunda kuşku olmadığı açıktır. Harekât ABD'nin stratejik hedefleri açısından olmazsa olmaz kabilindedir. ABD yönetiminin Irak’ta olduğu biçimde bir operasyondan çok daha farklı bir biçime ihtiyaç duyduğu ortadadır. Bir kere ABD operasyonları tek başına bir şiddet kullanımından oldukça farklıdır. ABD bir alana girmeden önce müttefik kazanma yoluna girer. Irak’ta Kürtlerin özgürlük mücadelesi ile kendine yol açan ABD için İran’da durum daha da içinden çıkılmaz bir hal almaktadır. Bir kere İran’da devrimci bir muhalefet tam anlamı ile gelişse bile ABD karşıtlığının tüm değerler üzerindeki genel hâkimiyeti bu alanda destek bulmasını oldukça zorlaştırmıştır. Oysa Fars kültürünü irdelediğimizde tarihten gelen demokratik ve reformcu özü görmekte zorlanmayız. İran'da bir dönem ortaya çıkan öğrenci hareketleri de bu durumu tasdik eder görünmektedir. Fakat başta da belirttiğimiz üzere İran muhalefetinin aynı zamanda güçlü bir ABD karşıtlığını barındırması, ABD'nin bu alandan nemalanmasını zorlaştırmaktadır. Geriye İran içinde varlığını sürdüren etnik unsurlar kalmaktadır. Özellikle yoğun Kürt nüfusu bu anlamda ABD için en zorunlu ittifak görüntüsünü çizmektedir. Durumun bu biçimini görmekte zorlanmayan İran'ın bölgedeki Kürt nüfusu ve siyasal güçleri üzerine düzenlediği tek yanlı operasyonlar kaynağını bu olgudan almaktadır. Bölgedeki Kürt nüfusun tavrını ise İran içerisinde gelişen demokratik reformlar ve İran'ın Kürtlerle önümüzdeki süreçte kuracağı ilişki biçimleri etkileyecektir ki şu aşamada durum pek de İran lehine görünmemektedir.



ABD mevcut etnik gücü arkasına alarak girişeceği İran müdahalesinde ağırlığı İran Azerbaycan'ı üzerine verecektir. Tarihin basit bir tekerrürü gibi görülebilecek olayın ilk senaryoları dönemin Stalin Rusya'sı tarafından hayata geçirilmişti. Bilindiği üzere 2. Dünya savaşı sırasında Rus askerleri İran Azerbaycan'ına ait Tebriz'i işgal etmiş, Tebriz başkent olmak üzere, bir Azerbaycan Cumhuriyeti kurulmuş; ayrıca Kürtlerin bulunduğu Mahabad bölgesinde de Molla Mustafa Barzani ve Kadı Muhammed'in başında bulunduğu Kürt Mahabad Cumhuriyeti ortaya çıkmıştı. Bu sayede Azerbaycan birleşmiş ve Kürtler kısa ve acı bir devlet deneyimine sahip olmuşlardır. Daha sonra Şah Pehlevi'nin İran’da ABD ve müttefiki İngiltere tarafından desteklenip Sovyet Rusya'sına nota verilerek çekilmeye zorlanması bu kısa deneyimin bilinen sonuna işaret etmiştir. Şimdi ise roller değişmiş görünmektedir. ABD'nin Tebriz merkez olmak üzere İran Azerbaycan'ını Bakü'ye bağlama çabalarına tanık olacağımız kanısındayız. Bunun işaretlerini iktidardaki İlham Aliyev yönetimini sıkıştırarak mevcut Azeri muhalefeti ile tehdit etmesi olgusunda görebiliriz. Özellikle son Azerbaycan seçimlerinde bir yandan muhalefete göz kırpan ABD'nin öbür taraftan oğul Aliyev'e göz kırpması aslında bir nevi tehdit havası taşımaktaydı. Burada amaç İran müdahalesi sırasında ve sonrasında Azerbaycan’da üslenebilmek ve bu alanda sivil ve askeri bölgeler oluşturabilmektir.



Oğul Aliyev'in geçen senelerde garip bir politik cesaret örneği göstererek İran'la vardığı anlaşma, aslında bir nevi ABD'nin Azerbaycan üzerinde kurmaya çalıştığı hegemonyaya bir tepki niteliği taşımaktaydı. Bu anlaşmaya göre İran ve Azerbaycan stratejik ortak olma noktasında anlaşmışlar ve Azerbaycan bir başka ülkenin üslerine ülkesini açmayacağının teminatını bu anlaşma ile vermiştir. Elbette bu anlaşmadan mevcut durumda en fazla Rusya memnun olmuştur. Bu durumu ile ABD'nin bölgedeki durumu daha da riske girmiştir. Aslında zorunlu olan İran müdahalesinin gecikmesinin altında yatan sebeplerden biri de budur.



Mevcut durum bize önümüzdeki sürecin ABD açısından Ortadoğu’da saldırgan bir denge politikasının hakim olacağına işaret etmektedir. Bu politikanın bileşenleri Kürtler, Türkler ve Araplar olmaktadır. ABD ilk olarak Irak’ta mevcut durumda kendini dayatan istikrarsızlık ortamını ortadan kaldırmaya yönelik önlemler almayı düşünecektir. Irak özgülündeki Şii ağırlığını da çok fazla zedelemeden fakat Sünnilerin tepkisini çekmeyen ağırlıkların eşit oranda ve dengeli dağıtıldığı bir politik stratejiyi hedef güdecektir. Burada dikkat edeceği husus bir gücün diğeri üzerinde hâkimiyet kurma çabalarıdır ki buna kesinlikle izin vermeyeceğini görmekteyiz. ABD bu biçimi ile istemeden de olsa Konfederal bir düzenlemeye işaret etmektedir.



İran Kürt'ünün durumunu belirleyecek olan ABD ile Azerbaycan arasında gelişecek olan ilişki ve çelişkilerin önümüzdeki süreçte alacağı yöndür. Şimdilik ilişkinin biçimi İran Kürt’ünü ikinci plana atmaktadır. Bu da Türkiye ile ABD'nin Kürt Özgürlük Mücadelesi konusunda önümüzdeki süreçlerde daha fazla işbirliğine gireceğini göstermektedir. ABD Türkiye'den Azerbaycan ile arasında arabulucu rolü üslenmesini isteyecektir. Ayrıca bu süreç ABD - Rusya yakınlaşmasına da tanıklık edebilir. ABD'nin Rusya'ya tavizler vererek geliştirmeye çalışacağı bir ilişki biçiminde kullanacağı koz Türkiye olacaktır. Karşılığında da Türkiye’ye göstermelik de olsa çeşitli tavizler vermeyi kabul edeceğini düşünebiliriz. Bu tavizlerin Kürt Özgürlük Hareketinin aleyhine olduğu ise su götürmezdir. Türk devletinin son dönemlerde Kürt halkı üzerinde geliştirdiği imha politikalarının altında yatan sebeplerden birinin de bu olduğu bilinmektedir. Fakat ABD için özgün bir durum da İran Kürt'ünün siyasal tercihinin PKK'ye doğru artan eğilimidir. Bu durum ABD için belirleyicidir. Türkiye devletinin ABD destekli artan operasyonları hem PKK'ye bir gözdağı niteliği taşımakta hem de bir tercih durumuna doğru itilmektedir. Elbette bu durum bir yedekleme stratejisinin ürünü gibi gözükmektedir.



Çin'in durumunu ve etkisini yukarıda kısaca tartışmıştık. Çin bu süreç içerisinde Ortadoğu alanında İran'a yapılacak müdahaleyi geciktirme çabaları dışında aktif rol oynamayacaktır. Bu süreci Rusya üzerinden geliştireceği Kafkas stratejileri üzerinde etkilemeye çalışacaktır. Elbette İran ile stratejik ve ekonomik işbirliği yönünde yeni adımlar atacağını da düşünmekteyiz.



Sürecin kilit ismi İran için ise çok reel politikalar öngörmekten uzaktayız. İran kendi içindeki baskı ve şiddeti tırmandırarak dışa karşı geliştirdiği tehditkâr tutumunun içeride muhalefete takılmamasını garantilemek isteyecektir. Bu durum gerek Fars halkı gerekse de Kürt halkı üzerinde ciddi baskı ve şiddet politikalarının hayata geçirilmesi anlamına gelecektir ki bu politikanın İran açısından pek de olumlu sonuçlar doğuracağını düşünmemeliyiz. İran enerji kozunu oynamaktan kaçınmayacak ve petrol fiyatlarını arttırarak dünyaya gözdağı verme yolunu seçecektir. Petrol fiyatlarının artması dünyada bir tek Çin Halk Cumhuriyetinin işine yaramaktadır ki bu da İran'ın elini ABD karşısında güçlendirecektir.



Sonuç Yerine

Genel durum içerisinde ele alındığında Ortadoğu alanının mevcut haritası bu şekilde belirmektedir. Bizim için bölgeye oynayan güçlerin kararlılığı ve bunun sebepleri tek cümle içerisinde belirlenecek kadar nettir: “Ortadoğu'yu düşür dünyanın geri kalanı da düşecektir.” Bu yüzden mevcut güçler bölgeye hazırlıklı, yoğun ve şiddetli bir saldırı başlatmışlardır. Batı kültürünün bileşenleri tarafından tarihsiz halklar olarak ifade edilen bölge halkları ise aynı düzeyde bir hazırlık içinde olamamışlar, alternatif savunma yöntemleri geliştirememişlerdir. Küresel güçlere karşı parçalı ve statükocu duruşlar sergilemişlerdir. Bu da mevcut muhalefeti ve demokrasi güçlerini iyiden iyiye zayıf bir konumlanışa itmiştir.



Elbette dünya egemenliği üzerine yürütülen bir savaşımın böylesi dar bir alanda yoğunlaşması aşiret savaşlarından daha ötesini yaşamamış bölge halkları için alışılmadık ve gereğinden daha acımasız bir süreç olmaktadır. Bunun bir sonucu olarak kendi genel stratejilerini egemenlerin taktik hamleleri üzerine kuran çeşitli oligarşik, statükocu ve ilkel milliyetçi oluşumlar ise sürecin kırıntıları üzerinde kavgaya tutuşarak halkların birleşik ve topyekûn mücadelesinin önünde engel oluşturmaya başlamışlardır. Burada Kürt ve Türk halkının duruşu ve mücadele biçimi özel bir konum almaktadır. Kürt halkının dört parçaya yayılmış konumu bir ayrılıktan çok doğal bir birleştirici, mücadeleyi merkezileştirici bir role işaret etmektedir. Teorik açıdan Kürtler mevcut sürece karşı geliştirdikleri “demokratik uygarlık” stratejileri ile süreci en iyi çözümleyen halk konumundadırlar. Türk halkı ise gerek Ortadoğu halklarının tarihsel yapılarından ayrı bir tarihsel durumu ifade etmesi, gerekse de bununla paralel anlamda içerisinde barındırdığı devrimci demokratik dinamiklerin bir sonucu olarak bir değişim ve dönüşüm pratiğine en yakın halklardan biri konumundadır.



Bu iki halkın devrimci, demokratik ve yurtsever güçlerinin ortak belirlenecek strateji etrafında şekillendirecekleri mücadele, bölgenin diğer halkları arasında da aynı düzeyde bir işbirliğinin gelişimi anlamına gelecektir. Bu ittifak, sürecin gelinen aşamasının bir sonucu olarak dünya halklarının geri kalanı üzerinde de etkili sonuçlar doğurabilecek bir düzeye ulaşabilecektir. Böylece en başından bölgesel ya da bir veya birkaç halkın mücadelesinden daha fazlasını ifade eden egemenlerin saldırıları, pratik alanda da karşılığını bulacak ve egemenlerin Ortadoğu'ya tüm dünyanın güçleri ile yürüttükleri saldırıya yine Ortadoğu ve dünya halklarının işbirliğinin bir sonucu olarak tüm dünya halklarının güçleri ile cevap verilebilecektir.

Ali Rızgar

Hiç yorum yok: